Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘ABD ve NATO; Rusya ve Çin’e karşı çatışmanın içine çekilebilir’

Yayınlanma

İtalyan gazeteci, yazar Thomas Fazi’nin kaleme aldığı ve aşağıda çevirisini okuyacağınız makalede Hamas-İsrail savaşının yıkıcı bir küresel savaşa evrilme riski tartışılıyor.

ABD ve NATO’nun Doğu Akdeniz’e yaptığı yığınağı, İran ve Hizbullah’ın çektiği kırmızı çizgileri ve yaşanacak en ufak bir kıvılcımın bölgede büyük bir yangına neden olabileceğini savunan Fazi, bu yangının sonuçlarıyla Avrupa’nın da yüzleşmek zorunda kalacağını söylüyor. Bu bağlamda artık ateşkesin sadece Gazzeliler için değil tüm dünya için zorunlu olduğunu söylüyor:

***

İsrail-Hamas bir dünya savaşına neden olacak mı?

Bu, yıkıcı bir küresel çatışmanın tüm belirtilerini taşıyor

THOMAS FAZI

İsrail yas tutmaya ve Gazze enkaza dönmeye devam ederken, Orta Doğu’daki pek çok kişi korkunç bir gerçeğin farkına varıyor: İşler çok yakında çok daha kötü bir hal alabilir. Büyük tektonik değişimler artık statükoyu parçalama ve hatta küresel bir savaşı tetikleme tehdidi taşıyor.

İsrail daha şimdiden İsrail-Lübnan sınırında İran bağlantılı silahlı grup Hizbullah ile her gün çatışmaya giriyor ve Rusya ile İran’ın desteklediği Suriye’ye birkaç hava saldırısı düzenledi. Başka bir yerde ise bir ABD savaş gemisi kısa süre önce Yemen’deki İran destekli Husi isyancılar tarafından ateşlenen ve İsrail’i hedef almış olabilecek üç füzeyi durdurdu. Bölgedeki Amerikan güçleri de bir dizi insansız hava aracı ve roket saldırısına maruz kaldı ve buna Suriye’de İran destekli milislerle bağlantılı iki tesise hava saldırısı düzenleyerek karşılık verdi.

Arap dünyasındaki tepkiler de aynı derecede düşmanca oldu; Suudi Arabistan gibi İsrail’le ilişkilerini normalleştirmeye başlayanlar da dahil her hükümet İsrail’in eylemlerini şiddetle kınadı. Ancak en sert tepki, bir NATO üyesi olmasına rağmen Türkiye’den geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan İsrail’in Gazze’deki sivilleri bombalamasını “soykırım” olarak nitelendirdi ve Hamas’ın terörist bir grup değil “topraklarını koruyan mücahitler” olduğunu iddia etti. Türkiye aynı zamanda birçok Hamas yetkilisine ev sahipliği yapıyor ve son haftalarda onları sınır dışı etmeyi reddetti. Bunların hepsi Erdoğan’ın bölgede liderliğini ortaya koyma girişiminin bir parçası.

Her iki kampta da ayağı olan bir başka ülke de Katar. Hem ABD’nin Orta Doğu’daki en büyük askeri üssüne hem de 2012’den bu yana Doha’da bir ofisi bulunan Hamas’ın siyasi liderliğine ev sahipliği yapıyor. Katar, İsrail ile Hamas arasında arabuluculuk yapmak için özellikle iyi bir konumda ve dört İsrailli rehinenin serbest bırakılmasında önemli rol oynadığı için takdir ediliyor.

Bir de Hamas’la uzun süreli bağları olan ve 7 Ekim saldırısını alkışlayan İran var. ABD’li ve İsrailli yetkililer katliamda İran’ın doğrudan bir dahli olduğuna dair herhangi bir belirti olmadığını ifade etseler de İran’ın saldırıdan çeşitli şekillerde fayda sağladığına ve hatta Lübnan, Suriye ve Yemen’deki vekillerini kazanımlarını daha da artırmak için kullanıyor olabileceğine dair şüpheler var.

Ne de olsa Hamas’ın saldırısı Amerika’nın İran ve Çin’in aleyhine, Arap-İsrail yakınlaşmasını bölgede ABD nüfuzunu yeniden tesis etmenin bir yolu olarak teşvik etme stratejisini öldürdü. Eylül ayında Netanyahu BM Genel Kurulu’nda sahneye çıkarak “Yeni Ortadoğu” başlıklı bir harita sundu ve bu haritada İsrail’in ilişkilerini “normalleştirme” sürecinde olduğu Arap ülkeleri yeşil renkle gösterildi. İsrail’in kendisi ise Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e kadar uzanan- deyim yerindeyse nehirden denize kadar- ve işgal altındaki Filistin topraklarını göstermeyen bir şekilde gösterildi.

Netanyahu daha sonra harita üzerinde Umman Denizi’nden Güney Avrupa’ya kadar uzanan kırmızı bir çizgi çizerek “Asya’yı BAE, Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail üzerinden Avrupa’ya bağlayan yeni bir barış ve refah koridoru”ndan söz etti. Hem Trump hem de Biden yönetimleri, İbrahim Anlaşmaları ve diğer anlaşmalarla, Biden’ın dediği gibi İsrail’in “daha fazla normalleşme ve ekonomik bağlantıdan” yararlanacağı bu “yeni Orta Doğu” fikrinin teşvik edilmesinde önemli rol oynadılar.

Bu projenin en önemli ayaklarından biri de Netanyahu’nun bahsettiği “barış ve refah koridoru” olan Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) idi. Geçen ay Yeni Delhi’deki G20 zirvesinde açıklanan proje, Kuzeybatı Hint Okyanusu’nu BAE, Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail’den geçen limanlar, demiryolları ve karayolları aracılığıyla Doğu Akdeniz’e bağlayan bir lojistik koridor oluşturulmasını öngörüyor. ABD, koridoru açıkça Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne Orta Doğu’da bir rakip olarak nitelendirdi. Amacı çok açıktı: Çin’in bölgedeki etkisini sınırlamak ve İran’ı izole etmek.

Ancak IMEC’in hayali şimdi her zamankinden daha zor görünse de gerçek şu ki, Filistinlilerin Gazze’de sonsuza kadar kilitli kalabileceği gibi tehlikeli bir yanılsamaya dayandığı için zaten ulaşılamazdı. Arap Araştırma ve Politika Çalışmaları Merkezi, Politika Analizi Direktörü Marwan Kabalan’ın açıkladığı gibi, ABD’nin İsrail, BAE ve Bahreyn arasındaki ilişkileri normalleştiren anlaşmaları, İsrail ile normal ilişkilerin kurulmasında Filistin devletinin ön koşul olduğu yönündeki uzun süredir devam eden pan-Arap duruşunu baltaladı. Bu nedenle Filistinli yetkililer bu anlaşmaları “arkadan hançerleme” olarak kınadı. Nispeten istikrarlı statükonun altında öfke ve istikrarsızlık yatıyor.

Son saldırıdan bu yana, Orta Doğu’daki her güç, karmaşık olduğu kadar tehlikeli de olan jeopolitik bir oyunda, kaosu çoğu zaman çatışan kendi çıkarlarını ilerletmek için kullanıyor. Ancak bu durum riskleri de beraberinde getiriyor. Washington’dan birinin Financial Times’a söylediği gibi: “İlgili tüm ülkelerin, aşılması halinde harekete geçmeleri gerektiğine inanmalarına neden olacak eşikleri var. Ancak kimse karşı tarafın eşiğinin ne olduğunu bilmiyor.”

Elbette pek çok şey İsrail’in bundan sonra ne yapacağına bağlı olacak. Örneğin İran ve Hizbullah, Gazze’ye yönelik geniş çaplı bir kara harekâtını -özellikle de Hamas’ın tamamen yok edilmesi ve Gazze nüfusunun bir kısmının zorla göç ettirilmesi hedefleniyorsa- aşılmaması gereken bir kırmızı çizgi olarak gördüklerini açıkladılar. Hafta sonu İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi açık bir tehditte bulundu: “[Siyonist] rejimin suçları, herkesi harekete geçmeye zorlayabilecek kırmızı çizgileri aştı. Washington bizden hiçbir şey yapmamamızı istiyor ama onlar İsrail’e geniş çaplı destek vermeye devam ediyor.”

Yine de bu durum İsrail’i son birkaç gündür Gazze’deki kara operasyonlarını genişletmekten alıkoymadı. Daha da endişe verici olansa İsrail’in planının çok sayıda Filistinliyi -potansiyel olarak onlarca hatta yüz binlerce- Gazze’den Mısır’a sürmek olabileceğine dair kanıtların artması. İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonundan bir hafta sonra, emekli IDF Tuğgenerali Amir Aviv, Mısır’a “sınırı açması ve tüm Filistinli sivillerin güneye, Sina Yarımadası’na geçmesine izin vermesi” çağrısında bulundu. Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Es-Sisi ise “Gazze’de şu anda yaşananların, sivil halkı Mısır’a sığınmaya ve göç etmeye zorlama girişimi olduğu ve bunun kabul edilemeyeceği” uyarısında bulundu. Ardından 17 Ekim’de Netanyahu ile bağlantılı bir İsrail düşünce kuruluşu, “Gazze nüfusunun tamamının yeniden yerleştirilmesi ve nihai çözüm” için “eşsiz ve nadir bir fırsat” olduğunu savunan ve daha sonra sızdırılan bir rapor yayınladı. Daha yakın bir zamanda, bu kez İsrail İstihbarat Bakanlığı’ndan, Gazze Şeridi’ndeki tüm nüfusun kalıcı olarak Mısır’a nakledilmesini öneren bir “öneri belgesi” sızdırıldı.

İsrail hükümeti o zamandan beri bu belgenin konjonktürel olduğunu ve bir seçenek olarak değerlendirilmediğini iddia ediyor. Bu iddianın doğru olması iyi haber olur, çünkü böyle bir politika Gazzeliler için bir felaket olmasının yanı sıra, Suriye hükümeti, Hizbullah ve Yemen’deki Husi hareketini de kapsayan İran liderliğindeki sözde Direniş Ekseni’nin kaçınılmaz olarak misillemesine yol açacaktır. Bu noktada durum hızla tırmanabilir. İsrail’in Lübnan’da ve başka yerlerde İran destekli güçleri ağır bir şekilde bombalayarak karşılık vermesinin yanı sıra ABD’nin de olaya müdahil olma ihtimali neredeyse kesin.

Nitekim geçen haftalarda ABD ve NATO, aralarında İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya’nın da bulunduğu bir düzine ülkeden en az 73 gemi, Doğu Akdeniz ve Körfez’de on yıllardır görülen en büyük filoyu oluşturdu. ABD tek başına nükleer güçle çalışan iki uçak gemisinin yanı sıra Tomahawk füzeleriyle donatılmış uçaklar, kruvazörler, muhripler ve denizaltılar konuşlandırdı.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Vladimir Putin, Rusya’nın Karadeniz suları üzerinde, operasyonel menzili 2 bin km’ye kadar uzanan Kinzhal hipersonik gemisavar füzeleriyle donanmış MiG-31 önleme uçaklarının 24 saat rotasyonuna başladığını duyurarak karşılık verdi. Putin gazetecilere verdiği demeçte “Bu bir tehdit değil, ancak Akdeniz’de olup bitenler üzerinde görsel kontrol -silahlarla kontrol- uygulayacağız” dedi. Çin de bölgedeki olayları çok yakından takip ediyor ve geçen haftalarda altı kadar Çin savaş gemisi Orta Doğu’daydı.

Tüm bunların nasıl sonlanabileceğini görmek zor değil. Dünyanın tüm büyük güçlerinin Orta Doğu’da bulunduğu bir ortamda, olayların tırmanması halinde ABD ve NATO’nun Rusya ve Çin’e karşı bir çatışmanın içine çekilmesi neredeyse kesin. Bunun sonuçları felaket olur, ekonomik, askeri ve insani yansımaları Batı’ya dönecektir. Böyle bir risk karşısında ateşkes çağrısı yapmak artık sadece Gazzelilerin değil tüm dünyanın yararına.

DÜNYA BASINI

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde “kent uzlaşısı ile teröre destek” ve “yolsuzluk” iddiaları ile gözaltına alınmasının yankıları sürüyor.

Batı medyasında İmamoğlu’nun gözaltısı, genel olarak olası Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibine yönelik bir hamle olarak görülüyor.

Örneğin Financial Times, “Türk polisi Erdoğan’ın başlıca siyasi rakibini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Devlet medyası İmamoğlu’nun çarşamba günü gözaltına alınmasının terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla yürütülen bir soruşturmanın parçası olduğunu belirtirken, muhalefet bu hamleyi bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi ve tutuklama Türk para biriminin ve piyasalarının düşmesine neden oldu,” dedi.

Yatırım yönetimi zinciri T Rowe Price analisti Tomasz Wieladek FT’ye verdiği demeçte, gözaltıyı “herkes için bir uyandırma çağrısı” olarak nitelendirdi.

Wieladek, Türkiye Merkez Bankası’nın TL’yi savunmak için ‘sınırlı bir ateş gücüne sahip olduğunu’ öne sürerek, “Varlıklar muhtemelen daha fazla satılmaya devam edecek,” dedi.

Bloomberg, sabahtan öğle saatlerine kadar Türk bankalarının TL’ye destek için 8 milyar dolar sattığını yazmıştı.

Piyasalarda sabah saatlerinden itibaren yaşanan çalkantılara dikkat çeken Bloomberg, bir başka haberinde ise, “Türkiye piyasaları çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibinin gözaltına alınmasının ardından, siyasi kargaşanın son dönemdeki yatırımcı dostu ekonomi politikalarını baltalama riski taşıdığı endişesiyle sarsıldı,” dedi.

Haberde görüşlerine yer verilen Londra’daki Monex Europe’un makro araştırma müdürü Nick Rees, “Bu sistem için biraz şok oldu. Piyasalar giderek daha kayıtsız hale gelmişti ve şimdi bu büyü bozuldu, tüccarlar Türkiye’nin siyasi risk primlerini yeniden fiyatlandırırken dramatik sonuçlar ortaya çıktı,” diye konuştu.

Coex Partners’tan Henrik Gullberg, hamlenin büyüklüğünün “şaşırtıcı” olduğunu, fakat siyasi baskı haberlerinin daha az şaşırtıcı olduğunu söyledi ve “Pratikte, bunun piyasaya duyarlı ekonomik politikalar açısından pek bir şey değiştireceğinden emin değilim,” dedi.

Haberde, Borsa İstanbul 100 Endeksi’nin de açılışta yaklaşık %7 düştüğü, 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisinin ise 139 baz puan artarak %29,58’e yükseldiği belirtildi.

Alman Der Spiegel, “Türk yetkililer en önemli Erdoğan muhalifini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Türk makamları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskıcı önlemlerini genişletiyor,” denildi.

Haberde İmamoğlu’nun, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile birlikte Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor.

DW Türkçe’nin aktardığına göreİmamoğlu’nun gözaltına alınması Alman siyasetinde de geniş yankı buldu. Gelişme, “Erdoğan’ın baş rakibini devre dışı bırakma girişimi” diye değerlendirildi, ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapıldı.

SPD Eş Genel Başkanı Lars Klingbeil da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını ‘Türkiye’deki demokrasiye ağır saldırı” sözleriyle sert bir şekilde eleştirdi.

Klingbeil, “Türk hükümeti böylece artık adil seçimler ve bağımsız bir hukuk devleti istemediğini göstermiş oluyor. Atılan adımlar orantısızdır, güven ve inandırıcılığı yok etmektedir. Bunun tüm ülke açısından dramatik sonuçları olacaktır,” ifadelerini kullandı.

Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanı Max Lucks da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını Cumhurbaşkanlığı seçimleri ışığında adil seçim ve adil rekabete yönelik bir saldırı diye nitelendirdi.

İngiliz The Times ise, “Erdoğan seçim rakiplerine baskı yaparken İstanbul Belediye Başkanı gözaltına alındı” başlıklı haberinde, “Türk liderin başkanlık için en büyük tehdidi olarak görülen Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından şehir genelinde protestolar yasaklandı,” ifadeleri kullanıldı.

Tokyo merkezli Nikkei Asia’daki haberde de Türk yetkililerin “Erdoğan’ın ana rakibini” gözaltına aldığı ileri sürülürken, muhalefetin bu hamleyi “darbe” olarak nitelendirdiğine dikkat çekildi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

İsrail, ABD oluruyla Gazze’de katliama yeniden başladı

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun kovacağını açıkladığı Şin-Bet Direktörü’ne Başsavcı kalkanı

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English