Bizi Takip Edin

AVRUPA

AB’de rekabette geri kalma endişesi büyüyor

Yayınlanma

Avrupa Birliği’nde (AB), ABD ve Çin karşısında ‘rekabetçi’ gücünü yitirme endişesi gitgide büyüyor. Birlik içi bürokrasi, mali olarak güçlü ve güçsüz ülkeler arasındaki açı, sübvansiyon meselesinde artan gevşeklik AB içi gerilimleri de artırıyor.

AB ekonomisi şu anda dolar bazında ABD ekonomisinin yüzde 65’i büyüklüğünde. Bu oran 2013’te yüzde 91’di. Kişi başına düşen gayrisafi yurtiçi hasıla ABD’de AB’nin iki katından fazla ve aradaki fark giderek artıyor. Daha kötüsü, 1970’li yıllardan bu yana Japonya dahi iktisadi olarak AB’den daha fazla büyüdü.

2000’li yıllarda ABD’de patlama yapan internet teknolojisi şirketleri alanında da geride kalan AB, yapay zeka meselesi gündemdeyken yine arkada bırakılmaktan endişe ediyor. İşgücü verimliliği söz konusu olduğunda da AB ‘olgun ekonomiler’ ortalamasının gerisinde.

İtalya’nın eski başbakanlarından iki ayrı rapor

Eski İtalya Başbakanı ve eski Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi, AB’nin rekabet gücünün durumu ve bunun nasıl düzeltileceği konusunda bir rapor yazmak üzere geçen yaz Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen tarafından görevlendirilmişti.

Draghi raporunda rekabet gücünü değerlendirirken, İtalya’nın bir diğer eski başbakanı Enrico Letta da Mart ayında sunulmak üzere iç pazarın durumuna ilişkin ayrı bir rapor hazırlıyor.

Jacques Delors Enstitüsü’nün başkanı Letta, Financial Times’ta yer alan habere göre, kendi deyimiyle ‘Brüksel balonundan çıkıp sahadaki endişeleri dinlemek’ için Avrupa başkentlerini kapsayan bir tura çıktı.

Letta, Avrupa’nın ikileminin, Amerika, Çin, Hindistan ve diğerleriyle rekabet ederken ortak pazarın gücünü ve dolaşım, sermaye, mal ve hizmet özgürlüklerini korumak olduğunu söylüyor.

Letta, “Dört özgürlüğü geliştirirken ve dört özgürlüğün ruhunu yok etmeden güç butonuna nasıl basacağız? Çünkü Avrupa egemenliği, yeni bir sanayi politikası, Avrupa’nın gelişmesi ve güçlü olması için güçlü bir kapasite üzerinde çalışmak istiyoruz,” dedi.

Avrupa’nın ABD, Çin ve Hindistan gibi yükselen güçlerle rekabet etme arzusunun ‘AB’nin inşa ettiklerini yok etmeyi kolaylaştırdığını öne süren Letta’ya göre bu, “şimdiye kadar çok ama çok önemli olan eşit bir oyun alanı ve serbest rekabet fikri.”

Bürokrasi ve sübvansiyon meselesi birliği sarsıyor

AB içinde, özellikle de KOBİ’ler arasında, Brüksel merkezli birlik bürokrasisine karşı sesler de yükseliyor.

FT’ye konuşan üst düzey bir AB diplomatı ‘gülümseyerek ve omuz silkerek’ yaptığı açıklamada, “‘Bürokrasiyi azaltalım’ diyorlar ve bir gün sonra yeni bir durum tespiti mevzuatı çıkarıyorlar,” diyor.

Geçen Eylül ayında yaptığı Birliğin Durumu konuşmasında Ursula von der Leyen de bu şikâyeti kabul ederek her yeni AB mevzuatının ‘bağımsız bir kurul tarafından rekabet edebilirlik kontrolünden’ geçirileceği sözünü vermiş ve şirketler için AB düzeyinde raporlama düzenlemelerini yüzde 25 oranında azaltacak yeni yasalar vaat etmişti.

Bazı üye ülke diplomatlarına göre ise birliğin rekabet gücünün önündeki en büyük engel uzun vadeli eğilimler ya da dış rakiplerin önlenemez yükselişi değil, alınan iç kararlardan kaynaklanıyor. Bu iç kararların en önemlisi de devlet teşviki kurallarının gevşetilmesi.

Devlet yardımları ve ulusal sübvansiyonların izin verilebilirliğine ilişkin kurallar gevşetilmiş ve AB üyelerinin bütçe açıkları ve borçları üzerindeki denetimi askıya alınmıştı.

AB’nin devlet teşviki kuralları, mali gücü daha az olan yoksul devletleri, aksi takdirde ulusal şirketlerine para pompalayabilecek ve onlara haksız bir avantaj sağlayacak daha zengin devletlerden korumak için hazırlanmıştı.

Oysa çoğunlukla güney ve doğu ülkelerinden bazı yetkililer tam da bunun gerçekleştiğini söylüyor. Almanya ve Fransa gibi ülkelerdeki hükümetler, tüm birlik için iktisadi istikrar adına, kendi şirketlerine AB’deki rakipleriyle rekabet edebilmeleri için mali güç sağladılar ve bu arada ortak pazarın güvencelerini suiistimal ettiler.

Avrupa’nın Mart 2022 ile bu yılın Ağustos ayı arasında onayladığı 733 milyar avroluk devlet desteğinin neredeyse yarısı Almanya’ya ait.

Sübvansiyon kurallarını etkili bir şekilde gevşetme kararlarının alındığı kritik toplantılara katılan bir yetkili, “Tüm devletler pandemi ve savaş sırasında oldukça tuhaf şeyler yaptı ve temelde hepsi istediklerini yapmak için tam yetkiye sahip olduklarını fark etti,” diyor.

Aynı yetkili, Fransa ve Almanya’nın bazı eylemlerinin ‘devlet yardımları açısından çok çirkin’ olduğunu ve ortak pazarın şu anda ‘gerçekten çok yıpranmış durumda’ olduğunu ekliyor.

IMF’den ‘ücretler çok yüksek’ şikayeti

Öte yandan IMF de Orta ve Doğu Avrupa’daki hızlı ücret artışlarının bölgenin rekabet gücünü aşındırma riski taşıdığı uyarısında bulundu.

Son yıllarda bölgedeki pek çok ülkede gelirler çift haneli oranlarda artarken, IMF verimliliğin büyük ölçüde durduğunu öne sürüyor.

IMF’nin Avrupa departmanı başkanı Alfred Kammer Financial Times’a yaptığı açıklamada bu eğilimin, Batı Avrupalı şirketlerin üretimlerini buraya taşımasından yararlanan bir bölge için ‘rekabet gücü sorunu yaratabileceğini’ savundu.

Kammer, yüksek ücret artışlarının bölgede uzun zamandır norm olduğunu, fakat son yıllarda görülenlerin ‘farklı bir kalibrede’ görüldüğünü söyledi.

IMF’nin Avrupa’nın ekonomik görünümüne ilişkin yıllık raporunun yayınlanmasından önce Kammer, “Uyarımız, rehavete kapılmamanız ve bunun bir verimlilik artışından kaynaklandığını düşünmemenizdir,” dedi.

İkinci çeyrekte Orta ve Doğu Avrupa’nın büyük bölümünde ücretler yıllık  çift haneli oranlarda arttı: Macaristan’da yüzde 16,9’dan Slovakya’da yüzde 9,9’a kadar, bölge ücret artışlarında AB tablolarının başında yer aldı ve birliğin yüzde 4,5’lik ortalamasını geride bıraktı. Bununla birlikte, bölgenin büyük bölümünde enflasyon da AB ortalamasının çok üzerine çıktı.

IMF raporuna göre, ücretlerin 2023 yılı için bir bütün olarak ağırlıklı ortalama yüzde 11 artması, gelecek yıl yüzde 7’ye ve 2025’te yüzde 6’ya düşmesi bekleniyor.

AVRUPA

Meloni, Arnavutluk göçmen anlaşmasını kurtarmaya çalışıyor

Yayınlanma

Ulusal basında yer alan haberlere göre İtalya, Arnavutluk’taki göçmen tesislerini sadece “geri gönderme merkezi” olarak sınıflandırarak yasal engelleri aşmaya çalışıyor.

Cuma günü yapılan bir toplantıda yetkililerin, İtalya tarafından finanse edilen 653,5 milyon avroluk merkezleri, tüm projeyi engelleyen üç olumsuz mahkeme kararına rağmen çalışır durumda tutmanın yollarını tartıştığı bildirildi.

Kasım 2023’te imzalanan İtalya-Arnavutluk göç anlaşması, İtalya tarafından denizde kurtarılan “güvenli üçüncü ülkelerden” yetişkin göçmenlerin Arnavutluk’a transfer edilmesini sağlıyor. Sığınmacılar Şingin’de taramadan geçirilirken, Gjader’de sığınma kararlarını bekliyorlar.

Hükümet, yargı denetimini atlatmak için bu merkezleri sadece sınır dışı işlemleriyle sınırlandırmayı planlıyor.

Yeniden sınıflandırılmaları halinde, başlangıçta denizde yakalanan göçmenleri işlemek üzere tasarlanan Şingin ve Gjader tesisleri, sınır dışı edilmeyi bekleyen sıcak noktalarda ve kabul merkezlerinde bulunanlar da dahil olmak üzere, halihazırda İtalya’da bulunan düzensiz göçmenleri alıkoyacak.

Dışişleri Bakanı Antonio Tajani pazartesi günü Roma’da yaptığı açıklamada Arnavutluk’taki merkezlerin geri gönderme merkezlerine dönüştürülmesini tartışırken, “Göreceğiz. İlerliyoruz, Arnavutluk’taki çalışmalardan vazgeçmeyeceğiz,” diye ekledi.

İtalya-Arnavutluk göç anlaşması çerçevesinde İtalya tarafından Arnavutluk’ta inşa edilen göçmen merkezleri 11 Ekim 2024 tarihinden bu yana faaliyette olmalarına rağmen henüz tek bir göçmeni bile kabul etmedi.

Son aksilik geçen hafta Roma Temyiz Mahkemesinin 43 göçmenin Arnavutluk’ta gözaltında tutulmasını onaylamayı reddederek cumartesi günü İtalya’ya geri gönderilmelerine karar vermesiyle yaşandı. Altı göçmen zaten reşit olmadıkları ya da sağlık durumları kötü olduğu için geri gönderilmişti.

Daha önceki yasal engellere rağmen, Başbakan Meloni’nin gerekirse görev süresinin sonuna kadar “her geceyi” merkezlerde geçirmeye hazır olduğunu belirtmesi ile, hükümet rotasını değiştirmeye niyetli olmadığını gösterdi.

Avrupa düzeyinde, Arnavutluk’un göçmen projesi, genellikle gevşek bir şekilde tanımlanan “geri dönüş merkezleri” kavramıyla bağlantılı olarak, göç için “yenilikçi çözümler” konusundaki görüşmelerde yer alıyor.

Avrupa Komisyonunun geri dönüşlere yönelik yeni ortak yaklaşımını önümüzdeki ay açıklaması bekleniyor.

Komisyon pazartesi günü Arnavutluk’taki merkezlerin yeniden sınıflandırılması konusunda yorum yapmaktan kaçındı ve bunu “ulusal bir mesele” olarak nitelendirdi.

Fakat Komisyon, tesislerin potansiyel olarak yeniden sınıflandırılmasına ilişkin tartışmalardan “haberdar” olduğunu söyledi.

İtalya-Arnavutluk projesinin geleceği, İtalyan mahkemelerinin davayı havale ettiği Avrupa Adalet Divanına bağlı. Nihai kararın 25 Şubat’a kadar verilmesi bekleniyor.

Avrupa İşlerinden sorumlu Bakan Tommaso Foti pazar günü yaptığı açıklamada, karardan önce harekete geçip geçmeyeceklerini değerlendireceklerini söyledi.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

İtalya’da tarihsel revizyonizm tam gaz: “Foibe katliamları” anmasına üst düzey katılım

Yayınlanma

İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru ve savaşın sona ermesinin ardından Hırvatistan ve Slovenya’nın Istria ve Dalmaçya bölgelerinden İtalyan kökenli insanların öldürülmesi ve göçe zorlanmasını anmak üzere pazartesi günü İtalya’nın dört bir yanında Ulusal Sürgünler ve Foibe Anma Günü törenleri düzenlendi.

Foibe cinayetleri konusu uzun yıllar uykudaydı fakat Başbakan Giorgia Meloni gibi sağcı İtalyan politikacılar tarafından siyasi takipçilerini harekete geçirmek için bir dava olarak yeniden canlandırıldı. Pazartesi günkü anma töreni, ulusal anma gününün ilk kez uygulanmaya başlamasının 20. yılını kutladı.

2004 yılında çıkarılan bir yasa ile gündeme gelen anmaya konu “Foibe” sözcüğü, cesetlerin atıldığı çukurlara atıf yapıyor. 

Roma’da düzenlenen ana törene Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella, Başbakan Meloni, Senato Başkanı Ignazio La Russa ve Dışişleri Bakanı Antonio Tajani katıldı.

Slovenya ve Hırvatistan’ın İtalya’nın Balkanlardaki ortakları olarak öneminin altını çizen Tajani, “Hatırlamak, suçlama ve hatta intikam anlamına gelmez,” dedi.

Cumhurbaşkanı Mattarella ise, Faşist İtalya’nın Yugoslavya’nın savaş zamanı işgali sırasında Sloven ve Hırvatlara uyguladığı baskıyı hatırlatarak, “Tito’nun komünist diktatörlüğü kuruldu ve bu bölgelerde yaşayan İtalyanlara karşı acımasız bir şiddet dönemi başladı,” iddiasında bulundu.

Trieste’ye işaret eden “faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganı ortalığı karıştırdı

Anma töreni, 8 Şubat’ta Trieste, Basovizza’da İtalyanlar için yapılan ulusal anıtın yakınında yere sprey boyayla yazılmış Slovence bir sloganın bulunmasının ardından köpürtülen öfkenin ardından gerçekleşti.

“Trieste bizimdir, faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganı, birçok Sloven’in İkinci Dünya Savaşından sonra Yugoslavya’nın bir parçası olmasını umduğu fakat İtalya’ya verilen İtalyan şehrine ve Yugoslav partizanların faşist işgale karşı bayraklaştırdığı “faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganına atıfta bulunuyordu.

Meloni de mesajı kınayanlar arasındaydı ve bunu “tüm ulusa hakaret” olarak nitelendirdi.

İtalya sınır bölgesindeki Sloven azınlığın partisi Slovenska Skupnost da mesajı kınayarak, “siyasi varlıklarını tam da geçmişin yaraları ve trajedilerinden besleyenler tarafından körüklenen, topraklarımızdaki halklar arasındaki çatışma ve nefreti yeniden alevlendirme girişimi” olarak nitelendirdi.

Bakan Tajani’nin provakatif sözleri hatırlandı, neofaşistler İstria’nın ilhakını istedi

Öte yandan olayın duyulmasından kısa bir süre sonra Trieste kentindeki İtalyan neofaşist Pro Patria örgütü tarafından düzenlenen bir yürüyüşte katılımcılar, İstria yarımadasının tamamının İtalyan yönetimine geri dönmesi çağrısında bulunan sloganlar attılar.

2019 yılında, o dönemde Avrupa Parlamentosu Başkanı olan Dışişleri Bakanı Tajani, Foibe Ulusal Anıtında yaptığı konuşmayı savaş çığlığıyla bitirmiş ve “Yaşasın İtalyan Istria’sı, yaşasın İtalyan Dalmaçya’sı!” diyerek Slovenya ve Hırvatistan’ın öfke ile ayağa kalkmasına neden olmuştu.

2020 yılında İtalya Cumhurbaşkanı Mattarella ve Slovenya Cumhurbaşkanı Borut Pahor ilk kez Basovizza’daki Foibe anıtını ve faşizmin Slovenyalı askeri kurbanları anıtını ziyaret ederek uzlaşma yolunda önemli bir adım atmışlardı.

Foibe “kurbanları” kimlerdi? Antifaşist direnişçiler Balkanları nasıl özgürleştirdi?

“Foibe” terimi, İtalya’nın 8 Eylül 1943’te ateşkes ilan etmesinin ardından Tito’ya ve Komünist Parti’ye bağlı antifaşist partizanların Trieste-İstria bölgesine girerek faşistlere ve faşist olduğu iddia edilenlere karşı toplu infazlar ve diğer şiddet eylemleri gerçekleştirdiği öne sürülen iki ana katliam dalgasını ifade ediyor.

Bazı raporlara göre ilk dalgada 700’e yakın İtalyan hayatını kaybetmiş, bunların bir kısmı “foibe” olarak bilinen çukurlara atılmıştır.

Yaklaşık 2.000 ila 4.000 kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan ikinci yarı organize şiddet dalgası ise, İtalya’nın İtalyan antifaşist partizanlar ve Müttefik kuvvetler tarafından kurtarılmasını takip etti ve 1945 yılının mayıs-haziran aylarına kadar sürdü.

Bu arada, İkinci Dünya Savaşından sonra 300.000’den fazla İtalyan, komünistlerin iktidara geldiği Yugoslavya’yı terk etti. Bölgedeki İtalyanlar yaygın olarak “halk düşmanı” olarak görülüyordu.

İtalyanlar, Foibe katliamları için 3.000 ila 5.000 arasında kurban verirken, aynı topraklarda faşist işgal ve katliamlar yoluyla 60.000 ila 100.000 arasında Yugoslav ve diğer halklardan kişiler hayatını kaybetmişti.

İtalyan komünistler: Partizanlar İtalyanlara karşı değil, faşistlere ve işbirlikçilerine karşı silahlandı

Örneğin İtalya Komünist Cephesi tarafından yapılan açıklamada, “Anma Günü”nün revizyonist içeriğine dikkat çekilirken, İtalya’nın suçlarının örtbas edildiğini; bu suçların sadece bugün Slovenya ve Hırvatistan’ın bir parçası olan toprakların ilhakına değil, aynı zamanda “Slav halklarına yönelik taciz, her türlü şiddet ve katliamlara” da yol açtığı vurgulanıyor.

Komünist Cephe, “Yugoslavya’nın faşist işgali sırasında İtalyan ordusu halka karşı tarifsiz bir şiddet uygulamış, siviller toplama kamplarında toplanmış ve binlerce kişi açlık, sıkıntı ve hastalıktan ölmüştür,” dedi.

Açıklamada, söz konusu savaş bağlamında ve birçok İtalyan partizanın da katıldığı faşizmden kurtuluş mücadelesi sırasında, Yugoslav partizanların İtalyanlarla savaşmak için değil, “faşist savaş suçluları ve onların işbirlikçileri” ile savaşmak için silahlandığına vurgu yapıldı.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Alman ordusu ve istihbaratından sivilleri savaşa hazırlama raporu

Yayınlanma

Almanya’da ordu, bakanlık yetkilileri ve gizli servis ajanları tarafından hazırlanan bir “yeşil kitap”, bir kriz ya da savaş durumunda Almanya’daki sivillerin askeri lojistiğe entegrasyonunun ana hatlarını çiziyor.

Belgenin yazarları, Rusya ile NATO arasındaki gerilimin tırmandığı ve Almanya, Fransa ve ABD’nin de aralarında bulunduğu bazı büyük NATO ülkelerinin en az 70.000 askerini Alman toprakları üzerinden doğuya doğru kaydırdığı bir senaryoyu temel alıyor. Bu birlikler doğuda doğrudan Rus birlikleriyle karşı karşıya geliyor.

Belgeye göre, birliklerin konuşlandırılması sırasında bile, siviller tarafından yerine getirilmesi gereken çok sayıda görev ortaya çıkıyor, çünkü düzenli Alman Silahlı Kuvvetleri (Bundeswehr) birliklerine büyük ölçüde savaş operasyonları için ihtiyaç duyuluyor.

Sivillerin de kullanıldığı görevler arasında örneğin Konvoy Destek Merkezleri (CSC) adı verilen ve tedarik edilmesi gereken bir tür “motorlu araçlarla yürüyen birlikler için dinlenme ve toplanma noktası” kurmak yer alıyor.

Sivil altyapı sağlık sektöründe de yaralı askerleri tedavi etmek için kullanılıyor; zira günde 1.000 kadar yaralı bekleniyor. Bu senaryoda siviller sadece “ikincil olarak” tedavi ediliyor.

Kamu Güvenliği Gelecek Forumu: “Gölge MGK” mı?

German Foreign Policy’nin bildirdiğine göre “Yeşil Kitap ZMZ 4.0” adındaki belge, aralarında çok sayıda askeri personel, çeşitli federal ve eyalet bakanlıkları ile üç Federal Anayasayı Koruma Teşkilatının (BfV) temsilcileri ve danışmanlık firması PricewaterhouseCoopers’ın (PwC) dört çalışanının da bulunduğu 20 kişilik bir çekirdek ekip tarafından hazırlandı.

Belge üzerindeki çalışmalar, Berlin’de 2007 yılında kurulan ve kâr amacı gütmeyen bir dernek olarak sınıflandırılan Zukunftsforum Öffentliche Sicherheit (Kamu Güvenliği Gelecek Forumu) tarafından yürütülürken, yönetim kurulunda çeşitli federal ve eyalet bakanlıkları, itfaiye, çeşitli özel güvenlik şirketleri ve federal bütçe tarafından milyonlarca dolar finansman verilen Liberal Modernite Merkezinin (LibMod) başkanlığını yürüten ve eski Federal Meclis üyesi olan Marieluise Beck (Yeşiller) yer alıyor.

3 Haziran 2024 itibariyle Kamu Güvenliği Gelecek Forumunun 77’si tüzel kişilik, yani çeşitli türden kuruluşlar olmak üzere 136 üyesi bulunuyor. Yönetim kurulu başkanı, Federal Teknik Yardım Ajansının (THW) eski başkanı (2006-2019) ve Alman İtfaiyeciler Birliğinin eski başkan yardımcısı (1999-2006) Albrecht Broemme.

Savaş senaryosu: Solcu barış aktivistleri çatışmaya karşı çıkarsa…

Yeşil Kitap, 2030 baharında NATO ile Rusya arasındaki gerilimin hızla tırmanması senaryosuna dayanıyor.

Bu senaryoya göre NATO ülkeleri, Rus birliklerinin Kaliningrad ve St. Petersburg çevresine konuşlandırılmasına büyük birliklerini doğu kanatlarına kaydırarak tepki veriyor.

Örneğin Bundeswehr, Litvanya’ya Hollanda, Hırvatistan ve Norveç’ten gelen birliklerle takviye edilmiş yaklaşık 30.000 asker konuşlandırıyor. ABD, çoğunluğu güney Almanya’da konuşlu 25.000 askerini Polonya’ya gönderiyor. Fransa, Birleşik Krallık ve Kanada ise Estonya ve Letonya’ya 15.000 asker göndermeye hazırlanıyor.

Her iki durumda da Almanya, birliklerin ve malzemenin nakliyesi için bir merkez görevi görüyor.

Yeşil Kitap senaryosunda savaş hazırlıklarının ülke içinde de dirençle karşılaşacağı varsayılıyor: “Soldan ve sağdan barış aktivistleri ve NATO karşıtları, Rusya ile bir savaşı önlemek için gösteriler ve köprü ve sınır geçişlerinin bloke edilmesi çağrısında bulunuyorlar.”

Buna ek olarak, “Deutsche Bahn elektrik dağıtım kutularına yapılan kundaklama saldırıları… yük trafiğinde kesintilere neden olmaktadır,” deniyor ve bunu “bilinmeyen bir sol otonom grubun” üstlendiği belirtiliyor.

Yeşil Kitap yazarları örgütsel hazırlıkların derhal yapılmasını ve mümkünse sivillerden de yararlanılarak kapasite yaratılmasını önerirken, kriz ya da savaş durumunda protesto ve direnişle mücadeleye yönelik tedbirler de ele alınıyor.

“Transit ve ev sahibi ülke”: Sivillere ulusal görev tanımı 

Yeşil Kitap’a göre Federal Cumhuriyetin bu senaryoda yerine getirmesi gereken görev, merkezi Almanya üzerinden NATO’nun doğu cephesi haline gelen doğu kanadına giden “müttefik ve kendi kuvvetlerinin planlı konuşlanmasını ve ikmalini” güvence altına almak.

Almanya, buradan geçen birlikler için “transit ve ev sahibi ülke” olarak görülüyor.

Fakat doğuda olası bir savaş için Bundeswehr’in düzenli birliklerine ihtiyaç duyulacağından, bunun “ulusal bir görev” olduğu belirtiliyor. Diğer şeylerin yanı sıra, erzak, yakıt, “gece konaklama ve park kapasiteleri” ile; askeri teçhizatın “bakımı ve güvenliği” ile “tıbbi bakım” sağlanmalıdır. Ayrıca “büyük ölçekli askeri konuşlandırmalar” için “trafik kontrolünün” de gerekli olduğu belirtiliyor.

Yeşil Kitap’ta ayrıca Konvoy Destek Merkezlerinin (KDM) kurulması gerektiği belirtilmektedir: bu merkezler “motorlu araçlarla yürüyen birlikler için dinlenme ve toplanma alanları” olup “yiyecek/yatak/yakıt/atölye yelpazesinde” ihtiyaç duyulabilecek her şeyin hazır bulundurulması gerekiyor.

Acil servis örgütlerine ve sivil kurumlara ek olarak, özel sektörden sözleşmeli ortaklara da KDM’nin işletilmesi için danışılması isteniyor.

Hastaneler, doktor muayenehaneleri, eczaneler: Her şey ordunun hizmetinde

Yeşil Kitap’ta, sivillerin bir kriz ya da savaş durumunda sadece geçen birliklerin bakımına değil, aynı zamanda hasta ya da yaralı askerlerin sağlık bakımına da yardım etmekle yükümlü olacağı vurgulanıyor.

Belgeye göre prensip olarak sağlık sistemindeki tüm oyunculara ihtiyaç duyulacak: sadece ilgili acil servisler, hastaneler ve rehabilitasyon tesisleri değil, aynı zamanda ayakta bakım tesisleri, doktor muayenehaneleri ve eczaneler de buna dahil edilecek.

Yeşil Kitap’ın dayandığı senaryoya göre askerlerin doğuya konuşlandırılması sırasında bile “60.000 asker için birinci basamak tıbbi bakım sağlanması” güvence altına alınmalı.

Prensipte, yonca yaprağı mekanizması olarak adlandırılan mekanizma, bir kriz durumunda hasta veya yaralı askerlere bakım sağlamak için kullanılabilir. Bu mekanizma 2020 baharında Covid-19 salgını bağlamında akut hastaların mümkün olan en kısa sürede mevcut hastane yataklarına dağıtılması amacıyla geliştirilmişti.

Sistem o zamandan beri daha da geliştirildi ve şu anda ağır hasta Ukraynalıları ve savaşta yaralananları Almanya’daki hastanelere nakletmek için kullanılıyor.

Sivillerin bakım seviyesi azaltılacak

Ne var ki belge, yonca yaprağı mekanizmasının tam ölçekli bir savaş durumunda uygulanmasının zor olduğunu belirtiyor; çünkü kurban sayısı muhtemelen çok yüksek olacak.

Senaryoya göre günde 1.000 kişi yaralanabilir ve bunların “yüzde 33,6‘sı yoğun bakıma, yüzde 22’si daha fazla bakıma ve yüzde 44,4’ü hafif yaralanmalara ihtiyaç duyacak” ve Bu kişilerin tedavi için cepheden Almanya’ya nakledilmesi gerekecektir.

Almanya’da ise, zaten aşırı yükten muzdarip olan “sivil bakım yapılarına kesinlikle bağımlı” hale gelecekleri belirtiliyor. Mevcut kapasiteler savaş durumunda sivil nüfusa eskisi kadar hizmet vermeye yetmeyecektir ki bu da halihazırda çoğu zaman yetersiz kalıyor.

Yeşil Kitap’ın yazarları, sivil nüfusa yönelik “bakım düzeyinin azaltılmasıyla ilgili kamusal bir tartışmanın yapılmamasını” şiddetle eleştiriyor; “tartışma eksikliği” nedeniyle, nüfusun “gerekli önceliklendirmeye”, yani askerlere ayrıcalıklı muamele ve sivillere ikincil muameleye, “yeterince hazırlıklı olmadığı” düşünülüyor.

Savaş durumunda “komşu ülkelerden büyük mülteci hareketlerinin” de beklendiği düşünüldüğünde durumun daha da ciddi bir hal alacağına işaret eden Yeşil Kitap, mültecilerin de en azından tıbbi açıdan bakıma ihtiyacı olacağını vurguluyor.

Bunun da, yardım kuruluşları tarafından desteklenen “belediyeler ve ilçeler” tarafından devralınmasının gerekeceği ileri sürülüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English