Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Amerikan tipi kadın hakları sorunu: Kürtaj

Yayınlanma

Türkiye kadın hakları tartışmalarının zirvede olduğu günler geçirirken bu yazıyı yazmak tuhaf olacak. Can güvenliğinden sosyal adaletsizliğe kadar kadınların Türkiye’de yaşadığı sorunlara az çok her yaştan insan olarak vakıfız. Ancak bir mesele, tuhaf bir şekilde bizim coğrafyamıza uğramadı; Kürtaj sorunu. Avrupa’nın da büyük ölçüde bu tartışmanın dışında kaldığı düşünülürse kürtaj karşıtlığının zirvede olduğu ve 2024 seçimlerinde önemli bir rol oynadığı için ABD’yi konuşmakta fayda var.

Öncelikle sayılarla başlayayım. “Yahu, 2024 yılında hala Batı’da kim kürtajla uğraşıyor?” diyebilirsiniz. Büyük oranda evanjelist protestanlar uğraşıyor. Evanjelistlerin yüzde 73’ü kürtajın yasaklanması gerektiğini düşünüyor. Evanjelist olmayan Protestanlarda bu sayı yüzde 33’e kadar iniyor. Dini inancı olmayanların ise kürtaj karşıtlığı sadece yüzde 13. Yani, tartışma büyük ölçüde dini bir mesele.

Kürtaj karşıtlarının argümanı hukuksal bir zeminden ziyade felsefi bir arka plana sahip. Onlara göre yaşam, bebeğin ana rahmine düşmesiyle başlıyor. Bu nedenle, hamileliğin herhangi bir evresi bile onlar için bir cinayet. Ancak modern hukukun buna bakış açısı biraz daha farklı. Anne karnındaki bir bebeğin öldürülmesi, hukuksal açıdan bir cinayetten ziyade “çocuk düşürtme” suçu olarak sayılıyor. Bu açıdan bakınca muhafazakârların argümanları hukuken zayıf kalıyor.

Demokratların tarihi hatası

Amerikan toplumunun çoğunluğu kürtaja karşı değilken nasıl oldu da yasaklandı? Kürtaj geçtiğimiz yıllarda federal bir hak olmaktan çıktı ve serbestisine eyaletlerin karar vermesine hükmedildi. 1973 yılında konuyla ilgili alınan emsal karar Roe vs Wade geçersiz kılındı. Böylece, kürtaj yasağı için hazırda bekleyen muhafazakâr eyaletler hızlı bir şekilde yasağı yürürlüğe soktular.

Bu karar, ABD Yüksek Mahkemesi’nde alınmıştı. Yüksek Mahkeme, aynı kongredeki gibi muhafazakâr ve liberaller arasında ince bir dengenin sağlandığı önemli bir kurumdur. Yargıçları, Amerikan Başkanı tarafından atanır. Kendileri emekli olmadıkça görev süreleri sınırsızdır. Bu sebepten dolayı dengeyi korumak adına yargıçlar emeklilik için kendi taraflarından bir başkanın göreve gelmesini beklerler ki yeni atama da onlarla fikren aynı çizgide olsun.

Ancak Demokratlar büyük bir hata yaptılar. Kadın hakları konusunda efsaneleşmiş yargıç Ruth Bader Ginsburg (RBG), ilerleyen yaşı ve sağlık sorunlarına rağmen Obama döneminde emekli olmak istemedi. Sebebiyse yerine atama yapacak kişinin ilk kadın ABD Başkanı (yani o dönemde beklenen isim Hillary Cliton’dı) olmasını istemesiydi. Tabii 2016’da bu durum gerçekleşmedi ve Trump seçildi. Demokratlar RBG’nin 4 yıl daha hayatta kalması için dua ettiler. RBG, 4 yılı hayatta geçirse de seçimlere haftalar kala vefat etti. Böylece Trump yerine muhafazakâr yargıç Amy Coney Barrett’ı atamayı başardı ve Yüksek Mahkeme’deki çoğunluğu ele geçirdi. Artık Yüksek Mahkeme’nin 6 yargıcı muhafazakâr 3 yargıcı liberaldi.

İşte bu sayede, toplumu derinden etkileyen meselelerde artık muhafazakârların dediği oluyor. Kürtajın federal hak olması da bu şekilde sonlandı. Yüksek Mahkeme, kararı oy çokluğuyla kaldırdı. Kararın alındığı günden bu yana kürtaj meselesi Amerikan politik tartışmalarının göbeğinde yer alıyor. Bazı eyaletler, sağlık sorunlarında dahi kürtaj hakkını tamamen yasakladılar. Bu eyaletlerdeki bazı kadınlar, başka eyaletlere taşınırken bazıları kürtaj yaptıramadıkları için hayatlarını bile kaybettiler.

Muhafazakârların zayıf noktası

Kürtaj konusu, muhafazakâr düşünce kuruluşlarının hazırladığı, Trump’ın kazanması halindeki devlet içinde değişim planı olarak bilinen Project 2025’in de önemli bir kısmını oluşturuyor. Çünkü Project 2025’te aşırı muhafazakâr bir dolu söylem var. Kürtajla ilgili olanı bu yasağın sadece eyaletlerin kararına bırakılmayıp doğrudan federal boyutta bir yasağa dönüşebileceğiydi. İşte bu iddia, ülke çapında birçok kadını bedenleri üzerindeki söz hakkını kaybedecekleri iddiasıyla korkuttu.Project 2025 kendini “biz federal bir yasak istemiyoruz, sadece bazı kürtaj haplarının yasaklanmasını talep ediyoruz” diye savunsa da artık çaba nafileydi.

Bu korku öyle bir boyuta geldi ki Cumhuriyetçiler anketlerde kadın seçmen üzerinde zayıflamaya başladı. Hatta Trump, Project 2025 ile alakası olmadığını söyleyip “radikal sol neyse radikal sağ da o!” gibi bir çıkışa imza attı. Federal boyutta bir kürtaj yasağını desteklemediğini, kararın eyaletlere bırakılması gerektiğini iddia etti. Hatta Kamala Harris’le yaptığı münazarada kürtaj meselesini açıklarken epey ter attı. Çünkü Trump da kürtaj meselesinin kendi kampanyasına faydadan çok zarar getirdiğini görüyordu.

Seçimi kaybettirebilecek mesele

Seçimlerde kazananı salıncak eyaletler belirleyecek. Bu eyaletlerde yaşayan insanlar kürtaj yasağına pek sıcak bakmıyorlar. Amerikan halkının geneli kürtajı ekonomiden sonra seçimin en önemli meselesi olarak görüyor. Hatta salıncak eyaletlerdeki Trump seçmeninin yüzde 14 ila yüzde 30 arası bir kısmı bile kürtaj konusunda Demokratlara daha yakın olduğunu belirtiyor. Salıncak eyaletlerin yüzde 48 ila 57’si Kamala Harris’e kürtaj konusunda daha fazla güvendiğini söylüyor.

Yani özetle; kürtaj yasağı aşırı dindar evanjelist grupları memnun etse de Trump için toplamda eksi puan yazan bir hadise. 2024 yılı belki de ilk kez partilerin kadın erkek dağılımının tamamen dengesizleştiği yıl olacak. Özellikle Z kuşağı kadını büyük oranda liberalken Z kuşağı erkeği kendini daha muhafazakâr olarak tanımlıyor. Bu cinsiyet ayırımı Demokratları kadınların, Cumhuriyetçileri de erkeklerin partisi yaptı.

LGBT ve Feminizm odaklı kimlik siyaseti erkek seçmeni Demokratlardan kaçırdı. Kürtaj yasağıysa kadın seçmeni Cumhuriyetçilerden kaçırdı. Şu anda Kamala Harris, siyah erkeklerden oy almakta zorlanırken Trump da beyaz kadınları kaybetti. Trump’ın Taylor Swift’le kavga etmesi de ona hiç yardımcı olmadı. Partilerde cinsiyet ayrımı böylesi bir noktaya giderken Amerikan siyasetini yakın gelecekte nelerin beklediğini tahmin etmek kolay değil. Ancak kürtaj retoriği Trump’a ciddi şekilde zarar veriyor. Ona zaten her şekilde oy verecek kimseleri memnun eden bu karar birçok potansiyel seçmeni uzağa itiyor.

“Kararı Yüksek Mahkeme almış, seçimle ne ilgisi var?” diyebilirsiniz. Yüksek Mahkeme’de emekliliği gelen başka yargıçlar var. Ülkedeki en radikal muhafazakârlardan biri olan Clarance Thomas bunlardan birisi. Olası bir Trump hükümeti, Thomas’ın yerine muhtemelen yine muhafazakâr bir yargıç atayacaktır. Ancak bu atamaları Harris yaparsa, Yüksek Mahkeme’deki muhafazakâr çoğunluk kırılabilir ve kürtaj tekrardan bir federal hak olarak tanınabilir.

Amerikan halkı, 3. Dünya Savaşı korkusu, ekonomik sıkıntılar, altyapı meseleleri, yasadışı göçmen sorunu gibi ağır konuları düşünerek sandığa gidiyor. Ancak kürtaj meselesi asla küçümsenmemeli. Eğer Trump seçimi kaybederse muhafazakârların kürtaj politikaları bu yenilgide önemli rol oynacaktır.

GÖRÜŞ

Netanyahu ve Neo-Con’lar için İran’ı vurmanın dayanılmaz cazibesi

Yayınlanma

Yazar

Tüm dünya Ortadoğu’daki savaş sarmalının adeta rehinesi oldu. Hamas’ın 7 Ekim 2023’te ‘Aksa Tufanı operasyonu’ ile İsrail’e saldırarak fitilini ateşlediği savaş her yeri sarıyor. Gazze’de ve ardından Lübnan’da ağır yıkım ve büyük insani dram yaşanıyor. Bir yıl sonra İsrail, ‘Hamas’ı yok etmek ve rehinelerini kurtarmak’ hedeflerinden uzak görünüyor. Fakat ‘Direniş Ekseni’ liderliği ağır darbeler yedi. İsrail-İran sıcak savaşı eli kulağında. Biden yönetiminin retorikteki ‘itidal’ telkinlerinin aksine hamleleri eşliğinde ‘uçurumun eşiğine’ gelindi.

Gazze’yle destek için Lübnan ve Yemen’le genişleyen cephe karşısında İsrail yönetimi, tırmandırma inisiyatifiyle bodoslama gidiyor. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, bir yıldır Gazze’de tüm ateşkes girişimlerinden sıyrıldı. Eski statükoya geri dönmemekte hep kararlı oldu.  Ötesine geçti ve açılan üç cephenin arkasında gördüğü İran’ın üzerine gitti.

İran yönetimi; 1 Nisan’da Suriye başkenti Şam’da bulunan diplomatik misyonu vurduğunda, zamana yayılan bir füze ve İHA dalgasıyla kalibre edilmiş bir yanıt vermişti. Buna karşılık İsrail, 31 Temmuz’da Tahran’ın göbeğinde Hamas’ın siyasi bürosunun başı İsmail Haniye’yi ekarte etti. Son 2.5 ay ‘Direniş Cephesi’nin komuta kademesi ve liderliğinın ortadan kaldırıldığı bir dalgaya dönüştü.

NETANYAHU ‘GÖKTE ARADIĞINI YERDE BULMUŞKEN’…

Lübnan cephesi kızışırken, 17-18 Eylül’de Beyrut’ta Hizbullah’ın sipariş ettiği çağrı cihazları ve telsizlerin patlatıldığı istihbarat operasyonu geldi. 27 Eylül’de Beyrut’un güneyindeki Dahiye’de Hizbullah’ın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah ile birlikte İran Devrim Muhafızları komutanı Abbas Nilfuruşan öldürüldü. İsraillilerin, Hizbullah füzelerinin baskısı altında kuzeydeki evlerine geri dönememelerinden hareketle, 2006 mağlubiyetinden beri neredeyse ‘tabu’ haline gelen Lübnan’ın güneyine adı ‘sınırlı’ diye konan yoklama niteliğindeki ‘kara harekatı’ başlatıldı. Darbe yiyen Hizbullah’ın karadan işgale direnemeyeceğinden hareketle ya Litani ırmağının ötesine ittirilmesi, başarılamazsa ‘geri kaçış seçeneği’ yaratacak şekilde…

Bu silsilede Netanyahu ‘gökte aradığını yerde buldu’. İsrail ordusu tam da Gazze’nin kuzeyini dümdüz etmeye odaklanmışken, Haniye’nin öldürülmesiyle 6 Ağustos’ta yerine getirilen Yahya Sinvar, güneyde Mısır sınırındaki Refah bölgesinde İsrail askerlerinin tesadüf eseri girdiği bir çatışmada öldürüldü. Böylece İsrail 7 Ekim saldırısının asıl mimarını imha etmiş oldu.

Sinvar, İsrail açısından çok işlevsel olan Gazze’deki muhbirlere infazlar eşliğinde Hamas içindeki gücünü konsolide etmiş karizmatik bir isim. İsrail aylardır kendisinin Katar’a kaçıp lüks içinde yaşadığı yahut tünellerde saklandığı ve etrafının rehinelerle çevrili olduğu iddiaları üzerinden psikolojik propaganda yapmaktaydı. Dolayısıyla Sinvar’ın kahramanca savaşırken öldüğünü de ispat eden bizzat İsrail ordusunun yayınladığı görüntüler, herkesi şaşırttı. Belki de kendilerinin de şaşkınlığından… Her koşuda Sinvar’ın bu kutsal davadaki ‘şehitlik’ mertebesinin pekiştiği bir esine dönüştürerek büyük siyasi hata yaptıkları aşikar.

Netanyahu ‘intikamını almış’ görünüyor. Ne ki 7 Ekim’de büyük aşağılanmaya uğramış İsrail ordu ve istihbaratının hamleleri eşliğinde yaşadığı ‘zafer sarhoşluğunu’ gölgeleyen, tam da üzerine üzerine gittiği İran.

‘KAĞITTAN KAPLAN İRAN’DAN ‘KAĞITTAN KAPLAN’ İSRAİL’E…

Devrim Muhafızları; 13-14 Ekim’de Şam’daki diplomatik misyonun vurulmasına misilleme olarak önceden haber vererek 5-6 saate yayılacak şekilde İsrail’i daha ziyade İHA’lar ve az sayıda balistik füze ile vurduğunda, pek çok insan dudak bükmüştü. ‘Şov yaptıkları’ söylendi. Ancak İsrail’in bu salvoyu ABD ve Fransa başta olmak üzere müttefikleriyle ‘savuşturabildiği’ ortadayken askeri uzmanlar İran’ın bu deneyimden ‘çok değerli’ istihbarat sağladığına işaret ediyordu. Buna misilleme olarak İsrail’in 19 Nisan’da Isfahan yakınlarında bir hava üssüne düzenlediği söylenen saldırı doğrusu pek ‘sönük kalmıştı’. Rivayete göre, ABD yönetiminin ‘ölçülü sonu’ getiren arka kanal hamlesi etkili olmuştu.

Ne ki Netanyahu peşini bırakmadı. Mayısta bir helikopter kazasıyla ölen Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin yerine seçilen Mesut Pezeşkiyan’ın yemin töreninden 24 saat geçmeden Hamas lideri İsmail Haniye, misafir olduğu Tahran’da ortadan kaldırıldı. Ve egemenliğinin ihlal edildiğini belirterek sert tepki gösteren İran’dan misilleme beklentisi oluştu. Ancak haftalar geçti, bir türlü gelmedi.

Pezeşkiyan bu durumu daha sonra ‘ABD ve AB’nin Gazze’de ateşkes’ vaadine bağlarken, İran’ın müttefiklerinin öfkesi kulislere yansıyordu. İddiaya göre ağustos ayında – olasılıkla Irak’ta bir yerde – Devrim Muhafızları komutanları Hizbullah heyetinin de yer aldığı ‘Direniş Ekseni’ unsurlarına durumu izah etmeye çalışmıştı. Yumrukların masaya vurulduğu, salonu terk edenlerin rica minnet geri döndürüldüğü bu hararetli toplantı, Tahran’ın tepkisizliğinin Ortadoğu’daki müttefikleriyle yarattığı sıkıntılara işaret ediyordu. Dünyada da ‘kağıttan kaplan’ yakıştırmaları gecikmedi.

Bu arada İsrail eylül ayıyla birlikte hamlelerini Lübnan’a kaydırırken ay ortasında çağrı cihazları ve telsizler üzerinden estirilen terör, biri çocuk ve sağlık görevlilerinin de bulunduğu 37 kişinin ölümünün ötesinde 4 bine yakın Hizbullah mensubunun yaralanmasıyla sonuçlandı. Güvenlik denetiminden geçecek şekilde cihazların içine yerleştirilen patlayıcılarla yapılan bu saldırı İsrail üstlenmese bile doğrusu istihbarat operasyonları tarihine geçecek türdendi.

Ve tüm dünyayı dehşete düşüren bu olayın dumanı tüterken Beyrut’un Hizbullah’ın etkili olduğu güneyine ağır bombardımanlar başladı. Dahiye’yi adeta Gazze’ye çeviren saldırılar büyük sivil kayıplara yol açarken, İsrail 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ı ortadan kaldırmayı başardı. Direniş Ekseni’nin güvenlik zaafiyeti ayyuka çıkmaktaydı.

Nasrallah’ın öldürülmesi ve üstüne Netanyahu’nun son dönemde sandığa ilgisizliği ile yönetime sırtını döndüğü yorumlarına konu olan İran halkına ‘İslami rejimi devirme’ çağrısı yaptığı video bardağı taşırmıştı.

İran 1 Ekim’de İsrail’i nisan ayındakini çok aşan ağır bir saldırı ile vurdu. Hedef esas olarak askeri tesisler olurken, 181 balistik füze ve hatta hipersonik sistemler kullanıldı. İran füzeleri bir bir düşerken, İsrail’in meşhur hava savunma sistemleri Arrow 2-3’ler ve Davut Sapanı’nın yanında bu sefer Batı kalkanının işlevsiz kalmasını dünya ‘canlı yayında’ izledi.

İsrail ordusu ‘hasar fazla değil’ dese de bu kez Financial Times gazetesi İsrail hava savunmasında önleyici füzelerin eksikliğini yazıyordu. Ve bu kez İsrail ‘kağıttan kaplan’ görünümüne büründü. Sebeb-i hikmeti birkaç gün sonra İngiliz devleti ve istihbaratına yakın Daily Telegraph gazetesindeki habere yansıdı.

Daily Telegraph, ‘İran dünyanın en büyük hava savunma sistemini aşabileceğini kanıtladı. Bundan sonra olacaklar yıkıcı olabilir’ başlıklı haberinde; İran’ın İsrail’e saldırısının söylenenden çok daha etkili olduğunu açıkça yazdı.Çıkan uydu görüntüleri Tahran’ın 20 kadar F-35’i imha ettiği iddiasını tam olarak doğrulamaya kafi gelmese bile sadece Necef çölündeki Nevatim üssüne 32 füzenin isabet ettiği belirtildi. Yine Tel Aviv yakınındaki Mossad karargahına evsahipliği yapan Tel Glilot’ta ağır hasar oluştuğu belirtildi.

THAAD VE B-2’LERİN MESAJI

Amerikan yönetimi de 1 Ekim’i ciddiye almış görünüyor. Geçen hafta İsrail’e daha ziyade Kuzey-Güney Kore kriz bölgesinde anılan THAAD (Terminal Yüksek İrtifa Bölgesel Savunma) sistemleri konuşlandırdı. Uzun menzilli balistik füzeleri engellemekte kullanılan bu sistemlerle birlikte 100 kadar Amerikan askeri de İsrail’e gönderildi. Bu sefer İsrail’in kaçınılmaz görünen misillemesi karşısında İran’ın daha güçlü bir saldırıya girişmesi tedirginliği ortada.

Ne ki THAAD’ın İsrail hava savunmasının gediklerini yeterince kapatabileceği tartışmalı. Askeri uzmanlara göre; Lockheed Martin’in 2008’den bugüne kadar üretebildiği sadece 7 batarya ve toplamda 800-1000 önleyici füze bulunuyor. Bu pahalı sistemin yıllık önleyici füze üretimi 50-60 kadar. Bir kısmı Suudi Arabistan ve BAE’de. Suudilerle 44 fırlatıcı ve 360 füze için anlaşma imzalanmış. ABD, İsrail’e var olan 7 bataryadan sadece 1’ini konuşlandırmış durumda.

WSJ’e göre İran’ın balistik füze kapasitesi 3 bini buluyor. Bunların ne kadar İsrail’i etkileyecek menzil ve güçte, bilmiyoruz. Fakat gelen her füzeyi isabetle vurabilmek için iki önleyici füze gerekirken, İran’ın 1 Ekim’de gönderdiği 181 füzeden hareketle İsrail’in kaç saldırı dalgasının karşılanabileceği hesabını yapanlar, THAAD’ın ‘oyun değiştirici’ olamayacağını söylüyor.

Yine THAAD sisteminin aslında gerçek çarpışmada denenmemişliği bir sonun olarak vurgulanıyor. İlk operasyonel kullanımının 2022’de Ensarullah’a karşı olduğu belirtilirken, BAE’nin sadece tekil bir füzenin imha edilebildiğini, kalan füze ve İHA’ların ise sistemi aşarak hasara yol açtığını rapor ettiği belirtiliyor. Amerikalı yetkililer 2019’daki tatbikat vesilesiyle İsrail’e bir THAAD bataryası konuşlandırdıklarını söylemişken, İran’ın 1 Ekim’de X-Band radarını vurduğu iddialarını ekleyelim. Balistik füzelerin hemen hiç önleyici füze görülmeden Nevatim üssünü vurmaları buna bağlanıyor.

ABD’nin Kızıldeniz’deki son hamlesini de not etmeli. Gazze ile dayanışma için dünya ticareti trafiğini altüst eden Yemen’in Ensarullah hareketi karşısında ‘Refah Muhafızı’ operasyonu başarısız bulunan ABD’nin, aniden B-2 Spirit hayalet bombardıman uçağıyla yeraltı mühimmat depolarını hedef alması manidar. İran’ın yeraltında olduğu belirtilen silah ve mühimmatı ile nükleer tesisleri bağlamında ‘caydırıcılık mesajı’ olarak görülebilir.

Dolayısıyla arkasına ABD’yi alıp THAAD’lar için İsrail’e ulaşan Amerikan askerleriyle selfie çektiren Netanyahu’nun düşünecek çok şeyi var.

ASIL FIRSAT VE ‘YILANIN BAŞINI EZMEK’

Ne ki yıllardır İran’ı ABD eşliğinde vurma hesabı yapan Netanyahu’nun pes edeceğini beklememek gerek. Koalisyon ortağı aşırı sağcı bakan Itamar Ben Gvir’in ‘yılanın başını kesme fırsatımız var’ sözleri niyeti yankılamakta.

Haniye ve Sinvar öldürüldü. Hamas ağır yaralı. Nasrallah artık yok. Lübnan’ın güneyi İsrail ordusunu zorlasa da, Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Naim Kasım, Gazze’de ateşkesin Lübnan’a yansıyacağını açıkça söyledi. İsrailli rehineleri kurtarma imkanı olan Netanyahu, aslında yeni bir seçimle siyasi pozisyonunu bile pekiştirebilir. İran ile tehlikeli ve öngörülemez sonuçlar doğurabilecek bir savaştan kaçınabilir. Ama tüm işaretler durmayacağını gösteriyor. Netanyahu’yla anlaşamadığı söylenen İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, İran’a saldırılarının ‘şaşırtıcı, kesin ve yıkıcı olacağını’ birkaç kez tekrarladı.

Netanyahu açısından ‘vekil güçlerini koruyamayan’ İran’la hesaplaşma vaktinin cazibesine kapılmasına engel olabilecek tek faktör ABD olabilir. Ancak Pentagon askeri/teknik resmi okusa bile ‘konjonktürün’ Biden yönetiminin Neo-Con’larına* ‘fısıldadıkları’ ihmal edilmemeli.

DİPLOMASİ CEPHESİ, İRAN, KÖRFEZ VE RUSYA FAKTÖRÜ

1 Ekim saldırısı sonrası İran’dan, İsrail’in yanıt vermeye kalkması halinde enerji altyapısı dahil tesislerini hedef seçmekle kalmayıp, ABD’nin Ortadoğu’daki üslerini vurma tehdidi geldi. İran ilişkilerini yeni rayına oturttuğu Körfez’i toprakları veya hava sahalarını kullandırmamaları ve tarafsız kalmaları için uyarıyor. Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi’nin Suudi Arabistan ve Mısır’ı da içeren diplomasi turunun özü ‘savaş istemedikleri ancak İsrail diretirse hazır oldukları’… Körfez’in tehlikeyi ciddiye aldığı ABD üzerinde kurdukları baskıdan anlaşılıyor.

Aynı şekilde ‘ılımlı’ Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan da Batılı liderlerle konuştu, ‘çatışma aramadıkları’ mesajını verdi. İran ‘savaşın kapıda olduğunu gören bir ülkenin diplomasisinin’ bütün alametlerini sergiliyor. Daha beteri Netanyahu, İran’ı artık caydırıcılık için açıkça nükleer silah üretmeye itiyor.

Denklemin Rusya ayağı da dikkat çekici. İsrail’in Kiev’deki yönetime desteği eşliğinde Netanyahu’nun geçmişte Putin ile tesis ettiği yakınlık aşınmışsa bile Rusya; ABD’nin aksine İsrail ile de İran ile de temas edebilen bir güç. Ortadoğu’da bir savaş yangını, petrol gelirlerini olumlu etkileyecek olsa da Batı cephesinin hedefindeki Moskova’nın BRICS rüzgarı eşliğinde tüm dünyada yarattığı etki ve çok taraflı düzen çabaları zarar görebilir. Aynı şekilde enerji ilişkileri ve ticaret bağlantıları bakımından Çin için de açık savaş tercih edilecek gibi değil.

Bu koşullarda Rusya’nın İran’a verdiği olası destek spekülasyon konusu olurken, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen hafta Aşkabat’da Pezeşkiyan’la görüşmesinin detayları bilinmiyor. Ama Rusya, İran ile savunma alanı büyük önem taşıyan kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması imzalamaya hazırlanıyor.

Krizin jeopolitik görünümü tehlikeli durumu yansıtıyor:

Amerikan başkanlık seçiminin eli kulağındayken, gözünü 2027’de Çin’le savaşa hazırlanmaya dikmiş Pentagon, Ukrayna çatışmasının tükettiği silah ve mühimmat stoklarını yenilemek, donanmasını hazırlamak ve hava savunması teknolojisinin yenilenmesinin derdinde. Amerikan başkentindeki tartışmanın harareti; Associated Press ajansının daha önce Washington Post’ta çıkanı yalanlarcasına ‘Netanyahu’nun Biden’a verdiği İran’ın nükleer ve petrol tesislerine saldırmama sözü mutlak değildir ve koşullar değişebilir” vurgulu haberinden belli.

Tam da Biden’ın İsrail’in İran’a nasıl ve ne zaman saldıracağına dair bilgisi olup olmadığı sorusuna, ‘Evet, evet’ yanıtını verdiği bir sırada, İsrail’in saldırı planlamalarının detaylarının sızdırılması önemli. Ulusal Jeo-Uzamsal-İstihbarat Ajansı ile NSA kaynaklı iki gizli belgenin otantikliği doğrulandı. İsrail’in en az 20 savaş uçağı kullanarak İran’a saldırısını içeren bu belgelerin İran bağlantılı bir Telegram hesabında yayınlanması ABD’yi şoke etmiş görünüyor! ‘İsrail’i engellemek için kim sızdırdı’, sorusu doğuruyor.

ABD içindeki fırtına bakımından; Pentagon’un işi rasyonelliğe çeken tutumuna, seçilirse her şey üstüne kalacak olan Trump’ın tedirginliğini ekleyin. Kamala Haris cephesinde de dört yıl önce ‘sonsuz savaşlar ve rejim değişikliği iyi fikir değil’ temalı kitap yazmış dış politika danışmanı Phil Gordon’ın temsil ettiği kesimi anmak faydalı olabilir.

Ne ki Neo-Con’ların ‘Proje Ukrayna’sı çökerken ve Batı hegemonyasını da sarsarken: Rusya ve Çin öncülüğünde yeni bir çok taraflı düzen için seferber olan BRICS’i baltalama fırsatı baş döndürücü. İran’ı ‘zayıf halka’ gördükleri açık. İranlıların henüz nükleer silah caydırıcılığı yokken bunun gerekliliğine kanaat getirmekte oluşları, Neo-Con’larda ‘elin çabuk tutulması’ gereğini gündeme taşıyor.

İsrail’in varoluşunu ‘sonsuz savaşa’ bağlayan Netanyahu 7 Ekim fırsatının cazibesine kapılmışken; bir savaşı bitirip diğerine göz dikme adetleri olan Neo-Con’lar açısından ‘dayanılmaz cazibe’ bu manzarada gizli.

*Neo-Con: Neo-Conservative. Türkçesi; Yeni Muhafazakar. 1960’larda ABD’de ortaya çıkan siyasi bir hareket. Uluslarası ilişkilerde tek taraflı askeri müdahaleciliği savunur. 

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaşın gölgesinde İranlılar ne düşünüyor?

Yayınlanma

Yazar

Gazze’de İsrail’in soykırımının birinci yılında, İran ile İsrail arasında doğrudan bir çatışma ihtimali artık dünyanın gündeminde. İsrail’in Lübnan’a saldırısı, Netanyahu’nun insanlık dışı faaliyetlerinin artması ve İsrail’in Lübnan’daki yıkıcı eylemleri, son bir yıl içinde Ortadoğu’daki olayların yeni bir sayfası oldu ve hala bu savaş alanında İsrail’in savaş makinesinin ilerlemeye devam ettiğini görüyoruz. Ancak İran meselesi, yeni bir çatışma türü doğurabilir ve bu savaşın bölgesel ve küresel etkileri oldukça derin olacaktır.

İsrail’in Gazze’ye saldırmasının ve tarihi soykırımın üzerinden bir yıl geçmişken ve savaş Lübnan’a sıçramışken – İran’ın Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden biri olan Lübnan Hizbullahı’nın yok edilmesi hedeflenmişken – İran’daki analitik durum nasıl şekilleniyor ve sıradan vatandaşlar ve kamuoyu bu durumu nasıl değerlendiriyor?

Sıradan vatandaşlar endişeli ama dış düşmana karşı birleşmiş durumda

İran, son yıllarda sosyal, ekonomik ve politik açıdan zorlu bir dönemden geçiyor. Benzin fiyatlarındaki artış nedeniyle meydana gelen olaylar, bazı şehirlerde şiddetli gösterilere yol açtı ve ardından Mahsa Amini’nin ölümüyle yaşanan olaylar, İran’ın son yıllardaki sosyal tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul ediliyor. Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ani ve şüpheli ölümü ve iktidardaki kanadın ani değişimi de geçen yıl boyunca İran toplumunu meşgul eden konulardan biri oldu. Bu olaylara ek olarak, kronik enflasyon ve ekonomik durgunluk, ulusal para biriminin sürekli değer kaybı, fiyatların artışı ve gelirlerin düşmesi gibi sorunlar, İran’ın sosyal ortamındaki derin krizler arasında yer alıyor. Gelir adaletsizliğinin artması, işsizlik oranlarının büyümesi ve gelecekte yaşam kalitesinin iyileşeceğine dair umutların azalması, İran toplumuna önemli bir psikolojik yük getirmiş durumda. Böyle bir ortamda savaşın ülkeye yaklaşması, ilk bakışta endişe verici görünüyor. Zira savaş tehdidi, önceki ekonomik ve sosyal krizlere eklendiğinde, bu krizlerin derinleşmesi veya ülkede sosyal çatışmaların ortaya çıkması beklenebilir. Bu analize dayanarak, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, geçen haftalarda bir video mesajında İran halkına hitap etmiş ve İran’daki mevcut sorunlara dikkat çekerek toplum ve hükümet üzerinde psikolojik baskı oluşturmaya çalışmıştı.

Ancak bu ilk bakışın aksine, İran toplumunun genelinde ve halkın sosyal medyada verdiği tepkilerde görülen şey, savaşın yaklaşmasıyla ülke genelinde milli mutabakat ve birlik duygusunun artmış olmasıdır. İran’ın Yüksek Lideri Ayetullah Hamaney’in dört yıl aradan sonra hutbe okuduğu Cuma namazında Tahran halkının milyonlarca kişilik katılımı, bu milli birlik duygusunun açık bir göstergesidir. İran askeri güçlerinin İsrail’e yönelik füze saldırıları ve bunun dünya çapındaki yankıları da bir yandan İran halkının ulusal gurur ve onur duygusunu artırmış, diğer yandan İsrail’den gelecek olası bir saldırıya karşı devletlerinin nasıl tepki vereceğine dair endişelerini azaltmıştır.

İsrail’in Gazze ve Lübnan’daki insanlık dışı davranışları da İran halkının savaşa bakışını büyük ölçüde değiştirmiştir. İsrail, bir yıl öncesine kıyasla, bugün İran halkı arasında hiçbir itibara sahip değildir ve halk, İsrail güçlerinin Gazze ve Lübnan’da işlediği vahşet karşısında bir tiksinti duygusu geliştirmiştir. Bu tiksinti duygusu, İran devletini İsrail’e karşı her türlü eylemde destekleme şeklinde kendini göstermektedir. İran halkı, bu tiksinti ve hükümete verilen desteği en son 2014 ve 2015 yıllarında yaşamıştı. O yıllarda IŞİD, Suriye ve Irak’ta en vahşi insanlık suçlarını işlemişti ve bu da İran halkının Irak ve Suriye’deki sınır ötesi operasyonlarda askeri güçleri desteklemesine yol açmış, Kasım Süleymani’yi İran için tarihi bir milli kahraman haline getirmişti. Bugün, İran halkı için İsrail, 2014’teki IŞİD’den pek farklı değil.

İsrail ve İran arasındaki gerilimin önemli etkilerinden biri, İran halkı nezdinde yurtdışındaki muhalefetin itibarının azalması ve hatta itibarsızlaşmasıdır. Son bir yıl içinde, yurtdışındaki İranlı muhalefet grubu, Gazze’deki İsrail suçlarını destekleyen bir grup haline gelmiş ve İran ile İsrail arasındaki gerilimin artmasıyla birlikte İsrail’in İran’a askeri saldırısının destekçisi olmuştur. Bu sayıca az ama sesli grup, İsrail’in İran’a saldırısının aslında İran İslam Cumhuriyeti’ne yönelik olduğunu iddia ediyor ve bu saldırının İran halkı için hiçbir tehlike yaratmayacağını savunuyor. Bu grup, bu söylemiyle İran halkının insani duygularını ve diğer yandan onların milliyetçi hislerini küçümsüyor ve alay ediyor. Bu nedenle, Gazze’de bir yıldır süren savaşın İran için sonuçlarından biri, yurtdışındaki İranlı muhalefete olan iç desteklerin erozyona uğraması olarak değerlendirilebilir.

Seçkinler topluluğu ikiye ayrılıyor: Savunma ya da saldırı

İran’da siyasi seçkinler topluluğu ve özellikle stratejik analiz uzmanları, özellikle son bir yılda ve İsmail Heniyye’nin İran’daki suikastının ardından çalkantılı günler geçiriyor. İranlı analistler arasındaki mevcut söylem, bölgedeki savaş durumuna taktiksel bir bakış açısıyla yaklaşanlar ile mevcut durumu bazı stratejik eylemlerin sonucu olarak görenler olmak üzere iki gruba ayrılabilir. Her iki grup da olaylara yaklaşımlarına göre geleceğe yönelik farklı yol haritaları çizmektedir.

Minimum müdahale yanlısı gruba göre, İran, İsrail’in gerilim artırma tuzağına düşmemeli ve verdiği tepkiler, caydırıcılık sağlarken İsrail ile doğrudan bir savaşa ve ciddi bir çatışmaya neden olmayacak şekilde ayarlanmalıdır. Çünkü İran ile İsrail arasındaki doğrudan bir çatışma, İran ile Amerika Birleşik Devletleri arasında bir savaşı tetikleyecek ve bu da bölge ve ülke için belirsiz bir gelecek yaratabilir. Bu gruba göre, İran, Hamas ve Hizbullah’ın İsrail ile kendi başlarına mücadele etmesine izin vermeli ve nihayetinde çatışmayı ateşkesle sonuçlandıracak şekilde durumu yönetmelidir. Hizbullah’ın yenilgisini önlemek amacıyla İran’ın destek vermesi mümkün olsa da, bu desteğin fazlası İran için gereksiz maliyetler yaratacaktır. Ayrıca, bu grup, İsrail’in İran’ın petrol altyapısına zarar verme olasılığını ve İran’ın yaptırımlar nedeniyle bu altyapıları kısa sürede onaramamasını, minimum müdahale yaklaşımının en önemli nedenlerinden biri olarak görmektedir.

Buna karşılık, bazı İranlı analistler, bölgedeki büyük ve stratejik sonuçlar doğurabilecek bir savaşı görmezden gelmenin ve mevcut duruma minimal bir yaklaşım sergilemenin stratejik bir körlük olduğunu düşünmektedir. Bu gruba göre, İran büyük bir savaşın içindedir ve İran’ın savaş sahasındaki pozisyonunu güçlendirmesi ya da güçlendirmemesi, savaşın yoğunluğunu değiştirmeyecek; sadece İran’ın çıkarlarını etkileyecektir.

Bu grup, İran’ın derhal İsrail’in askeri eylemlerine karşı reaksiyon gösteren bir konumdan çıkıp, daha aktif ve girişimci bir tutum sergilemesi gerektiğini savunmaktadır. İsrail’e sürekli tepki gösterildiği sürece, gerilimi kontrol etme gücü Tel Aviv’in elinde olacaktır ve İsrailliler çeşitli şoklarla sahayı yönetmeye devam edebilecektir. Bu gruba göre Hizbullah, İran’ın stratejik bir varlığıdır ve İran bu varlıktan vazgeçemez ve vazgeçmemelidir. Stratejik varlıklarından vazgeçmek, kendi elini ve kolunu kesmek anlamına gelir ve karşı cephe, ancak İran’ın tüm varoluşsal yönlerini yok ederek duracaktır.

Bu analistlere göre, İsrail, Amerika’yı, Rusya ve Çin’in stratejik gücünü azaltmanın en iyi yolunun Orta Doğu’da bir kaos yaratmak, İran’ın stratejik gücünü zayıflatmak ve Orta Doğu ülkelerini korkutmak olduğuna ikna etmiştir. Bu nedenle Amerika, İsrail’i bu savaşı sürdürmesi için uzun süre desteklemeye hazırdır. İran’ın İsrail’in eylemlerini beklememesi ve İsrail’in güvenlik ve ekonomik altyapısına saldırarak İsrail’in sonraki hamlelerini önceden engellemesi gerektiğini savunmaktadırlar. Bu nedenle, bazı analistler, İran’ın bölgedeki Amerikan güçlerine ve İsrail’in askeri güvenlik sistemine zarar vermek amacıyla Ürdün’e saldırmayı seçenekler arasında değerlendirdiğini belirtmektedir.

Bu analist grubu, savaşın İran’a taşınmasının İran için bir fırsat ve avantaj haline gelebileceğine inanmaktadır. Çünkü son yirmi yıldır İsrail, İran’a karşı bir güvenlik savaşı yürütmekte ve İran’ın stratejik varlıklarına yönelik çok sayıda suikast ve sabotaj gerçekleştirmektedir. İran, Mossad’ın sahip olduğu istihbarat desteğine sahip olmaması ve kaynak ve teknoloji eksiklikleri nedeniyle bu güvenlik savaşında hep zayıf kalmıştır. Ancak şimdi, çatışmaların güvenlik savaşından askeri savaşa kaymasıyla birlikte İran, önemli bir güç ve inisiyatif elde etmiştir ve bu fırsatı İsrail’i gelecekte pasifleştirmek için kullanmalıdır. Aksi takdirde, İsrail askeri alandaki zayıflığını, savaş sonrası dönemde güvenlik sabotajlarıyla telafi edecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Rusya-KDHC “kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması” onay için Duma’da  

Yayınlanma

Yazar

Putin 19 Haziran’da Pyongyang’da imzalanan Rusya ve KDHC arasında stratejik ortaklık anlaşmasını onaylanması için Duma’ya gönderdi.

Anlaşma metni daha önce KDHC resmi ajansı tarafından yayınlanmış, ama bu metin Rusya’da resmi olarak teyit edilmemişti. Anlaşmanın onay için Duma’ya gönderilmesindeki dört aylık gecikme de bazı batılı ve batı yanlısı kaynaklarda Rusya’nın anlaşmaya dair çekinceleri olduğuna yorulmuştu.

“Rusya Federasyonu ile Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti arasında kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması” başlığını taşıyan anlaşma metni onay öncesi incelemeler için Duma resmi sitesinde yayınlandı.

Bölümler

Giriş bölümünde karşılıklı tarihi dostluk bağlarından söz edildikten sonra anlaşmanın “barışın, bölgesel ve küresel güvenlik ve istikrarın sağlanmasına katkıda bulunduğu” belirtiliyor. Taraflar BM şartına, genel kabul görmüş ilkelere ve uluslararası hukuk normlarına bağlılıklarını teyit ediyorlar. “Uluslararası adaleti hegemonik özlemlere ve tekkutuplu dünya düzeninin dayatılması girişimlerine karşı savunma, devletlerin iyi komşuluğa dayanan işbirliği, karşılıklı menfaatlere saygı, uluslararası problemlerin kolektif çözümü, kültürel ve uygarlıksal çeşitlilik, uluslararası ilişkilerde uluslararası hukukun üstünlüğü üzerine kurulu çokkutuplu uluslararası bir sistem kurma, insanlığın varlığını tehdit eden her tür meydan okuyuşa ortak çabalarla karşı koyma” gayesini vurguluyorlar.

Birinci madde karşılıklı egemenlik vurgusu yapıyor. İkinci madde tarafların ikili ilişkilerde ve uluslararası gündemde en yüksek seviye de dahil diyalog ve görüşmeler yürüteceğini belirtiyor ve şöyle diyor: “Taraflar birbirleriyle sıkı bir temas sürdürür ve taktik ve stratejik işbirliğini güçlendirir.”

Üçüncü madde bölgesel ve küresel barış ve güvenlik meselelerinde işbirliğini teyit ediyor. En önemli ifade şu:

“Taraflardan birine karşı yakın bir silahlı saldırı tehdidi durumunda taraflar derhal, tutumlarını koordine etmek hedefiyle görüş alışverişi yürütmek ve ortaya çıkan tehdidin bertaraf edilmesine katkıda bulunmak üzere birbirlerine yardımda bulunmaya yönelik olası pratik tedbirler üzerinde mutabakata varmak için ikili kanalları işletirler.”

Dördüncü madde

En çok tartışılan ve bugün açısından en büyük önem taşıyan, dördüncü madde:

“Taraflardan birinin herhangi bir devlet veya bir grup devlet tarafından silahlı saldırıya maruz kalması ve bu suretle kendisini savaş halinde bulması durumunda diğer taraf derhal, BM şartı 51’inci maddeye uygun olarak ve Rusya Federasyonu ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti müktesebatına göre kendi tasarrufunda bulunan vasıtalarla askeri ve diğer yardımı gösterir.”

BM şartı 51’inci madde saldırıya uğrayan ülkenin meşru müdafaa hakkını güvence altına alır, ancak tarafların bu hakkı kullanırken aldıkları tedbirleri BM Güvenlik Konseyi’ne bildirmesini şart koşar.

Bu madde sadece, Rusya eğer Ukrayna çatışmasında kendisini askeri saldırıya uğramış olarak tanımlarsa (veya tanımladıysa) KDHC’nin askeri yardımda bulunmayı taahhüt etmesi anlamına gelmiyor. Dolayısıyla KDHC’nin Rusya’ya cephane ve mühimmattan başka muharip de göndereceği iddiaları önemsiz ve dayanaksız değil; nitekim özellikle son bir aydır KDHC’nden gönüllü beklendiği anlaşılıyor. Bunun meşruiyeti tartışılamaz bile; eğer siyasi meşruiyetini çoktan, hukuki meşruiyetini de en azından bu yılın mayıs ayından beri kaybetmiş olan Kiev rejimi “müttefiklerinden ve ortaklarından” cephane, silah, mühimmat, danışman, eğitmen, muharip ve gönüllü topluyorsa, herhangi bir meşruiyet sorunu olmayan Rusya ve KDHC de aynı eylemlerde bulunabilir.

Bununla birlikte dördüncü maddenin karşılıklılık yükümlülüğü bana kalırsa daha büyük önem taşıyor: KDHC eğer Güney Kore ve/veya ABD (ve başat Japonya olmak üzere müttefikleri) tarafından saldırıya uğrarsa Rusya da tasarrufundaki her tür vasıtayla yardımda bulunmayı taahhüt ediyor. Dikkat: karşılıklı taahhütte bulunanlar iki nükleer güç. Neden özellikle önem taşıyor bu karşılıklılık taahhüdü? Şundan: Putin anlaşmayı onaylanması için Duma’ya 19 Haziran’dan sonra herhangi bir tarihte değil, 13 Ekim’den sonra gönderdi — yani Güney Kore’nin kuzeyin hava sahasını dronlarla ihlal etmesinden ve KDHC’nin bu durumun tekrarının savaş ilanı sayılacağını açıklamasından sonra. Kore resmi haber ajansı 13 Ekim’de KDHC Savunma Bakanlığı’nın açıklamasını yayınlamıştı: “Bir kez daha uyarıyoruz, eğer bir İHA daha ortaya çıkacak olursa bunun Kore Cumhuriyeti’nden geldiğini kabul edecek ve cumhuriyetimize karşı savaş ilanı olarak kabul edecek, kendi mülahazamıza göre davranacağız.”

Kuzeyin askeri ve siyasi girişimlerinde blöf yapmadığını yeterince açıklıkla biliniyor. Dahası, anlaşmanın onaylanması için Duma’ya gönderilmesinin ertesi günü, bugün, KDHC, güneyle ateşkes çizgisi boyunca güneye bağlayan kara ve demiryollarını havaya uçurdu.

İktisat

Beşinci madde taraflara birbirlerinin “egemenlik, güvenlik, toprak bütünlüğü, kendi siyasi, sosyal, iktisadi ve kültürel sistemini özgürce seçme hakkına karşı” üçüncü bir devletle mutabakata varmama, bu tür faaliyetlere katılmama ve topraklarını bu amaçla üçüncü ülkelere açmama yükümlülüğü getiriyor. Bunun özellikle KDHC’yle ilgili olduğu belli.

Altıncı madde girişin tekrarı niteliğinde. Yedinci madde tarafların uluslararası hukuk ve güvenliğin korunmasında birbirleriyle BM ve diğer uluslararası örgütler bünyesinde de işbirliği yapacağını açıklıyor. Sekizinci madde tarafların ortak girişimleri yürütmek için mekanizmalar oluşturacağını belirtiyor. Dokuzuncu madde “gıda ve enerji güvenliği, enformasyon-komünikasyon teknolojileri alanında güvenlik gibi stratejik önem taşıyan alanlarda” artan tehditlere ortak karşı koyulması üzerine.

Onuncu madde özel bir önem taşıyor. “Tarafların ticari-iktisadi, yatırım ve bilimsel-teknolojik alanlarda işbirliğini geliştirme ve ilerletmesi”, bu kapsamda ticaret hacminin artırılması taahhüt ediliyor. Buna göre gümrük, maliye ve diğer alanlarda işbirliğine elverişli şartlar tesis edilecek ve karşılıklı yatırım teşvik edilecek, “özel ve serbest ekonomik alanlar” kurulacak, “uzay, biyoloji, barışçıl atom enerjisi, yapay zeka, enformasyon teknolojisi ve diğer” bilim ve teknoloji alanlarında ortak araştırmalar yapılacak. Bu madde 28 Kasım 1996 tarihli “karşılıklı sermaye yatırımının korunmasını teşvik” anlaşmasına dayandırılıyor. Bunun devamı olarak on birinci madde Rusya ve KDHC’nin bölgeleri arasında da “iktisadi ve yatırım potansiyelleri” oluşturulmasına yardım edecek doğrudan ilişkiler (karşılıklı ticari misyonlar, konferanslar, sergi ve fuarlar vb.) kurulmasını öngörüyor.

On ikinci madde iktisadi ve sosyal işbirliğinin kapsamını tarım, eğitim, sağlık, spor, kültür, turizm, çevre ve doğal felaketlere karşı ortak mücadele vb. alanlara genişletiyor. On üçüncü madde ortak standartlar ve uzmanlık bilgilerinin paylaşımıyla ilgili.

On dördüncü madde tarafların kendi ülkelerinde bulunan diğer ülke özel ve tüzel kişiliklerinin hak ve menfaatlerini korumayı, suçluların iadesini ve kanunsuz yoldan ele geçirilmiş varlıkların karşı tarafa verilmesini taahhüt ediyor. On beşinci madde karşılıklı yasama, yürütme ve kolluk organları arasında temasların “derinleştirileceğini” vurguluyor.

On altıncı madde üçüncü ülkelere karşı askeri ve siyasi işbirliğini güçlendirmeyi hedefliyor; buna göre taraflar BM şartına ve uluslararası hukuka aykırı tek taraflı tedbirlere ortak karşı koyacaklar, bu tür uygulamalara karşı çok taraflı inisiyatifleri koordine edecekler. Dahası, taraflardan birine, onun uyruğundaki kişi veya ona ait tüzel kişiliklere, onun emtia, hizmet, enformasyon, fikri mülkiyet haklarına karşı getirilmiş tek taraflı tedbirleri uygulamama garantisi de veriyorlar. Bu, iki ülkenin üçüncü bir devlet tarafından onlardan birine getirilmiş doğrudan veya dolaylı hiçbir yaptırımı kabul etmeme garantisi demek. BM şartı burada ancak dolaylı bir önem taşıyor; başka deyişle anlaşma, Rusya’nın KDHC’ne BM Güvenlik Konseyi tarafından getirilmiş olan yaptırımları uygulamama güvencesi olarak da yorumlanabilir. On altıncı madde aynı zamanda üçüncü bir tarafın dayattığı tedbirler durumunda anlaşmanın taraflarının riskleri azaltmak, bunların karşılıklı iktisadi ilişkilere doğrudan ve dolaylı etkisini bertaraf veya minimalize etmek için her tür pratik çabayı göstereceğini de vurguluyor. Ayrıca: “Taraflar, üçüncü bir tarafın bu tür tedbirleri almak veya tırmandırmak için kullanabileceği enformasyonun yayılmasını kısıtlamak için de adımlar atarlar.”

On yedinci madde uluslararası terörizm, aşırılıkçılık, sınıraşırı örgütlü suç, insan ticareti, rehin alma, kanunsuz göç, kanunsuz mali akış, kanunsuz para aklama, terörizmin ve kitle imha silahlarının finansmanı, kanunsuz sermaye dolaşımı, uyuşturucu, kaçakçılık vb. suçlara karşı mücadelede işbirliğini taahhüt ediyor.

On sekizinci madde enformasyon güvenliği üzerine ve bakanlıklar arası işbirliğini ve internetin suç amacıyla kullanılması halinde ortak çalışmayı da öngörüyor. Benzer bir taahhüt basım-yayın alanıyla ilgili on dokuzuncu ve medya alanıyla ilgili yirminci maddede de var. Bu maddeler karşılıklı yayınlar, dezenformasyona karşı mücadele ve karşılıklı dil öğrenimiyle ilgili teşvikleri vurguluyor.

Yirmi birinci madde anlaşmanın kapsamını sayılı alanların da ötesine taşıyor: “Taraflar işbu anlaşmanın hayata geçirilmesine yönelik sektörel mutabakatların, keza işbu anlaşmayla öngörülmemiş diğer alanlarda da mutabakatların imzalanması ve devamla gerçekleştirilmesi amacıyla aktif işbirliği yürütürler.”

Yirmi ikinci madde parlamento onayını şart koşuyor; yirmi üçüncü (ve son) madde ise anlaşmanın süresiz olduğunu vurguluyor.

Sonuçlar

1) Askeri ittifak. Daha 12 Haziran 2022’de KDHC lideri Kim Çen In, Rusya günü vesilesiyle yayınladığı mesajda şöyle demişti:

“Rusya halkı, ülkesinin haysiyetini ve güvenliğini savunma yolundaki haklı davasını gerçekleştirmekte bütün güçlüklerin ve problemlerin üstesinden gelerek büyük başarılar elde etti. Kore halkı, Rusya vatandaşlarına tam desteğini ve onayını ifade eder.”

Bu Ukrayna çatışmasında o zamana kadar ve daha sonrasında da Rusya’ya sunulmuş ilk ve (eğer Suriye kısmen dışında tutulursa) tek kayıtsız şartsız destek mesajıydı. Belki de Putin’in dün onaylanması için Duma’ya gönderdiği anlaşmanın hazırlığını bu milada dayandırmak gerekir.

Anlaşma adının koyduğu çerçeveyi de aşıyor.

NATO anlaşmasının ünlü beşinci maddesini en klasik askeri ittifak formülasyonu olarak kabul edelim. Bu maddeyle Rusya-KDHC arasındaki kapsamlı stratejik anlaşmasının dördüncü maddesini karşılıklı okumak gerek:

NATO anlaşması beşinci madde Rusya-KDHC kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması dördüncü madde
“Taraflar, Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldın olursa BM şartının 51. maddesinde tanınan… hakkını kullanarak… bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır. …” “Taraflardan birinin herhangi bir devlet veya bir grup devlet tarafından silahlı saldırıya maruz kalması ve bu suretle kendisini savaş halinde bulması durumunda diğer taraf derhal, BM şartı 51’inci maddeye uygun olarak ve Rusya Federasyonu ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti müktesebatına göre kendi tasarrufunda bulunan vasıtalarla askeri ve diğer yardımı gösterir.”

İki anlaşma arasında fark şu: ilki üyelerden birine yönelik saldırının bütün üyelere yapılmış sayılacağını taahhüt ediyor, ancak gerçekte buna karşı silahlı kuvvet kullanma ve diğer eylemleri garanti etmiyor; ikincisi, taraflardan birine yapılmış saldırıyı diğerine de yapılmış kabul etmiyor, ancak buna karşı silahlı yardımda bulunmayı taahhüt ediyor.

Belki de bu nedenle, adı “kapsamlı stratejik ortaklık” olmasına rağmen giriş metni, maddeleri ve ruhuyla bunun ötesinde; aslında ittifak anlaşması olarak nitelemek çok daha doğru olur, zira anlaşma ABD, Güney Kore ve Japonya’ya karşı (tarafların diğeri için silah kullanımını şimdilik dışlayan) askeri blok anlamına geliyor.

2) Kalkınma vasıtası. Anlaşma KDHC için askeri ve siyasi güvencelerden başka yaptırımlar yüzünden sadece Çin kaynaklarına bağımlı bir kalkınma stratejisi zaruretinden kurtulmak anlamına geliyor. Anlaşmanın ekonomi, enformasyon, bilim, teknoloji vb. her alanda ucu açık güvenceleri ve garantileri KDHC’nin yakın tarihinde ilk defa bitişik komşusunun bütün imkânlarından yararlanabileceğini gösteriyor. Kuşkusuz bu durum Rusya’daki özel şirketler açısından da bir perspektif tayin ediyor. Bu muhtemelen KDHC’nde Rusya şirketlerine imtiyazlar şeklinde yansıyacaktır; ama anlaşmanın esas itibariyle siyasi-güvenlik niteliği, imtiyaz verilecek şirketlerin belki pek azının özel, ama çoğunun devlet şirketi olacağını kabul etmek için yeterli.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English