Bizi Takip Edin

Avrupa

Baltık semalarını Polonya uçakları koruyacak

Yayınlanma

Polonya Savunma Bakanı Władysław Kosiniak-Kamysz, Cumhurbaşkanı Andrzej Duda ile görüştükten sonra yaptığı açıklamada, Polonya Hava Kuvvetlerinin Baltık Hava Polisliği operasyonu kapsamında Baltık ülkelerinin semalarında devriye gezeceğini duyurdu.

Kosiniak-Kamysz salı günü yapılan hükümet toplantısının ardından basına yaptığı açıklamada Polonya Silahlı Kuvvetlerinin yeni bir hava polisliği görevine katılması konusuna değindi.

“Polonya F-16’ları Litvanya, Letonya ve Estonya üzerinde görünecek. Dört tanesi temin edilecek ve mart ortasında operasyonlara başlayacak olan Litvanya’daki Polonya askeri birliğinde kullanılacak,” diyen Bakan, operasyonun temmuz ortasına kadar süreceğini de sözlerine ekledi.

Bakan, salı günü yapılan hükümet toplantısında onaylanan Baltık ülkelerinin güvenliğini destekleme misyonu için Polonya’nın 150 asker görevlendireceğini de sözlerine ekledi.

Kosiniak-Kamysz, “Bu NATO misyonu ittifakın dayanışmasını göstermektedir. Bu sadece kriz zamanlarına hazırlanmakla ilgili değil, aynı zamanda güvenliği sağlamakla da ilgili,” dedi.

Polonya hava kuvvetleri ilk kez 2004 yılından bu yana müttefik hava kuvvetlerinin Litvanya, Letonya ve Estonya’daki üsler arasında rotasyon yaparak hava sahalarında devriye gezdiği Baltık Hava Polisliği Operasyonuna katılıyor.

Polonya, Orlik birliğinin birbirini takip eden rotasyonlarının bir parçası olarak, en son Aralık 2023’ten Şubat 2024’ün sonuna kadar, dört Polonya F-16’sının yaklaşık 150 Polonyalı askerle birlikte Estonya’daki Ämari üssünde konuşlandırıldığı sırada, hava birliklerini birkaç kez başka görevlere gönderdi.

Kosiniak-Kamysz, Baltık Hava Polisliği operasyonunun, Polonya’nın şu anda AB ve NATO liderleri tarafından tartışılan “barışı koruma misyonunun” bir parçası olarak Ukrayna’ya asker göndereceğini açıklamamasının nedenlerinden biri olduğunu söyledi.

Bakan, “Bugün desteğimize ihtiyacı olan NATO’nun doğu kanadını güçlendireceğiz ve bunu yapıyoruz,” diye vurguladı.

Ayrıca Baltık Hava Polis Misyonuna katılım konusunda Cumhurbaşkanı Andrzej Duda ile mutabakata varıldığını da söyledi. Polonya askeri birliklerinin yurtdışında konuşlandırılmasına ilişkin yönetmeliğe göre karar, Bakanlar Kurulunun önerisi üzerine Silahlı Kuvvetler Başkomutanı olan Cumhurbaşkanı tarafından alınıyor.

Donald Tusk hükümeti ile yakında görevden ayrılacak olan muhalefetteki Hukuk ve Adalet (PiS) bağlantılı cumhurbaşkanı arasındaki soğuk ilişkilere rağmen, ulusal güvenlik konularında işbirliğini sürdürmeye çalışıyorlar.

Savunma Bakanı ayrıca NATO’nun Baltık Muhafızları misyonuna da değindi ve bu misyonun Başbakan Donald Tusk tarafından Stockholm ziyareti sırasında sunulduğunu vurguladı. Misyon diğer Avrupalı liderler tarafından da olumlu karşılandı ve Brüksel’deki NATO savunma bakanları toplantısında da onaylandı.

Kosiniak-Kamysz, “Polonya Baltık Denizinde kilit bir rol oynamaktadır. Birimlerimizi Baltık Denizinde devriye gezmek üzere görevlendiriyoruz ve bugün Baltık ülkelerindeki Polonya askeri birliğindeki Polonyalı askerler için başka bir görev kararı aldık,” dedi.

Avrupa

Von der Leyen’in daimi savaş ekonomisi planı

Yayınlanma

Yazar

Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in uzun süredir ilmek ilmek dokuduğu bir planı var. Öyle ki, başkanlığının son döneminde hazırlattığı üç raporla zemini çoktan hazırlamış. Bu raporlar, AB’nin önündeki temel sorunları tespit edip çözüm önerileri sunacaktı. Tabii ki, von der Leyen’e sadık isimler tarafından kaleme alınan bu “ısmarlama” çalışmalar, tam da isteneni doğruladı.

Bu raporlardan biri, AB’nin rekabet gücüne odaklanan “Strateji Raporu”. Avrupa Merkez Bankası eski başkanı Mario Draghi tarafından hazırlanan ve Eylül 2024’te von der Leyen ile birlikte Brüksel’de sunulan bu raporun ana mesajı netti: AB iktisadi olarak geri kalıyor ve bu durumu tersine çevirmek için yıllık en az 750 ila 800 milyar avro ek yatırım gerekiyor. Çözüm: AB’nin ortak borçlanmaya gitmesi.

Draghi, milyarlarca avroluk bu kaynağın “ekonomiye” akması gerektiğini, zira AB’nin geride kalmamak için ihtiyaç duyduğu inovasyon hamlesinin ancak bu şekilde mümkün olacağını savundu. Peki bu devasa yatırımın odaklanacağı kilit alanlar neydi? Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, von der Leyen’in favori konuları: Enerji dönüşümü ve savunma sanayii.

Savunma sanayii, AB Komisyonu Başkanı von der Leyen’in özel ilgi alanı olarak biliniyor. Geçen senenin başlarında, AB Komisyonu’nun Avrupa’daki savunma sanayiinin kontrolünü ele alması gerektiğini duyurmuştu. Bu, onun en gözde projelerinden biri. Dolayısıyla, Draghi’nin “Strateji Raporu”nda savunma sanayii için devasa meblağlar talep etmesi ve bu paranın AB Komisyonu tarafından alınıp dağıtılmasını önermesi hiç de beklenmedik değildi. AB’nin militarizasyonu, von der Leyen’in ikinci başkanlık dönemi programının belki de en önemli dayanak noktasıydı.

Bu noktada ilginç bir detay daha var: “Sürdürülebilir fonlar” olarak pazarlanan, genellikle “yeşil” etiketli fonların gelecekte savunma sanayi şirketlerine yatırım yapabilmesi planlanıyor. Zira bu tür yatırımlar artık “sürdürülebilir para yatırımı” olarak sınıflandırılacak. Yani insanlar, iyi ve “yeşil” şirketlere yatırım yaptıklarını sanırken, paraları aslında silahlanmaya akıtılacak.

Ve AB vatandaşlarına yönelik bu yanıltma, şimdi de “Tasarruf ve Yatırım Birliği” (TYB) ile devam ediyor.

Tatlı vaatler

AB’nin yeni “Tasarruf ve Yatırım Birliği” (TYB) projesinin temelinde de bu yatıyor. Draghi’nin talep ettiği gibi ortak borçlanmaya gitmek, bazı AB ülkelerinin muhalefeti nedeniyle, AB vatandaşlarının parasına ulaşmaktan daha zor.

AB Komisyonu, bu planı kamuoyuna şöyle pazarlıyor: Vatandaşların yatırımlarından daha fazla getiri elde etmelerini sağlayacak ve aynı zamanda Avrupa ekonomisini yeniden ileriye taşıyacak bir yatırım aracı oluşturmak istiyorlar. Komisyonun kendi sayfasında bu durum şöyle ifade ediliyor:

“AB, uzun vadeli rekabet gücü, güvenlik ile dijital ve yeşil dönüşümle ilgili stratejik önceliklerini gerçekleştirmek istiyorsa, potansiyelini acilen açığa çıkarmalıdır. TYB, bu çabaların merkezinde yer almaktadır: Tasarrufları daha verimli bir şekilde üretken yatırımlara yönlendiren daha derin, daha likit ve entegre bir AB finansal sistemini desteklemeyi amaçlamaktadır. […] Vatandaşların yaklaşık 10 trilyon avro tutarındaki tasarrufları banka mevduatı olarak tutulmaktadır. Banka mevduatları güvenli ve kolay erişilebilir olsa da, genellikle sermaye piyasalarındaki yatırımlardan daha az getiri sağlar. Dolayısıyla, bu sermayenin potansiyelini tam olarak kullanarak vatandaşlara daha yüksek getiriler sağlaması için önemli bir alan bulunmaktadır.”

Ancak AB’nin resmi sayfalarında, bu işin asıl amacının Avrupalıların tasarruflarını savunma sanayiine aktarmak olduğundan pek bahsedilmiyor. Konunun “savunma” ile ilgili olduğu, sadece bir iki yerde üstünkörü geçiyor; bunun yerine eğitimin, yeşil enerjinin ve benzeri alanların destekleneceği iddia ediliyor.

Son aylarda von der Leyen’in Tasarruf ve Yatırım Birliği’nin (TYB) oluşturulmasını hızlandırma yönündeki baskısı hissedilir oldu. Başlangıçta AB vatandaşlarının yararına, ekolojik ve dijital dönüşümü teşvik etmek amacıyla mali kaynakları seferber etme aracı olarak sunulan bu kampanyanın en endişe verici yönü, yine Brüksel’deki Komisyon’un niyet ve kararlarının eleştirisiz, pasif ve boyun eğen bir şekilde kabul edilmesi.

Yakından bakıldığında, bunun AB tarafından piyasaya sürülen bir başka gündem maddesi olduğu ortaya çıkıyor. Von der Leyen geçmişte kaç tane gündem sundu da sonunda her şey daha da kötüleşti? Mevcut gündem, her zamanki şüphelileri kayırmaya yönelik: En önemli özel ve kurumsal çıkar grupları —başka yerlerde rahatlıkla “oligark” olarak adlandırılanlar— ve her zaman olduğu gibi kolektif çıkarların, kamu yararının ve pek çok AB üyesi ülkenin ulusal çıkarlarının pahasına.

Bu TYB’nin ardındaki niyetleri tam olarak anlamak için, öncelikle gerçekte ne olduğunu açıklığa kavuşturmak lazım. Teoride TYB, “yatırımları, ekonomik büyümeyi ve finansal istikrarı teşvik etmek için tek tek üye devletlerin finansal piyasalarını entegre etme girişimi” olarak sunuluyor. Bu çerçevede TYB’nin, “vatandaşlara ve şirketlere” sınır ötesi finansal ürünlere erişimi kolaylaştırırken aynı zamanda uzun vadeli tasarruf ve yatırımı teşvik edeceği iddia ediliyor.

AB içinde on trilyon avro gibi devasa miktarda para vadeli mevduatlarda tutuluyor ve çok daha fazlası kamu fonları ve yatırım fonlarında bulunuyor. Bu mevduatlar, faydalanıcıları risk sermayesinden hızlı para vaadiyle cezbetmek yerine başka amaçlar için kullanılabilir.

Avrupa Komisyonu’na göre, bu yatırım birliği uzun vadeli tasarruf fırsatlarını “optimize edebilir”, Bireysel Emeklilik İçin Avrupa Kişisel Emeklilik Ürünü (PEPP) gibi ürünleri teşvik edebilir ve AB’nin enerji ve iklim programlarıyla bağlantılı “sürdürülebilir” yatırım fonlarını destekleyebilir. Tüm bu fonlar özel, tam da perde arkasındaki aktörlerin istediği gibi. AB gündemlerinin ortak özelliği, devleti ikincil, minimalist bir role itmek olur, tabii ortaya çıkan maliyetlerin finansmanı söz konusu olmadıkça.

Bu Tasarruf ve Yatırım Birliği ayrıca, yatırımcı koruması için daha kapsamlı ve daha entegre mekanizmalar — iddiaya göre şeffaflığı ve düzenlemeyi güçlendirerek finansal ürünlerin güvenliğini ve risk adaletini sağlamak suretiyle— yaratmayı hedefliyor. Son olarak, bu toplanan, seferber edilen ve dolaşımdaki sermayenin kurumsal finansmanı teşvik etmesi ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ) teorik olarak kitle fonlaması (crowdfunding) ve sermaye piyasaları gibi alternatif finansman kaynaklarına erişimini kolaylaştırması bekleniyor. KOBİ’ler her zaman bir gerekçe olarak kullanılsa da, bu tür girişimlerin asıl yararlanıcısı nadiren onlar olur.

Halihazırda planlanan tedbirler var: Örneğin, daha önce bahsedilen PEPP (Paneuropean Personal Pension Product-Avrupa Genelinde Bireysel Emeklilik Ürünü). Bu, kamu emeklilik sistemlerini genellikle karakterize eden nesiller arası dayanışma yükünden arınmış, AB genelinde sunulabilen özel bir güvence ürünü. Ayrıca, yatırımcı korumasını ve piyasa şeffaflığını “iyileştirmeye” yönelik mevzuatın gözden geçirilmesi, finansal teknoloji ve kitle fonlamasının düzenlenmesi (örneğin Patreon gibi bağış toplama platformları), işbirlikçi finansman platformları için uyumlaştırılmış kuralların oluşturulması ve üye devletler tarafından tasarruf ve yatırımı teşvik etmek için vergi teşviklerinin getirilmesi gibi adımlar planlanıyor. Tüm bunlar, daha fazla ürün çeşitliliği, daha iyi yatırım çözümleri, daha yüksek finansal getiriler —çünkü teoride daha fazla rekabet olacak— ve daha fazla güvenlik vaat ediyor, zira uyumlaştırılmış kuralların dolandırıcılık ve mali suistimal riskini azalttığı öne sürülüyor.

Ancak Tasarruf ve Yatırım Birliği’ni, Bankacılık Birliği’nin bir bileşeniyle karıştırmamak gerek. TYB olsa olsa ona bir ekleme. TYB ve AB Bankacılık Birliği, finansal piyasa entegrasyonu ortak hedefini takip etseler de kapsam, mekanizmalar ve ilgili riskler açısından farklılık gösteriyorlar.

Bankacılık Birliği vs. Tasarruf ve Yatırım Birliği

Bankacılık Birliği, merkezi bir denetime (Avrupa Merkez Bankası-AMB), banka iflaslarında ortak kurallara ve finansal istikrara odaklanmaya dayanıyordu. TYB ise, finansal ürünleri uyumlaştırarak, sınır ötesi yatırımlar için vergi teşvikleri sunarak ve kârlılık ile savunma ve yeşil dönüşüm gibi “stratejik önceliklere” daha fazla odaklanarak tasarruf sahiplerini ve yatırımcıları riske yönlendirmeyi amaçlıyor.

“Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer”. Avrupalılar, Ursula von der Leyen yönetimindeki Komisyon’dan ancak tatlı sözler ve arkadan bıçaklanmayı bekleyebilir. TYB’nin asıl sorunları, içerdiği risklerde ve dile getirilmeyen niyetlerde yatıyor. AB, avro krizine yanıt olarak 2014’te oluşturulan Bankacılık Birliği’nin de daha fazla rekabet, istikrar ve mevduat sahibi koruması sağlayacağını vaat etmişti. Fakat pratikte sadece büyük bankaların hakimiyetini pekiştirdi ve Avrupa finans sektöründeki çeşitliliği azalttı, yani vaat edilenin tam tersi oldu.

Bankacılık sektöründeki yoğunlaşma, birleşme ve devralma dalgasıyla arttı. İspanya’da banka sayısı 2008’de 55 iken 2023’te ona düştü. Almanya’da Landesbank’lar, Deutsche Bank ve Commerzbank gibi piyasa devleri karşısında önemini yitirdi. AMB’ye göre 2023 itibarıyla AB’nin en büyük on bankası, finansal varlıkların yaklaşık yüzde 70’ini kontrol ediyordu. Görüldüğü gibi, “batamayacak kadar büyük” efsanesi devam etti. En büyük bankalar çöktüğünde, ilgili devletler onları kaçınılmaz olarak kurtarmak zorunda kalıyor.

Bu sermaye yoğunlaşmasıyla, AB Bankacılık Birliği başka biçimde isimlendirilse daha iyi olurdu. Sonuç olarak rekabet azaldı ve büyük bankalar yeni kurallardan yararlanırken, küçük kurumlar düzenlemeler nedeniyle daha yüksek maliyetlerle ve uluslararası rekabette daha büyük zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldı. Bunun neticeleri günden güne cüzdanlara sirayet etti: Tüketiciler için daha yüksek ücretler, KOBİ’ler için daha az kredi imkanı ve yavaşlayan finansal inovasyon, yani yine vaat edilenin tam tersi oldu. Yani, Avrupa genelinde daha önce yaşanan süreçlerin bir deja vu’su.

Özünde Bankacılık Birliği, diğer tüm AB düzenlemeleri gibi, sadece piyasanın büyük aktörlerini kayırdı. Daha katı ve karmaşık düzenleyici sistem —örneğin Basel III— yalnızca büyük bankaların sahip olduğu kaynakları gerektiriyor. AMB yalnızca büyük bankaları denetlerken, küçük bankaları yerel makamlara bırakıyor. Bu durum, örneğin krediye erişimde asimetrilere yol açıyor. En büyük bankalar AMB üzerinden —bazen negatif faiz oranlarıyla— finanse edilebilirken, küçük bankalar daha yüksek faiz oranlarıyla finanse edilmek zorunda kalıyor. Bu sermaye yoğunlaşması, siyasi güç ve lobicilik yoğunlaşmasına yol açarak büyük ile küçük, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi.

Aynı senaryo TYB için de geçerli olabilir mi?

Dolayısıyla, iyi niyetle tahmin edilebilir ki, TYB sonucunda da tam olarak aynı şey yaşanacak. Her iki teşebbüs de aynı sakat mantığı yansıtıyor: Bankacılık Birliği, bankalar için katı kurallarla —ancak borçları dayanışma içinde üstlenme zorunluluğu olmadan— bankaların risklerini toplumsallaştırdı. Bu, bugün Orta Çağ’da sadece yoksullara yönelen “açgözlülük günahının” modern bir varyasyonu.

TYB ise, savunma gibi siyasi projelerin finansmanını toplumsallaştırmayı ve bundan doğan riskleri vatandaşlara yıkmayı hedefliyor. Bunun ardındaki niyet açık ve üye ülkelerin, devlet başkanları ve başbakanları da dahil olmak üzere, boyun eğen, pasif ve uysal durumunu yansıtıyor.

Bankacılık Birliği, tüm neoliberal sonuçlarıyla birlikte bir finansal krizi gerekçe olarak ihtiyaç duyarken, TYB buna bile ihtiyaç duymuyor. Savaş için oluşan fikir birliği o kadar derin ki, propaganda odakları pek bir şey yapmak zorunda kalmadı, zira Ukrayna’daki savaş yeterli gerekçeyi sundu.

TYB’nin büyük kazananları, BlackRock ve Allianz gibi, yeni tasarruf mevduatı piyasalarında hakim olacak büyük varlık yöneticileri olacak. PEPP gibi standartlaştırılmış ürünler, küçük yatırımcıları değil, küresel aktörleri tercih edecek. Riskleri vatandaşlara, işçilere ve ailelerine kaydırırken, kârlar finans elitine akacak, tıpkı Bankacılık Birliği’nde olduğu gibi.

Sonuç basit: Daha fazla merkeziyetçilik ve dolayısıyla daha az finansal demokrasi, bu da halihazırda devasa olan ve büyüyen zengin-yoksul uçurumunu daha da derinleştirecek. Gerçek şu ki, von der Leyen “yasalarından” birini her imzaladığında reel ücretler geriliyor ve asalak oligarşi yıldan yıla büyüyor.

Tıpkı Bankacılık Birliği’nin çeşitlendirilmiş ve rekabetçi bir sistem yaratmayı başaramayıp bunun yerine büyük bankaların gücünü pekiştirmesi gibi, TYB de aynı limana doğru yol alıyor. AB, sermaye yoğunlaşması ve pazar payı için sınırlar koymazsa ve küçük tasarruf sahipleri için gerçek garantiler talep etmezse —ki bu, ilan edilen 800 milyar avroluk “özel varlığı” çekme niyetini kısıtlardı— “finansal entegrasyon”, AB vatandaşlarının parası üzerinde daha sıkı kontrolden başka bir şey olmayacak.

Pratikte her zaman aynı devlere fayda sağlayan bir yapıya güvenmeye değer mi? Bu soru, ABD’li varlık yöneticisi BlackRock’un Tasarruf ve Yatırım Birliği’nin en büyük yararlanıcılarından ve önde gelen destekçilerinden biri olacağı düşünüldüğünde tamamen yeni bir boyut kazanıyor. Yeni şansölye Friedrich Merz ile bu şirket arasındaki bağlantılar hiç de tesadüfi değil, tıpkı yine Almanya kökenli olan Ursula von der Leyen’in bu kadar kararlı bir şekilde başka bir fiyaskoya doğru gitmek istemesinin tesadüf olmadığı gibi.

Tüm bunların yanında, bu senaryonun yeni sömürgeci da imaları var: Savunma ve enerjinin ABD’nin kucağına bırakıldığı yetmezmiş gibi, şimdi onlara Avrupalı işçilerin kıt kanaat birikimleri de teslim ediliyor.

Sosyal güvenlik sistemleri tehdit altında

Ancak TYB’nin yol açabileceği potansiyel zararların bununla sınırlı değil. İlk bakışta TYB fikri —Avrupalıların tasarruflarını merkezi olarak yönetmek ve yeşil altyapı, yenilikçi teknolojiler ve diğer öncelikli alanlar gibi stratejik projelere yatırım yapmak— cazip görünüyor. Ancak bu girişimin başat destekçilerine ve Avrupa ekonomi politikasındaki son gelişmelere bakıldığında, bu projenin yaşam koşullarını daha da kötüleştirmek için tüm ön koşulları taşıdığı açıkça görülüyor ve ABD’de halihazırda hüküm süren sefalete kapı aralıyor. Orada işçi sınıfına, istikrarlarının bir tür “pasif gelir”e ve sistemin sahiplerininkiyle rekabet edebilecek sözde bir “finansal okuryazarlığa” bağlı olduğuna dair çocukça bir inanç aşılandı. ABD’den sonra şimdi sıra, aslında dayanışmacı sosyal güvenlik ağları için ayrılması gereken Avrupalı işçilerin gelirlerini agresif bir biçimde hedef almaya gelmiş gibi görünüyor.

TYB duyurusunun, geleneksel olarak kamuya ait veya karşılıklılığa dayalı sektörlerin özelleştirilmesi yönündeki artan baskının tam ortasında yapılması tesadüf değil. Devlet emeklilik fonlarından sosyal sigorta sistemlerine ve karşılıklı sigortacılığa kadar, varlıkları ve sorumluluğu kamu alanından çıkarıp özel ellere teslim etme yönünde açık bir eğilim mevcut. Genellikle “modernleşme”, “şeffaflık”, “rasyonellik” veya “verimlilik” gibi sloganlarla gizlenen bu süreç eşitsizliği derinleştiriyor. Kamu emeklilik sisteminin getirileri ile özel bir sistemin getirileri karşılaştırıldığında, büyük şirketlerin neden ilkine saldırdığı anlaşılıyor: Çok fazla paranın “yanlış ellere” gittiğini düşünüyor olmalılar.

TYB’nin uygulanmasından sonra, bilindik “sosyal sigorta reformu”, “herkes için serbest emeklilik seçimi” ve “acil demografik uyum” taleplerini duyacağız. Ve tüm bunlar tek bir amaç için: Sosyal sigorta fonlarını azaltmak ve TYB’nin finansal ürünleri için mevcut fonları artırmak ya da başka bir deyişle, BlackRock & Co.’nun lehine. Merkez sağ, sol liberal, sosyal demokrat veya gerici muhafazakar hükümetler üzerindeki baskı muazzam olacak ve neredeyse kesinlikle sonunda “AB bizi buna zorladı” gerekçesine yol açacak.

Militarizasyonun finansmanı

Militarizasyonun finansmanı madalyonun diğer yüzü ve TYB’nin en güçlü siyasi teşviklerinden birini oluşturuyor. Daha önce bahsedilen tüm sistemik ve siyasi risklerin yanı sıra, savaş tehlikesini de beraberinde getiriyor. Merz, von der Leyen veya Macron gibi isimler bir kez tepeden tırnağa silahlandıklarında acaba ne yapacaklar? İşçi sınıfının sömürülmesi tamamlandıktan sonra, bir sonraki yağma projesi nereye yönelecek?

AB, bilindik bir ikilemle karşı karşıya: İstikrar ve Büyüme Paktı gibi bütçe kurallarını ihlal etmeden savunmaya yönelik devasa yatırımlar nasıl finanse edilecek? İşte burada TYB devreye giriyor: Özel sermayeyi seferber etmek, kritik altyapı veya çift kullanımlı teknolojiler için özel yatırım fonları aracılığıyla savunma gibi stratejik sektörlere uzun vadeli yatırımları kolaylaştırmak, sürdürülebilir enerji güvenliği ve askeri projeler için “savunma tahvilleri” gibi özel yeşil veya sosyal tahviller ihraç etmek, yaşlılık güvencesinin (PEPP) bir kısmını tahsis ederek veya emeklilik fonlarını “uygun” risk profiline sahip savunma projelerine yönlendirerek kurumsal tasarrufu teşvik etmek; gerekli fonları seferber etmek için birçok strateji mevcut.

TYB kapsamındaki bir diğer seçenek de, silah şirketlerinin halka arzlarını, sermaye artırımlarını veya borçlanma senedi ihraçlarını kolaylaştırmak için kuralların uyumlaştırıldığı bir “savunma için sermaye piyasası” yaratmak. Son olarak, vergi engelleri de kaldırılabilir. Bazı AB ülkeleri silahlara yapılan yatırımları vergilendiriyor ama yerel projeler için istisnalar yaratılabilir, bu da daha düşük vergi yükü nedeniyle savunmayla ilgili projelere yatırımı daha cazip hale getirir. Başka bir deyişle: Avrupalı vergi mükellefleri, artan savaş riskini kendi ceplerinden finanse edecekler.

Avrupa Savunma Fonu (EVF) şu anda AB bütçesinden finanse ediliyor, fakat hacmi sınırlı. Daha entegre bir para birliği ile, Avrupa Yatırım Bankası (EIB) gibi yatırım bankaları aracılığıyla savunma tahvilleri ihraç etmek gibi kamu-özel ortaklıklarına dayalı stratejiler uygulanabilir. Konut veya demiryolu sektöründe asla uygulanmayan şeyler, şimdi savaş durumu için hazırlanıyor ve bundan doğan kârlar özel çıkarlara ayrılıyor. Savunma alanında kitle fonlaması gibi fikirler, yani siber güvenlik veya drone teknolojisi gibi çok övülen start-up’lar için küçük yatırımcılardan para toplamak (ki bunlar daha sonra büyük şirketler tarafından satın alınacak), bu sistemi yönlendiren beyinlerin yaratıcılığının sadece bir başka örneği. Görüldüğü üzere TYB, Avrupa’daki sıradan insanlara fayda sağlamayan bir olasılıklar evreni açıyor.

Gönüllülük aldatmacası

Bu senaryo basit bir spekülasyon değil. Gerçek şu ki: TYB’nin getirilmesi önerisi, AB’nin yeni bir silahlanma döngüsüne ve genişletilmiş bir Avrupa Savunma Fonu’nun oluşturulmasına bel bağladığı bir zamanda, savunma sektörünün finansmanını öngörüyor. Girişimin hazırlanması görevlendirmesinin bir parçası olan Draghi Raporu, savunmayı Avrupa özel sermayesini seferber etmek için öncelikli bir alan olarak tanımlıyor. Böylece TYB, sadece özel tasarrufların silahlanma sektörüne yönlendirilmesine izin vermekle kalmıyor, aynı zamanda vatandaşları daha yüksek getiri vaadiyle AB savunma sanayiinin genişletilmesinde hiçbir şeyden habersiz suç ortakları haline getirebilir.

Bu gelişmenin bir başka sonucu da, aslında sosyal alana fayda sağlaması gereken kaynakların başka yöne çevrilmesi olacak. Avrupa Komisyonu, vatandaşların katılımının her zaman gönüllü kalacağını ve tasarruflara el konulması gibi bir plan olmadığını vurguluyor. Ancak yatırımları çeşitlendirmeye dönük kurumsal baskı ve daha yüksek getiri vaadi, pratikte geleneksel tasarruf biçimlerini marjinalleştirebilir ve vatandaşları varlıklarını Brüksel’in stratejik hedefleriyle uyumlu finansal ürünlere yönlendirmeye itebilir. Gönüllülük retoriğinin arkasında, refah devletinin rolünün —ve düz vatandaşın tasarruflarının akıbetinin— derinlemesine yeniden şekillendirilmesi yatıyor.

Elbette, şirketlerin açgözlülüğünü yaklaşan bir savaşın adrenalin patlamasıyla birleştirmekten daha tehlikeli bir şey yok. Büyük sermaye artık sadece savaştan kâr elde etmekle kalmayıp, savaşa yatırım yapmaya başladığında, herkes hayati tehlikeye girer. Böyle giderse gelecekte her bir AB vatandaşı, daimi savaş ekonomisinin neferleri olacak.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Romanya’da sağcı aday, cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna lider girdi

Yayınlanma

Rumenlerin Birliği İttifakı (AUR) lideri George Simion, 4 Mayıs’ta tekrarlanan Romanya cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu yüzde 40,96 oyla kazandı. Ukrayna’ya askeri yardıma karşı çıkan ve Moldova ile birleşmeyi savunan Simion, 18 Mayıs’taki ikinci turda Bükreş Belediye Başkanı Nicușor Dan ile yarışacak.

Romanya’da 4 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin tekrarlanan ilk turunu, Rumenlerin Birliği İttifakı (AUR) lideri George Simion kazandı.

Ülke seçim komisyonunun açıkladığı ve sandıkların yüzde 100’ünün sayıldığı sonuçlara göre, 38 yaşındaki Simion oyların yüzde 40,96’sını aldı.

İkinci sırada yüzde 20,99 ile Bükreş Belediye Başkanı Nicușor Dan yer alırken, iktidar partisi lideri Crin Antonescu yüzde 20,07 ile üçüncü oldu.

Adaylardan hiçbiri yüzde 50 barajını aşamadığı için, 18 Mayıs’ta Simion ve Dan arasında ikinci tur oylama yapılacak.

Simion, Ukrayna’ya askeri yardıma karşı çıkması ve Romanya’nın Moldova ile birleşmesini savunmasıyla biliniyor.

Rumenlerin Birliği İttifakı lideri Simion, kendisine oy veren herkese teşekkür etti.

Simion, “Bu bir cesaret, güven ve dayanışma eylemiydi. Bu sadece bir seçim zaferi değil. Bu, Rumen onurunun zaferidir. Bu, umudunu kaybetmeyenlerin, hâlâ özgür, saygın, egemen bir Romanya’ya inananların zaferidir!,” dedi.

Simion, Moldova’nın Romanya ile birleşmesini savunuyor ve Ukrayna’ya askeri desteği onaylamıyor.

Bununla birlikte Simion, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i “savaş suçlusu” olarak nitelendirmişti. Simion ayrıca ABD Başkanı Donald Trump’a sempati duyduğunu belirtmiş ve partisini “Trumpçı” olarak tanımlamıştı.

Bu seçim, Romanya’da cumhurbaşkanını belirlemek için yapılan ikinci girişim oldu.

Anayasa Mahkemesi, geçen yıl aralık ayında, 24 Kasım’da yapılan ilk tur seçim sonuçlarını iptal etmişti. O turu, sağ görüşlü Călin Georgescu kazanmıştı.

Georgescu, özellikle Ukrayna’ya yapılan yardımların durdurulmasını savunuyordu. Georgescu’nun tekrarlanan seçime katılmasına izin verilmedi.

Simion, seçilmesi hâlinde Georgescu’yu başbakan yapma sözü verdi.

Romanya makamları, önceki seçim sürecine başta Rusya olmak üzere yabancı devletlerin müdahale ettiğini doğrulayan istihbarat verilerine sahip olduklarını iddia etmişti.

Rumen istihbaratı, ülkenin Rusya tarafından siber saldırılar, bilgi sızıntıları ve sabotaj eylemleri de dahil olmak üzere “agresif” hibrit eylemlerin hedefi hâline geldiğini öne sürmüştü.

Romanya, Ukrayna’ya silah ve mühimmat sevkiyatı için önemli bir transit güzergâhı konumunda bulunuyor.

Ülkede Amerikan füze savunma sistemleri ve NATO uçaklarının Ukrayna ve Moldova sınırına kadar olan hava sahasını ve Karadeniz üzerini devriye gezdiği üç büyük hava üssü yer alıyor.

Ayrıca Ukrayna, tahılının yüzde 70’ini Karadeniz kıyısı boyunca, Romanya karasuları üzerinden İstanbul’a ihraç ediyor.

Romanya donanması bu suları mayınlardan temizlerken, Romanya Hava Kuvvetleri de Ukraynalı pilotlara F-16 uçakları konusunda eğitim veriyor.

Bükreş merkezli Yeni Strateji Merkezi’nden güvenlik uzmanı George Scutaru, BBC kanalına yaptığı açıklamada, Simion’un olası cumhurbaşkanlığının etkilerine dikkat çekti.

Scutaru, “Eğer Simion cumhurbaşkanı olursa, Ukrayna’ya herhangi bir yardımı unutun. Ulusal Güvenlik Konseyi başkanı olarak cumhurbaşkanı, herhangi bir kararı veto edebilir ve güvenlik politikası üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir,” diye belirtti.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Almanya, AfD partisini resmen ‘aşırılıkçı’ olarak sınıflandırdı

Yayınlanma

Almanya’nın iç istihbarat teşkilatı BfV, sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisini resmen ‘kanıtlanmış aşırı sağcı aşırılıkçı örgüt’ olarak sınıflandırdı. Bu karar, partinin anayasal ilkelere aykırı faaliyetlerde bulunduğuna dair iddialara dayanıyor ve daha yoğun gözetim altına alınmasına olanak tanıyor. İçişleri Bakanı Nancy Faeser ise, AfD’nin yabancı kökenli vatandaşları ayrımcılığa uğrattığını öne sürdü.

Almanya’nın iç istihbarat teşkilatı Anayasayı Koruma Federal Dairesi (BfV), yaptığı açıklamada, sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisini resmen “kanıtlanmış aşırı sağcı aşırılıkçı örgüt” olarak sınıflandırdı.

BfV’nin duyurusu, AfD’nin artık sadece şüphe altında olmadığını gösteriyor. Teşkilat, partinin Almanya’nın demokratik sistemine karşı çalıştığına dair kesin kanıtlara sahip olduğunu iddia ediyor.

Alman kamu yayıncısı ARD‘nin haberine göre, kararın temelini oluşturan 1000 sayfalık iç rapor, insan onuru ve hukukun üstünlüğü gibi temel anayasal ilkelerin ihlallerine atıfta bulunuyor.

Bu sınıflandırma, modern Alman tarihinde ülke çapında parlamentoda temsil edilen bir partinin ilk kez resmen aşırılıkçı olarak tanımlanması anlamına geliyor.

Saksonya ve Thüringen gibi doğu eyaletlerindeki bazı eyalet düzeyindeki AfD teşkilatları daha önce bu etiketi almıştı.

Söz konusu adım partinin yasaklanması anlamına gelmese de, Alman makamlarının adli denetim altında gizli muhbir kullanımı ve teknik takip de dahil olmak üzere gözetimi yoğunlaştırmasına olanak tanıyor.

Karar aynı zamanda siyasi tansiyonu yükseltiyor; zira yerleşik partiler, hükümetin herhangi bir kademesinde AfD ile işbirliğini reddetme yönünde artan bir baskıyla karşı karşıya kalacak.

Ayrıca karar, resmi bir parti yasağı çağrılarını körükleyebilir, ancak böyle bir adım anayasa mahkemesinin onayını ve hükümetin veya parlamentonun desteğini gerektiriyor ki bu da zorlu bir hukuki ve siyasi mücadele anlamına geliyor.

Musk, AfD mitinginde konuştu: Geçmişteki suçluluk duygusunun ötesine geçin

Faeser: AfD yabancı kökenli vatandaşlara ‘ikinci sınıf Almanlar’ gibi davranıyor

Görevden ayrılan İçişleri Bakanı Nancy Faeser, ayrı bir açıklamada, partinin demokratik düzene karşı kampanya yürüttüğünü söyledi.

Faeser, “AfD, tüm nüfus gruplarına karşı ayrımcılık yapan ve göç geçmişi olan vatandaşları ikinci sınıf Alman muamelesi yapan etnik bir anlayışı temsil ediyor,” dedi.

Bakan, “Partinin etnik konulardaki tutumları, özellikle göçmenlere ve Müslümanlara yönelik ırkçı açıklamalara yansıyor,” diye ekledi.

AfD, yetkililerinin Almanya’nın Nazi dönemini ülkenin 1000 yılı aşkın tarihindeki “kuş pisliği” olarak nitelendirmesi tartışmalara yol açmıştı.

Bu yılın şubat ayındaki parlamento seçimleri öncesinde ABD’li milyarder Elon Musk, partinin “Almanya’yı kurtarabilecek tek parti” olduğunu söyleyerek AfD’yi desteklemişti.

Parti, seçimlerde oyların yüzde 20,8’ini alarak yüzde 28,6 oy alan Merz’in CDU/CSU ittifakının ardından ikinci olmuştu.

Ancak son anketler, AfD’nin Alman muhafazakârlarıyla arasındaki farkı kapattığını gösteriyor. Kamuoyu araştırma şirketi Forsa tarafından geçen hafta yayınlanan anket, AfD’yi yüzde 26 ile CDU/CSU’nun (yüzde 24) önünde gösterdi.

Faeser, 1100 sayfalık rapora dayanan BfV teşkilatının bulgularında “kesinlikle hiçbir siyasi etki olmadığını” belirtti.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English