Görüş
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2

Hindistan-Pakistan çatışmasının sonuçlarını ele alan yazı dizisinin ikinci bölümü:
Hindistan Savunma Bakanı Rajnath Singh şöyle diyordu:
“Terörle mücadele artık ulusal savunma doktrininin bir parçası. Sindoor Operasyonu, terörizme karşı çizdiğimiz kırmızı çizgidir. Pakistan yalnızca bizim tarafımızdan bir denetim sürecindedir. Sizi izliyoruz. Sindoor Operasyonu henüz bitmedi. Bu yalnızca bir fragman. Gerekirse, tam resmi göstereceğiz.”
Alt-konvansiyonel saldırılara karşı konvansiyonel misilleme güvencesi
Bu, stratejinin en önemli unsuru. Sindoor Operasyonu, Hindistan hükümetinin böyle bir yanıtın sonuçlarına bakmaksızın terörizme yanıt vermeye kararlı olduğu fikrinin altını çizdi. Hindistan uzun zamandır bu niyetini dile getirse de bu resmi bir politika haline gelmedi ve bu politika ikna edici bir şekilde uygulanmadı. Yüksek yoğunluklu, açık ve kamuya açık bir askeri operasyon olan Sindoor Operasyonu ile Hint politikacılar, ‘terör saldırıları askeri yanıtla karşılanacak’ stratejisini bir politika meselesi olarak vurgulamaya çalıştılar. Bu strateji, eylemlerin duyurulmadan ve ancak daha sonra kabul edildiği 2016’nın aksine, Pakistan’a karşı konvansiyonel bir askeri yanıtın kamuoyuna açıklanmasını ve ardından bu taahhütlerin yerine getirilmesini içerir. Hindistan, niyetlerini Pakistan’a ve uluslararası topluma açıkça iletmeyi gerektiren yeni yaklaşım ile Pakistan’ı belirli kırmızı çizgileri geçmekten caydırabilecek iyi duyurulmuş bir tetikleyici strateji oluşturmayı amaçlıyor. Hindistan yalnızca cezalandırıcı eylemde bulunmak istemiyor, aynı zamanda bunu açıkça ve görünür şekilde yapıyormuş gibi görünmek istiyor. Buradaki amaç, caydırıcılığı artırmak için düşman için kamuoyuna açık kırmızı çizgiler belirlemektir. Bu strateji, terör saldırısının ardından her tırmanışta müdahalenin maliyetlerini, risklerini, kapsamını ve yoğunluğunu kademeli olarak artırmayı amaçlıyor.
2001 Parlamento saldırısından bu yana, Hindistan’ın terörizme verdiği yanıtın yoğunluğunda kademeli bir artış oldu ve 2025 Pahalgam saldırılarıyla doruğa ulaştı. Hindistan’ın terörizme verdiği en yoğun yanıt, benzeri görülmemiş derecede kinetik ve kinetik olmayan yanıtları birleştiren bu ay (mayısta) görüldü. Hindistan mantığına göre altta yatan fikir, Pakistan’ın terörizmi Hindistan’a baskı yapmak ve Keşmir’i uluslararasılaştırmak için maliyeti etkin bir strateji olarak kullanması durumunda, Hindistan’ın yanıtının Pakistan’ın stratejisini maliyetli ve sürdürülemez hale getirmeyi amaçlaması gerektiğidir. Pakistan’ın geleneksel olarak yanıt vermemesini beklemek gerçekçi değil, ancak Hindistan’ın terör saldırılarına karşı garantili geleneksel misilleme mesajı Pakistan’a ulaştırılmış olacak. Pakistan’ın Hindistan’ın geleneksel yanıtına karşı geleneksel tepkisine odaklanırsanız, asıl noktayı kaçırırsınız; asıl nokta, Pakistan’ın bu ileri geri her yinelemede ödemek zorunda olduğu artan maliyetlerdir. Bu strateji, alt-konvansiyonel (terörizm) ve konvansiyonel (askeri) saldırganlık arasında temel bir ayrım olduğunu kabul etmeyi reddeder. Hindistan’ın amacı, terör saldırılarına yanıt vermek için cezalandırıcı eylemlerde bulunabileceği alt-konvansiyonel alanın üstünde ve nükleer alanın altında belirgin bir alan oluşturmak. Şimdiye kadar bunu başardı. Pakistan’ın bu alanda yapmış olabileceği iyi işe odaklanırsanız, asıl noktayı kaçırırsınız – asıl nokta, Hindistan’ın gerekirse gelecekteki operasyonlar için bu net ve belirgin alanı yaratmayı başarmış olmasıdır.
Hindistan, terörle mücadelede ciddi siyasi niyet gösterdiği, terör altyapısını zayıflatma kapasitesine sahip olduğunu gösterdiği, tepkisinde birleşik ve olgun kaldığı ve bu çatışma dönemini sonlandırmaya karar verdiğinde dahi kalkınma hedeflerinin büyük resmini aklında tuttuğu için memnuniyet duyabilir. Ancak caydırma görevinin tam olarak yerine getirilmediğini de kabul etmeli.
Birbirlerinin hava sahasını ve topraklarını birbirlerinin saldırı ve yıkımından koruma konusundaki temel görevini yerine getirememiş olmaları, tamamen bir kenara atılacak ve bahsetmeyi unutacakları bir konu. Yani eğer iki taraf da hala zafer iddiasında bulunursa, bu yalnızca bir yanılgıdır.
Bu krizden yola çıkarak ulaşılabilecek 4 temel çıkarım var:
1- Hindistan yeni bir şablon oluşturdu. Terör saldırılarına karşı koymak için ciddi siyasi irade ve askeri kapasite sergiledi. 2016’daki hızlı sınır ötesi cerrahi saldırılardan ve 2019’daki bir hava saldırısından sonra Hindistan, Pakistan’daki daha geniş bir hedef grubuna karşı daha geniş bir coğrafyada saldırılar düzenlemeye geçti. Bu etkileyici bir lojistik ve askeri başarı olabilir, ancak askeri yeteneklerinin eksikliği, diplomatik zayıflıkları, iç güvenlik hazırlığının yetersizliği yok sayılamaz.
2- Pakistan daha zayıf olsa da kolay kolay yenilmeyeceğini gösterdi. Ordunun hakimiyeti, bütçe üzerindeki kontrolü, büyük güçler için tarihsel faydası ve dolayısıyla silah sistemleri alma yeteneği onlara bir dizi araç sağlıyor. Bu hem uzun süreli çatışma veya tırmanış için toplumsal destek toplama hem de daha fazla askeri seçeneğe sahip olma düzeyinde işliyor. Güçteki asimetri açıkça görülse de kolay lokma olmadığını ve direnmek için askeri ve diplomatik kapasitelere sahip olduğunu gösterdi. İnsansız hava araçları savaşın yeni bir bölümünü açtı. Pakistan, Hindistan’ın hava savunmasını zorlama yeteneğini gösterdi. Hindistan, Pakistan’ın blöfüne meydan okuyarak, nükleer eşiğin altında mümkün olanın sınırlarını üç kez başarıyla zorlamış olsa da, nükleer şantaj seçeneği devam ediyor.
3- Çin, Pakistan’ın kendini savunma yeteneğinin merkezindeydi. Hindistan’ı zayıflatmak amacıyla Pakistan’ı kullanmak için hiçbir fırsatı kaçırmayacağını gösterdi. Çin’in Birleşmiş Milletler’de diplomatik destek, operasyonlar için maddi destek ve muhtemelen Rawalpindi’ye istihbarat desteği sağladı. Son zamanlarda Hindistan-Çin ilişkilerinde bahar rüzgarları esiyorsa da bu kriz Hindistan’a onun Çin ile gerginliğinin derin olduğunu ve güçlü bir Pakistan boyutuna sahip olduğunu hatırlatmış olmalı. Çin, Keşmir’in bazı kısımlarını kontrol ediyor. Ladakh’ın bazı kısımlarını istiyor. Sınırda aktif bir askeri varlığı ve geliştirilmiş altyapısı var. Fiili Kontrol Hattı’ndaki istikrar kırılgan. Ve bunun da ötesinde, Pakistan’ın nükleer ve konvansiyonel askeri yeteneklerinin arkasında. Çin’in Rusya ile ilişkisi, Rusya’nın artık Pakistan konusunda dahi geçmişte olduğu kadar sağlam bir Hindistan müttefiki olmayabileceği anlamına geliyor. Hindistan, iki aktif ve kırılgan cephede yaşamak zorunda kalacağı ve her an her ikisinde veya birinde meydan okumalara hazırlıklı olması gerektiği korkusuyla bir kez daha yüzleşti.
4- Amerika, tüm retoriklere ve dünyanın geri kalanında daha az şey yapma niyetinde olan dikkati dağılmış bir güç olmasına karşın savaş ve barışın gidişatını şekillendirmek için uluslararası sistemde belirleyici oyuncu olmaya devam ettiğini gösterdi. Amerika’nın hem Hindistan hem de Pakistan’a karşı hem havuç hem de sopa kullanma yeteneği muazzam. Hindistan, onun itibar kazanma eğiliminden ve “arabuluculuk” sözcüğünü kullanmasından hoşlanmamış olabilir. Trump/Amerika uzlaşmayı doğrudan kendine mal etti. Hindistan ısrarla üçüncü taraf yok dedi. Ben de bunun tam olarak böyle olmadığını düşünüyorum. Ancak ABD’nin iki taraf arasındaki görüşmeleri kolaylaştırmada muhakkak bir payı oldu ancak yalnızca “teknik” anlamda yani yatışmak için çünkü ötesini yani çözüm için politik müdahaleyi Hindistan kabul etmez. Aynı zamanda Pakistan’a baskı yapan veya teşvik eden diğer aktörler, özellikle İngiltere, Suudi Arabistan, BAE ve İran da ve ayrıca Türkiye de önemli rol oynadı.
Tarihte ilk kez, iki nükleer güç birbirlerine drone ve hava saldırılarının yanı sıra seyir ve balistik füzelerle saldırdı. Eğer amaç Pahalgam’ın intikamını almaksa, Hindistan başarılıydı. Eğer Sindoor Harekatı’nın amacı gelecekteki terörist saldırılara karşı caydırıcılıksa, bunu sağlamak imkansızdır. Caydırıcılık en iyi zamanlarda bile zordur, çünkü düşmanın maliyet-fayda hesaplamalarına dayanır. Güçteki asimetrilere karşın kararlı bir rakip yine de güç kullanmayı seçebilir. Pakistan bağlamında ele alırsak, Pakistan’ın revizyonist hedefleri, ideolojik zihniyeti, yüksek risk toleransı ve ordusunun baskın rolü onu caydırmayı özellikle zorlaştırıyor. Bu durum, konvansiyonel, vekalet veya nükleer olsun, birden fazla saldırı aracına sahip olduğunda özellikle geçerlidir. Pakistan normal bir devlet veya tam olarak sivil bir devlet değildir; güç kullanmanın sonuçlarını başkalarının algıladığı şekilde algılamaz. Hindistan’ın cezalandırıcı saldırılarının yarattığı beklenti yükü gelecekte daha fazla baskı ve izleyici maliyeti yaratacaktır. Hindistan’daki milliyetçiler ve sertlik yanlıları, ateşkesi Pakistan’a karşı kesin bir zaferin eşiğinde Hindistan’ın taktik avantajının teslimi olarak ilan ettiler. Hindistan Ulusal Kongresi gibi merkez sol siyasi partiler dahi, Indira Gandhi’nin 1971’de yaptığı gibi Amerikalılara karşı çıkmadığı için başbakanla alay ettiler.
Zaferin çenesinden yenilgiyi kapmak, bir Hindistan klasiği:
1948: Hindistan, Jammu ve Keşmir sorunlarını BM’ye götürür ve ardından Hindistan Ordusu zafere doğru yürürken ateşkesi kabul eder.
1954: Hindistan, herhangi bir karşılıklılık olmaksızın Tibet’teki sınır dışı haklarından vazgeçer ve “Çin’in Tibet Bölgesi”ni tanır.
1960: Hindistan, Indus Havzası sularının beşte dördünden fazlasını aşağı akıştaki düşmanı Pakistan için iyi niyetli bir şekilde saklı tutan bir anlaşma imzalar.
1966: Hindistan, 1965 savaşını başlatan Pakistan’a son derece stratejik Hacı Pir’i geri verir.
1972: Hindistan, Shimla’da, karşılığında Pakistan’dan hiçbir şey güvence altına almadan müzakere masasında savaş kazanımlarını verir.
2021: Çin’in 2020’de Ladakh’ın kilit sınır bölgelerine gizlice yaptığı tecavüzlerden sonra Hindistan, müzakerelerdeki tek pazarlık kozunu kaybederek stratejik Kailash Tepeleri’ni boşaltır ve ardından bazı Ladakh bölgelerinde Çin tarafından tasarlanan “tampon bölgeler” konusunda anlaşır.
Ve 2025: Hindistan, kendince bir algı ve mantık çerçevesinde, terörist vekiller aracılığıyla Pakistan’ın kırk yıldır süren “bin kesik savaşı”na son vermek için “Sindoor Harekatı”nı başlatır, ancak üç gün sonra herhangi bir net hedefe ulaşamadan durdurur.
Hindistan’ın bu kafa karışıklığı da veya tüm bunların perde arkası da tarihin gizemi olarak kalacaktır…
Mutabakat Nasıl Sağlandı?
Hindistan, Pakistan Punjab’ın Sargodha bölgesindeki Mushaf Askeri Hava Üssü yakınlarında yer alan Kirana Tepeleri Sahası yani Pakistan ordusunun nükleer cephanelik depolama alanının tünel girişine, burayı havaya uçurma niyetiyle değil, yalnızca uyarı amaçlı tasarlanmış hassas bir atışla taarruz gerçekleştirdi. Belki pek çoklarının gözünden kaçmış olabilir, ancak ateşkes yolunda bu gibi hassas caydırıcı hamleler önemli. Bununla beraber, ateşkes için ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun çabaları söz konusu. Ve Pakistan Başbakanı Şerif’in açıkladığı üzere Suudi Arabistan ve Türkiye’nin de çabaları söz konusu. Hindistan önce ateşkesi kabul edebileceğini ABD’ye bildirdi.
Şiddet karşılıklı olarak doruk noktadaydı. Hindistan’ın Sargodha hassas taarruzu zaten önemli bir mesaj veriyordu: Ya bu noktada duracağız ya da işler çığırından çıkacak!..
Pakistan da ateşkes yapabileceğini bildirdi. Ama Hindistan diretti ve Pakistan’ın kendileriyle kontakt kurmasını istiyordu çünkü Pahalgam’ın sorumlusu Pakistan’dı. Biraz tereddüt eden bu arada da birkaç hava saldırısı daha yapan Pakistan tarafı saldırılarına Hindistan’dan saldırılarla yanıt geldiğini ve bunun sonunun olmadığını anladı ve Hindistan’ı aradı.
Hindistan tarafı şöyle diyordu:
“7. sabah, Pakistan’daki terör kamplarını vurduktan sonra, Hindistan tarafı Pakistan’ın Askeri Operasyonlar Direktörü’nü bilgilendirdi. Onlara, terör kamplarını vurduğumuzu, eğer konuşmak isterseniz, konuşmaya hazır olduğumuzu ilettik. Yanıt vermediler. 10 Mayıs’ta Pakistan aradı.”
Hindistan Askeri Operasyonlar Direktörü Korgeneral Rajiv Ghai şöyle diyordu:
“İlk hedefimiz terör kamplarını vurmaktı ve sonraki günlerdeki tüm eylemlerimiz Pakistan Hava Kuvvetleri ve Pakistan Ordusu’nun müdahalelerine ve ihlallerine yanıt olarak gerçekleşti, bu nedenle Pakistan Askeri Operasyonlar Direktörü ile görüşmeye karar verdim.”
Keşmir’in Uluslararasılaşması
Hindistan hükümetinin saldırganlığındaki ani düşüşün nedeni tarihin en büyük gizemi olacak.
Hindistan, üç hedefe de ulaşıldığını söyledi:
- Askeri hedef: Pakistan caydırıldı.
- Politik hedef: Indus Su Anlaşması sınır ötesi terörizme bağlandı.
- Psikolojik hedef: Üstünlük sağlandı.
Şahbaz Şerif’in zafer söylemi ve Hindistan’ın yenildiği ve ateşkes istediği yönündeki Pakistan anlatısı, Batı ve dünya medyasının bazı kesimleri tarafından yankılanan iddialar göz önüne alındığında, Pakistan’ın Hindistan’ın kendisine öğretmek istediği dersi tam olarak özümsemediği sonucuna varılabilir. Uluslararası düzeyde, Hindistan’ın istediği veya memnun olacağı şekilde Pakistan’ın teröre karışması sorunu örtbas edildi ve yük her iki ülkeye de yüklendi ve her iki ülkeye de kısıtlama getirme ve diplomatik bir çözüm bulma zorunluluğu yüklendi. ABD’nin arabuluculuk iddiası, Hindistan’ın arabuluculuğa karşı uzun süredir sürdürdüğü tutumunu zayıflattı. ABD, Hindistan ile Pakistan’ı eşit tutuyor. Bunun bazı sonuçları var. Hindistan ABD’ye güvenebilir mi? Üstelik çatışmanın ortasında IMF, Pakistan’a mali bir kurtarma paketini de onaylıyor… Dolayısıyla şu soru beliriyor: Acaba Hindistan iddia ettiği gibi 1. ve 3. hedeflerine ulaştı mı? 2. hedef, yazıda bir yerlerde zaten açıklandı.
Şahsen, bunun çok önemli olduğunu düşünmüyorum Ancak insanlar ABD’nin Hindistan-Pakistan ateşkesini “arabuluculuk” edip etmediği veya yalnızca açığı kapatıp ikisini konuşmaya teşvik edip etmediği konusunda çok fazla kafa yoracaklar… Trump, Keşmir konusunda bir “çözüm” aramak için Hindistan ve Pakistan’la birlikte çalışacağını söyledi. Bu, onun ilk döneminde, her iki tarafın da istemesi halinde Keşmir konusunda arabuluculuk yapma yönündeki tekliflerinden daha ileri bir adım. Trump’ın yaklaşımı, Hindistan’ın Keşmir’i Hindistan Birliği’nin ayrılmaz bir parçası olarak sınıflandırmak için yıllardır sürdürdüğü diplomatik çabaları sekteye uğratma riski taşıyordu. Hindistan yıllardır Keşmir’in uluslararası gündemden uzak kalmasını sağlamak için çok fazla diplomatik sermaye harcadı. Mevcut sağcı hükümet, onu herhangi bir ikili görüşmeden dahi çıkardı.
Hindistan ve Pakistan’ın 1947’de İngiliz yönetiminden bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana süregelen Keşmir anlaşmazlığı, birçok üçüncü taraf müdahalesine ve arabuluculuk girişimine sahne oldu. Hindistan, Keşmir sorunuyla ilgili ilk Hindistan-Pakistan savaşından kısa bir süre sonra, 1948’de konuyu Birleşmiş Milletler’e iletti. BM Güvenlik Konseyi, diğer şeylerin yanı sıra, bölgenin geleceğini belirlemek için bir plebisit çağrısında bulunan kararlar aldı. Hindistan, Müslüman çoğunluklu bölgenin kendisi açısından olumsuz bir yetkisinden kaygı duyduğu için referandumu düzenlemedi. BM ayrıca, Keşmir konusunda arabuluculuk yapmak üzere Hindistan ve Pakistan için bir komisyon kurdu; bu gelişme, Hindistan ve Pakistan yönetimindeki Keşmir bölgelerini ayıran 700 km uzunluğundaki fiili sınır olan Kontrol Hattı’nın kurulmasına yol açtı. BM, sonraki yıllarda Keşmir sorununa diplomatik bir çözüm bulunması yönündeki çabalarını sürdürdü ancak sonuç alamadı.
1971 savaşının ardından Hindistan ve Pakistan, her iki ülkenin aralarındaki anlaşmazlıkları “ikili müzakereler yoluyla” çözmeyi kabul ettiği Shimla Anlaşması’nı imzaladılar. Bu, Hindistan’ın dış baskıdan kaçınmak için doğrudan görüşmeleri tercih etmesiyle uluslararası arabuluculuktan büyük bir sapmaydı. Shimla Anlaşması, anlaşmazlığın iki taraflı olması ve üçüncü taraf müdahalesi gerektirmemesi temelinde Hindistan’ın Keşmir politikasının temel taşı haline geldi.
Hindistan, Pakistan’ın 1989’dan bu yana Kontrol Hattı’ndan ‘teröristler’ gönderdiğini söylüyor. 1989, Hindistan yönetimindeki Keşmir’de ayrılıkçı hareketlerin hız kazandığı bölge için bir dönüm noktasıydı. Pakistan, Keşmirli isyancıları maddi olarak desteklediği iddialarını reddederken Keşmirlilerin kendi kaderini tayin hakkına manevi desteğini kabul ediyor.
Pakistan, Keşmir sorunu konusunda her zaman uluslararası arabuluculuk isteyen taraftı. Hindistan’ın tavrı, 2019 yılında Hindistan yönetimindeki Keşmir’in siyasi özerkliğini ortadan kaldıran anayasa değişikliğini yapmasıyla sertleşti. Bu adım, Hindistan yönetimindeki Keşmir’i ülkenin Birlik toprağının resmen bir parçası haline getirerek, üçüncü tarafların arabuluculuk yapma olasılığını daha da azalttı.
Son çatışma Hindistan için ters tepti; Hindistan, Pakistan’a karşı caydırıcılık kurmak istiyordu. Bu başarısız oldu. Pakistan’a karşı uluslararası destek istiyordu. Bu da başarısız oldu. Ve en azından kısa vadede, Keşmir yeniden uluslararası radarda.
Trump’ın yaklaşımı Hindistan için dört önemli açıdan hayal kırıklığı yaratıyor:
Hindistan bakış açısından,
Birincisi, kurban ile fail arasında bir eşdeğerlik ima ediyor ve ABD’nin Pakistan’ın sınır ötesi terörizmle bağlantılarına karşı geçmişteki sarsılmaz duruşunu göz ardı ediyor. İkincisi, Pakistan’a kesinlikle hak etmediği bir müzakere çerçevesi sunuyor. Üçüncüsü, teröristlerin açık bir amacı olan Keşmir anlaşmazlığını “uluslararasılaştırıyor”. Dördüncüsü, küresel hayal gücünde Hindistan ve Pakistan’ı “yeniden aynı bağlamda veya eş değerde tutuyor”. Onlarca yıldır, dünya liderleri Hindistan ziyaretlerini Pakistan ziyaretleriyle birleştirmemeye teşvik ediliyordu ve 2000’de Başkan Clinton’dan başlayarak hiçbir ABD Başkanı bunu yapmadı. Bu büyük bir geri adım.
Yani ABD, Hindistan’ı ateşkese arabuluculuk ettiği yönündeki kamuoyu iddialarıyla utandırarak büyüyen Hindistan-ABD bağlarının atmosferini bulandırdı. Hindistan için daha kötüsü, Hindistan ve Pakistan’ı aynı kefeye koydu. Pakistan’ın yalnızca Hindistan ile ilgili olmayan, ABD’ye yönelik olan terörizm sorununu ele alması için hiçbir talepte bulunmadı. ABD, Pahalgam’daki korkunç saldırıya karşı Hindistan’daki ulusal tepkiyi yeterince dikkate almadı. BM tarafından bu kadar çok Pakistanlı örgüt ve bireyin uluslararası terörist ilan edilmesinden dem vuran Hindistan, Amerika’nın askeri boyuta odaklanarak ve kök nedenine odaklanmayarak bu kritik anda Pakistan’a terörizm konusunda neden göz yumulduğunu anlamaya çalışıyor olmalı. Keşmir fiilen uluslararasılaşmış durumda.
Uluslararası sonuçlar açısından görünen tablo şu: Hindistan, ABD’nin iknasıyla Sindoor Operasyonu’nu yalnızca üç dört günlük askeri operasyondan sonra iptal etmeyi kabul ederek, uluslararası ilgiyi iddia ettiği şekliyle Pakistan’ın krizi tetikleyen sınır ötesi terörizmine değil, Keşmir anlaşmazlığına çekti. Trump’ı ele alalım: Sınır ötesi terörün temel sorununa değinmeden, Pakistan’ın hoşnut olacağı şekilde, bir Keşmir “çözümü” için arabuluculuk yapmak istedi. Uluslararası medya kuruluşları da merkezi sorun olarak sınır ötesi terörizmi değil, Keşmir’i vurguladı. Dahası, kesin olmayan veya tamamlanmamış gibi gözüken Sindoor Operasyonu, Hindistan-Pakistan denkliğini yeniden canlandırdı.
Saldırı Pakistan’ın meraklı olduğu ve Hindistan’ın üzüntüsüne yol açan Keşmir sorununa uluslararası ilgi çekmiş olsa da Hindistan, Pakistan’ın artık Keşmir yerine İndus Su Antlaşması’na odaklanmak zorunda kalmasıyla Keşmir’i müzakere masasından ustalıkla kaldırmış olabilir. Anlaşmayı askıya alma gibi tekil bir eylemle Hindistan, Hindistan-Pakistan ilişkilerinde merkezi konu olarak Keşmir’i suyla değiştirmiş olabilir ve böylece ikili angajmanlarının şartlarını değiştirmiş olabilir. Ki Hindistan 1971 Bangladeş kurtuluş savaşından sonra imzalanan 1972 Shimla anlaşmasında benzer bir şey yaptı. Savaş sona erdikten sonra, (1965 savaşından sonrasının aksine) savaş öncesi toprak statüsünü kabul etmeyi reddetti ve böylece Keşmir’deki sınırın adını ateşkes hattından kontrol hattına değiştirdi. Bunu yaparken Hindistan, Keşmir’de üçüncü taraf arabuluculuğunu kabul etmeyi reddetti ve o zamandan beri Jammu ve Keşmir’deki BM gözlemcilerinin varlığını görmezden geldi, çünkü Hindistan argümanına göre BM gözlemcilerinin görevi, artık var olmayan Keşmir’deki ateşkes hattını izlemekti…
Ancak şu çok açıktı: Hindistan’ın yalnız kaldığı gerçeği; savaşta/çatışmada, diplomaside, anlatılar oluşturmada. Hiçbir büyük güç Hindistan’ın yanında açıkça durmadı. Ne Rusya. Ne Amerika. Quad üyesi yoktu, örneğin.
Dizinin üçüncü bölümünde kimin kazandığını tartışacağız.
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1
Görüş
Bir eyaletten fazlası: Alberta’nın ayrılıkçılığı üzerine düşünceler

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kanada’nın batısında, uçsuz bucaksız bozkırları, zengin yeraltı kaynakları ve özellikle petrol ile doğal gaz üretimindeki ağırlığıyla bilinen Alberta eyaleti, son yıllarda federal yönetime karşı yükselen seslerle yeniden gündeme geliyor. Vergi, çevre ve enerji politikaları üzerine yaşanan anlaşmazlıklar, zaman zaman “ayrılalım mı?” sorusunu dahi masaya taşıyor. 2021’de yapılan eşitlik transferleri (equalization payments) referandumu ve özellikle 2025 federal seçim sürecinde alevlenen tartışmalar, bu eğilimlerin artık marjinal bir söylem olmaktan çıkıp toplumun daha geniş kesimleri tarafından da sahiplenildiğini gösteriyor.
Ancak Alberta’daki ayrılıkçı talepleri ve çıkışları yalnızca anlık ve öfkeli tepkiler olarak görmek eksik olur. Bu tepkiler, eyaletin tarihsel, ekonomik, kültürel ve çevresel dinamiklerinin kesişim noktasında gelişen çok katmanlı bir yapının ürünü. Ayrılıkçı söylemin yükselişini anlamak için yalnızca Ottawa’ya yönelik siyasi hoşnutsuzluğa değil; Alberta içinde büyüyen gelir eşitsizliklerine, enerji zenginliğinin toplumun geneline yansımamasına ve yerli halkların sistematik dışlanmasına da bakmak gerekiyor.
Kanada, yaklaşık 10 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ikinci ülkesi. Doğudaki Halifax’tan batıdaki Vancouver’a uçuş süresi 5 ila 6 saat arasında değişiyor. Devasa bir coğrafya bu… Sadece yüzölçümüyle değil, aynı zamanda 10 eyalet ve 3 bölgeden oluşan federal yapısıyla, ekonomik ve kültürel çeşitliliğiyle de dikkat çeken bir ülke. Bu çeşitlilik yalnızca farklı etnik kökenlerden gelen toplulukları değil, aynı zamanda bölgesel kimlikleri ve siyasal yönelimleri de kapsıyor. Alberta’daki ayrılıkçılığı da, bu çok katmanlı yapının bir yansıması olarak düşünmek mümkün.
Son yıllarda bazı siyasi aktörler, Alberta’nın sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da Kanada’nın geri kalanından farklılaştığını savunmaya basladilar. Bu görüşe göre Alberta, bireysel özgürlük, girişimcilik ve düşük vergilendirme gibi değerleri önceleyen, kendine özgü bir siyasal kültür geliştirmiş durumda. İlginçtir ki, 2025 federal seçim sürecinde ayrılıkçılığı destekleyen bazı grupların kullandığı söylemler, Amerika’daki Trumpçı çevrelerle dikkat çekici paralellikler taşıyor. Bu da gösteriyor ki Alberta’daki ayrılıkçılık, artık yalnızca ekonomik değil; ideolojik ve kültürel bir kimlik ifadesine dönüşmüş durumda.
Alberta’da Ayrılık Düşüncesinin Kısa Tarihi
Kanada’da ayrılıkçılık dendiğinde akla gelen ilk örnek uzun yıllar boyunca Quebec oldu. Büyük oranda Fransızca konuşan nüfusu ve farklı tarihsel-kültürel yapısıyla Quebec, 1980 ve 1995’te iki kez bağımsızlık referandumu düzenledi. Özellikle 1995’teki referandum yalnızca %1,2 farkla reddedilmişti. Burada önemli bir farkı vurgulamak gerekiyor: Quebec’te ayrılıkçılık daha çok kültürel kimlik ve anayasal eşitlik talepleri üzerinden şekillenirken, Alberta’daki ayrılıkçılık ekonomik kaynakların paylaşımı, enerji politikaları ve siyasi temsil krizine odaklanıyor.
Alberta’da ayrılma fikri yeni değil. 1930’lu yılların Büyük Buhranı sırasında ekonomik sıkıntılar, halkın tepkisini Ottawa’daki merkezi yönetime yöneltmeye başladı. Bu dönemde iktidara gelen William Aberhart liderliğindeki Social Credit Partisi, eyaletin kendi ekonomik sistemini kurmasını savunuyordu. Merkeze karşı geliştirilen bu tutumlar açıkça “ayrılalım” demese de, Alberta’nın siyasi hafızasında iz bıraktı. (İyi bir Hristiyan olan Aberhart, yalnızca ekonomi politikalarıyla değil, gökyüzüne uzanan ahlak anlayışıyla da hatırlanıyor. Öyle ki, 1960’lara kadar Alberta semalarında uçan ticari uçaklarda, yolcular alkol servisi için eyalet sınırının dışına çıkmayı beklemek zorundaydı. Aberhart’ın etkisi bulutların bile üzerine sinmişti!)
1980’lerde dönemin Başbakanı Pierre Trudeau’nun başlattığı Ulusal Enerji Programı (NEP) Alberta’daki ayrılıkçı eğilimleri yeniden alevlendirdi. Federal hükümetin enerji kaynak ve gelirlerini ulusal ölçekte dengelemeye çalışması, Alberta’da “zenginliğimiz elimizden alınıyor” algısını doğurdu. Bu dönemde başlayan “Trudeau nefreti” bugüne dek canlılığını korudu; Pierre’in oğlu Justin Trudeau da başbakanlığı süresince bu tepkiden fazlasıyla nasibini aldı.
Bu atmosferde, Bati Kanada Konsepti (Western Canada Concept) gibi açıkça ayrılıkçı partiler sahneye çıktı. 2000’li yıllarda Alberta Bağımsızlık Partisi ve Ayrılıkçı Alberta Partisi gibi yapılar ortaya çıksa da geniş bir destek tabanı oluşturamadılar ve marjinal kaldılar.
Ancak 2019 seçimlerinden sonra tablo değişmeye başladı. Alberta’dan Liberal Parti’ye hiç milletvekili çıkmaması, “Ottawa artık bizi temsil etmiyor” söylemini yeniden canlandırdı. 2022’de iktidara gelen Birleşik Muhafazakâr Parti (United Conservative Party – UCP) lideri Danielle Smith, bu eğilimi daha da ileriye taşıdı. Anayasaya uygunluğu tartışmalı olan “Birleşik Kanada İçerisinde Alberta Egemenliği Yasası”nı çıkararak federal yasalara karşı koyma hakkını savundu ve ayrılıkçı söylemi kurumsallaştırmaya başladı.
2023 seçimlerinde UCP yeniden iktidara geldi. Kampanyada “egemenlik” teması ön plana çıkarıldı. Seçimden sonra da özellikle vergi, enerji ve sağlık politikalarında federal hükümete karşı mesafeli bir tutum sürdürüldü. Smith doğrudan bağımsızlığı savunmasa da, onu destekleyen bazı gruplar içinde ayrılık fikri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı.
Bu sürecin zeminini hazırlayan gelişmelerden biri de 2021’de yapılan eşitlik transferleri referandumuydu. Alberta halkının %61,7’si, Anayasa’nın mali eşitliği gözeten 36(2). maddesinin kaldırılmasını destekledi. Bu madde, federal hükümetin eyaletler arasında mali denge ve eşit kamu hizmeti sunumunu gözetmesini öngörüyor. Dönemin eyalet başbakanı Jason Kenney bu sonucu, Ottawa’ya karşı güçlü bir mesaj olarak yorumladı. Bu referandum, ayrılığı doğrudan getirmese de, eyaletin siyasi yöneliminde ciddi bir değişim habercisiydi.
Son olarak, 2025 seçimlerinde Liberallerin yeniden iktidara gelmesi, Alberta’daki güvensizlik duygusunu daha da keskinleştirdi. Seçimin hemen ardından ayrılıkçı söylemler daha görünür hale geldi. Mayıs ayında yayımlanan bir Angus Reid anketine göre, Albertalıların %36’sı Kanada’dan ayrılma yönünde oy vereceğini belirtti. Dahası, %17’si Alberta’nın Amerika’nın 51. eyaleti olmasını desteklediğini söyledi. Bu sonuçlar, yalnızca bir hoşnutsuzluğa değil, aynı zamanda Alberta’da aidiyet, temsil ve yönelim duygusuna dair derin bir tartışmanın varlığına işaret ediyor.
Alberta’nın Petrolü Var, Adil Paylaşım Tartışmalı
Alberta’nın ekonomik yükselişi, 1947’de Leduc’daki büyük petrol keşfiyle başladı. O tarihten bu yana eyalet, Kanada’nın enerji haritasında merkezi bir rol üstleniyor. Bugün Alberta, ülkenin petrol üretiminin yaklaşık %84’ünü gerçekleştiriyor. 2024 verilerine göre eyalette kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) 72.000 Kanada doları civarında. Ancak bu yüksek üretim ve gelir rakamları, geniş halk kesimleri için aynı oranda refah anlamına gelmiyor.
Son on yıla, yani Liberallerin Ottawa’da iktidarda olduğu döneme baktığımızda, sıradan Albertalıların şikâyetlerinde haksız olmadıklarını gösteren pek çok gösterge var. Kanada’nın TÜİK’i (ama biraz daha dürüst ve güvenilir) olan StatsCan verilerine göre Alberta, bu dönemde düşük gelirli nüfus oranındaki artışta ülke genelinde ikinci sıraya yerleşti. Reel ücretlerde, yani enflasyona göre ayarlanmış maaşlarda %10’luk bir düşüş yaşandı. Bu, Kanada’daki en büyük gerileme. Üstelik eyalette asgari ücret, yedi yıldır yerinden kıpırdamadı. Halkın sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimi zorlaştı, elektrik fiyatları, otomotiv sigortası ve okul harçları hızla yükseldi. Alberta bu kalemlerde, diğer tüm eyaletleri geride bırakmış durumda. Toplu taşıma yetersiz, kırsal bölgelerde doktor bulmak giderek güçleşiyor.
Tüm bu tablo, Alberta’da yaşanan ekonomik sıkıntıların federal hükümetin baskısıyla açıklanamayacağını da gösteriyor. Son on yılda petrol üretimi %50’den fazla arttı. TMX boru hattı gibi büyük ölçekli projeler, doğrudan federal bütçeyle finanse edilerek devreye alındı. Üretim arttı, fiyatlar yükseldi. Buna rağmen, bu büyüme istihdam yaratmadı; tam tersine petrol sektöründe 30 binden fazla kişi işini kaybetti. Ücretler düştü, kamu hizmetleri zayıfladı.
Petrol üreticileri ise aynı dönemde 192 milyar dolar gibi rekor düzeyde kâr açıkladılar. Yani Alberta’da değer üretimi sürüyor ama bu değer, eşit bir şekilde paylaşılmıyor. Sorun, dışarıdan dayatılan bir adaletsizlik değil; içeride, servetin paylaşımıyla ilgili derin bir yapısal sorun.
Egemenlik Tartışmalarında Kimin Sesi Eksik?
Alberta’da toprak ve doğal kaynaklar söz konusu olduğunda yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve çevresel adaletsizliklerden de söz etmek gerekir. Bu noktada yerli halkların durumu, son derece hassas bir boyut kazanıyor. Çünkü onlar için toprak ve çevre yalnızca birer ekonomik kaynak değil; kimliklerinin, tarihsel varlıklarının ve kültürel sürekliliklerinin ayrılmaz bir parçası. Toprak, yalnızca üzerinde yaşanılan bir alan değil; atalarla bağ kurulan, kutsal kabul edilen ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken bir yaşam alanı. Dolayısıyla çevresel yıkım ya da enerji projeleri, onlar açısından sadece ekonomik değil, doğrudan varoluşsal bir tehdit.
Alberta’daki yerli topluluklar, tarihsel olarak Kanada devletiyle imzalanan antlaşmalarla tanınmış belirli haklara sahip. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında yapılan Altıncı (Treaty 6), Yedinci (Treaty 7) ve Sekizinci Antlaşmalar (Treaty 8), belirli topraklar karşılığında sağlık, eğitim ve avlanma gibi temel hakları güvence altına almış metinler. Bugün Alberta’nın büyük bir bölgesi bu üç antlaşmanın kapsamına girmekte. Her ne kadar bazı Muhafazakâr çevreler bu hakları sorgulasa ve hatta inkar etse de, yerli halkların bu topraklar üzerinde hem yasal hem de tarihsel olarak güçlü hak iddiaları var.
Ne var ki, Kanada’daki pek çok meselede olduğu gibi, ayrılıkçılık tartışmalarında da yerli halkların konumu çoğu zaman göz ardı ediliyor. Oysa Alberta, bu antlaşmalar kapsamında olan birçok yerli topluluğa ev sahipliği yapmakta. İlk Uluslar Meclisi (Assembly of First Nations) ve birçok yerli lider, Alberta hükümetinin “egemenlik” odaklı söylemlerinde kendilerine yer verilmediğini vurguluyor. Ayrı bir Alberta senaryosunda, bu toplulukların toprak, öz yönetim ve kültürel haklarının nasıl korunacağı sorusu ise oldukca belirsiz. Bu yüzden pek çok yerli örgüt ve sol toplumsal aktör, ayrılıkçılık fikrine mesafeli ve temkinli yaklaşıyor.
Yerli halkların en güçlü endişelerinden biri de çevre meselesi. Birçok yerli lider, Alberta’daki enerji projelerinin hem kendi topraklarına zarar verdiğini hem de geleneksel yaşam biçimlerini tehdit ettiğini açıkça dile getiriyor. Bu nedenle mesele onlar için sadece siyasal temsiliyet değil, aynı zamanda hayatta kalma ve doğayla uyum içinde sürdürülebilir bir yaşam hakkı meselesi…
Zenginlik Yeraltından, Bedel Yeryüzünden
Alberta’nın ekonomik gücünün temelinde, petrol ve doğalgaz üretimi yer alıyor. Ancak bu üretim, sadece ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda ciddi çevresel tahribatları da beraberinde getiriyor. Özellikle kuzey Alberta’daki petrol kumları projeleri, dünyadaki en yoğun karbon salınımı yapan endüstriyel faaliyetler arasında sayılıyor. Ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirlenmesi, hayvan yaşam alanlarının bozulması ve aşırı su tüketimi bu faaliyetlerin doğrudan sonuçları arasinda. Bilim insanları, Alberta’nın mevcut enerji politikalarının, Kanada’nın iklim taahhütlerini yerine getirmesini imkânsız hale getirdiğini defalarca dile getirdiler ve getiriyorlar.
Ne var ki bu çevresel yıkım herkesi eşit biçimde etkilemiyor. Yerli topluluklar başta olmak üzere kırsal bölgelerde yaşayan halk, bu tahribatı hem ekonomik hem yaşamsal düzeyde doğrudan hissediyor. İçme suyuna erişim, sağlığa dair artan riskler, geleneksel avcılık ve balıkçılıkla geçinen toplulukların yaşam alanlarının daralması, mevcut üretim modelinin yol açtığı derin izlerden.
Ayrılıkçılık söylemlerinde sıkça tekrar edilen “doğal kaynaklarımızdan yeterince faydalanamıyoruz” şikâyeti, bu bağlamda oldukça dar bir perspektifi yansıtıyor. Çünkü burada kaynaklardan “faydalanmak”, yalnızca ekonomik kâr üzerinden değerlendiriliyor. Oysa bu üretim sürecinin hem insanlar hem de doğa üzerinde yarattığı tahribat, bu zenginliğin kimler tarafından ve nasıl paylaşıldığı sorusunu da beraberinde getiriyor.
Bu yüzden Alberta’daki toplumsal huzursuzlukları ve ayrılıkçı eğilimleri değerlendirirken, yalnızca siyasi ve ekonomik boyutlara değil, doğayla kurulan bu yıkıcı ilişkiye de dikkat kesilmek gerekiyor. Aksi hâlde tartışmalar sadece para ve kâr üzerinden yürür; yaşamın kendisi görünmez kalır.
Sonuç: Ayrılık Değil, Yüzleşme Zamanı
Bugün Alberta’daki ayrılıkçılık talebi, yalnızca anlık bir öfkenin ürünü değil; uzun süredir derinlerde biriken eşitsizliklerin, kimlik gerilimlerinin ve dışlanmışlık hissinin su yüzüne çıkış biçimlerinden biri.
Ancak bu taleplerin ardına dikkatle bakıldığında, ayrılıkçılığın kendi içinde barındırdığı bazı çelişkiler de yavaş yavaş belirginleşiyor. “Ottawa bizi engelliyor” diyenler, Alberta içinde artan gelir uçurumunu, petrol zenginliğinin bir azınlıkta yoğunlaştığını, kamu hizmetlerine erişimin giderek zorlaştığını ya göz ardı ediyor ya da dile getirmekten kaçınıyor.
Dahası, ayrılıkçı retorik çoğu zaman yerli halkların tarihsel ve hukuki haklarını, doğayla kurdukları yaşamsal bağları ve Alberta topraklarında süregelen çevresel yıkımı da görünmez kılıyor. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan topluluklar, yalnızca siyasi olarak değil, varoluşsal olarak da dışlanıyor. Oysa mesele, yalnızca eyaletin Ottawa ile olan ilişkisi değil; eyaletin kendi içinde kime kulak verdiği, kimi yok saydığı ve kimin pahasına büyüdüğüdür.
Bugün Alberta’da ciddi bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olunduğu inkâr edilemez. Ancak çözüm, ‘dış güçleri’ suçlamaktan değil; içerideki toplumsal eşitsizliklerle yüzleşmekten ve doğayla daha sürdürülebilir bir ilişki kurmaktan geçiyor. Bu nedenle mesele, ayrı bir Alberta kurmak değil; herkesin sesinin duyulduğu, adaletin ve ortak refahın paylaşıldığı bir Alberta’yı mümkün kılma meselesidir.
Görüş
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

27 Mayıs’ta, AB’nin 27 üyesi Avrupa savunma sanayisini güçlendirmeye yönelik büyük bir planı onayladı. Bu, Avrupa’nın savunma politikasının ABD öncülüğündeki NATO sistemine bağımlılıktan uzaklaşıp bağımsızlık ve öz yeterliliğe yöneldiğini gösteriyor. Bu büyük değişim, ay sonunda yapılacak NATO zirvesinde savunma harcamalarının önemli ölçüde artırılmasıyla kısmen onaylanacak. Aynı zamanda, AB’nin hem siyasi lideri hem de ekonomik motoru konumundaki Almanya, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez büyük çapta kalıcı birliklerini yurtdışına konuşlandırıyor. Bu, Almanya’nın uzun süredir benimsediği yurtiçi savunma çizgisinden çıkıp Avrupa savunmasında öncü rol üstlenmeye başladığı anlamına geliyor. Bu üç önemli gelişme, dünyanın tanıdığı Batı bloğunun çözülmekte olduğunu simgeliyor, Avrupa güvenlik yapısının yeniden şekillendiğine işaret ediyor ve Almanya ile Rusya’nın doğrudan çatışmaya sürüklenmesi, hatta Avrupa’nın yeniden büyük çaplı bir savaşa girmesi konusunda uzun vadeli endişeleri tetikliyor.
27 Mayıs’taki Brüksel toplantısında, Avrupa Konseyi, AB tarihinin en iddialı savunma planlarından biri olan “Avrupa Güvenlik Eylemi”ni resmen onayladı; plan 29 Mayıs’ta yürürlüğe girecek. Bu plana göre, AB finans piyasalarından 150 milyar avro toplayacak ve bunu üye ülkelere savunma sanayilerini geliştirmek, askeri teçhizat üretimini artırmak ve genel AB askeri-stratejik kapasitesini iyileştirmek için kredi olarak verecek.
Bu 150 milyar avroluk yatırım sadece ilk adım; kıtanın yeniden silahlanmasına yönelik çok daha büyük bir stratejinin parçası. AB Komisyonu, önümüzdeki on yıl içinde toplamda 800 milyar avro toplama hedefinde. Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, bunu “bir nesilde bir kez görülecek bir an” ve Avrupa’nın stratejik özerkliğe doğru attığı belirleyici bir adım olarak nitelendirdi.
Plan kapsamında, üyeler ortak satın alma yoluyla silah alırken bu krediden faydalanabilecek. Krediden yararlanmak için proje bileşenlerinin en az %65’i AB’den, AB aday veya potansiyel aday ülkelerden ya da AB ile savunma anlaşması imzalamış ülkelerden (Norveç, Birleşik Krallık, Moldova, Ukrayna, İzlanda, İsviçre, Kuzey Makedonya, Arnavutluk ve Asya’dan Japonya, Güney Kore gibi) gelmeli.
Bu, ABD, Türkiye ve İngiltere gibi AB dışı üreticilerin ihalelere sınırlı şekilde katılabileceği anlamına geliyor: her projede en fazla %15, bazı sıkı şartlarla %35. Bu şartlar arasında AB yüklenicileriyle mevcut işbirliği veya iki yıl içinde AB’li yükleniciye geçiş taahhüdü yer alıyor.
AB’nin teknolojik egemenliğini korumak için merkezi bir kurum, üçüncü ülkelerin Avrupa’da üretilen teçhizata uzaktan erişimini engelleyecek. Bu, ABD yazılım şirketlerinin “Avrupa Güvenlik Eylemi” kapsamında geliştirilen insansız hava araçlarına katılımını sınırlandıracak. Ayrıca, ölçek ekonomisini artırmak, birlikte çalışabilirliği geliştirmek ve savunma sanayiinin parçalanmasını önlemek amacıyla, krediden yararlanmak için en az iki ülkenin ortak alım yapması gerekiyor. İstisnai durumlarda tek ülke de alım yapabiliyor.
İlk 150 milyar avro; top mermisi, füze, İHA, hava savunma sistemi, askeri nakliye uçağı, siber savunma ve yapay zekâya yönlendirilecek. Analistler, bu önceliğin, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle tükenen AB konvansiyonel silah stoklarını yenilemeye ve Ukrayna’nın savaş kabiliyetini desteklemeye yönelik olduğunu düşünüyor.
AB’nin bu büyük savunma bütçesi, dünyadaki tarihi değişimlere verilen kaçınılmaz bir yanıt; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücünü artırmaya yönelik önemli bir adım. Aynı zamanda Trump döneminin izolasyoncu ABD’si ile Avrupa arasındaki uzaklaşmanın da sonucu. AB liderleri, ABD’nin Rusya ile barış arayışı bahanesiyle Ukrayna’yı ve Avrupa’yı terk ettiğine inanıyor. Artık ABD’ye güvenemeyeceklerini, hatta olası bir Avrupa savaşı durumunda ABD’nin eskisi gibi kurtarıcı olmayacağını düşünüyorlar.
Buna paralel olarak, NATO Genel Sekreteri Rutte, 24–25 Haziran’da yapılacak NATO zirvesinde üyelerin 2032’ye kadar savunma harcamalarını GSYH’nin %3,5’i düzeyine çıkarması ve buna ek olarak %1,5 savaşla ilişkili harcamalar yapması konusunda anlaşmasını umuyor. Bu toplamda GSYH’nin %5’i demek—bu, ABD’nin uzun süredir talep ettiği %2 hedefinin iki katı. ABD, Kanada ve Türkiye hariç tüm NATO üyeleri Avrupa’da bulunduğundan, bu yük Avrupa’nın omuzlarında olacak ve ABD’nin bir gün NATO’dan tamamen çekilmesine karşı hazırlık anlamına geliyor.
Trump’ın ilk döneminde ABD, bazı Avrupa ülkelerini %2’ye ulaşmaları için NATO’yu dağıtmakla tehdit etmişti. İkinci döneminde ise bu oranı %5’e çıkarma baskısı arttı. Yeni Genel Sekreter Rutte’nin arabuluculuğuyla NATO dışişleri bakanları 14 Mayıs’ta bu yeni hedefi ilk kez tartıştı ve “%3,5 + %1,5” şeklinde bir uzlaşmaya vardı: İlki silahlı kuvvetler için, ikincisi savaşla ilgili altyapılar için. Bu, Avrupa NATO üyelerinin askeri harcamalarının 2024’teki 476 milyar dolardan 7 yıl içinde 1,15 trilyon dolara çıkması anlamına geliyor. En güçlü ekonomi olan Almanya’nın savunma bütçesi 52 milyar avrodan 215 milyar avroya çıkarılacak.
NATO Askeri Harcamalarının İki Katına Çıkması, Yalnızca Trump Yönetiminin Doğrudan Baskısından Kaynaklanmıyor, Aksine ABD’nin Yükü Kaydırmasının Yarattığı “Avrupa Paniğinin” Sonucu
NATO’nun askeri harcamalarının iki katına çıkması, açıkça sadece Trump yönetiminin doğrudan baskısının sonucu değil; asıl olarak ABD’nin üzerindeki yükü başkalarına kaydırması ve kendi görevini yerine getirmemesinin tetiklediği “Avrupa paniği”nin bir sonucudur. NATO’nun Avrupa’daki ortakları isteksiz olsalar da kaotik bir gerçeklik ve belirsiz bir gelecekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Dünya düzeninde büyük değişimlerin yaşanması yadsınamaz bir tarihsel süreçtir; ABD’nin gücündeki düşüş ve liderlik isteğinin azalması giderek güçlenen bir eğilimdir; Rusya’nın jeopolitik baskısı ise hem yakın hem de uzun sürelidir. Bu üç faktör, Avrupa’nın stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma öz yeterliliği yönündeki adımlarını, ideal ve slogandan bilinçli ve gönüllü stratejik tercihlere dönüştürmüştür.
Avrupa’nın savunma gücünü güçlendirmesinin üçüncü göstergesi olan ve en güçlü AB üyesi ve NATO Avrupa ortağı olan Almanya, askeri yapılanma, özerklik ve duruş açısından yeni ve tarihi adımlar atmış; II. Dünya Savaşı sonrası ilk kez zırhlı birliği tamamen yeniden yapılandırarak yurtdışına kalıcı olarak konuşlandırmak gibi çarpıcı bir adım atmıştır.
22 Mayıs’ta Almanya Federal Ordusu’nun 45. Zırhlı Tugayı, Baltık’taki NATO müttefiki ve “ön cephe ülkelerinden” biri olan Litvanya’ya resmen konuşlandırıldı. Bu tugay, özel olarak yurtdışı muharebeleri için kurulan mekanize bir birlik olup yaklaşık 5000 askerlik tam teşkilata sahiptir ve 2027’ye kadar tamamen konuşlandırılması beklenmektedir. Litvanya’nın başkenti Vilnius yakınındaki Rukla Askeri Üssü’nde konuşlanacak olan birlik, Rusya’nın müttefiki olan Belarus’a sadece 20 kilometre mesafededir. Litvanya, Belarus ve Rusya’nın Baltık bölgesindeki Kaliningrad toprağı ile sınır komşusudur; Litvanya ile Polonya’yı birbirine bağlayan Suwałki Koridoru ise NATO’nun doğu kanadındaki en zayıf savunma noktası olarak kabul edilmektedir.
Almanya Başbakanı Merz, tugayın açılış töreninde yaptığı açıklamada, bu adımın Almanya Federal Ordusu’nun “yeni bir döneme girdiğini” gösterdiğini ve “NATO’nun doğu kanadının savunmasını kendi ellerimize aldığımızı” belirtti. NATO’nun kolektif savunmasına olan bağlılığını yineleyen Merz, Almanya’nın sorumluluk üstleneceğini ve “Avrupalı müttefikleri hayal kırıklığına uğratmayacağını” söyledi. Litvanya Cumhurbaşkanı Nausėda, Almanya’nın bu hamlesini NATO güvenlik yapısı ve Avrupa açısından “kilometre taşı” olarak değerlendirdi. 26’sında Merz, Almanya ve müttefiklerinin artık Ukrayna’ya sağlanan silahların menzilini sınırlamayacaklarını açıkladı. 28’inde ise Almanya, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy’e uzun menzilli füze sistemleri geliştirme konusunda yardım sözü verdi.
Almanya’nın zırhlı birliklerini sınıra yakın konuşlandırması, ABD, İngiltere ve Fransa’yı takip ederek Ukrayna’ya sağlanan füzelerdeki menzil sınırını kaldırması ve uzun menzilli füzeler konusunda Ukrayna’ya destek vermesi üzerine, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov 28 Mayıs’ta Almanya’yı iki dünya savaşının hatalarını tekrarlamaması konusunda açıkça uyardı. Lavrov, “Almanya’nın savaşa doğrudan karıştığı açık; bu, geçen yüzyılda iki kez çöküşe götüren aynı yolda ilerlediğini gösteriyor,” dedi. Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev de, Almanya’nın ekipman ve uzmanlarının Rusya’ya karşı yürütülen operasyonlara doğrudan katıldığını belirterek, Almanya’nın fiilen Ukrayna çatışmasının tarafı ve Rusya’nın yeniden düşmanı haline geldiğini söyledi.
21 Mart’ta, Almanya Federal Meclisi 500 milyar avroluk bir mali paket onayladı. Bu, Almanya’nın uzun süredir uyguladığı “borç freni” merkezli mali disiplin politikasından vazgeçtiği anlamına geliyor. Bu paket, hükümete savunma ve altyapı yatırımları için büyük çaplı borçlanma imkânı tanıyor. Alman parlamentosu, savunma ve siber güvenlik harcamalarına yönelik anayasal kısıtlamaları kaldırarak Anayasa’da değişiklik yaptı. 2025 savunma bütçesine 100 milyar avro eklenmesi planlanıyor; önümüzdeki 10 yılda toplam savunma harcamaları 1 trilyon avroya ulaşabilir. Bu bütçe, Almanya’nın teknolojik açıdan geri kalmış olan savunma teçhizatını modernize etmek ve savunma gücünü, savaş kabiliyetini ciddi oranda artırmak için kullanılacak. Reuters’ın haberine göre NATO ayrıca Almanya’dan yaklaşık 40.000 askerlik yedi yeni tugay daha tahsis etmesini isteyecek. Bu sayede Rusya’ya karşı savunmada toplam birlik sayısı 35 ila 50 tugaya ulaşacak. Sadece bu hedef bile Almanya’nın mevcut hava savunma kapasitesini dört katına çıkarmasını gerektirecek.
Merkz Göreve Geldikten Sonra NATO-Rusya Cephe Hattına Asker Gönderdi: Tarihsel Endişeleri Artıran Adımlar
Merkz göreve geldikten hemen sonra NATO ile Rusya’nın karşı karşıya geldiği cephe bölgelerine asker sevk etme kararı aldı ve Ukrayna’nın Batı silahlarıyla Rus topraklarını vurmasına izin vereceğine dair açıklamalar yaptı. Bu tür eylem ve söylemler, sadece Almanya, Avrupa ve hatta NATO ile Rusya arasındaki askeri gerilimi artırmakla kalmıyor; aynı zamanda iki dünya savaşının acı hatıralarını—özellikle Almanya ile Rusya’nın Finlandiya Körfezi ve Baltık Denizi üzerindeki etki alanı için savaşa tutuştuğu trajik dersleri—canlandırma riski taşıyor.
Almanya, her iki dünya savaşının da çıkış noktasıydı. II. Dünya Savaşı sonrası toprakları parçalandı, militarizm ve Nazi ideolojisi kökten tasfiye edildi. ABD uzun yıllar boyunca Almanya’da ağır askeri varlık bulundurarak stratejik baskı uyguladı ve Almanya’yı NATO’nun kolektif savunma sistemine entegre etti; böylece Avrupa’da uzun süreli barış ve güvenlik sağlandı. İki dünya savaşının derslerinden hareketle, Almanya savaş sonrası dönemde düşük düzeyde silahlanmaya gitti, bağımsız bir askeri sanayi üretim sistemine sahip olmadı ve dış politikasında uzun süre pasifist bir çizgi izledi.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin stratejik geri çekilmesi ve askeri odağını Asya-Pasifik’e kaydırması, ayrıca İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla birlikte, giderek güçlenen Almanya hem Fransa ile birlikte AB’nin “siyasi ikilisi”nden biri haline geldi, hem de AB’nin benzersiz ekonomik motoru oldu. Almanya’nın büyük güç olarak konumu gittikçe yükselirken, Avrupa’nın stratejik özerkliği, diplomatik bağımsızlığı ve savunma gücü inşasındaki rolü ve farkındalığı da artmaktadır. Almanya’nın tek başına yeni bir Avrupa savaşı başlatması muhtemel olmasa da, Ukrayna’yı savunarak Avrupa savunma bağımsızlığını sağlamaya yönelik iradesi gittikçe güçleniyor ve bu da Rusya ile ilişkilerde daha fazla gerginlik ve barut kokusu yaratıyor. Eğer Merz hükümeti mevcut çizgide daha da ileri giderse, Rusya ile sıcak çatışma ihtimali dışlanamaz. Almanya ile Rusya arasında bir savaş durumu ortaya çıkarsa, NATO’nun kolektif savunmayı düzenleyen 5. maddesi devreye girecek ve tüm NATO’nun Rusya ile bir dünya savaşına sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır.
Avrupa ve Almanya uzmanı ünlü akademisyen Profesör Jiang Feng, bir zamanlar şöyle demişti: “Geçmişte ortaya çıkan ‘kültürle ikna’ fikri, Avrupa’nın uluslararası siyasete katkısıydı; ancak bugün bu neredeyse tamamen unutuldu. Yerine ise dış politika ve güvenlik politikalarının askerileşmesi eğilimi geçti. Bu eğilim artık Avrupa ve Almanya’daki siyasi tartışmaların merkezine yerleşti… Alman diplomasisinin cesarete ihtiyacı var; Kant’ın ‘ebedi barış’ vizyonuna bu çağda uygun yeni bir düşünsel alan açılmalı. Daha fazla silah ve daha büyük tatbikatlarla daha fazla güvenlik ve barış yaratmaya çalışmak, tam tersi sonuçlar doğurabilir.”
“Trump 2.0”ın sarsıcı etkisi karşısında, umutsuz Avrupa sanki “Amerikasız bir çağ”a doğru geri dönüşü olmayan bir şekilde ilerliyor; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücü üzerinden “Avrupa yolu”na yöneliyor. Avrupa, uzun süredir faydalandığı “ABD gölgesinde barış” dönemini terk etmeye hazırlanıyor; bunun yerine, Avrupa ile Rusya’nın oluşturduğu “yeni kıta”yı şekillendirmeyi ve yerle bir olmuş Ukrayna’yı onarıp onu “yeni Batı”nın bir parçası haline getirmeyi hedefliyor. Ancak bu hedef, gerçeklikten oldukça kopuk; bu nedenle yeni ve dengeli bir çözüm yolu aranmalıdır.
İki kez dünya savaşına neden olmuş ve iki kez yıkımı yaşamış Almanya da yeni bir yol ayrımında duruyor: NATO ittifakını genişleterek Rusya ile uzun süreli stratejik cepheleşmeyi mi sürdürecek, yoksa zamanında geri adım atarak Rusya ile kapsamlı bir barış mı tesis edecek? Kalıcı barış, kapsamlı güvenlik ve ortak refaha dayalı bir Avrupa’yı birlikte mi inşa edecek? Bu sadece Merz hükümetinin siyasi iradesini ve stratejik manevra kabiliyetini değil, aynı zamanda tarihsel muhakemesini ve bilgece karar alma becerisini de sınayacak.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Çekya’da komünizme hapis cezası: Yeni düzenlemede neler var?

Çekya Temsilciler Meclisi, Ceza Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle Nazizm ve Komünizmi ‘insan haklarını ve özgürlükleri bastırmayı amaçlayan ideolojiler’ arasında sayarak, bu ideolojilerin ‘teşvik edilmesini’ suç kapsamına aldı.
30 Mayıs’ta kabul edilen yasa değişikliği, mecliste bulunan 160 milletvekilinden 86’sının oyuyla geçti; karşı oy ise kullanılmadı.
Yasa, Senato ve Cumhurbaşkanı’nın onayını alması halinde 2026 yılında yürürlüğe girecek.
Yasa tam olarak ne diyor?
Ceza Kanunu’ndaki değişikliklere göre, ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketin kurulması, desteklenmesi ve propagandası’ için bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası öngörülürken, bu ‘suçun’ basın, film, televizyon, internet üzerinden, organize bir grubun üyesi olarak işlenmesi ve devletin tehdit altında veya savaş halinde olduğu bir zamanda işlenmesi halinde ceza üç yıldan on yıla kadar hapis cezasına çıkacak.
Suç tanımlamasında ‘organize bir şekilde’ ifadelerinin geçmesi siyasi parti organizasyonunu, ‘devletin tehdit altında olması’ ise Rusya-Ukrayna savaşını akıllara getiriyor.
Yasa ayrıca, ‘logolar, bayraklar, rozetler, üniformalar ve bunların parçaları, sloganlar, ifadeler, açıklamalar, selamlaşma şekilleri, liderler veya bu hareketin liderlerinin konuşmalarını tasvir eden semboller’ yoluyla ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketi propagandaya yönelik eserlerin yayılmasını’ veya satılmasını da üç yıla kadar hapis, para cezası veya malın müsaderesi (el konması) ile cezalandıracak.
Yasanın doğrudan komünizmle ilgili kısmı ise şu ifadelerle aktarılmış:
“Kim Nazizm, Komünizm veya başka bir insanlığa karşı işlenen suçu, savaş suçunu veya barışa karşı suçu alenen inkar eder, şüpheye düşürür, onaylar ya da haklı göstermeye çalışırsa, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Yasadaki tek ‘cezasızlık’ şartı ise, bu simgelerin eğitim, araştırma, sanat, güncel veya tarihî olaylar hakkında haber verme amacı taşıması. Yasa metninde bulanık ifadelerle aktarılsa da, komünizm sembollerinin propaganda mı yoksa haber verme amacı mı taşıdığına, muhtemelen o simgeleri kimin kullandığına göre karar verilecek.
Yasanın söz konusu ‘bulanık’ ifadeleri, ülke genelinde bir hukuk tartışması başlatmış durumda. Zira, ülkede komünist semboller yasaklanırken, tam olarak bu simgeleri kullanan dikkat çekici bir siyasi parti bulunuyor: Bohemya ve Moravya Komünist Partisi (KSČM).
Çekya’da aktif bir komünist partinin bulunması ise, “Tasarı partinin kapatılmasıyla” sonuçlanabilir mi?” sorusunu gündeme getirdi. Komünistler ise, söz konusu tasarının tam olarak KSCM’yi engelleme amacı taşıdığı görüşünde.
Komünistler ve ‘Yeter!’ hareketi
Çekya’da komünistler, Ekim ayında düzenlenecek 2025 Çekya parlamento seçimlerine “Stačilo!” (Yeter!) adlı yeni bir siyasi oluşum çatısı altında katılmayı planlıyor. ‘Yeter’ hareketi, komünist partinin yanı sıra Birleşik Demokratlar – Bağımsızlar Birliği (SD-SN) ve Çek Ulusal Sosyalist Partisi (CSNS) gibi diğer sol eğilimli partilerin üyelerini de içeren bir çatı örgütü.
2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde bir seçim koalisyonu olarak kurulan bu yapı, 10 Ekim 2024’te resmi olarak siyasi parti statüsüne kavuşmuştur. Hareketin tek bir siyasi parti formuna bürünmesinin nedeni ise, seçimlerde koalisyonlara uygulanan yüzde 11’lik seçim barajı yerine, partilere uygulanan yüzde 5’lik barajdan yararlanabilmek.
Komünist Parti kapatılabilir mi?
Anayasa hukuku uzmanı Ondřej Preuss, Çek medyasına yaptığı açıklamada, tasarının tek başına komünist partinin kapatılmasına yetmeyeceği görüşünde.
“Bir yanda komünist hareketlerin propagandası yasaklanıyor, öte yandan bu ismi taşıyan bir parti hâlâ faaliyet gösteriyor ve hatta Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyor.” Preuss, bir siyasi partinin kapatılması için Ceza Kanunu’ndaki değişikliğin yeterli olmadığını, bunun için hükümetin girişimiyle Yüksek İdare Mahkemesi’nin kararının gerekli olduğunu ifade ediyor.
Komünistler ise, yasa değişikliğine sert tepki gösterdi. KSČM sözcüsü ve “Yeter!” hareketinin adayı Roman Roun, bunun tamamen seçim öncesi bilinçli bir saldırı olduğunu belirterek, “Bize karşı yoğun bir baskı var. Her şey seçimden hemen önce bir araya geldi. Amaç bizi itibarsızlaştırmak” ifadelerini kullandı.
Tasarıyla birlikte yasaklanan ‘orak çekiç’, KSČM’nin resmi logosunda bulunmasa da, çeşitli etkinliklerde sıkça kullanılan bir simge.
Partinin önde gelen isimlerinden ve Sovyet devriminin öncüsü Vladimir Lenin’e yazdığı şiir nedeniyle gündeme gelen Petra Prokšanová ise, tasarıya “Bizi susturmaya çalışanlar, bunu en son Naziler döneminde denedi. Ancak o zaman da komünistler direndi ve Nazizm yenilgiye uğradı” ifadeleriyle tepki gösterdi.
Yasa ne anlama geliyor?
Çekya’da komünist sembollerin yasaklanması, yalnızca iç hukuk düzenlemesinden daha fazlası. Bu yasa aynı zamanda, Avrupa’nın kökleşmiş ideolojik antikomünist reflekslerinin güncel bir yansıması olarak kabul edilebilir.
Avrupa’da uzun yıllardır komünizm, tıpkı nazizm gibi otoriter ve totaliter bir tehdit olarak görüldü. Rusya-Ukrayna Savaşı ise bu refleksleri daha da güçlendirdi. Avrupa ülkeleri, Putin yönetimini Sovyetler’in devamı gibi algılamaya başladı. Hatta, Rusya lideri Vladimir Putin’in ‘Sovyetler’i yeniden kurmaya çalıştığı’ gibi iddialar dahi gündeme geldi.
Bu algı, yalnızca Rusya’ya karşı değil, Rusya’yla tarihsel ve politik düzlemde benzerlik taşıdığı düşünülen akımlara karşı da bir savunma hattı örülmesine yol açtı. Çekya yasasında yer alan ‘tehdit altındaki durum’ ya da ‘savaş hali’ gibi muğlak ifadeler de, bu refleksin hukuki dile yansımasından ibaret.
Her ne kadar yasa doğrudan Komünist Partinin kapatılmasını hedeflemese de, bu tür yasaklar komünist/sosyalist hareketlerin faaliyetlerini büyük ölçüde kısıtlayacak.
Özellikle de Ukrayna savaşına karşı çıkan ve NATO politikalarını eleştiren bir çizgide duran komünist hareketler için, bu düzenleme doğrudan bir susturma girişimi niteliğinde. Açıktan komünizm propagandası yapan KSČM’nin, Ukrayna’da savaşın temel nedenlerinden birinin NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve ABD’nin müdahaleci politikaları olduğunu savunması, kendini ‘Rus tehdidi altında’ hisseden sağ hükümet tarafından bir ‘bilgilendirme’ olarak mı, yoksa ‘komünist propaganda’ olarak mı tanımlanacak?
Dolayısıyla, Avrupa’da komünist sembollere yönelik yasaklar, komünizmin temsil ettiği değerler kadar, güncel siyasete de müdahale edilmeye çalışıldığını gösteriyor.
-
Görüş2 hafta önce
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?
-
Asya5 gün önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını1 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Avrupa2 hafta önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor
-
Rusya2 hafta önce
Ukrayna’dan Rus stratejik bombardıman üslerine kamyonlardan kalkan İHA’larla saldırı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya ve Ukrayna heyetleri tekrar İstanbul’da: Masada neler var?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’
-
Söyleşi2 hafta önce
Ulrike Guerot: Avrupalılar olarak bu küçücük Batı’da kalmak istiyor muyuz?