Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Batı Husileri nasıl durdurabilir?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale ABD liderliğindeki Batı’nın, her biri Batı açısından olumsuz sonuçlar doğuracak üç seçeneği olduğunu söylüyor. Foreign Policy’de yayınlanan makaleye göre, ilk seçenek maliyetleri artıracak nakliye güzergahını değiştirmek; ikincisi savaşın bölgeye yayılmasıyla sonuçlanabilecek Husileri kaynağında vurmak sonuncusu ise ABD liderliğinde kurulan deniz görev gücünü genişletmek. Ancak bu genişlemenin Çin ile mümkün olabileceğini savunan makale bununda Batı açısından bir ikilem yarattığı görüşünde olan makale, “Küreselleşmenin, büyük ölçüde deniz ticaretine ve Çin’e bağlı olduğu gerçeği ile deniz gücünün hızla merkezileştiği jeopolitik rekabet gerçeği arasında derinleşen bir çelişki var” çıkarımında bulunuyor:

***

Batı’nın Husi Saldırılarıyla Mücadelede 3 Seçeneği

Küresel ekonominin en önemli atardamarlarından biri tehlikede.

Bruce Jones

Kızıldeniz tarihin en çekişmeli su kütlesi olabilir. Portekizlilerin Asya’ya giden deniz yolunu aramasından Soğuk Savaş’a kadar en az 500 yıl boyunca imparatorlukların ya da büyük güçlerin rekabet alanı oldu. Asya ve Avrupa arasındaki en önemli ticaret bağlantısı olmaya devam ediyor. Dünyanın en önemli geçiş noktası olarak Kuzey çıkışındaki Süveyş Kanalı, yerini Singapur Boğazı’na bıraksa da hâlâ ikinci en hayati öneme sahip; küresel konteyner gemisi trafiğinin yüzde 30’u bu kanaldan geçiyor. Amerika Birleşik Devletleri için yarı römork kamyonlar neyse küreselleşme için de konteyner gemileri odur; ticaretin beygirleri. Ve burada önemli enerji akışları var: ABD Enerji Bilgi İdaresi’ne göre Bab el-Mendeb’den (Kızıldeniz’in güney girişi) her gün 7,1 milyon varil petrol ve 4,5 milyar fit küp doğal gaz geçiyor.

Dolayısıyla Husi güçlerinin son günlerde “İsrail” gemilerine yönelik saldırıları büyük bir kesinti yaratma potansiyeli taşıyor. “İsrailli” ifadesi tırnak içinde çünkü ticari gemicilik mülkiyeti karmaşık ve şeffaf değil: Gemi mülkiyeti, gemi işletmesi ve tescil bayrağı genellikle farklılık gösteriyor ve hiçbirinin gemideki kargonun mülkiyeti veya varış yeri ya da mürettebatın uyruğu üzerinde herhangi bir etkisi yok. Dahası, Husi saldırıları, İsrail’le bağlantılı gemileri hedef alan yarı hedefli saldırılardan hızla daha gelişigüzel saldırılara dönüştü. MSC, Maersk, Hapag-Lloyd ve Cosco gibi dünyanın en önemli konteyner taşımacılığı firmaları can kaybı ya da hasar korkusuyla bu sulara gemi göndermeyi durdurdu.

ABD liderliğindeki yeni görev gücü, ticari deniz taşımacılığını Husi saldırılarına karşı koruyacak bir deniz koalisyonu olan Refah Muhafızı Operasyonu adını taşıyor. Bu operasyon, Bahreyn’de faaliyet gösteren korsanlık ve terörle mücadele deniz koalisyonu (açık ara dünyanın en büyüğü) olan Birleşik Deniz Kuvvetleri adlı daha önceden var olan bir mekanizmanın himayesi altında faaliyet gösterecek. Şu ana kadar dokuz ülke resmi olarak katıldı (bazıları çok mütevazı katkılarda bulunsa da – örneğin Kanada üç personel subayı gönderiyor ve henüz gemi göndermiyor); diğerlerinin de sessizce katılmayı ya da katkıda bulunmayı kabul ettiğine dair haberler var. Burada çok fazla çıkarı olan Hindistan (özellikle de büyük ticari hatların mürettebatı arasında orantısız sayıda Hint vatandaşı olması nedeniyle) koalisyonun bir parçası değil ancak bağımsız olarak çabaya iki gemiyle katkıda bulunuyor.

Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa’nın Kızıldeniz’e güç göstermek için uzun zamandır Cibuti’de üsleri var, son zamanlarda Japonya ve Çin de onlara katıldı ve Avrupa Birliği, yakındaki Aden Körfezi’ndeki ticareti koruma amacıyla kurulan korsanlıkla mücadele görev gücü olan Atalanta Operasyonu’nu desteklemek için Fransız üssünde faaliyet gösteriyor (aynı misyona sahip ABD liderliğindeki Birleşik Görev Gücü 151 ile birlikte). Ancak bu çatışma şaşırtıcı derecede asimetrik bir mücadele. Husiler bir avuç füze ve insansız hava aracıyla küresel ekonominin en önemli arterlerinden birini riske atmayı başardılar.

Bu asimetri, tartışmaların bir kısmının gemileri savunmak için kullanılan füzelerin maliyetine karşı insansız hava araçlarının maliyetine odaklanmasına neden oldu. Bu yanlış bir ölçüt. Doğru hesaplama füzenin maliyetine karşı hedefin maliyetidir. Bir insansız hava aracı saldırısı başarılı olursa, değeri 50 milyon dolardan fazla olan ve muhtemelen 500 milyon dolar civarında ticari mal taşıyan bir gemiyi mahvedebilir ve bazı durumlarda bu miktarları kabaca ikiye katlayabilir.

Hacmin asıl sorunu ise farklı. Bu operasyonlar için kullanılan başlıca gemiler -ABD için Arleigh Burke sınıfı muhripler; Birleşik Krallık için Daring sınıfı- insansız hava araçlarını ya da füzeleri vurmaya yarayan yaklaşık 60 füzeden oluşan bir cephanelikle seyrediyor. (Cephanelerini tamamlayan başka tür füzeler de taşıyorlar, ancak bu savaşla ilgili değil). Husilerin saldırılarının hızına bakılırsa, tek bir gemi ilgili silahlarını birkaç hafta içinde tüketir ve rotasyona tabi tutulması gerekir; bu füzeleri denizde yenilemenin bir yolu yok. Eğer Husiler saldırılarına hız kesmeden devam eder ve sürekli insansız hava aracı ve füze tedarik ederse (ki bu muhtemel görünüyor), gemilerin uzakta faaliyet yürütmesinin maliyeti ile birlikte bir deniz eskortu operasyonunu sürdürmenin maliyeti hızla on milyarlarca dolara yükselecektir.

Batı’nın önünde, hepsi de ciddi dezavantajlara sahip üç seçenek var.

Birincisi, nakliyeyi yeniden yönlendirmek. Şimdilik, görev gücü oluşturulana kadar, nakliyeciler rotalarını Kızıldeniz’den Afrika’nın güneyindeki Ümit Burnu çevresindeki uzun güzergaha kaydırıyor. Bu daha önce de yapılmıştı. 1960’ların sonu ve 70’lerin başında Arap-İsrail savaşları sonucunda Süveyş Kanalı kapatılmıştı. Ancak o zamanki küresel ticaret, şimdiki küresel ticaretin çok küçük bir kısmıydı. Ümit Burnu üzerinden yeniden yönlendirme, Asya limanlarından Avrupa limanlarına transit süresini (ve yakıt maliyetini) kabaca yüzde 60 artıracak, bu, yalnızca bu maliyetleri tüketicilere yansıtacak olan nakliyecilerin maliyetlerini artırmakla kalmayacak, daha da önemlisi küresel tam zamanında imalatı da sekteye uğratacak. Bu bir ya da iki hafta için kabul edilebilir bir seçenek olsa da daha uzun sürmesi halinde küresel deniz bazlı tedarik zincirlerinde önemli bir aksamaya yol açacak.

İkinci olarak, silahları ortadan kaldırmak ya da saldırıları caydırmak için füze ve insansız hava araçlarına kaynağında saldırmak. ABD Başkanı Joe Biden’ın henüz bu yönde bir yetki vermemiş olması şimdiden eleştiri yağmuruna tutuluyor. Söylemesi kolay ama başarması o kadar kolay değil. Husi güçlerinin hem kendilerini hem de insansız hava araçları ve füze stoklarını ABD hedeflerinden saklamaları çok zor olmayacaktır, bu nedenle yakın sulardaki iki ABD uçak gemisi saldırı grubundan yapılacak herhangi bir saldırının oldukça geniş kapsamlı olması gerekecek ve bu durumda bile cephaneleri gözden kaçırması muhtemeldir. Husilerin başlıca destekçisi olan İran bu şekilde caydırılabilir mi? Bunun nasıl ve neden olacağı belli değil; İran’ın Kızıldeniz’de “Batı’yı” taciz etme “kazanımı” için Husilerin önemli kayıplar vermesine izin vereceği kesin. İran’ın kendisine saldırmak bir sonraki mantıklı adım ve gerekli olabilir, ancak İsrail Lübnan’la olan kuzey sınırında Hizbullah’ın füze tehdidiyle boğuşurken bu da kendi başına büyük bir tırmanma riski taşır.

Üçüncüsü, koalisyonu genişletmek. Şu ana kadar Almanya, bazı eleştirilere rağmen haklı olarak, koalisyona katılmadı. Rusların denizaltı kaslarını geliştirdiği Kuzey Avrupa sularında Almanya’nın mütevazı donanmasına yönelik talepler artıyor. Avustralya’dan da katılması istendi ancak Avustralya mütevazı donanma kapasitesinin Batı Pasifik’te daha iyi kullanılabileceği yönünde karşı argüman sundu. Japonya, özellikle Cibuti’de bir üssü olduğu için katkıda bulunabilir. Bir diğer potansiyel katılımcı ise yakınlarda üssü bulunan ve Hint Okyanusu’ndaki korsanlıkla mücadele operasyonlarına katkıda bulunma konusunda uzun bir geçmişe sahip olan Çin. Yine de burada Batı için bir ikilem var: Batılı güçler (a) Çin’in en büyük kaynağı ve tartışmasız birincil faydalanıcısı olduğu küresel deniz ticaretini korumanın bedelini ödemeyi mi yoksa (b) Çin’in deniz gücünü açık denizlere taşıma konusunda artan kapasitesini kolaylaştırmaya yardımcı olmayı mı tercih ediyor?

Tüm olay bu noktayı vurguluyor: Küreselleşmenin, büyük ölçüde deniz ticaretine ve Çin’e bağlı olduğu gerçeği ile deniz gücünün hızla merkezileştiği jeopolitik rekabet gerçeği arasında derinleşen bir çelişki var. Kızıldeniz’de gerilim ve kötü seçenekler çoğalıyor; ancak bunlar aynı zamanda önümüzdeki daha zorlu seçimlerin ve çalkantılı sularda ilerlemenin de habercisi.

DÜNYA BASINI

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde “kent uzlaşısı ile teröre destek” ve “yolsuzluk” iddiaları ile gözaltına alınmasının yankıları sürüyor.

Batı medyasında İmamoğlu’nun gözaltısı, genel olarak olası Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibine yönelik bir hamle olarak görülüyor.

Örneğin Financial Times, “Türk polisi Erdoğan’ın başlıca siyasi rakibini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Devlet medyası İmamoğlu’nun çarşamba günü gözaltına alınmasının terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla yürütülen bir soruşturmanın parçası olduğunu belirtirken, muhalefet bu hamleyi bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi ve tutuklama Türk para biriminin ve piyasalarının düşmesine neden oldu,” dedi.

Yatırım yönetimi zinciri T Rowe Price analisti Tomasz Wieladek FT’ye verdiği demeçte, gözaltıyı “herkes için bir uyandırma çağrısı” olarak nitelendirdi.

Wieladek, Türkiye Merkez Bankası’nın TL’yi savunmak için ‘sınırlı bir ateş gücüne sahip olduğunu’ öne sürerek, “Varlıklar muhtemelen daha fazla satılmaya devam edecek,” dedi.

Bloomberg, sabahtan öğle saatlerine kadar Türk bankalarının TL’ye destek için 8 milyar dolar sattığını yazmıştı.

Piyasalarda sabah saatlerinden itibaren yaşanan çalkantılara dikkat çeken Bloomberg, bir başka haberinde ise, “Türkiye piyasaları çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibinin gözaltına alınmasının ardından, siyasi kargaşanın son dönemdeki yatırımcı dostu ekonomi politikalarını baltalama riski taşıdığı endişesiyle sarsıldı,” dedi.

Haberde görüşlerine yer verilen Londra’daki Monex Europe’un makro araştırma müdürü Nick Rees, “Bu sistem için biraz şok oldu. Piyasalar giderek daha kayıtsız hale gelmişti ve şimdi bu büyü bozuldu, tüccarlar Türkiye’nin siyasi risk primlerini yeniden fiyatlandırırken dramatik sonuçlar ortaya çıktı,” diye konuştu.

Coex Partners’tan Henrik Gullberg, hamlenin büyüklüğünün “şaşırtıcı” olduğunu, fakat siyasi baskı haberlerinin daha az şaşırtıcı olduğunu söyledi ve “Pratikte, bunun piyasaya duyarlı ekonomik politikalar açısından pek bir şey değiştireceğinden emin değilim,” dedi.

Haberde, Borsa İstanbul 100 Endeksi’nin de açılışta yaklaşık %7 düştüğü, 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisinin ise 139 baz puan artarak %29,58’e yükseldiği belirtildi.

Alman Der Spiegel, “Türk yetkililer en önemli Erdoğan muhalifini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Türk makamları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskıcı önlemlerini genişletiyor,” denildi.

Haberde İmamoğlu’nun, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile birlikte Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor.

DW Türkçe’nin aktardığına göreİmamoğlu’nun gözaltına alınması Alman siyasetinde de geniş yankı buldu. Gelişme, “Erdoğan’ın baş rakibini devre dışı bırakma girişimi” diye değerlendirildi, ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapıldı.

SPD Eş Genel Başkanı Lars Klingbeil da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını ‘Türkiye’deki demokrasiye ağır saldırı” sözleriyle sert bir şekilde eleştirdi.

Klingbeil, “Türk hükümeti böylece artık adil seçimler ve bağımsız bir hukuk devleti istemediğini göstermiş oluyor. Atılan adımlar orantısızdır, güven ve inandırıcılığı yok etmektedir. Bunun tüm ülke açısından dramatik sonuçları olacaktır,” ifadelerini kullandı.

Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanı Max Lucks da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını Cumhurbaşkanlığı seçimleri ışığında adil seçim ve adil rekabete yönelik bir saldırı diye nitelendirdi.

İngiliz The Times ise, “Erdoğan seçim rakiplerine baskı yaparken İstanbul Belediye Başkanı gözaltına alındı” başlıklı haberinde, “Türk liderin başkanlık için en büyük tehdidi olarak görülen Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından şehir genelinde protestolar yasaklandı,” ifadeleri kullanıldı.

Tokyo merkezli Nikkei Asia’daki haberde de Türk yetkililerin “Erdoğan’ın ana rakibini” gözaltına aldığı ileri sürülürken, muhalefetin bu hamleyi “darbe” olarak nitelendirdiğine dikkat çekildi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

İsrail, ABD oluruyla Gazze’de katliama yeniden başladı

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun kovacağını açıkladığı Şin-Bet Direktörü’ne Başsavcı kalkanı

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English