Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Çin’in atılımı mucize değil, sabırla uygulanan kalkınma stratejisinin sonucu’

Yayınlanma

Paris Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde ve Fransa’nın en büyük, temel bilimler üzerine ise Avrupa’nın en büyük araştırma merkezi Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nde (CNRS) araştırmacı olan Rémy Herrera, dünden bugüne Çin’in kalkınma dinamiklerini Harici’ye değerlendirdi. 

OECD ve Dünya Bankası’nda danışmanlık yapmış olan ekonomist Rémy Herrera, ayrıca Dünya Alternatifler Forumu’nun (WFA) eski sekreteri ve Uluslararası Kriz Gözlemevi’nin (OIC) de üyesidir. 

Fransa’nın önde gelen Marksist iktisatçılarından ve neoklasik iktisadın en önemli eleştirmenlerinden olan Rémy Herrera, çalışmalarında, kapitalizmin krizlerini tetikleyen finansal ve sosyo-ekonomik nedenlerin yanı sıra, kapitalizme alternatif ekonomi politik yaklaşımları tercih ederek farklı kalkınma modelleri uygulayan ülkeleri de incelemektedir. Eserlerinde başta Çin ve Küba olmak üzere, Asya ve Latin Amerika’daki ekonomik gelişmeleri tarihsel bakışla ele alan Herrera, neoliberal okulun bu ülkelerdeki gelişmelere dair iktisadi analizlerindeki Avrupa merkezci yaklaşımı da sorgulamaktadır.

Rémy Herrera, Ferhan Bayır’ın Çin ekonomisi üzerine sorularını yanıtladı.

‘Bu denli hızlı bir büyüme, ancak Maocu dönemdeki çabalar ve başarılar sayesinde mümkün’

Çin hakkındaki kitaplarınızla başlayalım. Çin ziyaretleriniz sırasında yaptığınız araştırma ve gözlemlere dayanarak herkesin tartıştığı Çin mucizesini siz nasıl yorumluyorsunuz?

Çin’in on yıllardır gözlemlenen gayri safi yurt içi hasılasının (GSYİH) yüksek büyüme oranıyla ilgili yorumda bulunan birçok kişi, bu olguyu tanımlamak için “mucize” terimini kullanıyor. Bana kalırsa bu bir mucize değil, bu (Çin’in GSYİH’nın on yıllardır hızla büyümesi) daha çok bu ülkenin ardı ardına göreve gelen Komünist Parti yetkinliğindeki hükümetlerinden sorumlu devlet ve üst düzey yetkilileri tarafından planlanıp sabırla etkin bir şekilde uygulamaya koyulan bir kalkınma stratejisinin sonucudur.

Hemen hemen her yerde, akademik çevrelerde ve hâkim-ana akım medyada, Çin ekonomisinin “yükselişinin” yalnızca küreselleşmeye “açılmasından” kaynaklandığını okuyor ve duyuyoruz. Kendi adıma, bu denli hızlı bir büyümenin ancak Maocu dönemdeki çabalar ve başarılar sayesinde mümkün olduğunu eklemeyi gerekli görüyorum. Söz konusu küreselleşmeye açılım Çinli yetkililer tarafından çok sıkı ve sürekli olarak kontrol altında tutulmuştur. Küreselleşmeye açılımın ancak bu şartla (kontrol edilmesiyle) ülkenin tartışılmaz ekonomik başarısına katkıda bulunduğu düşünülebilir. Küreselleşmeye yönelik bu açılım, tutarlı bir kalkınma stratejisiyle tamamen uyum içerisinde olmasından ve iç hedeflerin ve ülke içi ihtiyaçların karşılanması zorunluluklarına tabi olmasından dolayı, uzun vadede Çin üzerinde bu kadar olumlu etkiler yaratabilmiştir.

Şunun çok iyi anlaşılması gerekiyor ki açıkça Çin Komünist Partisinin eseri olan böyle bir kalkınma stratejisi geliştirilmeden ve -unutulmaması gerekir ki-, Çin halkının bu kalkınma stratejisinin devrimci süreçte uygulanması için harcadığı enerji olmadan, Çin Komünist Partisi ülkeyi kapitalist dünya sistemine dahil etmiş olsaydı, Güney ve Doğu’daki diğer pek çok ülkede olduğu gibi, kaçınılmaz olarak ulusal ekonomisinin, hatta kendi varlığının tamamen yok olmasına yol açabilirdi. Temel bir noktayı aklımızda tutmalıyız: Ekim 1949’da Devrim’in zaferinden önceki yüzyıldan daha fazla bir süre boyunca “açılım”, Çin halkı için her şeyden önce teslimiyet, yıkım, sömürü, aşağılanma, çöküş ve kaos anlamına geliyordu.

‘Çin kamu işletmelerinin gücü, bunların Batılı şirketler gibi yönetilmemesinden kaynaklanıyor’

Çin’in başarısının Batılı kalkınma modellerinden farkı nedir?

Çin hükümeti tarafından uygulanan kalkınma stratejisinin başarısı ve bunun bu ülkenin nüfusu için getirdiği çok sayıda faydalı etki, Batı ülkelerinde uygulanan ve genel olarak kuzey ülkelerindeki işçiler için ekonomik, sosyal, kültürel ve hatta ahlaki açıdan felaketle sonuçlanan neoliberal ekonomi politikası uygulamalarının başarısızlığıyla keskin bir tezat oluşturmaktadır.

Özgül bir örnek vereceğim bu konu hakkında. Çin devlet mülkiyetindeki işletmelerin gücü, bunların Batılı uluslararası şirketler gibi yönetilmemesinden kaynaklanmaktadır. Borsada işlem gören ve sahiplerine ödenen temettülerin maksimize edilmesini gerektiren hissedar değeri, hisselerin değerlenmesi ve yatırımların hızlı geri dönüşü mantığına göre işleyen bu batılı şirketler, yerel veya uluslararası bir taşeron zincirini sıkıştırarak faaliyet göstermektedir. Fakat Çinli kamu işletme grupları bu şekilde davranmamaktadır. Eğer bu kadar açgözlü davranırlarsa, küçük ve orta ölçekli yerel işletmelere ve daha geniş anlamda tüm ulusal sanayi dokusuna zarar verecek şekilde hareket etmiş olacaklardır. Çinli büyük kamu şirketlerinin çoğunluğunun kar etmesinin veya kar eder hale gelmesinin sebebi onlara rehberlik eden pusula özel hissedarların zenginleşmesi değil, üretken yatırımlara verilen öncelikler ve müşterilerine sunulan hizmettir. Üstün, uzun vadeli veya ulusal stratejik çıkarlara ve kısmen yerel ekonominin geri kalanını canlandırmaya ve acil kâr yaratma vizyonunun ötesine geçmeye hizmet ettikleri sürece, Çinli kamu şirketlerinin kârlarının Batılı rakiplerinden daha düşük olmasının sonuçta onlar için bir önemi yok.

‘Neoklasik modellerin Çin’de yeri yoktur’

Bu model neoklasik veya neo Marksist model çerçevesinde tanımlanabilir mi?

Öncelikle Çinlilerin kalkınma stratejilerini bir “model” olarak görmediğine inanıyorum. Ayrıca kalkınma stratejilerini empoze etmeye ya da ihraç etmeye de çalışmıyorlar. Yalnızca dünyanın farklı halkları tarafından belirli dersler alınabileceğini, fakat kendilerine özgü belirli tarihsel, toplumsal ve kültürel koşullara sahip farklı halkların kendi kalkınmalarının amaçlarını ve araçlarını kendilerinin tanımlaması gerektiğini düşünüyorlar. Bu bakış açısı, aynı zamanda kendi “modelinin” dünyadaki tüm ülkeler tarafından takip edilmesini isteyen Batı vizyonundan da açıkça farklılık göstermektedir.

Neoklasik modellerin Çin’de yeri yoktur. İzin verirseniz, bugün iktisattaki hegemonik akım veya ana akımı oluşturan neoklasik iktisadın, sosyal adalet uygulamalarına ve kamu hizmetlerinin geliştirilmesine karşı bir ideolojisi olan neoliberal politikaların hayata geçirilmesine teorik ve sözde bilimsel bir gerekçe sağlamaya çalışmaktan başka bir amaca hizmet etmediğini de eklemek isterim. Gerçekte, neoklasik iktisat bir bilim değil, bir bilim kurgudur ya da yakın tarihte yayımlanan bir kitabımda (Confronting Mainstream Economics for Overcoming Capitalism) belirttiğim gibi, bilimsel olma iddiasında olan bir ideolojidir.

Öte yandan şu ana kadar Marksizmin bilimsel açıdan aşılamadığı kanısındayım. Günümüzde Marksizmin ciddi bir rakibi olduğunu düşünmüyorum. Marksizm, özellikle de, önemli değişiklikler olsa bile hâlâ kapitalist sistemin küresel ölçekte hakim olduğu bir dünyada yaşadığımız ve bunların dikkatli bir şekilde açıklanmasının gerekli olduğu bir dünyada yaşamamız nedeniyle geçerliliğini korumaktadır. Ortaya çıktığı zamandan bu yana Marksizm’e karşı yöneltilen çok sayıda saldırıya ve defalarca onun geçerliliği kalmadığı-bittiği-öldüğü iddia edilmesine rağmen, Marksizm kalıcıdır, dirençlidir, “yok edilemez” diyebilirim ve aynı zamanda Marksizm daha iyi bir dünyaya giden yol ve koşullar üzerinde düşünenler için temel teorik referans noktasıdır. Sıklıkla dogmatize edilmesine ve bazen kendisi aleyhine uygulamaların da olduğu SSCB ve Sovyet bloğunun da ortadan kaybolmasına rağmen, Marksizm günümüzde de özünü koruyarak, sosyalizm uğruna mücadele edenler için yeri doldurulamaz bir referans olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle Çin için hala önemli bir teorik referans olması şaşırtıcı değildir.

‘Sosyalizm mükemmelliğe yönelik bir proje olmaktan çıkıp, hareket halinde bir inşa süreci haline geliyor’

Çin ekonomik modelinin uygulamasını teorik temellere mi dayandırdı?

Amacı sosyalist geçişi sürdürmek ve derinleştirmek olan Çin kalkınma stratejisinin, hem geleneksel Çin düşüncesinin ana felsefi akımlarından (özellikle Konfüçyüsçülük ve Taoizm’den ve diğerler farklı akımlardan) hem de Çin tarzında yeniden yorumlanmış ve modernleştirilmiş karma bir Marksizm’den alınan unsurların teorik bir kombinasyonuna dayandığını söyleyebilirim. Ancak bu teorinin pratik deneyimlerin analiziyle yakından ilişkili olduğu anlaşılmalıdır. Tüm bunlar (bahsi geçen teorik yapı ve pratik deneyimlerin analizi), günümüzün zorluklarına ve özellikle de bunlardan kaynaklanan birçok çelişkiye yanıtlar verilmesini ve uygun çözümler sunulmasını mümkün kılmıştır.

Çin’in “yeni çağın sosyalizmi” anlayışı sabırlı, kalıcı, somut dozajlarda, pragmatik ve etkilidir ve aynı zamanda Maniheist (durumları ve bir şeyleri, nüanslar ve ara durumlar olmadan, iyilik ve kötülüğün mutlak ilkelerine göre bir düalizmle değerlendiren) değildir; uzun vadeyi bilir ve dışlamalar ve ikame edilebilirliklerden ziyade tamamlayıcılıklar ve potansiyeller olarak görülen karşıtlıkların veya çelişkilerin (örneğin bireysel inisiyatif veya girişimcilikle ilgili olanlar) yüzleşmesinden korkmaz.

“Çin Marksizm’inden” çıkarılması gereken derslerden biri de karşıtlıklar arasında, insanda, insanlar arasında, insanla doğa arasında bir uyum aranması gerektiği düşüncesidir. Çin siyasi söyleminde temel değerler olarak “toplumsal uyum”, “istikrar” ve bunu başarmanın yolu olarak da “uzlaşma” ve “uzlaşı” arayışı vurgulanmaktadır.

Çin Marksizm’inde, Batı Marksizm’inin taşıdığı “sınıf savaşı” kavramından farklı olan ve Batı Marksizm’inin genellikle muhafazakâr rejimlerin karakteristiği olması nedeniyle şüpheli gördüğü pek çok kavram vardır. Bu kavramların görmezden gelinmesi, Çin düşüncesinde “karşıtların uzlaştırılması” ve “pozitif diyalektik” olarak üstlendikleri özel anlamı unutmak anlamına gelir. Bu kavramlar, örneğin bireyin kişisel çıkarları ile toplumsal ihtiyaçları ile bireysel ve kolektif çıkarlar arasında ve ihtiyaçlar ile ahlaki talepler arasında dinamik dengelerin bulunacağı anlamına gelir.Basitleştirmek gerekirse, Mao’dan bu yana Çinlilerin çelişkileri yumuşatma, hafifleştirme eğiliminde olan sarmal bir gelişmeye dayalı bir ilerleme biçimine inandıklarını söyleyebiliriz. Bu bağlamda sosyalizm mükemmelliğe yönelik bir proje (Çin düşüncesine yabancı, mutlak olana başkaldıran bir vizyon) olmaktan çıkıp, hareket halinde bir inşa süreci haline geliyor.

‘Çin neoliberal seçeneği reddetti’

Çin’in ekonomik modeli ile İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ya da Balkan ülkelerinin ekonomik modeli arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları nasıl değerlendirirsiniz?

Çin Halk Cumhuriyeti, 1949 Ekim Devrimi’nin zaferinden hemen sonra uygulanmaya başlanan “Sovyet” tipi bir “ekonomik modeli” birkaç yıl boyunca sürdürdü. Ancak Çin Halk Cumhuriyeti 1960’lı yılların başında SSCB’den kopunca bu modelden vazgeçti. 1950’de Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi’ne (CMEA veya COMECON) giren Çin, 1961’de ayrıldı ve ardından kendi başına ve kendisi için, kendi kalkınma stratejisini oluşturmaya karar verdi. Ve açıkçası bunu yapmakta Sovyetler Birliği’ndekilerden ya da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindekilerden çok daha etkili olduğu söylenebilir.

Çin, 1978 ile 1982 yılları arasında, Mao sonrası geçişin ve “açılım” olarak adlandırılan yapısal reformların uygulanmasının zorluklarını yansıtan bir dizi ekonomik sorunla karşılaştı. 1985-1986 dönemi, özellikle piyasa ekonomisine yönelik dönüm noktalarından birini temsil eden 1984 vergi reformunun uygulamaya konduğu dönemdi.Daha sonra, SSCB ve Sovyet bloğunun çöküşü sırasında, hızla yarıda kesilen ve terk edilen, “neoliberal” olarak tanımlanabilecek çok kısa süren bir deneye girişildi; ancak bu deneyin sonucu, 1990-1991 yıllarında ekonominin ani ve şiddetli bir şekilde gerilemesi ve buna eşlik eden bir yolsuzluk patlaması oldu. Çin merkezi hükümetinin o zamandan bu yana büyük bir enerjiyle yolsuzluğa karşı mücadele ettiği ve bu mücadelede de belirli bir başarıya ulaştığı kabul edilmelidir. Neyse ki Çin, dünya çapında pek çok ekonomiyi yıkıma uğratan bu neoliberal seçeneği reddetti. Ve bugün nüfusunun büyük çoğunluğuna belirli bir refah sağlayan sosyalizmi sürdürmeyi tercih etti.

‘Çin’de kapitalizmi kontrol eden devlettir, tersi değil’

Çin’in kapitalist yöntemleri benimsediğini iddia eden Batılı Marksistler, Çin’in finansal/servet büyümesini ne ölçüde doğru değerlendiriyorlar?

Batılı Marksist yazarlar arasındaki tartışmalarda yazarların büyük bir çoğunluğu Çin ekonomisinin kapitalist olduğunu ileri sürmektedir. Örneğin David Harvey, Çin ekonomisini 1978 yılı reformlarından bu yana, çok otoriter olarak nitelendirdiği bir merkezi kontrol çerçevesinde işletilen giderek daha fazla neoliberal bileşenin dahil edildiği bir tür piyasa ekonomisinin yer aldığı “Çin özelliklerine sahip bir neoliberalizm” olarak gördüğünü ifade ediyor. Ona katılmıyorum.Panitch ve Gindin, Çin’in dünya ekonomik sistemine entegrasyonunun sonuçlarını analiz ediyorlar ve bunu, Çin açısından küresel kapitalizmi yeniden yönlendirmek için bir fırsattan çok, daha önce Japonya tarafından üstlenilen Amerika Birleşik Devletleri’ne küresel hegemonyasını sürdürmek için gerekli sermaye akışları sağlayan “tamamlayıcı” rolünün bu sefer Çin tarafından tekrarlaması olarak görüyorlar; bu durumun da dolayısıyla Çin’de mali piyasaların serbestleştirilmesine yönelik bir eğilim oluşmasına, sermaye hareketlerini kontrol eden araçların ortadan kaldırılmasına ve Çin Komünist Partisinin gücünün temellerinin zayıflamasına yol açtığını iddia ediyorlar. Ben bu yazarların yanıldığını düşünüyorum.

Kesinlikle daha az sayıda fakat diğerleri kadar önemli olan Çinli veya yabancı diğer Marksistler ise Çin’de şu anda yürürlükte olan politik-ekonomik sistemin, “Devlet kapitalizmi” ile karşılaştırılabilir veya ona yakın olmasına rağmen,gelecek için daha geniş bir olası yörünge yelpazesine açık kapı bırakacağı fikrini savunmaya devam ediyorlar. Kendi adıma bu fikri, Çin sisteminin bugün hala sosyalizmin temel unsurlarını içerdiğini ileri sürecek kadar ileri götürüyorum.Bunu ifade ettikten sonra, bu sistemin doğasına ilişkin yorum, benim görüşüme göre, onu hâlâ kapitalizmden açıkça ayıran sütunlara dayanan “piyasa sosyalizmi” ile uyumlu hale geliyor. Kendi adıma şunu söyleyebilirim; Çin’de kapitalistler olmasına rağmen (ve çok sayıda milyarder de var), Çin sistemini kapitalist olarak nitelendirmek mümkün değildir. Elbette “devlet kapitalizminin” unsurları var ama ben Çin sistemiyle ilgili olarak “piyasa sosyalizminden”, daha doğrusu “piyasayla sosyalizmden” bahsetmeyi tercih ederim. Çinlileri “Çin renginde sosyalizmden” bahsederken ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Bu sadece propaganda değil; bu bir gerçektir, onların gerçekliğidir.

Örneğin parasal ve finansal düzeyde, Çin’in kamu otoritelerinin finansal piyasaların gücüyle başa çıkabildiğini, ancak aynı zamanda ulusal para birimi yuanı savunarak “büyük bir para duvarı” inşa edebildiklerini de belirtmek gerekir. Parayı kalkınmanın hizmetine sunmayı başardılar. Teknikleri daha esnek hale getirilmiş, modernleştirilmiş ve günümüzün taleplerine uyarlanmış, bu sayede çok daha etkili olan çok güçlü stratejik planlama, sosyalist yolun ayırt edici bir özelliğidir. Devletin para biriminin ve tüm büyük bankaların kontrolünü ele alması, mali kuruluşların faaliyetlerinin ve ulusal topraklarda faaliyet gösteren yabancı firmaların davranışlarının yakından izlenmesi gibi olmazsa olmaz bir koşuldur. Bir kez daha ifade etmek gerekirse, Çin’de kapitalizmi kontrol eden devlettir, tersi değil. En azından şimdiye kadar durum böyledir.

‘Arzuları, nüfusun çoğunluğunun bolluğun tadını çıkarabileceği sosyalist bir geçişi sürdürmek’

Şu anda Deng Xiaoping’in Çin için önemi nedir? Xi Jinping’in Deng Xiaoping ile siyasi ve ekonomik kararlarında bir bağlantı veya bir kopukluk var mıdır?

Deng Xiaoping’in iktidarın zirvesine kesin yükselişi, Ağustos 1977’de, Çin Komünist Partisi’nin 11. Kongresi ve ardından 1978 sonlarında başlayan derin ekonomik reformlara yönelik baskıyla başladı. Deng’in fikri sosyalizmden vazgeçmek değildi; Çinlilerin büyük çoğunluğunu yoksulluktan kurtarmanın yollarını bulmak ve ülkenin yerleşik ifadeyle “orta düzeyde refah” toplumuna erişmesini sağlamaktı. Dolayısıyla eski sosyalist yapılar dönüştürüldü, piyasa mekanizmaları genelleştirildi, kapitalizmin unsurları devreye girdi ve eşitsizlikler artmaya başladı fakat sistem yeniden kapitalistleşmedi.Xi Jinping’den bu yana kalkınma stratejisi sosyalist olarak yeniden onaylandı ve ülkenin genel politikasının yönelimi daha ziyade, nüfusun daha az varlıklı kesimlerinin ve ülkenin daha az gelişmiş bölgelerinin lehine oldu.

“Çin sosyalizmini” anlamanın zorluğu, liderlerinin bu sosyalizmi kıtlıkların banal hale getirilmesi veya “sefaletin paylaşılması” olarak yorumlamayı reddetmelerinden kaynaklanmaktadır. Çin Komünist Partisi liderlerinin aradığı ve yapmayı başardığı şey, Mao döneminde Çin halkının büyük bir kitlesini yoksulluktan kurtarmak, Deng Xiaoping döneminde ise onları “orta düzeyde refah” toplumu seviyesine ulaştırmaktı. O günden bu yana Devrimin mantıksal bir devamı olarak arzuları, artık nüfusun büyük bir çoğunluğunun refaha, özellikle de geniş bir yelpazedeki tüketim mallarına erişebileceği ve bolluğun tadını çıkarabileceği sosyalist bir geçişi sürdürmektir. Bunu yaparak bir taşla iki kuş vurmuş ve aynı zamanda sosyalizmin kapitalizmi aşabileceğini ve aşması gerektiğini de kanıtlamış olmazlar mı?

‘Çin’in ekonomik büyümesi zaten Mao zamanında çok çok yüksekti’ 

Çin’in ekonomik büyümesini biraz daha detaylı değerlendir misiniz?

Çin ekonomisinde, Gayri safi yurtiçi hasılasındaki (GSYİH) yüksek büyüme oranının, sıklıkla duyduğumuz gibi 1978’den bu yana benimsenen kapitalizmden kaynaklandığını söylemek yanlıştır. Tam tersi. Komünist Partinin otoritesi altına alınan Çin devletinin, kapitalizmin ülkenin kontrolünü ele geçirmesini engellemeyi başarması sayesinde ekonomik büyüme yüksek olmuştur ve bunun olumlu bir yansıması olarak zenginlikler büyük ölçekte topluma yeniden dağıtılabilmiştir. Şunu da eklemeliyim ki, Çin sisteminin kapitalist olduğuna kesinlikle inanmak istesek bile (ki öyle düşünmüyorum), Çin’in yüksek büyümesinin ancak 1978’den bu yana gözlemlenebilir olduğunu iddia etmek yanlış olacaktır. Çünkü ülkenin ekonomik büyümesi zaten Mao zamanında çok çok yüksekti, hatta aynı dönemde, planlı ekonomiye sahip diğer ülkelerden, hatta birçok sanayileşmiş Batı ülkesinden çok daha yüksekti. Batılı liderler bu gerçeği gizlemek istiyorlar çünkü sosyalist bir ülkenin başarılı olabileceğini, özellikle de kapitalizmden-kapitalist ülkelerden daha başarılı olabileceğini kabul etmek onlar için dayanılmaz bir durum.

Çin Komünist Partisinin amacının ekonomik olarak her şeyi ele geçirmek değil, her şey üzerinde siyasi kontrolü sürdürmek olduğunu söylemek durumundayım. Bu ikisi aynı anlama gelmemektedir. Çinli liderler bunu defalarca söylediler: karma, hibrit bir sistem çerçevesinde her ikisi de teşvik edilen kamu ve özel faaliyetlerin bir arada var olması, ülkenin üretici güçlerini mümkün olduğu kadar geliştirmek ve kalkınma düzeyini yükseltmek için seçilen araçtır. Yabancı sermayeyi ülkeye çekmek ve ileri teknolojileri ithal etmek de dahil olmak üzere tüm araçların kullanılmasının amacı sosyalizmi terk etmek değil, nüfusun yaşam koşullarını iyileştirmek ve 1949’da başlayan sosyalist geçiş sürecini derinleştirmektir. Çünkü Çin, çelişkili bir şekilde hâlâ gelişmekte olan bir ülke olmaya devam etmektedir; halen mütevazı olan kişi başına düşen GSYİH düzeyi bunu kanıtlamaktadır. Bu süreç uzun, zorlu, çelişkilerle ve risklerle dolu olacaktır.Yörüngesi büyük ölçüde belirsizliğini korumaktadır. Ancak, bence bunu vurgulamakta fayda var; bu sistemde hala kapitalizmden açıkça farklı olan ve bana göre sosyalist bir projenin hayata geçirilmesiyle ve bunun yeniden etkinleştirilmesi potansiyeli taşıyan unsurlarla ilgili birçok özelliğin varlığını sürdürmesi, bizi bu ülkenin siyasi liderlerinin konuşmalarının ciddiye alınmasını tavsiye etmeye sevk ediyor.

‘Çin dünyanın egemen gücü olma arzusunda değil’

Çin’in Başkan Biden’la yaptığı toplantı, ekonomik hakimiyetinden uluslararası arenada, özellikle Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’da ve Rusya’ya karşı tutumunda daha belirgin bir siyasi varlığa geçişin sinyali mi oldu? Çin çok kutuplu dünyanın odak noktası olmayı mı hedefliyor?

Çin, Amerika Birleşik Devletleri’nin yerini alarak dünyanın egemen gücü olma arzusunda değil. Çin’in böyle iradesi de zihniyeti de yok. Öte yandan, şu ana kadar ABD’nin rakipsiz (ve kabul edilmelidir ki son derece saldırgan bir şekilde) hüküm sürdüğü tek kutuplu dünyaya karşı, Çin’in çok kutuplu bir dünyanın inşasına katkıda bulunmaya çalıştığı açıktır. Çin’in siyasi liderleri uluslararası ilişkilerde evrensel barış ve dengeyi amaçlıyorlar. Ama ülkelerinin egemenliğini, hiçbir yabancı egemenliğine boyun eğmeden savunacakları çok nettir.

ABD ile Çin arasındaki “ticaret savaşı” ile ilgili olarak, Çinli yazarlarla ortak yazdığımız “Turning One’s Loss Into a Win? The US Trade War With China in Perspective” başlıklı akademik makalede 1978’den bu yana iki ülke arasındaki ticarete entegre edilen çalışma saatlerinin, aynı miktardaki ticari alışverişle karşılaştırıldığında bu oranın Çin’de ABD’den daha fazla olduğu ve aralarında ABD lehine ve Çin’in aleyhine eşitsiz bir değer değişimi olduğu ortaya çıkarılmaktadır. Başka bir deyişle, Çin’in son on yılda artan ikili ticaret fazlası kaydettiği gerçeği ihracata dâhil edilen çalışma süresi açısından özellikle Amerika Birleşik Devletlerine fayda sağladığı (bizim hesaplarımıza göre) gözlemiyle değerlendirilmelidir.

Böyle paradoksal bir bağlamda, 2018’de Çin’e karşı ticaret savaşının patlak vermesi, o zamanlar Başkan Trump liderliğindeki ABD yönetiminin, ABD’nin ticaretteki avantajının yükselen ana rakibi Çin karşısında yavaş ve düzenli olarak bozulmasını yavaşlatma girişimi olarak yorumlanabilir.

 ‘Çin ve Rusya, petro-yuan-altın adı verilen alternatif yeni bir para birimini piyasaya sürmeye karar verdiler’

Çin, ABD egemenliğine karşı çok sayıda gücün olduğu bir dünya için uluslararası ekonomik ilişkileri nasıl düzenliyor? Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS örneklerini düşünürsek, yakın gelecekte ABD dolarının hakimiyetini dengeleyecek küresel bir ödeme yöntemi oluşturulabilir mi?

Çin, ABD’nin kapitalist dünya sistemi üzerindeki hakimiyetinin iki temel direğinin askeri ve parasal olduğunu anladı. Bu nedenle Şanghay İşbirliği Örgütü gibi stratejik ittifak ağlarının ve BRICS grubu gibi ekonomik ittifak ağlarının oluşturulmasına aktif olarak katıldı. Ayrıca bu iki sütunun birbirine bağımlı ve dolayısıyla kırılgan olduğunu da anladı. Bu nedenle bir dizi yenilikçi ve cesur girişim başlattı.

Bunlardan bazılarına başka bir kitabımda (Money adlı Palgrave Mcmillan yayınevinden yayımlanan) değiniyorum. Örneğin Çin, dünyanın en büyük ithalatçısı olduğu petrol piyasasında hâkim olan düzene meydan okumayı planlıyor. Çin, 2018 yılından bu yana, o yıla kadar bu alanda tartışmasız olan Londra Brent ve New York West Texas Intermediate (Wall Street’te bu emtiaya ilişkin ham fiyatları ve vadeli işlem sözleşmelerini tanımlamak için standart oluşturan) gibi referanslarla rekabet edebilmek için Şanghay Uluslararası Enerji Borsası’nda yabancı yatırımcıların erişebileceği, yuan cinsinden petrol vadeli işlem sözleşmelerini teşvik etmeye karar verdi.

Bu bağlamda, Çin ve Rusya (hâlihazırda ekonomik açıdan dinamik -ve askeri açıdan caydırıcı-olan ve ABD’ye karşı güvenilir bir denge unsuru teşkil edecek bir ittifak oluşturan) “petro-yuan-altın” adı verilen doları koltuğundan edebilecek küresel ve alternatif yeni bir para birimini piyasaya sürmeye karar verdiler. Petro-yuan-altın, temel bir emtia olan petrole dayalı ve altına bağlı bir küresel para birimi projesidir ve bu artık Washington’un ulaşamayacağı bir başarıdır. Nitekim Çin’in avantajı yalnızca yüksek GSYİH büyüme oranında değil, aynı zamanda başlıca altın üreticisi ve alıcısı olması ve Rusya’nın da ABD’nin önünde dünyada üçüncü sırada yer alması gerçeğinde yatmaktadır. 2018 yılında Pekin, küresel enerji borsasında geniş bir petrol-yuan-altın ticaret tesisini teşvik etme girişiminde bulundu. Sonra sıra metal-yuan-altın’ın hayata geçirilmesine geldi. Çin, aldığı yuan’ları petrol teslimatları ve metal alımları için altın olarak değiştirmeyi teklif etti. Bu olayların küresel sistem üzerinde önemli etkileri olacaktır.

Çin uluslararası stratejisinin 5 ilkesi

İran ve Suudi Arabistan’ı diplomatik görüşmelere ikna eden Çin, Rusya ile Batı arasındaki çatışmaların yanı sıra devam eden İsrail-Filistin çatışmasının çözümünde de benzer bir başarı elde edebilir mi?

Çin, elbette, birkaç yıldır mevcut uluslararası çatışmaların hafifletilmesinde giderek daha önemli ve olumlu bir rol oynadı. Bunu yakın zamanda ABD komutasındaki NATO ile Rusya arasındaki Ukrayna savaşında, ardından ABD ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen İsrail ile Filistin arasındaki savaşta gördük. Bir süre önce Çin’in, İran ile Pakistan arasında bir anlaşmazlığın başlamasını durdurmak için sesini duyurduğuna şahit olduk. Çin’in savaş yolunu değil kalkınma yolunu arayan birçok Güney ülkesinin sesi olduğunu düşünebiliriz. Çin’in ne istediğini ve söylediğini dikkatli bir şekilde analiz etmek de bu yüzden çok önemli.

Çin’in uluslararası stratejisi beş ilkenin onaylanmasına dayanmaktadır: 1) egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı; 2) karşılıklı saldırmazlık; 3) içişlerine karışmama; 4) eşitlik ve karşılıklı kazanç sağlama; 5) barış içinde bir arada yaşama. Çin’in barışı korumak ve var olan çatışmaların barışçıl bir şekilde çözümünü sağlamak yönündeki beyanlarına saygı duyulduğunu kabul etmemek için kötü niyetli olmak gerekir. Ve unutulmamalıdır ki Çin, modern tarihinde hiçbir zaman yayılmacı bir sömürge politikası uygulamamıştır. Bugün milletler arası barış anlayışına aykırı bir “soğuk savaş” iklimini yeniden canlandırmak istememektedir. Çin, her türlü askeri ittifakı reddetmektedir ve IŞİD’e karşı bile hiçbir zaman bir askeri koalisyona katılmamıştır. Yurt dışında herhangi bir askeri üs kurmamıştır, sadece deniz trafiği açısından hassas bir konumda “basit lojistik kurulum” olarak sunduğu Cibuti’de bir üs kurmuştur. Darbeleri ve askeri müdahaleleri artıran Batılı güçler ve hepsinden önemlisi ABD ile arasındaki tezat çarpıcıdır. “İşbirliği”, kalkınmaya verdiği öncelikli destek ve “kazan-kazan” ilkesi ile birlikte Çin politikasının anahtar sözcüğüdür.

‘ABD’nin tehlikeli yarışı ekonomik ve askeri caydırıcılığa sahip Çin’i etkilemek için yeterli değil’

Çin, ABD savaş ekonomisinin ortasında bölgesel ve küresel barışı ilerletme konusunda daha proaktif bir duruş sergileyebilir mi? Bu durumda Kuşak ve Yol projesi nasıl değerlendirilmelidir?

Askeri-endüstriyel kompleks, Amerika Birleşik Devletleri ekonomisinde çok önemli bir rol oynamaktadır, ancak aynı zamanda son derece endişe verici bir boyuta da ulaşmıştır ve Batı’nın “demokrasi” olarak adlandırmayı sevdiği (kendi ülkesinde giderek daha az saygı duyduğu, sınırları ötesinde ise neredeyse asla saygı duymadığı) şeyi tehdit etmektedir. Küresel askeri harcamaların yarısından fazlasını gerçekleştiren ve dünya çapında 1150’den fazla askeri üsse sahip olan (bunu “Notes on US Bases and Military Staff Abroad” başlıklı makalemde hesaplamıştım) ABD ekonomik kriz içinde, zor durumda ve tüm dünyayı giderek topyekûn savaşa doğru itmektedir. Yeni çatışmaların eksenini Uzak Doğu’ya, özellikle de Tayvan’a doğru kaydırma arzularını giderek daha açık bir şekilde belirtiyorlar. Çin, ABD’nin bu provokasyonuna ve savaşa doğru sürüklemesine direnmeli ama aynı zamanda kendi çıkarlarını ve topraklarını savunması da gerekiyor. Bunların arasında Tayvan da var. Bu nedenle yeniden birleşme Pekin için bir öncelik olmaya devam ediyor. ABD yönetimi, bir zamanlar SSCB’ye diz çöktüren silahlanma yarışını kızıştırıyor. Ancak bu tehlikeli yarışın yükselişi, ekonomik sağlığı iyi olan ve yeterince caydırıcılıkta silaha sahip bir Çin’i etkilemek için artık yeterli değil.

Genel anlamda önemli olan, sistemik bir krize hapsolmuş kapitalizmin artık anlık kârları maksimize etme mantığı ile sorunlarına çözüm bulamadığını ve daha tehlikeli hale geldiğini anlamaktır. İşletme iflasları ve kitlesel işsizlik, borsa çöküşleri ve banka istikrarsızlıkları arasında, sermayenin sistemik krizinin kötüleşme olasılığı bugün son derece yüksektir. Özellikle 2008 krizinden bu yana çok az reform gerçekleştirildiği için, sistemdeki çelişkilerin daha da belirginleşmesi için tüm koşullar mevcut durumda. Şu an için acil önem taşıyan konu Amerika Birleşik Devletleri egemenliğinde dünya sisteminin savaş yoluyla “düzenlenmesine” son verilmesidir. Barışın savunulması bir önceliktir. Sonuç olarak, mali oligopollerin işlettiği savaş makinesinin fişini, onlara kamusal ve demokratik kontrol dayatarak, çekerek devre dışı bırakmalıyız.

Bu noktada, İpek Yolu’nun hâlihazırda kısmen uygulanan geniş projesi karşımıza çıkıyor: kara yolları – “Kuşak” – ve deniz yolları – “Yol” adını taşıyor. Bu işbirliği, Çin’in, yakın ya da Ortadoğu’daki gibi daha uzak, kalkınmaları için yeterli yatırımları olmayan komşuları olması ve ayrıca Çin’in Doğu kıyısındakilere göre gelişmişlik açısından gerisinde kalmış kendi batı eyaletlerinin gelişimini teşvik edebilecek avantajları da görmesi nedeniyle öncelikle Asya ülkelerini ilgilendirmektedir. Afrika ülkeleri de aynı derecede konu ile ilgileniyorlar çünkü (Batılıların deyimiyle) “az gelişmişlikten” en çok etkilenenler Afrika ülkeleridir. Daha çok hammadde tedariğine odaklandığından bu iş birliğinin mükemmel olduğunu söyleyemeyiz fakat Çin’in hammadde tedariği karşılığında altyapı sağlaması, hastaneler ve yollar inşa etmesi Afrika ülkeleri için çok büyük önem taşımaktadır.

İpek Yolları Avrupa’ya kadar uzanıyor ve bu da stratejik bir rakipten gelmesinden ötürü kızgınlık yaratıyor. Avrupa ekonomileri prensipte kendileri gelişme imkânına ve yeterli yatırıma sahip olduğuna göre neden bazıları Çin yatırımlarını bu kadar memnuniyetle karşılıyor? Bunun nedeni açık: durgunlukta hatta gerilemekte olan ekonomilere sahip, neoliberal kemer sıkma politikalarının, borçların ve harcamaların azaltılmasının, Avrupa Birliği’nin dayattığı özelleştirmenin kurbanları olan Avrupa ülkelerinin hükümetleri varlıklarını en yüksek teklif verenlere satmayı kabul ediyor ve Çin yatırımlarını kendilerini geliştirmenin bir aracı olarak görüyorlar. Çin, Avrupa Birliği dışında Balkanlar başta olmak üzere birçok yatırımlar yaptı. Bu nedenle 11’i Avrupa Birliği üyesi olan 17 Doğu ve Güney Avrupa ülkesinin İpek Yolu girişimine katılması şaşırtıcı değil.

İpek Yolu Avrupa-Asya kıtası ve Afrika’da bitmiyor. Latin Amerika ve Karayipler ülkeleriyle, özellikle de bu bölgenin en yoksul ülkeleriyle işbirliği halihazırda oldukça ilerlemiş durumdadır. Kalkınmaya yönelik destek, esas olarak İpek Yolu Fonu (egemen bir varlık fonu) ve kamu bankalarından avantajlı oranlardaki krediler yoluyla sağlanmaktadır. Ancak Çin, bu projede tek finansör olmak istemiyor ve bu kredilere katılma olanağına sahip olan ve finanse edilecek ülkelere politik-ekonomik koşullar dayatmayan (Dünya Bankası veya Uluslararası Para Fonu’nun yaptığının aksine) tüm ülkeleri hızlı bir kalkınmanın temellerini oluşturacak altyapıya yönelik kredilere dahil etmek istiyor.

Bugün yüze yakın üyesi bulunan Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’nın kurulmasının anlamı da budur (Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’na Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık üyeler, ancak IMF ve Dünya Bankası ile olduğunun tersine bu bankayı kontrol edemeyen Amerika Birleşik Devletleri elbette üye değil; bu bankanın en büyük hissedarı olan Çin ise açıkça veto hakkını sisteme dahil etmemektedir).

Toplamda, İpek Yolu sadece birkaç yıl içinde muazzam bir büyüme kaydetti: dünya nüfusunun üçte ikisini temsil eden 124 ülke ve 24 uluslararası kuruluş anlaşmalar imzaladı.

‘Kuşak Yol ortaklıkları ABD’nin hegemonyasını sorgulanır hale getirecek’

Bu projenin her türlü siyasi mülahazayı dışlama amacı taşıdığının ifade edilmesinde ısrar etmelidir. Bu “tüm ülkelere açık” olup, ortak kalkınmadan başka bir hedefi olmayan bir girişimdir. Ancak, üç milyar nüfusa ve küresel GSYİH’nın %30’una karşılık gelen, dünyada bu türden en büyük bölgeyi oluşturacak olan “Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık” örneğinde olduğu gibi, ekonomik işbirliği ve çok taraflı ticaret bölgelerinin inşasına odaklanan ortaklıklar da var. Ve bu gibi ortaklıklarda özellikle ticaret ve yatırımlar artık dolar cinsinden değil, ulusal para birimleri üzerinden gerçekleştirileceği için ABD’nin hegemonyasını sorgulanır hale getirecektir.

Sonuçta sürdürülemez hale gelen şeyin kapitalizmin kendisi olduğunu anlıyoruz. Özü itibariyle sonsuz-sınırsız birikime adanmış olan bu sistemin sonlu-sınırlı bir gezegenle uyumsuz olduğu ortadadır. Kapitalizm her geçen gün daha büyük eşitsizlikler yaratma mantığıyla her türlü toplumsal uyumu yok etmektedir. Çin, kapitalizmin bu dinamiklerini kontrol ederek kalkınmanın sağlanması iddiasındaydı. Ancak artık sınırlandırılması gerekenler bunlardır. “Çin’e özgü” piyasa sosyalizmi, eğer insanlık için gerçek anlamda alternatif bir yol somutlaştırmak istiyorsa, yavaş yavaş kapitalizmden uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Gerçek hedef de budur; Çinli yetkililere göre ve bugün daha açık bir şekilde kapitalizmden ödünç alınan belirli özellikler “köprüyü geçene kadar” mantığıyla kullanılmak üzere ödünç alınıyorlar, bunlar komünizme giden yolda sosyalist geçiş sürecinde uzun bir “dolambaçlı yol” değildir.

Çeviren: Sercan Genç

Yazarın konuyla ilgili bazı eserleri:

HERRERA, Rémy (2023), Dynamics of China’s Economy: Growth, Cycles, and Crises, (book’s coauthor with Zhiming Long), 375 p., December, Leiden/Boston: Brill. ISBN : 978-90-04-52402-6.

– (2023), Value, Money, Profit, and Capital Today, (book’s editor), 328 p., September, London: Emerald, ISBN : 978-1804-55-7518.

– (2023), La Chine est-elle impérialiste ?, (book’s editor), 192 p., February, Paris: Éditions Critiques, ISBN: 979-10-97331-45-0.

– (2023), « Turning One’s Loss Into a Win? The US Trade War With China in Perspective », (article’s coauthor with Zhiming Long, Zhixuan Feng and Bangxi Li) Research in Political Economy, n° 39, p. 31-50, London.

– (2023), « La Chine (vue de France), une inconnue ? Sur les contradictions, la dialectique, la morale et le socialisme », (article’s coauthor with Tony Andreani and Zhiming Long), Revue de Philosophie économique, vol. 24, n° 1, p. 167-189, Paris.

– (2022), Money – From the Power of Finance to the Sovereignty of the Peoples, (book’s author), 337 p., August, New York: Palgrave Macmillan, ISBN : 978-981-19-28475.

– (2022), Confronting Mainstream Economics for Overcoming Capitalism, (book’s author), 347 p., July, New York: Palgrave Macmillan, ISBN : 978-3-031-05850-9.

– (2021), Imperialism and Transitions to Socialism, (book’s editor), 272 p., September, London: Emerald, ISBN: 978-18-00437-05-0.

– (2021), « Guerre(s) et crise(s) globales : sur leurs relations systémiques », (article’s author), Marchés & Organisations, vol. 2021/2, n° 41, p. 139-155, Paris.

– (2021), « Is China Transforming the World? », (article’s coauthor with Tony Andreani and Zhiming Long), Monthly Review, vol. 73, n° 3, p. 21-30, New York.

– (2019), La Chine est-elle capitaliste ?, (book’s coauthor with Zhiming Long), 196 p., February, Paris: Éditions Critiques. ISBN : 9791097331139.

– (2013), “Notes on US Bases and Military Staff Abroad,” (article’s coauthor Joëlle Cicchini ), Journal of Innovation Economics & Management, 2013/3, n° 42, p. 147-173, Brussels.

SÖYLEŞİ

‘Emperyalizm çöküyor ancak eleştirmek yetmez biz alternatif bir dünya sunmalıyız’

Yayınlanma

18-21 Nisan tarihleri arasında Afrika, Latin Amerika ve Karayipler, Asya, Orta Doğu ve Avrupa’dan yüzlerce örgüt ve toplumsal hareket, toplumsal örgütlerin bugün karşı karşıya olduğu sorunları, tehlikeleri, alternatifleri, mücadeleleri ve en önemli konuları tartışmak üzere Venezuela’nın Caracas kentinde bir araya geldi. Konferansa bölge liderleri de eşlik etti. Bu çerçevede, onların kolektif deneyimlerinin yanı sıra, bize dünyanın bugün içinde bulunduğu duruma ilişkin genel bir bakış sunan ve aynı zamanda ‘çökmekte olan hiper emperyalizm’ olarak nitelendirdiği durumla yüzleşmek için sahip olduğumuz alternatifleri anlatan Hindistanlı entelektüel Vijay Prashad’ı dinleme ve öğrenme fırsatı yakaladık.

Solda Vijay Prashad, sağda Venezuelalı siyaset bilimci Micaela Ovelar

‘Filistin’deki soykırım günümüz dünyasının barbar karakterini gösterdi’

Filistin’de yaşanan dramı nasıl tanımlarsınız?

Son derece barbar bir dünyada yaşıyoruz. Bugün dünyaya hakim olan barbarlık, apartheid devleti İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırım savaşının barbarlığı akıl almaz. 20 yıl önce, Amerikan emperyalizminin Irak halkına karşı barbarlığı, esasında yasa dışı bir savaş, Birleşmiş Milletler tüzüğünün ihlali. Belki 2 milyon insan öldürüldü, yerinden edildi, yaralandı. O savaştan etkilenmeyen tek bir Iraklı aile kalmadı. Şimdi Gazze’de en az 300 aile tarihten silindi. 300 ailenin soyadları ileriye taşınamayacak. İsrail bombardımanının acımasızlığı işte budur.

Esasında bu bombardımanın acımasızlığı oldukça çarpıcı. Savaş bölgesine gitmemiş insanlara savaşın ne kadar çirkin olduğunu anlatmak zor. Savaş gürültülüdür. Çok fazla gürültü vardır. Modern dönemde savaş çirkindir, zira yıkılan binalardan çok sayıda zehirli kimyasal madde çıkar. Ve bu kimyasallar nesiller boyu insanları zehirledi. ABD; Felluce’de, Ramadi’de, Irak’ta seyreltilmiş uranyum kullandı. Irak’ta çocuklar hala bu seyreltilmiş uranyumdan kaynaklanan kusurlarla doğuyor. İşte emperyalizmin vahşeti, barbarlığı budur. Bu Monroizm’in tutumudur.

Monroizm barbarlıktır. Acımasızdır. Bazen emperyalizm kelimesi emperyalizmin gerçekte ne kadar vahşi olduğunu, sıradan insanların hayatlarına karşı ne kadar acımasız, ne kadar barbar, ne kadar düşüncesiz olduğunu duygusal olarak yakalayamıyor. Gazze’de muhtemelen 50 bin insan öldürüldü. Kayıp 7 bin kişi var, bunların 5 bini çocuk. Gazze’de 15 bin çocuk öldü. Bir nesil yok oldu. İşte emperyalizmin acımasızlığı, vurdumduymazlığı budur.

‘İran’ı doğrudan hedef alamadılar’

İsrail saldırılarının çerçevesini diğer Orta Doğu ülkelerine doğru genişletmeye çalışıyor. Biliyorsunuz İran’ı hedef aldılar ve İran karşılık verdi. Sizce Gazze’deki savaş yayılacak mı?

İsrail, Filistin halkına karşı acımasız bir soykırım savaşının ortasında. Ve savaşı genişletmek isterken, İran halkı ve Orta Doğu’daki diğer halklar İsrail’in bunu İranlılara karşı yapamayacağını söylemek için ayağa kalktı.

İsrailliler bunu bildikleri için Suriye’deki, Şam’daki İran büyükelçiliğine saldırdılar ve İran’ın İsrail’i askeri olarak vurmak zorunda kalmasının nedeni buydu, zira ilk İsrail, Suriye’de yasa dışı bir şekilde İran büyükelçiliğini vurmuştu.

Umarım bu savaş, belki Türkiye de dahil olmak üzere diğer bölge ülkelerini de kapsayacak şekilde hızlanmaz. Umarım ortalığı sakinleştirebilir, ateşkes sağlayabilir ve Filistinlilerin toparlanmasına imkan sağlayabiliriz. Önceliğimiz bu.

‘ABD ve Batılı müttefikleri yalnızca tehlikeli değil, aynı zamanda çökmüş durumda’

Konuşmalarınızda ve yazılarınızda ‘hiper emperyalizm’den bahsediyorsunuz.  Bu ifade ne anlama geliyor?

Biz hiper emperyalizm terimini bu barbarlığın bir kısmını yakalamak için kullanıyoruz. Gördüğünüz üzere ABD tarafından ortaya konan hiper emperyalizm tehlikeli ve çökmekte olan bir şeydir. Hem tehlikeli hem de yozlaşmıştır. Hiper emperyalizmin tehlikesini ve çöküşünü fark etmemizin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Küresel askeri harcamaların yüzde 75’i ABD, NATO müttefikleri ve Japonya ve Güney Kore gibi yakın NATO müttefikleri tarafından yapılıyor.

Bunu insanların Çin’in ve Rusya’nın bir tehdit olduğunu söylediğinde aklınızda tutmanızı istiyorum. Ne söylüyorlar? Çin bir tehdit mi? Bu gerçekçi bir ifade değil. Çin dünya askeri harcamalarının yüzde 10’unu elinde tutuyor. ABD ve müttefikleri, dünya askeri harcamalarının yüzde 75’ini elinde tutuyor. Çin nasıl bir tehdit olabilir? Rusya nasıl bir tehdit? Venezuela nasıl bir tehdit? Küba nasıl bir tehdit? Gerçek tehdit ABD’dir.

Şu anda gezegene dönük tek bir tehdit söz konusu ve bu tehdit, ABD ve yakın Avrupalı müttefiklerinin başını çektiği hiper emperyal yapı. Gerçek tehdit budur. Gezegende sahip olduğumuz tek terörist ABD hükümeti ve İsrail de dahil olmak üzere yakın müttefikleridir. Teröristler, tek teröristler onlardır. Bugün gezegenimizin karşı karşıya olduğu en büyük tehdit budur.

Ama bundan daha kötüsü de var. Bu tehlikeli, evet, ama sadece tehlikeli olmaktan daha kötü. Bundan çok daha kötü. Aynı zamanda yozlaşmış. Batı’ya liderlik eden insanlara bakın: Başkan Joe Biden (ABD), Şansölye Olaf Scholz (Almanya), Başbakan Rishi Sunak (İngiltere), Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron (Fransa), bu insanlardan hiçbiri dünyanın herhangi bir yerindeki insanların saygısını kazanmış değil. Nasıl oluyor da bu muazzam zenginliğe sahip ülkeler bir tane bile akıllı dünya lideri çıkaramıyor?

Küresel Kuzey’in her bir liderinin vasat olması nasıl mümkün olabiliyor? Görüyorsunuz, mesele Biden’ın yaşı değil. Son derece aklı başında 80 yaşında, 90 yaşında bir sürü insan var. Mesele yaş değil. Donald Trump’ın acımasız tavırlarıyla da ilgili değil. Dünyada pek çok acımasız insan var. Hepsi de Donald Trump gibi değil.

Mesele görmediğimiz Olaf Scholz da değil. Olaf Scholz sahneye çıktığında, sanki bir gölge gibi. Varlığı bile yok, en azından Angela Merkel’in bir kişiliği vardı. Olaf Scholz’un bir kişiliği bile yok. Fransa nasıl oldu da Emmanuel Macron’u çıkardı? Burası Fransız Devrimi’nin ülkesi. Paris Komünü’nün ülkesi. Jean Paul Sartre gibi filozofların ülkesi.

‘Avrupa ve ABD’nin bir projesi yok, yeni fikirleri, çözümleri yok’

Görüyorsunuz Avrupa artık filozof üretmiyor. Bugün Almanya’da Hegel yok. Fransa’da Sartre yok. ABD’de gerçek entelektüeller üretilmiyor. Sorun Biden çağında. Schulz’un kişiliksizliği. Sorun, bir projelerinin olmaması. Ne yaptıklarını bilmiyorlar. Beşeriyetin ikilemlerini anlamıyorlar. Yoksulluğun nasıl aşılması gerektiğini anlamıyorlar.

Çocuklarımızı eğitmek ya da dünyaya yardım etmek için gerçek bir projeye sahip olmanın ne anlama geldiğini anlamıyorlar. Kovid pandemisi sırasında küresel Kuzey’in tamamen çöktüğüne şahit olduk, ancak Kovid pandemisinden önce, 2008’deki mali krizden sonra, bu uzun vadeli depresyonda asla iyileşemediler, küresel Kuzey’in evsizlik gibi şeylerle, ırkçılık, homofobi ve benzeri şeylerle mücadelesini izledik.

ABD ve Avrupa’nın bir projesi yok. Yeni fikirleri yok. Bu anlamda çökmüş durumdalar. Yalnızca tehlikeli değiller, aynı zamanda çökmüş durumdalar. Hiper emperyalizm tehlikelidir. Evet, öyle. Artık nasıl köprü kuracaklarını bilmiyorlar. Bu köprüleri nasıl havaya uçuracaklarını biliyorlar. Hiper emperyalizm tehlikelidir, ama aynı zamanda yozlaşmıştır da. Köprüyü havaya uçurabilirler. İnşa etmeyi sevmiyorlar. Köprü inşa etmek için halkın elinde para yok. Artık nasıl okul yapılacağını bilmiyorlar. Artık eğitimin ne olduğunu bilmiyorlar. Sağlık hizmetlerinden anlamıyorlar. Hiper emperyalizmin çökmekte olan yönü bizim açımızdan çok önemli.

Önemli, çünkü dünyayı ikna etmeye çalışıyorlar, çünkü bir projeleri yok, bir gelecekleri yok. Dünyayı, sahip olduğunuz şeyin sahip olduğunuz şey olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Şu anda sahip olduğunuz şey sonsuza kadar sahip olacağınız şeydir. Hiçbir şey geliştirilemiyor. Şu anda sahip olduklarınız için şanslı olmalısınız. Zira daha kötüsü de olabilir. Çöküş içindeler, zira insanlara sunacakları bir gelecek yok.

‘Eleştirmek yetmez, bir projemiz olmalı’

Peki çökmekte olan Batı’nın sunduklarına alternatif sunulabilir mi? Siz bir alternatif görüyor musunuz?

İnsanlara inanan bizler, bir gelecek ihtimaline inanan bizler için sadece emperyalizmi eleştirmek yeterli değil. Sadece küresel Kuzey’deki dünya liderlerinin tehlikesini ve çöküşünü eleştirmek de bizim için yeterli değil.

Biz eleştirme konusunda epey iyiyiz. Biz en iyi anti-kapitalist eleştirmenleriz. Onlara nasıl hayır diyeceğimizi biliyoruz. Onlarla nasıl mücadele edeceğimizi biliyoruz. Ancak dünya çapında en büyük hareketi inşa etmek istiyorsak, insanların evet, bir projemiz olmalı diyebilecekleri bir şeye sahip olmalıyız.

İnsanların iyimserlik inşa etmesini sağlamalıyız. İyimser olmamız lazım. Demek istediğim, insanların yalnızca gelecek için iyimser olması değil. Ama bizim projemiz konusunda da iyimser olmaları gerekiyor. Sosyalizmin mümkün ve gerekli olduğuna inanmaları gerekiyor. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylemek yeterli değil. Sosyalizmin gerekli olduğunu söylemek zorundayız. Sosyalizm sadece gerekli değil, aynı zamanda mümkün de.

Dünyanın dört bir yanından insanların bir barış ve kalkınma platformunda bir araya gelmesi ve savaşı reddetmesi son derece önemli. Yoksulluk sorunlarını, eğitim eksikliği sorunlarını, sağlık desteği eksikliği sorunlarını çözmemiz gerekiyor. Bu sorunları çözmemiz gerekiyor. Tüm zenginliğimizi savaşa harcamamalıyız. İşte bu yüzden bir araya gelmemiz son derece önemli.

Venezuela, Hugo Chavez’in devlet başkanı adayı olarak ortaya çıktığı 1998 yılından bu yana büyük bir mücadelenin ortasından bu yana, dünyanın farklı olabileceği ve şu anda karşı karşıya olduğumuz sorunların üstesinden gelinebileceği konusunda ısrar ederek toprağa bir bayrak dikmişti. Ve böylece 1998’den bu yana Venezuela, dünyanın dört bir yanından insanları bir araya gelmeye ve dünyanın sorunlarını çözme konusunda ciddi bir şekilde düşünmeye davet eden bir ülke oldu.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türkiye’de göçmen sorunu var. Afganistan’da durum daha da kötüleşirse Türkiye için ciddi bir sorun olacak’

Yayınlanma

Afganistan’ın Ankara Büyükelçisi Amir Mohammad Ramin Harici’ye konuştu. Afganistan’daki ekonomik, sosyal durumu, güvenlik sorunlarını ve siyasi sorunları değerlendiren Büyükelçi Ramin, ülkeye “bildirimde bulunmadan gelen” ve sonra da ekonomi, istikrar, güvenlik konusunda herhangi bir taahhütte bulunmadan ülkeyi terk eden ABD’nin rolüne işaret etti.

 Büyükelçi Amir Mohammad Ramin, Afganistan’daki son durum, bölge ülkeleri ile ilişkiler, güvenlik meselesi, tanınma müzakereleri ve yabancı yatırımlarla ilgili sorularımızı yanıtladı.

ABD Afganistan’dan çekildi ama büyük bir ekonomik krizi geride bıraktı ve aynı zamanda açlık, yoksulluk, salgın hastalıklar ve daha birçok sorun devam ediyor. Sizce Afganistan nasıl toparlanacak?

Ne yazık ki, genel kamuoyunun ve Afganistan halkının beklentilerinin aksine, Amerika Birleşik Devletleri, elbette bir BM Güvenlik Konseyi Kararı aracılığıyla da olsa Afganistan’a önceden herhangi bir bildirimde bulunmadan geldi, ancak aynı zamanda Afganistan’ın güvenliği, ekonomik istikrar, gelecekteki istikrar ve kalkınma konusunda herhangi bir taahhütte bulunmadan aniden Afganistan’dan ayrıldı. Afganistan’da ekonomik durum ölü. İnsanlar zor durumda. Bunun nedeni de Ağustos 2021 sonrasında gelişen durum. Yeni fiili otorite tanınmadı. Ve şu anda dünyada Afganistan’la resmi bir ekonomik ilişki yok. Ve bazı açılardan Afganistan yaptırımlar altında kalmaya devam ediyor. Örneğin SWIFT sistemi Afganistan’da çalışmıyor. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Afganistan çok zor bir dönemden geçiyor. Buna hiç şüphe yok. Konu genel kamu haklarına, insan haklarına gelince, durum çok vahim. Peki Afganistan’daki durumun iyileşmesi için ne yapılabilir? En iyisi olaya iki açıdan bakmak olacaktır. Birincisi, yerel bakış açısı. Yurt içi perspektiften bakıldığında, fiili otoritelerin açılmaları, halkla etkileşime geçmeleri, kurallara dayalı bir sistem oluşturmaya çalışmaları, bir anayasa oluşturmaya çalışmaları, kuralları, düzenlemeleri ve halkın haklarını tanımlamaya çalışmaları gerektiğini düşünüyorum. Halklara önemli hakları verilmedikçe ve insanların sesi duyulmadıkça Afganistan’daki duruma çözüm bulmak zor olacaktır. İç meşruiyet meselesi çok önemli. Ve bu ancak halkla bu fiili otorite arasında bir tür karşılıklı etkileşim ve anlayışla gerçekleşebilir. İkincisi ise, iç meşruiyet meselesi ele alınınca sıra bölgesel ve uluslararası meşruiyete geliyor. Ve eminim ki, Afganistan’ın iç meşruiyet meselesi ülke içinde gerçekleştiğinde dış meşruiyet de doğal olarak gelecektir. Ancak şu anda Afganistan’daki vahim durum göz önüne alındığında, 35 milyon veya 40 milyon insanı unutmamamız çok önemli, onların insani ihtiyaçlarını da karşılamamız gerekiyor. İşte bu yüzden tüm uluslararası aktörleri Afganistan’daki insanların insani ihtiyaçlarını karşılamaya devam etmeleri için teşvik etmeye devam ediyorum. Bu konuda Türkiye iyi gidiyor. Türkiye’nin şu anda Afganistan’a gönderdiği insani yardımlardan dolayı çok müteşekkirim. Afganistan’da 60’tan fazla kuruluş faaliyet gösteriyor. Çoğu, her ikisi de çok önemli olan insani yardım ve eğitim olmak üzere iki alanla ilgileniyor. Ancak kısa vadede insani yardım, uzun vadede ise eğitim konusu hayati önem taşıyor çünkü eğitim Afganistan için uzun vadeli bir yatırım. Durumun nasıl daha iyiye gidebileceğine ve ilerleyebileceğine dair görüşlerim bunlar.

 ABD, tabiri caizse Afganistan’ın parasına el koydu. Afganistan’ın şu anda bu paraya çok ihtiyacı olduğu aşikâr. Bununla ilgili uluslararası bir girişim olacak mı? Bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Para donmuş halde kalmaya devam ediyor. Ancak benim anladığım kadarıyla paranın insanlara ulaşmasını sağlamanın yolları var. Ve onların ihtiyaçları giderilebilir. Kullanılacak belirli yollar olması gerekir. Ben şahsen bu işin içinde değilim, New York ve Cenevre’deki bazı diplomatik misyonlarımızın bu gelişmeleri takip ettiğini biliyorum. Ama kişisel olarak takip etmiyorum. Ancak benim dileğim, paranın halkın ihtiyaçlarına yönlendirilmesini sağlayacak bir yol bulunursa çok iyi olur. Fakat uzun vadeli ve fiili çözüm Afganistan’daki durumun iyileşmesini sağlamak olacaktır.

Taliban hükümetinin tanınma çabalarından bahsedelim. İran, Rusya, Çin ve Pakistan’ın Afganistan’la iyi ilişkileri var. Ancak Taliban hükümetinin resmi olarak tanınması pek mümkün görünmüyor. Taliban hükümetinin tanınma konusundaki takvimi nedir, bilginiz var mı? Diğer hükümetlerden hangi ipuçlarını alıyorsunuz?

Benim anlayışıma göre tanınma meşruluktur, uluslararası meşruiyettir. Dolayısıyla, ülke içi meşruiyet sorunu çözülmediği sürece -ki bunun 21. yüzyılda hükümetlerin halkın desteğine sahip olmasıyla gerçekleşmesi gerekiyor ve bir hükümetin halkın desteğine sahip olduğunu nasıl belirttiğine dair bazı ilkelerin olması gerekiyor- herhangi bir gösterge olmadan basitçe halkın desteğine sahip olduğunuzu söyleyemezsiniz. Yani bir yol olması gerekiyor.

Afganistan için bu yol nedir?

En iyi şey, iç meşruiyet meselesine ilişkin belli bir dereceye kadar halkın katılımını sağlayacak bir çerçevenin mevcut olduğundan emin olmak olacaktır. Bu sorun çözülmediği sürece uluslararası tanınırlığın yakın zamanda gerçekleşeceğini görmek zor olacak. Aynı zamanda bunun yakın zamanda resmi olarak gerçekleşeceğini de düşünmüyorum. Afganistan halkının hakları, kadın hakları ve kadınların eğitime erişimi, kadınların işgücüne katılımı, kadınların topluma katılımı gibi çok önemli konular ele alınmadıkça bu olmaz. Bana göre, bu konular ele alınmadıkça tanınma meselesine hızlı bir çözüm bulunamaz. Dolayısıyla bunun için bir zaman çizelgemiz yok.

Rusya’nın Taliban hükümetini Kazan’daki İslam zirvesine davet edeceğini duyurması yönündeki girişimini yorumlayabilir misiniz? Bu ne sağlayacak? Rusya’nın amacı nedir ve bu Taliban hükümetine ne getirecek?

Sanırım bu, son birkaç yıldır olan bir şey. Çeşitli etkinliklere katılım oldu, ancak önemli bir şeye ya da büyük bir ilerlemeye yol açmadı. Mesela 2022 yılının mart ayında Taliban heyeti gelip Antalya Diplomasi Forumu’na katıldı. Ama bundan önemli bir şey çıkmadı. Yani Kazan İslam Dünyası Konferansı’na katılım sadece katılımla sınırlı olacaktır. Katılım dışında bir şey getireceğini düşünmüyorum.

Ancak Rusya’nın yapmak istediği şey Taliban’ın yanında bir duruş sergilemek. Bu doğru mu?

Yani benim anladığım kadarıyla Rusya’nın Afganistan konusunda, özellikle de IŞİD konusunda güvenlik kaygıları var, çünkü yakın zamanda Rusya’da bir IŞİD-Horasan saldırısı yaşandı. Yani Rusya için olduğu gibi diğer komşu ülkeler için de geçerli. Rusya komşu ülke olmasa da durumdan etkileniyor. İran ve Pakistan için, durumun daha da zorlaşmamasını veya daha da kötüleşmemesini sağlamak için durumu nasıl yönetebileceklerini görmeleri gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Afganistan’da güvenlik durumu kötüleşirse veya daha da kötüye giderse, bu komşu ülkeler ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bölge ülkeleri ilk etkilenenler olacak. İşte bu yüzden mevcut durumun devam ettiğinden emin olmak için bir dereceye kadar iletişimi sürdürüyorlar. Yani mevcut durumun devamı olacak. Bu büyük bir atılım olmayacak.

Afganistan’a yapılan yabancı yatırımlar ne durumda? Çin ve Rusya’nın birçok projesi var. Rusya ile Afganistan arasında bazı Türk şirketlerinin de dahil olduğu bir demiryolu projesi var. Bu projeler hakkında ne biliyoruz? Bizi bu konuda aydınlatabilir misiniz?

 Yani evet, Çinliler yatırım yaptı. İran’ın Afganistan’da bazı yatırımları var. Rusya bazı yatırımlar yaptı. Türk şirketleri Afganistan’da belirli sektörlere yatırım yaptı. Benim anladığım kadarıyla Afganistan’da yatırım yapan yaklaşık 11 farklı şirket var, Türk şirketleri. İnşaat da var, hidroelektrik de, güneş enerjisi de… Yatırım yaptıkları sektörlerden bazıları bunlar. Ruslar ve Çinliler madenlerle ilgileniyor. Petrole de yatırım yaptılar. İranlıların da maden yatırımları var. Ruslar ne yapabileceklerini görmek istiyor. Henüz büyük bir yatırımları yok. 

Rusya’nın büyük yatırımları yok mu?

 Büyük bir yatırımı yok ama şu anda demiryoluna yaptıkları yatırım ilk yatırımlardan biri. İmzalandı. Ve yavaş yavaş inşa etmeye başlayacaklar. Bu, Afganistan’dan İran’a, Batı Afganistan’a, Herat vilayetine kadar uzanan demiryolu bağlantısı olacak. Bu da gelecekte potansiyel olarak Afganistan’ı Türkiye’ye bağlayabilir. Çünkü potansiyel olarak Türkiye’ye kadar gelebilir.

Rusya ile Afganistan’ı nasıl birbirine bağlıyor?

Şu anda diğer kısımların Rusya’ya bağlanmasına başlanmış değil. Çünkü burası sadece Afganistan’ı İran’a bağlayan kısım. Gelecekte durum daha iyiye gittiğinde bu elbette Özbekistan ve Tacikistan’a bağlayacağı diğer iki ülkeye de yansıyacak. Daha sonra Özbekistan ve Tacikistan üzerinden potansiyel olarak hem Çin’e hem de Rusya’ya ulaşacak. Ancak bu acil bir plan dahilinde değil.

Takvim nedir?

Afganistan’da genellikle takvimlerden bahsetmek oldukça zordur çünkü şu anda tartıştığımız demiryolu projesi yaklaşık 15 yıl önce tartışılmıştı. Ve güvenlik olayları nedeniyle her zaman ertelendi. Kaynaklara, şirketlerin yatırımlarına ve taahhütlerine ve genel olarak güvenlik durumuna bağlı olarak, eğer durum iyi olursa, yatırım devam eder, yatırım taahhütleri devam eder, benim anlayışıma göre önümüzdeki beş yıl içinde Özbekistan ile Pakistan arasında Afganistan üzerinden ve ayrıca İran yoluyla bağlantı. Bu da Rusya, Çin ve Hindistan gibi diğer ülkeleri birbirine bağlamaya yardımcı olacak.

Pakistan’la hem göçmenlerle ilgili hem güvenlikle ilgili sorunlarınız basına yansıyor? Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Afganistan’ın güvenliğine gelince, bu aslında tüm bölgenin güvenliği açısından çok anlamlı. Ekonomik İşbirliği Örgütü Genel Sekreteri Büyükelçi Husrav Noziri bölgenin geri kalanının güvenliği için Afganistan’ın da güvenli olması gerektiğinin altını çiziyor. Afganistan bu güvenlik sorunlarıyla nasıl başa çıkacak?

Yani güvenlik sorununun bir kısmı Afganistan’da. Bir başka kısmı da bölgeseldir, özellikle Pakistan’da. Pakistan’da Veziristan’da olduğu gibi federal idari alanlar gibi yönetilmeyen alanlar var. Pakistan ordusu bu bölgelerin tam kontrolünü elinde tutar vaziyette değil. İşte bu yüzden bu bölgeler artık Pakistan topraklarının içinde ve bu bölge, aralarında TTP ve IŞİD’in de bulunduğu bazı gruplar için güvenli bir sığınak haline geldi. Komşu İran’da da aynı durumun yaşandığı bazı bölgeler olduğunu düşünüyorum. 4 Nisan’da İran’da Adalet Birlikleri olarak adlandırılan Ceyş el-Adl tarafından bize terör saldırısı düzenlendi. Dolayısıyla üç ülkenin sınır bölgelerinde ve içlerinde, üç ülke tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmeyen bazı alanlar bulunmakta. Benim anlayışıma göre, yönetilmeyen alanların azaltılmasını sağlamak için ülkelerin yakın iş birliği yapması gerekecek. Ve bu yönetilmeyen bölgeler de Pakistan’ın içinde çünkü burası Veziristan ve diğer yerler gibi çok dağlık bir bölge. Ancak Afganistan’daki güvenlik durumunun iyileşmesi komşu ülkeleri de etkileyecektir. Pakistan gibi komşu ülkelerdeki güvenlik durumunun iyileşmesi Afganistan’daki güvenlik durumunu da olumlu etkileyecektir.

Önceki hükümet tarafından Ankara’ya Büyükelçi olarak atandınız. Taliban hükümetiyle çalıştınız mı?

Afganistan’da 35 milyon vatandaşımız var. Onlara yardım etmemiz gerekiyor. Onlardan sorumluyuz. Konsolosluk işleri yapıyoruz, ekonomik kalkınma ve insani yardım için çalışıyoruz. Bu nedenle Taliban’la çalışıyoruz. Afganistan için çalışıyorum. Kabil’deki Türk misyonu da Afganistan’daki insanlar için çok aktif bir şekilde çalışıyor. Türkiye’nin Mezar-ı Şerif’teki konsolosluğu da aktif olarak çalışmakta.

Taliban hükümeti tarafından Büyükelçiliğe atanan diplomatlarınız var mı?

İki diplomatımız var. Bunlardan biri hukuk alanında çalışıyor. Örneğin Afgan vatandaşlarının hukuki sorunlarıyla ilgili olarak cezaevleri ve hukuk görevlileriyle birlikte çalışıyor. İkincisi ekonomik alanda çalışıyor. Yatırımlara ve insani yardımlara odaklanıyor.

Atatürk’ün imzasıyla Afganistan’a atanan ilk Türk Büyükelçi kararnamesi

Türk hükümeti ile Taliban hükümeti arasındaki ilişkiler nasıl? İki taraf arasında yapılan birçok görüşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye Afganistan’la son derece pragmatik bir şekilde çalışıyor. Çünkü Türkiye olaylara şöyle bakıyor: “Ben onlara yardım etmek istiyorum. Onlara destek olmak istiyorum. Aynı zamanda Afganistan’daki durumu iyileştirmek istiyorum. Çünkü Afganistan’daki durum kötüye giderse bu Türkiye için sorun olur”. Türkiye’de göçmen sorunu var. Afganistan’da durum daha da kötüleşirse Türkiye için ciddi bir sorun olacak. Aynı zamanda bölgenin istikrarı da Türkiye ile eşgüdümlü etkileniyor. Yıllar önce Türkiye’nin ekonomisi çok iyiydi. Elbette farklı faktörler vardı ama asıl önemli olan öncelikle Suriye, Irak, Libya ve Afganistan’ın istikrarlı olmasıydı. Çünkü Türkiye bölgenin istikrarından doğru orantılı olarak olumlu etkilendi. Ama şu anda ekonomik kriz var çünkü Afganistan’da kriz var, Pakistan’da kriz var, Suriye’de kriz var, Irak’ta kriz var, Libya’da kriz var. Bu durum Türkiye’yi olumsuz yönde doğrudan etkiledi.

Türkiye’nin özellikle göçmenler yüzünden ekonomik sıkıntı yaşadığını mı söylüyorsunuz?

Sadece göçmenler değil. Afganistan’da çalışan çok sayıda Türk şirketi var. NATO’dan, ABD’den, Afganistan’dan büyük projeler aldılar. Milyarlarca dolarlık projeler aldılar. Türkiye, Afganistan’daki ekonomik durumun daha önce iyi olmasından doğrudan iyi yönde etkileniyordu. Bu nedenle Türkiye bu bölgede çok olumlu, çok pragmatik çalışıyor. Bu nedenle Türkiye’de bazı kişiler diyor ki -bazen vatandaşlarımızdan da bu mesaj geliyor –  “Türkiye’nin bu ilişkileri durdurması gerekiyor”. Bunun pek mantıklı olmadığını ve aynı zamanda hiçbir işe yaramayacağını düşünüyorum. Çünkü durumun daha da kötüleşmesine neden olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin Afganistan’daki varlığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Afganistan Türkiye’den gelecek diplomatik, siyasi ve yardımlarla durumu değiştirebilir. Türkiye bu bölgede çok güzel işler yapıyor.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Gürcistan’ın AB üyeliği bugün yarın gündemde değil, uzun vadeli bir süreç’

Yayınlanma

Avrupa Birliği’nin (AB) Güney Kafkasya ve Gürcistan’daki Krizden Sorumlu Özel Temsilcisi Toivo Klaar, Tiflis’in Brüksel ile ilişkilerini ve AB’ye katılım sürecini Harici’ye değerlendirdi: “Bu katılım müzakereleri uzun yıllar sürecek. Gürcistan’ın üyeliği yarın veya ertesi gün gündemde değil. Bu uzun vadeli bir süreçtir.”

Gürcistan başkenti Tiflis hafta boyunca protestolara sahne olurken, parlamento çok tartışılan “yabancı ajanlar” hakkındaki yasa tasarısının ilk okumasını onayladı. Tasarının, yasalaşması için iki kez daha okunması gerekiyor.

Söz konusu yasa tasarı yasalaşırsa, yabancı ülkelerden fon alan kurum ve kuruluşlar kendilerini yabancı ajan olarak kaydettirmek zorunda kalacak. Muhalefet bunun Rus tipi bir yasa olduğunu savunarak eleştiriyor. Kremlin ise bu adlandırmayı eleştiriyor.

AB Konseyi Başkanı Charles Michel ise, konuyla ilgili açıklamasında “Gürcü halkı Avrupa yolunu seçti, buna karşılık Avrupa Konseyi geçen yıl aralık ayında Gürcistan’a aday statüsü verdi. Açık konuşayım: Kanun tasarısı Gürcistan’ın AB’ye katılma arzusuna uymuyor ve Gürcistan’ı Avrupa Birliği’ne yaklaştırmayacak, aksine uzaklaştıracak” diyerek uyarıda bulundu.

Peki Gürcistan’ın AB’ye katılım süreci nasıl işleyecek? Önündeki zorluklar neler? Rusya ile ilişkiler bu sürecin neresinde? AB’nin Güney Kafkasya ve Gürcistan’daki Krizden Sorumlu Özel Temsilcisi Toivo Klaar ile konuştuk.

‘Gürcistan Rusya’ya karşı yaptırımları aşmıyor’

Gürcistan, Ukrayna kriziyle ilgili olarak Rusya’ya herhangi bir yaptırım uygulamadı. Gürcistan’ın 2008’de savaşa giren ve şu anda yaptırım uygulamayan bir ülke olarak Rusya’ya bakışı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tabii biz Gürcistan’la sürekli temas halindeyiz, sürekli görüşüyoruz. Gürcistan’la çok yakın ilişkilerimiz var. Bizim açımızdan önemli olan yaptırımların aşıldığını görmememizdir. Yani Gürcistan, yaptırımların geniş çapta delinmesi için bir kanal değil. Bu da AB için önemli. Yaptırımların gerekli olduğuna inanıyoruz. Ortaklarımızın kendi bölgelerinin yaptırımları aşmak için kullanılamayacağından emin olmalarını bekliyoruz. Bu bakımdan Gürcistan’la iyi bir iş ilişkimiz olduğunu düşünüyorum.

‘Katılım için kapıyı açtık’

Tiflis artık AB’ye katılım sürecine kararlı. Peki engeller ve zorluklar neler? Bu noktaya gelinmesinin uzun zaman aldığı göz önüne alındığında, Brüksel’in Gürcistan’a yönelik tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sonuçta Gürcistan’ın aday ülke olabileceği konusunda hemfikir olmamız ve üye devletlerin buna karar vermesi bir sürecin yalnızca başlangıcıdır. Neticede, öncelikle katılım müzakerelerine başlamak ve ardından elbette katılım müzakerelerini fiilen bitirmek, kriterleri karşıladıklarını kanıtlamak başvuran her ülkeye düşüyor. Yani bu anlamda biz kapıyı açtık. Artık Gürcistan’ın giriş yoluna adım atması ve ardından üyeliğe fiilen hazır olmak için çalışmaya başlaması gerekiyor.

‘Kriterleri yerine getirmek Gürcü yetkililerin sorumluluğu’

Bu süreçte zorluklar neler?

Pek çok zorluğun olduğunu düşünüyorum. Ve her şeyden önce katılım müzakerelerinin başlatılmasına yönelik kriterlerin yerine getirilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Ve sonra mesele, üyelik için gerekli tüm kriterleri yerine getirmeye başlamaktır. Ve bu kolay bir süreç değil. Dolayısıyla tüm aday ülkeler üyeliğe hazırlanırken oldukça zor zamanlar geçirdi. Gürcistan için de durum farklı değil. Bu nedenle, bunu ciddiye almak ve Gürcistan’ın ilk olarak bir sonraki aşamaya geçmeye ve daha sonra katılım müzakerelerinde gerçekten başarılı olmaya hazır olduğunu kanıtlamanın artık gerçekten Gürcü yetkililere ait olduğunun farkına varmak, Gürcü makamlarının görevi olacaktır.

‘Aday ülkeden beklentimiz dış politikanın uyumlulaştırılması’

Yeni atanan Başbakan Irakli Kobakhidze, Çin ile daha fazla yakınlaşmanın hükümetinin önceliklerinden biri olduğunu söyledi. Gürcistan AB’ye giden bu yolda yürürken size göre Çin’le yakınlaşmadan nasıl faydalanıyor?

Ben her ülkenin elbette üçüncü ülkelerle ilişkiler geliştirme hakkına sahip olduğunu düşünüyorum. Aynı şey Gürcistan için de geçerli. Sorun şu ki, dış politikanın uyumlaştırılması söz konusu olduğunda, bu kesinlikle aday bir ülkeden aradığımız ve sonuçta bunun önemli olduğuna inandığımız bir şeydir. AB ve üye devletler tek bir ağızdan konuşuyor ve üçüncü ülkelere ve dünya siyasetindeki konulara benzer bir yaklaşım sergiliyor. Ve dolayısıyla, bu bağlamda, Gürcistan’ın Çin ile bir ilişki geliştirmesinin tamamen doğru olduğunu düşünüyorum, ki tüm AB üye devletlerinin Çin ile ilişkileri var. Ancak önemli olan, Gürcistan’ın genel dış politika yaklaşımının giderek AB’nin yaklaşımıyla daha uyumlu hale gelmesini beklememiz.

‘Önemli olan yaptırımların aşılmaması’

Tiflis ayrıca Rusya ile ekonomik işbirliğini “son derece faydalı” olarak görüyor. Batı’nın bu konuda Gürcistan’a tepkisini nasıl yorumluyorsunuz?

Önemli olan yine yaptırımların aşılmamasıdır. Yani üçüncü bir ülkenin malların transit geçişini sağlaması veya izin vermesi veya Ukrayna ile savaşı nedeniyle Rusya’ya verilmemesi gerektiğini düşündüğümüz malların tedarikini sağlaması gibi bir durum söz konusu değildir. Ve bu bağlamda, bir kez daha, Gürcistan’ın Rusya ile ticaret bağlamında hiçbir yaptırım hilesinin yapılmadığından emin olduğunu görmemizin önemli olduğunu düşünüyorum.

‘Katılım müzakereleri uzun yıllar sürecek’

Bunun AB’nin Gürcistan’ın üyeliğini değerlendirmesinde bir kriter olacağını düşünüyor musunuz?

Tekrar söylüyorum, öncelikle Gürcistan’ın üyeliği yarın veya ertesi gün gündemde değil. Bu uzun vadeli bir süreçtir. Bu, katılım sürecidir. Öncelikle katılım müzakerelerinin başlatılmasına karar verilmesi gerekiyor. İkincisi, bu katılım müzakereleri uzun yıllar sürecek. Dolayısıyla bu bakımdan, bir şeyin gerçekten katılmanın bir koşulu olup olmadığı hakkında konuşmaya başlamanın tamamen teorik olduğunu düşünüyorum. Ama genel anlamda spesifik bir şey var, beklediğimiz şey, yine daha önce de belirttiğim gibi, aday bir ülkenin dış politikasının Avrupa Birliği’nin dış politikasıyla giderek daha uyumlu hale gelmesini sağlamasıdır.

Abhazya ve Güney Osetya ile birleşmenin hangi koşullar altında mümkün olduğunu düşünüyorsunuz? Bu sorunun çözümüne yönelik son dönemde atılan adımlardan bahseder misiniz?  

Tabi, bunun kolay bir süreç olduğunu düşünmüyorum. Bu konuda en önemli aktörün elbette Rusya olduğunu düşünüyorum. Rusya, 2008’de imzalanan ve Gürcistan’la yaşanan çatışma öncesindeki mevzilere askerlerini çekmeyi taahhüt ettiği altı maddelik anlaşmaya uymalı. Dolayısıyla, eğer Rusya bunu yaparsa, eğer Rusya, Abhazya ve Güney Osetya’yı tanımayı geri çekerse ve Gürcüler, Abhazlar ve Güney Osetyalıların aralarındaki çatışmayı aşmalarına yardım etme konusunda gerçekten yapıcı bir rol oynamaya başlarsa, o zaman bu sorunun çözülmesinin mümkün olduğuna inanıyorum. Rusya şu anda olduğu gibi engelleyici olmaya devam ettiği sürece Abhazya’da, Güney Osetya’da askerlerini tutmaz ve altı maddelik anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmemekte ısrar ederse bu çatışmaları gerçekten çözmek zor olacaktır. Rusya bu konuda büyük bir engel.

‘Hükümetin rolü Gürcü toplumuna AB değer ve normlarını teşvik etmek’

 Gürcü toplumunun Sovyet kültürü, Sovyet mirası ve Batı etkisi arasında kaldığı yönünde bir yargı var. AB gibi Batı ittifakının bir parçası ve aynı zamanda gözlemci olarak bu yargıya katılır mısınız? Sizce ülkede insanlar arasında böyle bir kutuplaşma var mı?

Sanırım Gürcülerin ezici bir çoğunluğunun Avrupa Birliği’ne katılmak istediğini görüyoruz. Elbette bu süreç bağlamında kültürel farklılıklar, farklı görüşler olacaktır. Ancak bunun bir süre devam edecek ama sonuçta yakınlaşmayla ve toplumun Avrupa Birliği’nin yaşadığı normları kabul etmesi ve bunlara değer vermeyi öğrenmesiyle sona erecek bir uyumlaşma süreci olduğuna inanıyorum. Ve bence Gürcistan hükümetinin önemli bir rolü, Gürcü toplumunda Avrupa değerlerinin ve anlayışlarının desteklenmesini sağlamak ve teşvik etmektir. Bu konuda, çoğulculuk, farklı görüşlerin teşvik edilmesi ve azınlıklara yönelik hoşgörü açısından muhtemelen daha fazlasının yapılabileceğini düşünüyorum. Bunun Avrupa kültürünün çok önemli bir yönü olduğunu düşünüyorum. Gürcistan’da hala yapılması gereken bazı işler var.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English