Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Çin’in atılımı mucize değil, sabırla uygulanan kalkınma stratejisinin sonucu’

Yayınlanma

Paris Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde ve Fransa’nın en büyük, temel bilimler üzerine ise Avrupa’nın en büyük araştırma merkezi Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nde (CNRS) araştırmacı olan Rémy Herrera, dünden bugüne Çin’in kalkınma dinamiklerini Harici’ye değerlendirdi. 

OECD ve Dünya Bankası’nda danışmanlık yapmış olan ekonomist Rémy Herrera, ayrıca Dünya Alternatifler Forumu’nun (WFA) eski sekreteri ve Uluslararası Kriz Gözlemevi’nin (OIC) de üyesidir. 

Fransa’nın önde gelen Marksist iktisatçılarından ve neoklasik iktisadın en önemli eleştirmenlerinden olan Rémy Herrera, çalışmalarında, kapitalizmin krizlerini tetikleyen finansal ve sosyo-ekonomik nedenlerin yanı sıra, kapitalizme alternatif ekonomi politik yaklaşımları tercih ederek farklı kalkınma modelleri uygulayan ülkeleri de incelemektedir. Eserlerinde başta Çin ve Küba olmak üzere, Asya ve Latin Amerika’daki ekonomik gelişmeleri tarihsel bakışla ele alan Herrera, neoliberal okulun bu ülkelerdeki gelişmelere dair iktisadi analizlerindeki Avrupa merkezci yaklaşımı da sorgulamaktadır.

Rémy Herrera, Ferhan Bayır’ın Çin ekonomisi üzerine sorularını yanıtladı.

‘Bu denli hızlı bir büyüme, ancak Maocu dönemdeki çabalar ve başarılar sayesinde mümkün’

Çin hakkındaki kitaplarınızla başlayalım. Çin ziyaretleriniz sırasında yaptığınız araştırma ve gözlemlere dayanarak herkesin tartıştığı Çin mucizesini siz nasıl yorumluyorsunuz?

Çin’in on yıllardır gözlemlenen gayri safi yurt içi hasılasının (GSYİH) yüksek büyüme oranıyla ilgili yorumda bulunan birçok kişi, bu olguyu tanımlamak için “mucize” terimini kullanıyor. Bana kalırsa bu bir mucize değil, bu (Çin’in GSYİH’nın on yıllardır hızla büyümesi) daha çok bu ülkenin ardı ardına göreve gelen Komünist Parti yetkinliğindeki hükümetlerinden sorumlu devlet ve üst düzey yetkilileri tarafından planlanıp sabırla etkin bir şekilde uygulamaya koyulan bir kalkınma stratejisinin sonucudur.

Hemen hemen her yerde, akademik çevrelerde ve hâkim-ana akım medyada, Çin ekonomisinin “yükselişinin” yalnızca küreselleşmeye “açılmasından” kaynaklandığını okuyor ve duyuyoruz. Kendi adıma, bu denli hızlı bir büyümenin ancak Maocu dönemdeki çabalar ve başarılar sayesinde mümkün olduğunu eklemeyi gerekli görüyorum. Söz konusu küreselleşmeye açılım Çinli yetkililer tarafından çok sıkı ve sürekli olarak kontrol altında tutulmuştur. Küreselleşmeye açılımın ancak bu şartla (kontrol edilmesiyle) ülkenin tartışılmaz ekonomik başarısına katkıda bulunduğu düşünülebilir. Küreselleşmeye yönelik bu açılım, tutarlı bir kalkınma stratejisiyle tamamen uyum içerisinde olmasından ve iç hedeflerin ve ülke içi ihtiyaçların karşılanması zorunluluklarına tabi olmasından dolayı, uzun vadede Çin üzerinde bu kadar olumlu etkiler yaratabilmiştir.

Şunun çok iyi anlaşılması gerekiyor ki açıkça Çin Komünist Partisinin eseri olan böyle bir kalkınma stratejisi geliştirilmeden ve -unutulmaması gerekir ki-, Çin halkının bu kalkınma stratejisinin devrimci süreçte uygulanması için harcadığı enerji olmadan, Çin Komünist Partisi ülkeyi kapitalist dünya sistemine dahil etmiş olsaydı, Güney ve Doğu’daki diğer pek çok ülkede olduğu gibi, kaçınılmaz olarak ulusal ekonomisinin, hatta kendi varlığının tamamen yok olmasına yol açabilirdi. Temel bir noktayı aklımızda tutmalıyız: Ekim 1949’da Devrim’in zaferinden önceki yüzyıldan daha fazla bir süre boyunca “açılım”, Çin halkı için her şeyden önce teslimiyet, yıkım, sömürü, aşağılanma, çöküş ve kaos anlamına geliyordu.

‘Çin kamu işletmelerinin gücü, bunların Batılı şirketler gibi yönetilmemesinden kaynaklanıyor’

Çin’in başarısının Batılı kalkınma modellerinden farkı nedir?

Çin hükümeti tarafından uygulanan kalkınma stratejisinin başarısı ve bunun bu ülkenin nüfusu için getirdiği çok sayıda faydalı etki, Batı ülkelerinde uygulanan ve genel olarak kuzey ülkelerindeki işçiler için ekonomik, sosyal, kültürel ve hatta ahlaki açıdan felaketle sonuçlanan neoliberal ekonomi politikası uygulamalarının başarısızlığıyla keskin bir tezat oluşturmaktadır.

Özgül bir örnek vereceğim bu konu hakkında. Çin devlet mülkiyetindeki işletmelerin gücü, bunların Batılı uluslararası şirketler gibi yönetilmemesinden kaynaklanmaktadır. Borsada işlem gören ve sahiplerine ödenen temettülerin maksimize edilmesini gerektiren hissedar değeri, hisselerin değerlenmesi ve yatırımların hızlı geri dönüşü mantığına göre işleyen bu batılı şirketler, yerel veya uluslararası bir taşeron zincirini sıkıştırarak faaliyet göstermektedir. Fakat Çinli kamu işletme grupları bu şekilde davranmamaktadır. Eğer bu kadar açgözlü davranırlarsa, küçük ve orta ölçekli yerel işletmelere ve daha geniş anlamda tüm ulusal sanayi dokusuna zarar verecek şekilde hareket etmiş olacaklardır. Çinli büyük kamu şirketlerinin çoğunluğunun kar etmesinin veya kar eder hale gelmesinin sebebi onlara rehberlik eden pusula özel hissedarların zenginleşmesi değil, üretken yatırımlara verilen öncelikler ve müşterilerine sunulan hizmettir. Üstün, uzun vadeli veya ulusal stratejik çıkarlara ve kısmen yerel ekonominin geri kalanını canlandırmaya ve acil kâr yaratma vizyonunun ötesine geçmeye hizmet ettikleri sürece, Çinli kamu şirketlerinin kârlarının Batılı rakiplerinden daha düşük olmasının sonuçta onlar için bir önemi yok.

‘Neoklasik modellerin Çin’de yeri yoktur’

Bu model neoklasik veya neo Marksist model çerçevesinde tanımlanabilir mi?

Öncelikle Çinlilerin kalkınma stratejilerini bir “model” olarak görmediğine inanıyorum. Ayrıca kalkınma stratejilerini empoze etmeye ya da ihraç etmeye de çalışmıyorlar. Yalnızca dünyanın farklı halkları tarafından belirli dersler alınabileceğini, fakat kendilerine özgü belirli tarihsel, toplumsal ve kültürel koşullara sahip farklı halkların kendi kalkınmalarının amaçlarını ve araçlarını kendilerinin tanımlaması gerektiğini düşünüyorlar. Bu bakış açısı, aynı zamanda kendi “modelinin” dünyadaki tüm ülkeler tarafından takip edilmesini isteyen Batı vizyonundan da açıkça farklılık göstermektedir.

Neoklasik modellerin Çin’de yeri yoktur. İzin verirseniz, bugün iktisattaki hegemonik akım veya ana akımı oluşturan neoklasik iktisadın, sosyal adalet uygulamalarına ve kamu hizmetlerinin geliştirilmesine karşı bir ideolojisi olan neoliberal politikaların hayata geçirilmesine teorik ve sözde bilimsel bir gerekçe sağlamaya çalışmaktan başka bir amaca hizmet etmediğini de eklemek isterim. Gerçekte, neoklasik iktisat bir bilim değil, bir bilim kurgudur ya da yakın tarihte yayımlanan bir kitabımda (Confronting Mainstream Economics for Overcoming Capitalism) belirttiğim gibi, bilimsel olma iddiasında olan bir ideolojidir.

Öte yandan şu ana kadar Marksizmin bilimsel açıdan aşılamadığı kanısındayım. Günümüzde Marksizmin ciddi bir rakibi olduğunu düşünmüyorum. Marksizm, özellikle de, önemli değişiklikler olsa bile hâlâ kapitalist sistemin küresel ölçekte hakim olduğu bir dünyada yaşadığımız ve bunların dikkatli bir şekilde açıklanmasının gerekli olduğu bir dünyada yaşamamız nedeniyle geçerliliğini korumaktadır. Ortaya çıktığı zamandan bu yana Marksizm’e karşı yöneltilen çok sayıda saldırıya ve defalarca onun geçerliliği kalmadığı-bittiği-öldüğü iddia edilmesine rağmen, Marksizm kalıcıdır, dirençlidir, “yok edilemez” diyebilirim ve aynı zamanda Marksizm daha iyi bir dünyaya giden yol ve koşullar üzerinde düşünenler için temel teorik referans noktasıdır. Sıklıkla dogmatize edilmesine ve bazen kendisi aleyhine uygulamaların da olduğu SSCB ve Sovyet bloğunun da ortadan kaybolmasına rağmen, Marksizm günümüzde de özünü koruyarak, sosyalizm uğruna mücadele edenler için yeri doldurulamaz bir referans olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle Çin için hala önemli bir teorik referans olması şaşırtıcı değildir.

‘Sosyalizm mükemmelliğe yönelik bir proje olmaktan çıkıp, hareket halinde bir inşa süreci haline geliyor’

Çin ekonomik modelinin uygulamasını teorik temellere mi dayandırdı?

Amacı sosyalist geçişi sürdürmek ve derinleştirmek olan Çin kalkınma stratejisinin, hem geleneksel Çin düşüncesinin ana felsefi akımlarından (özellikle Konfüçyüsçülük ve Taoizm’den ve diğerler farklı akımlardan) hem de Çin tarzında yeniden yorumlanmış ve modernleştirilmiş karma bir Marksizm’den alınan unsurların teorik bir kombinasyonuna dayandığını söyleyebilirim. Ancak bu teorinin pratik deneyimlerin analiziyle yakından ilişkili olduğu anlaşılmalıdır. Tüm bunlar (bahsi geçen teorik yapı ve pratik deneyimlerin analizi), günümüzün zorluklarına ve özellikle de bunlardan kaynaklanan birçok çelişkiye yanıtlar verilmesini ve uygun çözümler sunulmasını mümkün kılmıştır.

Çin’in “yeni çağın sosyalizmi” anlayışı sabırlı, kalıcı, somut dozajlarda, pragmatik ve etkilidir ve aynı zamanda Maniheist (durumları ve bir şeyleri, nüanslar ve ara durumlar olmadan, iyilik ve kötülüğün mutlak ilkelerine göre bir düalizmle değerlendiren) değildir; uzun vadeyi bilir ve dışlamalar ve ikame edilebilirliklerden ziyade tamamlayıcılıklar ve potansiyeller olarak görülen karşıtlıkların veya çelişkilerin (örneğin bireysel inisiyatif veya girişimcilikle ilgili olanlar) yüzleşmesinden korkmaz.

“Çin Marksizm’inden” çıkarılması gereken derslerden biri de karşıtlıklar arasında, insanda, insanlar arasında, insanla doğa arasında bir uyum aranması gerektiği düşüncesidir. Çin siyasi söyleminde temel değerler olarak “toplumsal uyum”, “istikrar” ve bunu başarmanın yolu olarak da “uzlaşma” ve “uzlaşı” arayışı vurgulanmaktadır.

Çin Marksizm’inde, Batı Marksizm’inin taşıdığı “sınıf savaşı” kavramından farklı olan ve Batı Marksizm’inin genellikle muhafazakâr rejimlerin karakteristiği olması nedeniyle şüpheli gördüğü pek çok kavram vardır. Bu kavramların görmezden gelinmesi, Çin düşüncesinde “karşıtların uzlaştırılması” ve “pozitif diyalektik” olarak üstlendikleri özel anlamı unutmak anlamına gelir. Bu kavramlar, örneğin bireyin kişisel çıkarları ile toplumsal ihtiyaçları ile bireysel ve kolektif çıkarlar arasında ve ihtiyaçlar ile ahlaki talepler arasında dinamik dengelerin bulunacağı anlamına gelir.Basitleştirmek gerekirse, Mao’dan bu yana Çinlilerin çelişkileri yumuşatma, hafifleştirme eğiliminde olan sarmal bir gelişmeye dayalı bir ilerleme biçimine inandıklarını söyleyebiliriz. Bu bağlamda sosyalizm mükemmelliğe yönelik bir proje (Çin düşüncesine yabancı, mutlak olana başkaldıran bir vizyon) olmaktan çıkıp, hareket halinde bir inşa süreci haline geliyor.

‘Çin neoliberal seçeneği reddetti’

Çin’in ekonomik modeli ile İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ya da Balkan ülkelerinin ekonomik modeli arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları nasıl değerlendirirsiniz?

Çin Halk Cumhuriyeti, 1949 Ekim Devrimi’nin zaferinden hemen sonra uygulanmaya başlanan “Sovyet” tipi bir “ekonomik modeli” birkaç yıl boyunca sürdürdü. Ancak Çin Halk Cumhuriyeti 1960’lı yılların başında SSCB’den kopunca bu modelden vazgeçti. 1950’de Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi’ne (CMEA veya COMECON) giren Çin, 1961’de ayrıldı ve ardından kendi başına ve kendisi için, kendi kalkınma stratejisini oluşturmaya karar verdi. Ve açıkçası bunu yapmakta Sovyetler Birliği’ndekilerden ya da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindekilerden çok daha etkili olduğu söylenebilir.

Çin, 1978 ile 1982 yılları arasında, Mao sonrası geçişin ve “açılım” olarak adlandırılan yapısal reformların uygulanmasının zorluklarını yansıtan bir dizi ekonomik sorunla karşılaştı. 1985-1986 dönemi, özellikle piyasa ekonomisine yönelik dönüm noktalarından birini temsil eden 1984 vergi reformunun uygulamaya konduğu dönemdi.Daha sonra, SSCB ve Sovyet bloğunun çöküşü sırasında, hızla yarıda kesilen ve terk edilen, “neoliberal” olarak tanımlanabilecek çok kısa süren bir deneye girişildi; ancak bu deneyin sonucu, 1990-1991 yıllarında ekonominin ani ve şiddetli bir şekilde gerilemesi ve buna eşlik eden bir yolsuzluk patlaması oldu. Çin merkezi hükümetinin o zamandan bu yana büyük bir enerjiyle yolsuzluğa karşı mücadele ettiği ve bu mücadelede de belirli bir başarıya ulaştığı kabul edilmelidir. Neyse ki Çin, dünya çapında pek çok ekonomiyi yıkıma uğratan bu neoliberal seçeneği reddetti. Ve bugün nüfusunun büyük çoğunluğuna belirli bir refah sağlayan sosyalizmi sürdürmeyi tercih etti.

‘Çin’de kapitalizmi kontrol eden devlettir, tersi değil’

Çin’in kapitalist yöntemleri benimsediğini iddia eden Batılı Marksistler, Çin’in finansal/servet büyümesini ne ölçüde doğru değerlendiriyorlar?

Batılı Marksist yazarlar arasındaki tartışmalarda yazarların büyük bir çoğunluğu Çin ekonomisinin kapitalist olduğunu ileri sürmektedir. Örneğin David Harvey, Çin ekonomisini 1978 yılı reformlarından bu yana, çok otoriter olarak nitelendirdiği bir merkezi kontrol çerçevesinde işletilen giderek daha fazla neoliberal bileşenin dahil edildiği bir tür piyasa ekonomisinin yer aldığı “Çin özelliklerine sahip bir neoliberalizm” olarak gördüğünü ifade ediyor. Ona katılmıyorum.Panitch ve Gindin, Çin’in dünya ekonomik sistemine entegrasyonunun sonuçlarını analiz ediyorlar ve bunu, Çin açısından küresel kapitalizmi yeniden yönlendirmek için bir fırsattan çok, daha önce Japonya tarafından üstlenilen Amerika Birleşik Devletleri’ne küresel hegemonyasını sürdürmek için gerekli sermaye akışları sağlayan “tamamlayıcı” rolünün bu sefer Çin tarafından tekrarlaması olarak görüyorlar; bu durumun da dolayısıyla Çin’de mali piyasaların serbestleştirilmesine yönelik bir eğilim oluşmasına, sermaye hareketlerini kontrol eden araçların ortadan kaldırılmasına ve Çin Komünist Partisinin gücünün temellerinin zayıflamasına yol açtığını iddia ediyorlar. Ben bu yazarların yanıldığını düşünüyorum.

Kesinlikle daha az sayıda fakat diğerleri kadar önemli olan Çinli veya yabancı diğer Marksistler ise Çin’de şu anda yürürlükte olan politik-ekonomik sistemin, “Devlet kapitalizmi” ile karşılaştırılabilir veya ona yakın olmasına rağmen,gelecek için daha geniş bir olası yörünge yelpazesine açık kapı bırakacağı fikrini savunmaya devam ediyorlar. Kendi adıma bu fikri, Çin sisteminin bugün hala sosyalizmin temel unsurlarını içerdiğini ileri sürecek kadar ileri götürüyorum.Bunu ifade ettikten sonra, bu sistemin doğasına ilişkin yorum, benim görüşüme göre, onu hâlâ kapitalizmden açıkça ayıran sütunlara dayanan “piyasa sosyalizmi” ile uyumlu hale geliyor. Kendi adıma şunu söyleyebilirim; Çin’de kapitalistler olmasına rağmen (ve çok sayıda milyarder de var), Çin sistemini kapitalist olarak nitelendirmek mümkün değildir. Elbette “devlet kapitalizminin” unsurları var ama ben Çin sistemiyle ilgili olarak “piyasa sosyalizminden”, daha doğrusu “piyasayla sosyalizmden” bahsetmeyi tercih ederim. Çinlileri “Çin renginde sosyalizmden” bahsederken ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Bu sadece propaganda değil; bu bir gerçektir, onların gerçekliğidir.

Örneğin parasal ve finansal düzeyde, Çin’in kamu otoritelerinin finansal piyasaların gücüyle başa çıkabildiğini, ancak aynı zamanda ulusal para birimi yuanı savunarak “büyük bir para duvarı” inşa edebildiklerini de belirtmek gerekir. Parayı kalkınmanın hizmetine sunmayı başardılar. Teknikleri daha esnek hale getirilmiş, modernleştirilmiş ve günümüzün taleplerine uyarlanmış, bu sayede çok daha etkili olan çok güçlü stratejik planlama, sosyalist yolun ayırt edici bir özelliğidir. Devletin para biriminin ve tüm büyük bankaların kontrolünü ele alması, mali kuruluşların faaliyetlerinin ve ulusal topraklarda faaliyet gösteren yabancı firmaların davranışlarının yakından izlenmesi gibi olmazsa olmaz bir koşuldur. Bir kez daha ifade etmek gerekirse, Çin’de kapitalizmi kontrol eden devlettir, tersi değil. En azından şimdiye kadar durum böyledir.

‘Arzuları, nüfusun çoğunluğunun bolluğun tadını çıkarabileceği sosyalist bir geçişi sürdürmek’

Şu anda Deng Xiaoping’in Çin için önemi nedir? Xi Jinping’in Deng Xiaoping ile siyasi ve ekonomik kararlarında bir bağlantı veya bir kopukluk var mıdır?

Deng Xiaoping’in iktidarın zirvesine kesin yükselişi, Ağustos 1977’de, Çin Komünist Partisi’nin 11. Kongresi ve ardından 1978 sonlarında başlayan derin ekonomik reformlara yönelik baskıyla başladı. Deng’in fikri sosyalizmden vazgeçmek değildi; Çinlilerin büyük çoğunluğunu yoksulluktan kurtarmanın yollarını bulmak ve ülkenin yerleşik ifadeyle “orta düzeyde refah” toplumuna erişmesini sağlamaktı. Dolayısıyla eski sosyalist yapılar dönüştürüldü, piyasa mekanizmaları genelleştirildi, kapitalizmin unsurları devreye girdi ve eşitsizlikler artmaya başladı fakat sistem yeniden kapitalistleşmedi.Xi Jinping’den bu yana kalkınma stratejisi sosyalist olarak yeniden onaylandı ve ülkenin genel politikasının yönelimi daha ziyade, nüfusun daha az varlıklı kesimlerinin ve ülkenin daha az gelişmiş bölgelerinin lehine oldu.

“Çin sosyalizmini” anlamanın zorluğu, liderlerinin bu sosyalizmi kıtlıkların banal hale getirilmesi veya “sefaletin paylaşılması” olarak yorumlamayı reddetmelerinden kaynaklanmaktadır. Çin Komünist Partisi liderlerinin aradığı ve yapmayı başardığı şey, Mao döneminde Çin halkının büyük bir kitlesini yoksulluktan kurtarmak, Deng Xiaoping döneminde ise onları “orta düzeyde refah” toplumu seviyesine ulaştırmaktı. O günden bu yana Devrimin mantıksal bir devamı olarak arzuları, artık nüfusun büyük bir çoğunluğunun refaha, özellikle de geniş bir yelpazedeki tüketim mallarına erişebileceği ve bolluğun tadını çıkarabileceği sosyalist bir geçişi sürdürmektir. Bunu yaparak bir taşla iki kuş vurmuş ve aynı zamanda sosyalizmin kapitalizmi aşabileceğini ve aşması gerektiğini de kanıtlamış olmazlar mı?

‘Çin’in ekonomik büyümesi zaten Mao zamanında çok çok yüksekti’ 

Çin’in ekonomik büyümesini biraz daha detaylı değerlendir misiniz?

Çin ekonomisinde, Gayri safi yurtiçi hasılasındaki (GSYİH) yüksek büyüme oranının, sıklıkla duyduğumuz gibi 1978’den bu yana benimsenen kapitalizmden kaynaklandığını söylemek yanlıştır. Tam tersi. Komünist Partinin otoritesi altına alınan Çin devletinin, kapitalizmin ülkenin kontrolünü ele geçirmesini engellemeyi başarması sayesinde ekonomik büyüme yüksek olmuştur ve bunun olumlu bir yansıması olarak zenginlikler büyük ölçekte topluma yeniden dağıtılabilmiştir. Şunu da eklemeliyim ki, Çin sisteminin kapitalist olduğuna kesinlikle inanmak istesek bile (ki öyle düşünmüyorum), Çin’in yüksek büyümesinin ancak 1978’den bu yana gözlemlenebilir olduğunu iddia etmek yanlış olacaktır. Çünkü ülkenin ekonomik büyümesi zaten Mao zamanında çok çok yüksekti, hatta aynı dönemde, planlı ekonomiye sahip diğer ülkelerden, hatta birçok sanayileşmiş Batı ülkesinden çok daha yüksekti. Batılı liderler bu gerçeği gizlemek istiyorlar çünkü sosyalist bir ülkenin başarılı olabileceğini, özellikle de kapitalizmden-kapitalist ülkelerden daha başarılı olabileceğini kabul etmek onlar için dayanılmaz bir durum.

Çin Komünist Partisinin amacının ekonomik olarak her şeyi ele geçirmek değil, her şey üzerinde siyasi kontrolü sürdürmek olduğunu söylemek durumundayım. Bu ikisi aynı anlama gelmemektedir. Çinli liderler bunu defalarca söylediler: karma, hibrit bir sistem çerçevesinde her ikisi de teşvik edilen kamu ve özel faaliyetlerin bir arada var olması, ülkenin üretici güçlerini mümkün olduğu kadar geliştirmek ve kalkınma düzeyini yükseltmek için seçilen araçtır. Yabancı sermayeyi ülkeye çekmek ve ileri teknolojileri ithal etmek de dahil olmak üzere tüm araçların kullanılmasının amacı sosyalizmi terk etmek değil, nüfusun yaşam koşullarını iyileştirmek ve 1949’da başlayan sosyalist geçiş sürecini derinleştirmektir. Çünkü Çin, çelişkili bir şekilde hâlâ gelişmekte olan bir ülke olmaya devam etmektedir; halen mütevazı olan kişi başına düşen GSYİH düzeyi bunu kanıtlamaktadır. Bu süreç uzun, zorlu, çelişkilerle ve risklerle dolu olacaktır.Yörüngesi büyük ölçüde belirsizliğini korumaktadır. Ancak, bence bunu vurgulamakta fayda var; bu sistemde hala kapitalizmden açıkça farklı olan ve bana göre sosyalist bir projenin hayata geçirilmesiyle ve bunun yeniden etkinleştirilmesi potansiyeli taşıyan unsurlarla ilgili birçok özelliğin varlığını sürdürmesi, bizi bu ülkenin siyasi liderlerinin konuşmalarının ciddiye alınmasını tavsiye etmeye sevk ediyor.

‘Çin dünyanın egemen gücü olma arzusunda değil’

Çin’in Başkan Biden’la yaptığı toplantı, ekonomik hakimiyetinden uluslararası arenada, özellikle Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’da ve Rusya’ya karşı tutumunda daha belirgin bir siyasi varlığa geçişin sinyali mi oldu? Çin çok kutuplu dünyanın odak noktası olmayı mı hedefliyor?

Çin, Amerika Birleşik Devletleri’nin yerini alarak dünyanın egemen gücü olma arzusunda değil. Çin’in böyle iradesi de zihniyeti de yok. Öte yandan, şu ana kadar ABD’nin rakipsiz (ve kabul edilmelidir ki son derece saldırgan bir şekilde) hüküm sürdüğü tek kutuplu dünyaya karşı, Çin’in çok kutuplu bir dünyanın inşasına katkıda bulunmaya çalıştığı açıktır. Çin’in siyasi liderleri uluslararası ilişkilerde evrensel barış ve dengeyi amaçlıyorlar. Ama ülkelerinin egemenliğini, hiçbir yabancı egemenliğine boyun eğmeden savunacakları çok nettir.

ABD ile Çin arasındaki “ticaret savaşı” ile ilgili olarak, Çinli yazarlarla ortak yazdığımız “Turning One’s Loss Into a Win? The US Trade War With China in Perspective” başlıklı akademik makalede 1978’den bu yana iki ülke arasındaki ticarete entegre edilen çalışma saatlerinin, aynı miktardaki ticari alışverişle karşılaştırıldığında bu oranın Çin’de ABD’den daha fazla olduğu ve aralarında ABD lehine ve Çin’in aleyhine eşitsiz bir değer değişimi olduğu ortaya çıkarılmaktadır. Başka bir deyişle, Çin’in son on yılda artan ikili ticaret fazlası kaydettiği gerçeği ihracata dâhil edilen çalışma süresi açısından özellikle Amerika Birleşik Devletlerine fayda sağladığı (bizim hesaplarımıza göre) gözlemiyle değerlendirilmelidir.

Böyle paradoksal bir bağlamda, 2018’de Çin’e karşı ticaret savaşının patlak vermesi, o zamanlar Başkan Trump liderliğindeki ABD yönetiminin, ABD’nin ticaretteki avantajının yükselen ana rakibi Çin karşısında yavaş ve düzenli olarak bozulmasını yavaşlatma girişimi olarak yorumlanabilir.

 ‘Çin ve Rusya, petro-yuan-altın adı verilen alternatif yeni bir para birimini piyasaya sürmeye karar verdiler’

Çin, ABD egemenliğine karşı çok sayıda gücün olduğu bir dünya için uluslararası ekonomik ilişkileri nasıl düzenliyor? Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS örneklerini düşünürsek, yakın gelecekte ABD dolarının hakimiyetini dengeleyecek küresel bir ödeme yöntemi oluşturulabilir mi?

Çin, ABD’nin kapitalist dünya sistemi üzerindeki hakimiyetinin iki temel direğinin askeri ve parasal olduğunu anladı. Bu nedenle Şanghay İşbirliği Örgütü gibi stratejik ittifak ağlarının ve BRICS grubu gibi ekonomik ittifak ağlarının oluşturulmasına aktif olarak katıldı. Ayrıca bu iki sütunun birbirine bağımlı ve dolayısıyla kırılgan olduğunu da anladı. Bu nedenle bir dizi yenilikçi ve cesur girişim başlattı.

Bunlardan bazılarına başka bir kitabımda (Money adlı Palgrave Mcmillan yayınevinden yayımlanan) değiniyorum. Örneğin Çin, dünyanın en büyük ithalatçısı olduğu petrol piyasasında hâkim olan düzene meydan okumayı planlıyor. Çin, 2018 yılından bu yana, o yıla kadar bu alanda tartışmasız olan Londra Brent ve New York West Texas Intermediate (Wall Street’te bu emtiaya ilişkin ham fiyatları ve vadeli işlem sözleşmelerini tanımlamak için standart oluşturan) gibi referanslarla rekabet edebilmek için Şanghay Uluslararası Enerji Borsası’nda yabancı yatırımcıların erişebileceği, yuan cinsinden petrol vadeli işlem sözleşmelerini teşvik etmeye karar verdi.

Bu bağlamda, Çin ve Rusya (hâlihazırda ekonomik açıdan dinamik -ve askeri açıdan caydırıcı-olan ve ABD’ye karşı güvenilir bir denge unsuru teşkil edecek bir ittifak oluşturan) “petro-yuan-altın” adı verilen doları koltuğundan edebilecek küresel ve alternatif yeni bir para birimini piyasaya sürmeye karar verdiler. Petro-yuan-altın, temel bir emtia olan petrole dayalı ve altına bağlı bir küresel para birimi projesidir ve bu artık Washington’un ulaşamayacağı bir başarıdır. Nitekim Çin’in avantajı yalnızca yüksek GSYİH büyüme oranında değil, aynı zamanda başlıca altın üreticisi ve alıcısı olması ve Rusya’nın da ABD’nin önünde dünyada üçüncü sırada yer alması gerçeğinde yatmaktadır. 2018 yılında Pekin, küresel enerji borsasında geniş bir petrol-yuan-altın ticaret tesisini teşvik etme girişiminde bulundu. Sonra sıra metal-yuan-altın’ın hayata geçirilmesine geldi. Çin, aldığı yuan’ları petrol teslimatları ve metal alımları için altın olarak değiştirmeyi teklif etti. Bu olayların küresel sistem üzerinde önemli etkileri olacaktır.

Çin uluslararası stratejisinin 5 ilkesi

İran ve Suudi Arabistan’ı diplomatik görüşmelere ikna eden Çin, Rusya ile Batı arasındaki çatışmaların yanı sıra devam eden İsrail-Filistin çatışmasının çözümünde de benzer bir başarı elde edebilir mi?

Çin, elbette, birkaç yıldır mevcut uluslararası çatışmaların hafifletilmesinde giderek daha önemli ve olumlu bir rol oynadı. Bunu yakın zamanda ABD komutasındaki NATO ile Rusya arasındaki Ukrayna savaşında, ardından ABD ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen İsrail ile Filistin arasındaki savaşta gördük. Bir süre önce Çin’in, İran ile Pakistan arasında bir anlaşmazlığın başlamasını durdurmak için sesini duyurduğuna şahit olduk. Çin’in savaş yolunu değil kalkınma yolunu arayan birçok Güney ülkesinin sesi olduğunu düşünebiliriz. Çin’in ne istediğini ve söylediğini dikkatli bir şekilde analiz etmek de bu yüzden çok önemli.

Çin’in uluslararası stratejisi beş ilkenin onaylanmasına dayanmaktadır: 1) egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı; 2) karşılıklı saldırmazlık; 3) içişlerine karışmama; 4) eşitlik ve karşılıklı kazanç sağlama; 5) barış içinde bir arada yaşama. Çin’in barışı korumak ve var olan çatışmaların barışçıl bir şekilde çözümünü sağlamak yönündeki beyanlarına saygı duyulduğunu kabul etmemek için kötü niyetli olmak gerekir. Ve unutulmamalıdır ki Çin, modern tarihinde hiçbir zaman yayılmacı bir sömürge politikası uygulamamıştır. Bugün milletler arası barış anlayışına aykırı bir “soğuk savaş” iklimini yeniden canlandırmak istememektedir. Çin, her türlü askeri ittifakı reddetmektedir ve IŞİD’e karşı bile hiçbir zaman bir askeri koalisyona katılmamıştır. Yurt dışında herhangi bir askeri üs kurmamıştır, sadece deniz trafiği açısından hassas bir konumda “basit lojistik kurulum” olarak sunduğu Cibuti’de bir üs kurmuştur. Darbeleri ve askeri müdahaleleri artıran Batılı güçler ve hepsinden önemlisi ABD ile arasındaki tezat çarpıcıdır. “İşbirliği”, kalkınmaya verdiği öncelikli destek ve “kazan-kazan” ilkesi ile birlikte Çin politikasının anahtar sözcüğüdür.

‘ABD’nin tehlikeli yarışı ekonomik ve askeri caydırıcılığa sahip Çin’i etkilemek için yeterli değil’

Çin, ABD savaş ekonomisinin ortasında bölgesel ve küresel barışı ilerletme konusunda daha proaktif bir duruş sergileyebilir mi? Bu durumda Kuşak ve Yol projesi nasıl değerlendirilmelidir?

Askeri-endüstriyel kompleks, Amerika Birleşik Devletleri ekonomisinde çok önemli bir rol oynamaktadır, ancak aynı zamanda son derece endişe verici bir boyuta da ulaşmıştır ve Batı’nın “demokrasi” olarak adlandırmayı sevdiği (kendi ülkesinde giderek daha az saygı duyduğu, sınırları ötesinde ise neredeyse asla saygı duymadığı) şeyi tehdit etmektedir. Küresel askeri harcamaların yarısından fazlasını gerçekleştiren ve dünya çapında 1150’den fazla askeri üsse sahip olan (bunu “Notes on US Bases and Military Staff Abroad” başlıklı makalemde hesaplamıştım) ABD ekonomik kriz içinde, zor durumda ve tüm dünyayı giderek topyekûn savaşa doğru itmektedir. Yeni çatışmaların eksenini Uzak Doğu’ya, özellikle de Tayvan’a doğru kaydırma arzularını giderek daha açık bir şekilde belirtiyorlar. Çin, ABD’nin bu provokasyonuna ve savaşa doğru sürüklemesine direnmeli ama aynı zamanda kendi çıkarlarını ve topraklarını savunması da gerekiyor. Bunların arasında Tayvan da var. Bu nedenle yeniden birleşme Pekin için bir öncelik olmaya devam ediyor. ABD yönetimi, bir zamanlar SSCB’ye diz çöktüren silahlanma yarışını kızıştırıyor. Ancak bu tehlikeli yarışın yükselişi, ekonomik sağlığı iyi olan ve yeterince caydırıcılıkta silaha sahip bir Çin’i etkilemek için artık yeterli değil.

Genel anlamda önemli olan, sistemik bir krize hapsolmuş kapitalizmin artık anlık kârları maksimize etme mantığı ile sorunlarına çözüm bulamadığını ve daha tehlikeli hale geldiğini anlamaktır. İşletme iflasları ve kitlesel işsizlik, borsa çöküşleri ve banka istikrarsızlıkları arasında, sermayenin sistemik krizinin kötüleşme olasılığı bugün son derece yüksektir. Özellikle 2008 krizinden bu yana çok az reform gerçekleştirildiği için, sistemdeki çelişkilerin daha da belirginleşmesi için tüm koşullar mevcut durumda. Şu an için acil önem taşıyan konu Amerika Birleşik Devletleri egemenliğinde dünya sisteminin savaş yoluyla “düzenlenmesine” son verilmesidir. Barışın savunulması bir önceliktir. Sonuç olarak, mali oligopollerin işlettiği savaş makinesinin fişini, onlara kamusal ve demokratik kontrol dayatarak, çekerek devre dışı bırakmalıyız.

Bu noktada, İpek Yolu’nun hâlihazırda kısmen uygulanan geniş projesi karşımıza çıkıyor: kara yolları – “Kuşak” – ve deniz yolları – “Yol” adını taşıyor. Bu işbirliği, Çin’in, yakın ya da Ortadoğu’daki gibi daha uzak, kalkınmaları için yeterli yatırımları olmayan komşuları olması ve ayrıca Çin’in Doğu kıyısındakilere göre gelişmişlik açısından gerisinde kalmış kendi batı eyaletlerinin gelişimini teşvik edebilecek avantajları da görmesi nedeniyle öncelikle Asya ülkelerini ilgilendirmektedir. Afrika ülkeleri de aynı derecede konu ile ilgileniyorlar çünkü (Batılıların deyimiyle) “az gelişmişlikten” en çok etkilenenler Afrika ülkeleridir. Daha çok hammadde tedariğine odaklandığından bu iş birliğinin mükemmel olduğunu söyleyemeyiz fakat Çin’in hammadde tedariği karşılığında altyapı sağlaması, hastaneler ve yollar inşa etmesi Afrika ülkeleri için çok büyük önem taşımaktadır.

İpek Yolları Avrupa’ya kadar uzanıyor ve bu da stratejik bir rakipten gelmesinden ötürü kızgınlık yaratıyor. Avrupa ekonomileri prensipte kendileri gelişme imkânına ve yeterli yatırıma sahip olduğuna göre neden bazıları Çin yatırımlarını bu kadar memnuniyetle karşılıyor? Bunun nedeni açık: durgunlukta hatta gerilemekte olan ekonomilere sahip, neoliberal kemer sıkma politikalarının, borçların ve harcamaların azaltılmasının, Avrupa Birliği’nin dayattığı özelleştirmenin kurbanları olan Avrupa ülkelerinin hükümetleri varlıklarını en yüksek teklif verenlere satmayı kabul ediyor ve Çin yatırımlarını kendilerini geliştirmenin bir aracı olarak görüyorlar. Çin, Avrupa Birliği dışında Balkanlar başta olmak üzere birçok yatırımlar yaptı. Bu nedenle 11’i Avrupa Birliği üyesi olan 17 Doğu ve Güney Avrupa ülkesinin İpek Yolu girişimine katılması şaşırtıcı değil.

İpek Yolu Avrupa-Asya kıtası ve Afrika’da bitmiyor. Latin Amerika ve Karayipler ülkeleriyle, özellikle de bu bölgenin en yoksul ülkeleriyle işbirliği halihazırda oldukça ilerlemiş durumdadır. Kalkınmaya yönelik destek, esas olarak İpek Yolu Fonu (egemen bir varlık fonu) ve kamu bankalarından avantajlı oranlardaki krediler yoluyla sağlanmaktadır. Ancak Çin, bu projede tek finansör olmak istemiyor ve bu kredilere katılma olanağına sahip olan ve finanse edilecek ülkelere politik-ekonomik koşullar dayatmayan (Dünya Bankası veya Uluslararası Para Fonu’nun yaptığının aksine) tüm ülkeleri hızlı bir kalkınmanın temellerini oluşturacak altyapıya yönelik kredilere dahil etmek istiyor.

Bugün yüze yakın üyesi bulunan Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’nın kurulmasının anlamı da budur (Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’na Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık üyeler, ancak IMF ve Dünya Bankası ile olduğunun tersine bu bankayı kontrol edemeyen Amerika Birleşik Devletleri elbette üye değil; bu bankanın en büyük hissedarı olan Çin ise açıkça veto hakkını sisteme dahil etmemektedir).

Toplamda, İpek Yolu sadece birkaç yıl içinde muazzam bir büyüme kaydetti: dünya nüfusunun üçte ikisini temsil eden 124 ülke ve 24 uluslararası kuruluş anlaşmalar imzaladı.

‘Kuşak Yol ortaklıkları ABD’nin hegemonyasını sorgulanır hale getirecek’

Bu projenin her türlü siyasi mülahazayı dışlama amacı taşıdığının ifade edilmesinde ısrar etmelidir. Bu “tüm ülkelere açık” olup, ortak kalkınmadan başka bir hedefi olmayan bir girişimdir. Ancak, üç milyar nüfusa ve küresel GSYİH’nın %30’una karşılık gelen, dünyada bu türden en büyük bölgeyi oluşturacak olan “Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık” örneğinde olduğu gibi, ekonomik işbirliği ve çok taraflı ticaret bölgelerinin inşasına odaklanan ortaklıklar da var. Ve bu gibi ortaklıklarda özellikle ticaret ve yatırımlar artık dolar cinsinden değil, ulusal para birimleri üzerinden gerçekleştirileceği için ABD’nin hegemonyasını sorgulanır hale getirecektir.

Sonuçta sürdürülemez hale gelen şeyin kapitalizmin kendisi olduğunu anlıyoruz. Özü itibariyle sonsuz-sınırsız birikime adanmış olan bu sistemin sonlu-sınırlı bir gezegenle uyumsuz olduğu ortadadır. Kapitalizm her geçen gün daha büyük eşitsizlikler yaratma mantığıyla her türlü toplumsal uyumu yok etmektedir. Çin, kapitalizmin bu dinamiklerini kontrol ederek kalkınmanın sağlanması iddiasındaydı. Ancak artık sınırlandırılması gerekenler bunlardır. “Çin’e özgü” piyasa sosyalizmi, eğer insanlık için gerçek anlamda alternatif bir yol somutlaştırmak istiyorsa, yavaş yavaş kapitalizmden uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Gerçek hedef de budur; Çinli yetkililere göre ve bugün daha açık bir şekilde kapitalizmden ödünç alınan belirli özellikler “köprüyü geçene kadar” mantığıyla kullanılmak üzere ödünç alınıyorlar, bunlar komünizme giden yolda sosyalist geçiş sürecinde uzun bir “dolambaçlı yol” değildir.

Çeviren: Sercan Genç

Yazarın konuyla ilgili bazı eserleri:

HERRERA, Rémy (2023), Dynamics of China’s Economy: Growth, Cycles, and Crises, (book’s coauthor with Zhiming Long), 375 p., December, Leiden/Boston: Brill. ISBN : 978-90-04-52402-6.

– (2023), Value, Money, Profit, and Capital Today, (book’s editor), 328 p., September, London: Emerald, ISBN : 978-1804-55-7518.

– (2023), La Chine est-elle impérialiste ?, (book’s editor), 192 p., February, Paris: Éditions Critiques, ISBN: 979-10-97331-45-0.

– (2023), « Turning One’s Loss Into a Win? The US Trade War With China in Perspective », (article’s coauthor with Zhiming Long, Zhixuan Feng and Bangxi Li) Research in Political Economy, n° 39, p. 31-50, London.

– (2023), « La Chine (vue de France), une inconnue ? Sur les contradictions, la dialectique, la morale et le socialisme », (article’s coauthor with Tony Andreani and Zhiming Long), Revue de Philosophie économique, vol. 24, n° 1, p. 167-189, Paris.

– (2022), Money – From the Power of Finance to the Sovereignty of the Peoples, (book’s author), 337 p., August, New York: Palgrave Macmillan, ISBN : 978-981-19-28475.

– (2022), Confronting Mainstream Economics for Overcoming Capitalism, (book’s author), 347 p., July, New York: Palgrave Macmillan, ISBN : 978-3-031-05850-9.

– (2021), Imperialism and Transitions to Socialism, (book’s editor), 272 p., September, London: Emerald, ISBN: 978-18-00437-05-0.

– (2021), « Guerre(s) et crise(s) globales : sur leurs relations systémiques », (article’s author), Marchés & Organisations, vol. 2021/2, n° 41, p. 139-155, Paris.

– (2021), « Is China Transforming the World? », (article’s coauthor with Tony Andreani and Zhiming Long), Monthly Review, vol. 73, n° 3, p. 21-30, New York.

– (2019), La Chine est-elle capitaliste ?, (book’s coauthor with Zhiming Long), 196 p., February, Paris: Éditions Critiques. ISBN : 9791097331139.

– (2013), “Notes on US Bases and Military Staff Abroad,” (article’s coauthor Joëlle Cicchini ), Journal of Innovation Economics & Management, 2013/3, n° 42, p. 147-173, Brussels.

SÖYLEŞİ

Pekin’deki Filistin uzlaşı anlaşması nasıl hayata geçirilecek?

Yayınlanma

Şanghay Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde Yardımcı Doçent olan Shu Meng, Pekin’de varılan Filistin uzlaşını Harici’ye değerlendirdi: “İsrail’in Gazze’deki operasyonları devam ederken, Filistinli gruplar bölünmüşlüğün ulusal kurtuluşun önünde büyük bir engel olduğunun farkına vardı. Bu uzlaşma Filistin için daha büyük bir iç ivme taşımaktadır.”

Hamas ve Fetih Hareketi başta olmak üzere Filistinli grupların üst düzey temsilcilerinin, Çin’in arabuluculuğunda aralarındaki bölünmüşlüğe son vermeyi ve birlik oluşturmayı amaçlayan “Pekin Diyaloğu”nu imzalamasının yankıları devam ediyor. Tüm Filistin topraklarında (Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs) tek bir geçici hükümet kurulmasını öngören bildiriye, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’den destek gelirken, ABD ise Filistin yönetiminde “Hamas için bir rol öngörmüyoruz” diyerek karşı çıktı. Öte yandan Batı basını Çin’in başarısını görmezden gelerek, girişimin “gerçekçi olmadığını ve uygulanamayacağını” öne sürüyor.

Tüm bu tartışmaları, 1949’da kurulan Şanghay Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde Yardımcı Doçent olan Shu Meng ile konuştuk. Aynı zamanda ‘Asian Journal of Middle Eastern and Islamic Studies’in yazı işleri müdürü olan Shu Meng, Filistin uzlaşısı, Çin’in Filistin ve Orta Doğu politikası ve ABD’nin bölgedeki rolü üzerine sorularımızı yanıtladı.

Pekin’de üç gün süren toplantıların ardından aralarında Hamas ve El Fetih hareketinin de bulunduğu 14 Filistinli grup, Filistin birliğini inşa etmeyi amaçlayan ortak bir bildiri imzaladı. Bildiriye göre Filistin anayasası temelinde bir ‘geçici ulusal birlik hükümeti’ kurulacak. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu ilerlemenin son derece önemli olduğuna inanıyorum. Çin her zaman Filistin meselesinin temelinde uzun zamandır beklenen bağımsız bir Filistin devleti arzusunun gerçekleştirilmesinin yattığını savunmuştur. Filistinlilerin ulusal haklarına saygı gösterilmesi ve devlet olmalarının desteklenmesi, ulusal uzlaşı ve iç birliğin sağlanmasına bağlıdır. Kendi adıma, Filistin-İsrail barış görüşmelerinde iki taraf arasındaki güç eşitsizliği, kısmen Filistin içindeki bölünmüşlükten de kaynaklanarak, büyük bir engel teşkil etmiştir. Çin’in çabaları müzakere masasında her iki tarafın nispeten daha eşit bir zeminde yer almasına katkıda bulunmuştur.

Filistinli örgütler daha önce de ulusal uzlaşı belgesi imzalamış ancak bu belge uygulanmamıştı. Sizce bu kez birliktelik gerçekleşecek mi? Bu anlaşmayı diğerlerinden farklı kılan nedir?

İç uzlaşmanın tam olarak sağlanması belirli bir zorluk derecesiyle karşı karşıyadır, ancak yine de tüm tarafların bir araya gelerek bir barış anlaşması imzalaması çok önemli bir ilk adımdır.

Üstelik şu anki zamanlama önceki örneklerden farklı. İsrail Gazze’deki askeri operasyonlarını henüz durdurmadı ve çeşitli Filistinli gruplar bölünmüşlüğün ulusal kurtuluşa ulaşmada önemli bir engel teşkil ettiğinin giderek daha fazla farkına varıyor. Gazze’nin siyasi geleceğinin şekillendirilmesine herhangi bir katılım için birleşik bir Filistin zorunludur. Bu nedenle, bu uzlaşma Filistin için daha büyük bir iç ivme taşımaktadır.

Gelecekte uzlaşıya giden yolda, İsrail’le yüzleşme yöntemlerindeki farklılıklar ve parti içi rekabet gibi çok sayıda zorluk bulunmaktadır. Bununla birlikte, iç uzlaşma ve siyasi birlik, Filistin meselesinin çözümünü ilerletmek için doğru yön olmaya devam etmektedir.

Tel Aviv anlaşmaya tepki gösterdi. İsrail’i ikna etmeden böyle bir anlaşmayı uygulamak mümkün mü?

Kendi içinde birleşmiş bir Filistin’in İsrail’in çıkarına olmadığına inanıyorum. Ancak, barış anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte, Filistin’de gelecekteki iç uzlaşı İsrail’in engelleriyle karşılaşabilirken, kilit nokta Filistinli grupların farklılıklarını gerçekten bir kenara bırakıp Filistin’in genel çıkarlarına öncelik verip veremeyeceğinde yatıyor.

İki devletli çözüme bu kadar açık bir şekilde karşı çıkan bir İsrail hükümeti varken iki devletli çözümü gerçekçi ve uygulanabilir görüyor musunuz?

Sadece Filistin’in gücüne güvenecek olursak, geçtiğimiz on yıllarda yaşanan tecrübelerin de gösterdiği üzere, iki devletli çözümün gerçekleşmesinin zor olduğu aşikârdır. Bu çözümün hayata geçirilmesi büyük ölçüde uluslararası toplumun itici gücüne bağlıdır. Uluslararası toplum tarafından somut adımlar atılmalı ve bu konuda daha fazla birliktelik sağlanmalıdır.

Çin bu anlaşmayı uygulamak için ne gibi somut adımlar atabilir ve atacak? Pekin bu konuyu İran, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi bölge ülkeleriyle görüştü mü?

Çin “üç adımlı” bir inisiyatif ortaya koymuştur: ilk adım Gazze Şeridi’nde kapsamlı, kalıcı ve sürdürülebilir ateşkesin mümkün olan en kısa sürede teşvik edilmesi ve insani yardım ve diğer yardımların erişiminin sağlanmasıdır. İkinci adım, “Filistin’i Filistinliler yönetir” ilkesini desteklemek ve Gazze’de savaş sonrası yönetimi ortaklaşa teşvik etmektir. Üçüncü adım ise Filistin’in Birleşmiş Milletler’e tam üye olmasını teşvik etmek ve “iki devletli çözümün” uygulanması için çalışmaktır.

Çin, Filistin konusunda Arap ülkeleriyle defalarca iletişim kurmuş ve bu yıl Filistin konusunda Çin ve Arap ülkeleri arasında ortak bir bildiri yayınlamıştır. Ayrıca Çin uzun zamandır ikili ve çok taraflı forumlarda Filistin meselesinin adil bir şekilde çözülmesini teşvik etmektedir.

Çin’in yumuşak güç, diplomasi ve ticari anlaşmalar yoluyla Orta Doğu’daki etkisini artırmaya çalıştığı yönünde eleştiriler var. Bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD Orta Doğu’yu terk ederken yerini Çin mi alacak?

“Çin yumuşak güç, diplomasi ve ticaret anlaşmaları yoluyla Orta Doğu’daki etkisini artırmaya çalışıyor” demek yerine, “Çin’in Orta Doğu’da yumuşak güç, diplomasi ve ticaret alanlarındaki büyümesi bölgedeki etkisini artırdı” demek daha uygun olacaktır.

Tarihsel olarak hem Çin hem de Orta Doğu ülkeleri görkemli medeniyetlerin doğduğu yerlerdir. Gerçekte, Çin ve Orta Doğu ülkeleri çeşitli alanlardaki değişim ve işbirliğini aktif bir şekilde genişleterek Çin medeniyeti ile Orta Doğu’nun çeşitli medeniyetleri arasındaki karşılıklı anlayış ve değişimi büyük ölçüde teşvik etmiştir. Orta Doğu bugün küresel jeopolitiğin en karmaşık bölgelerinden biridir. Orta Doğu’daki karmaşık ve sürekli değişen durum karşısında Çin, Orta Doğu halklarının kendi kalkınma yollarını bağımsız olarak keşfetmelerini ve Orta Doğu ülkelerinin bölgesel güvenlik sorunlarını ele almak için birlikte çalışmalarını her zaman desteklemiştir. Çin’in adil duruşunun ve ortak kalkınmayı teşvik eden tutumunun, bölgesel etkisini görünmez bir şekilde sürekli olarak artıracağına inanılmaktadır.

İkinci soruya gelince, ilk olarak ABD Orta Doğu’dan tamamen çekilmeyecek, ikinci olarak da Çin onun yerini almayacaktır. İki tarafın Orta Doğu’da farklı avantajları vardır ve aralarında karşılıklı bir ilişki yoktur. Orta Doğu büyük güçler için bir oyun alanı değildir ve Orta Doğu’daki çeşitli ülkelerin etkisi sıfır toplamlı bir oyun değildir. Çin’in Orta Doğu’da ABD’nin yerini almak gibi bir niyeti yok. Bunun yerine Çin, Orta Doğu ülkeleriyle dayanışma içinde çalışmayı ve tüm insanlık için ortak bir geleceğe sahip bir topluluğu birlikte inşa etmeyi ummaktadır.

Çin’in Orta Doğu’da ABD’den farklı olarak ne tür hedefleri, ilkeleri ve çıkarları var?

Çin’in politikaları daha adil ve tarafsız hale gelmekte, herhangi bir müttefiki kayırmaktan kaçınmaktadır. Tüm ülkelerle normal ilişkilerini sürdürerek dengeli bir bağlantısızlık politikası izlemektedir.

Çin kışkırtıcı olmak yerine arabulucu olmayı tercih ediyor. Hiçbir bölgesel krize önemli ölçüde müdahale etmemiştir.

Çin, bölge ülkelerinin büyük güçler arasında bir denge sağlamak ve özerkliklerini artırmak istediklerinin farkındadır. Hiçbir ülkeyi taraf seçmeye zorlamamaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Venezuela’da devlet başkanlığı seçimleri ve göç sorunu

Yayınlanma

Venezuelalı siyaset bilimci Micaela Ovelar, Pedro Gual Yüksek Diplomatik Çalışmalar Enstitüsü müdürü ve Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımından Sorumlu Devlet Bakan Yardımcısı Pedro Sassone ile mülakat gerçekleştirdi.

28 Temmuz 2024’te Venezuela’da, ülke halkının desteğiyle Hugo Chavez’in Bolivarcı Devrimi kurmayı başarmasından bu yana en önemli başkanlık seçimleri yapılacak. Pek çok analist, bunun ‘Venezuela’nın istikbali ve milli, bölgesel ve uluslararası istikrar için belirleyici bir seçim yarışması’ olduğunu düşünüyor.

Seçilme şansı en yüksek olan iki aday, mevcut başkan Nicolás Maduro ile son anda siyasi seçimlere katılma hakkı bulunmayan muhalefet lideri María Corina Machado’nun yerine gelen ve ABD’nin çıkarlarını gözeten Edmundo Gonzalez.

Venezuelalı ünlü sosyolog ve diplomat Pedro Sassone, Harici’nin sorularını yanıtladı. Sassone, diğer sorumluluklarının yanı sıra Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nin Ekvador’daki Misyon Şefi Konsolosluğu ve Güney Ülkeleri Birliği (UNASUR) Genel Sekreterliği’nde Venezuela Temsilcisi olarak görev yaptı.

Halihazırda, Pedro Gual Yüksek Diplomatik Çalışmalar Enstitüsü’nü yönetmenin yanı sıra, ülkesinin Dış İlişkilerden Sorumlu Halk Gücü Bakanlığı’nda Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımından Sorumlu Devlet Bakan Yardımcısı olarak görev yapıyor.

Bu 28 Temmuz 2024’te Venezuela’da neler olacak?

Venezuela’da son derece güzel ve umut verici şeyler oluyor. Yani güçlü ve gelişen bir demokrasi ve ABD ve Avrupa’nın yaptırımlarına rağmen istikrara kavuşan bir ekonomi görüyoruz. Birkaç hafta önce Venezuela halkı, ülkenin en yüksek seçim otoritesi olan Ulusal Seçim Konseyi (USK) tarafından düzenlenen ve Venezuelalıların bu yıl (28 Temmuz’da) oy kullanma konusundaki potansiyel istekliliklerini ifade etmek üzere kitlesel olarak katıldığı bir genel seçim simülasyonu gerçekleştirdi. Dolayısıyla Venezuela için yeni bir demokratik parti olacak olan bu seçim pazar günü halkın ifadesinde somutlaşacaktır.

Oy kullanma hakkı ya da oy verme uygulaması Venezuela halkı ve vatandaşları açısından gerçek bir yurttaşlık geleneğidir. Halkımız oy kullanmayı sever ve tıpkı zorunlu olmadığı için binlerce insanın gönüllü olarak katıldığı tatbikat sırasında bunu ifade ettikleri gibi, bu pazar, 28 Temmuz’da da Venezuela toplumunun siyasi tercihinin adayına oy vermek için kitlesel olarak dışarı çıkmasını bekleyebiliriz. Bizim adayımız, siyasi, iktisadi ve sosyal istikrarı garanti eden tek aday olan Devlet Başkanı Nicolás Maduro’dur.

Bu birkaç şeyi yansıtıyor. Birincisi, bugün Venezuela’da yaşanan demokratik, katılımcı ruhu ve barışı; ikincisi ise, kentine sadık kalarak tüm engellerle yüzleşmeyi ve bunların üstesinden gelmeyi bilen Başkan Maduro’nun yönetimine duyulan güveni ve takdiri yansıtıyor.

Venezuela bugün iç, siyasi ve sosyal açıdan istikrarlı mı?

Evet, yaklaşık iki ya da üç yıldır ülke, ABD’nin haksız bir şekilde ‘yaptırımlar’ olarak adlandırılan tek taraflı zorlayıcı tedbirleri bize dayatmasından bu yana görülmemiş bir barış ve huzur yaşadı. Ardından Kovid-19 salgını geldi, ancak Bolivarcı hükümet, yavaş yavaş ekonomik ablukanın üstesinden gelmeyi başardı, öyle ki Venezuela ekonomisi bugün istikrarlı ve yıldan yıla giderek iyileşiyor. Venezuela’ya yönelik saldırılar bir saniye bile durmamasına rağmen bunu yineliyorum.

Bu nedenle, ülkemizdeki seçim sürecinin mükemmel bir şekilde gelişmesi ve 28 Temmuz Pazar günü yapılacak başkanlık seçimlerine gölge düşürecek herhangi bir şiddet eyleminin yaşanmaması en büyük dileğimizdir. Dinamiklerin Venezuela halkının alışık olduğu gibi olmasını bekliyoruz. Yani oy kullanmak bir görev ve yurttaşlık bilincinin ifadesidir, oy kullanmak Bolivarcı Devrimin ve Venezuela’nın yaşadığı demokratik ruh ve barışın kurumudur.

Emperyalist kasırganın hedefinde olduğumuz için, başta Venezuela petrolü olmak üzere tabii kaynaklarımızın kullanımına ilişkin egemenlik hakkımızı savunduğumuz için karşı karşıya olduğumuz tehlike ve tehditlerin farkındayız. Ülkemiz dünyanın en büyük petrol rezervine sahip olmaya devam ediyor, Venezuela’nın maruz kaldığı saldırıların, ablukaların ve her türlü baskının arkasında ne yazık ki kaynaklarımızın yabancı güçler tarafından kontrol edilmesi yatıyor, yatıyor ve yatacak. Buna rağmen ilerlemeye devam ediyoruz.

Bize Venezuela yönetiminin yeni oluşturduğu ve yardımcılığını üstlendiğiniz  bakanlıktan bahseder misiniz?

Bu, Venezuela Dışişleri Bakanlığı’nın yeni bir bakan yardımcılığı. Göçmenlik konusu hükümetimizde bir Devlet politikası olarak ele alınmaktadır, bu çerçevede Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun Vatana Dönüş Büyük Misyonu (GMVP) olarak adlandırdığı bir sosyal misyondur (kamu politikaları dediğimiz şey). Bu, Venezulea’nın şu anda sahip olduğu tek uluslararası misyon olduğunu söyleyebileceğimiz bir sosyal misyondur (veya devletin kamu politikasıdır).

Büyük Anavatana Dönüş Misyonu (GMVP), Venezuelalı göçmenlerin sosyal koruma ve hakları için dört köşeye sahip: 1. Hukuki yardım ve kimlik garantisi; 2. Eğitim, Kültür ve Spor Alanlarında Kapsamlı Bakım; 3. Geri Dönüş için Kapsamlı Sosyoekonomik Koruma ve 4. İletişim ve Lojistik Planı.

İlk tepe noktası, göçmenlere ‘bulundukları ülkelerde maruz kaldıkları suistimallere karşı’ destek sağlayacak, böylece ‘en iyi avukatlar, en iyi hukuk firmaları, insanlarımız için emek suistimalleriyle başa çıkmak için işe alınacak… Ayrıca pasaportlarının onlara ulaşmasını da sağlayacak’.

Her bir ülkede, her bir misyonda, temelde Venezuelalıların en çok akın ettiği yerlerde, hukuki ilgi için konsolosluklarımızı konuşlandıracağız, güçlendireceğiz. Neden mi? Zira hukuk ihlalleri var, yabancı düşmanlığı var, iş hukuku açısından ihlaller söz konusu.

İkinci tepe noktası ise ‘eğitim, kültür ve spor konularında gereken ilgiyi göstererek, diğer şeylerin yanı sıra, lise, üniversite ve teknik okullardaki eğitimlerini tamamlamalarına olanak sağlamanın yanı sıra -Viva Venezuela Mi Patria Querida Büyük Misyonu aracılığıyla- farklı sanatsal tezahürlerde niteliklerini geliştirmelerini kolaylaştıracaktır.

Şimdi genişleteceğimiz ilk pilot planı halihazırda test ettik. Programın adı ‘Bakaloryanı Tamamla’, böylece dünyanın dört bir yanındaki genç Venezuelalılar kurumlarımızda eğitim görebilecekler. Bu öneri, biri lise diğeri ticaret olmak üzere iki sertifikaya sahip olacak bir derece olması ve bu ticaret sertifikasının Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından tanınması gibi bir özelliğe sahip.

Üçüncü tepe noktası sadece Venezuela’ya geri dönüşü garanti altına almakla kalmayacak, aynı zamanda ‘sosyoekonomik koruma sağlamanın yanı sıra, anavatana geldiklerinde girişimcilik ve küçük yatırım projeleri’ başlatacaktır.

Son olarak, dördüncü tepe noktası ‘göçmenlerimiz hakkında gerçeği anlatmayı, Venezuela hakkında gerçeği anlatmayı ve geri dönmek isteyen binlerce göçmene aşamalı ama sürdürülebilir bir şekilde destek sağlamak için lojistik plan yapmayı’ amaçlıyor.

Tüm bunlar Venezuela devletinin sosyal koruma politikasının uluslararası düzeyde bir izdüşümü. Bolivarcı hükümetin sosyal politikası, geri dönmeniz için hizmetinizdedir.

Yurt dışında bulunan Venezuelalıların geri dönme zamanının geldiğine inanıyorum, zira geri dönmek onların hakkıdır ve ülkenin onlara ihtiyacı vardır. Venezuela, uluslararası örgütlere geri dönüşün bir hak olduğunu ve hükümetimizin güvenli geri dönüş için gerekli koşulları sağlayacağını söylemişti.

Yurt dışındaki Venezuelalı göçmenlerin sayısı hakkında çok şey söylendi. Resmi bir rakam var mı?

Resmi rakamlardan bahsetmek spekülasyon olur, çünkü böyle bir rakam yok. Rakamlar yok çünkü hiç kimse hacimleri tam olarak bilmiyor. Ve bunlar, terimin de ifade ettiği üzere, ‘insan hareketliliğindeki’ insanlar, yani buradalar, Kolombiya’dalar, Peru’dalar, Ekvador’dalar. Yani sorun sayı değil. Peki rakamlara ne oldu? Diğerlerinin yanı sıra ABD hükümeti ve uluslararası kuruluşlar tarafından manipülasyon unsuru oldular.

Açıkça söylemek istediğim şey, Venezuela’dan göçün araçsallaştırıldığı ve Venezuela hükümetine saldırmak için siyasi bir faktör olarak kullanıldığı. Dolayısıyla rakamlar, her bir ülkedeki Venezuelalılara verilen sözde destek için harcanan parayı meşrulaştırmaya dönük spekülasyonlar.

Nihayetinde bu siyasi nitelikte bir araç, bu nedenle rakamlardan bahsedemeyiz, süreçlerden bahsedebiliriz. Evet, tarihimizdeki en büyük ve önemli Venezuelalı göç akını süreci yaşandı. Venezuela devleti, bunu bu şekilde tanımladı ve Devlet Başkanımız Nicolás Maduro da Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımı misyonunu tanımlarken buna hak ettiği önemi ve düzeyi verdi.

Bu, yurt dışındaki Venezuelalıların bakımını üstlenen tüm sosyal, kültürel ve sağlık yapısıdır ve aynı zamanda hükümetimizin Venezuela Dışişlerine, büyükelçiliklerimize ve konsolosluklarımıza sağladığı tüm destek de önemli. Meksika’dan geliyorum, tüm dışişleri teşkilatımız barışa dönüşün korunması ve desteklenmesi için koordinasyon sağlıyor.

Peki 28 Temmuz’da yapılacak başkanlık seçimlerine aktif olarak katılmak üzere kaç Venezuelalının ülkeye gideceğine ya da geri döneceğine dair bir tahmininiz var mı?

Hayır, bu konuda bir hesabımız yok, zira bu herkesin kendi iradesine ve ülkeye dönme hakkına bağlı. Ve kaç Venezuelalının bu seçimlerde oy kullanmak üzere geri döndüğünü bilmek için elimizde herhangi bir rakam yok. Buna ek olarak Venezuelalılar, Venezuela konsolosluklarının her birinde, yasal olarak ikamet ettikleri ülkede ve Venezuela yasaları tarafından belirlenen şartlara uyarak oy kullanma imkanına sahip olacaklar. Her bir konsolosluk bunu usulüne uygun olarak bildirdi.

Bu seçim sürecinin sonunda Venezuela açısından ne bekleyebiliriz?

Her bir devlet başkanı adayının kendi siyasi seçeneğinin tanıtımını barışçıl bir şekilde sonlandırmasını, Venezuela halkına karşı samimiyet ve sorumlulukla konuşmasını ve sonuçların tüm adaylar tarafından kabul edilmesini umuyoruz. Bizim açımızdan, Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun adaylığıyla ilgili olarak, açık bir diyalog olduğunu, halkla diyaloğun devam ettiğini, 2024-2030 için iktisadi ve sosyal kalkınma rehberimiz olan yedi ana dönüşüm hattı açısından projelendirildiğini biliyoruz. Yani, ekonomik bir önerimiz var, rakamlar var, zira bu yılı yüzde 4’lük bir GSYİH büyümesi ile kapatıyoruz.

Enflasyonu kontrol altına aldık, yatırımlar iktisadi bir savaşın ortasında geliyor. Uluslararası topluma, ülkemize yönelik tek taraflı zorlayıcı tedbirlerin askıya alınmadığını, 930 tek taraflı zorlayıcı tedbir olduğunu söylemek istiyorum. Venezuela, Uluslararası Kamu Hukuku ve İnsan Haklarını ihlal eden bu yasadışı zorlayıcı tedbirlerle siyasi açıdan boğulmaya devam ediyor.

Fakat Venezuela ekonomisi tüm bunlara rağmen toparlanıyor ve Venezuelalıların refahını pekiştirmek ve temel felsefe olan ekonomik refah ve sosyal refahı sağlamak açısından umut var, ayrıca Nicolás Maduro’nun yeniden seçileceğine dair umudumuz ve inancımız tam.

Ayrılan ve geri dönmeye hevesli olan Venezuelalılara, işte ülkesi, işte onu bekleyen bir hükümet demeliyiz. İşte onlar için politika tasarlayan bir hükümet. Ülke bekliyor.

Aileniz sizi bekliyor. İnsanın vatanından daha önemli, daha yüce bir şey yoktur, zira vatan anneniz gibidir, size sağlamlık veren, size kimlik veren şeydir. Sizinki gibi bir ülke yok ve ülkenizle yeniden birleşmek de bir haktır. Venezuelalıların geri dönüşünün, ülkeyi güçlendirmenin ve Bolivarcı Devrime olan demokratik bağlılığı yeniden teyit etmenin, Nicolás Maduro’yu bu 28 Temmuz’da Venezuela kültürünün özellikleri olan barış ve neşe içinde yeniden seçmenin zamanı geldi.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

BAE-Türkiye Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması ne aşamada?

Yayınlanma

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Ekonomi Bakanlığı Uluslararası Ticaret İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Juma Mohammed Al Kait, BAE-Türkiye arasındaki ekonomik-ticari ilişkilere ve potansiyel işbirliği alanlarına dair sorularımızı yanıtladı.

Juma Al Kait ayrıca BAE Ticaret Başmüzakerecisi olarak görev yapmaktadır. Son 20 yılda Hindistan, İsrail, Endonezya, Gürcistan, Türkiye ve Kamboçya ile müzakere edilen Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşmaları da dahil olmak üzere neredeyse tüm önemli ticaret meselelerinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca BAE’nin Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) çerçevesindeki ticaret müzakerelerine katılımına liderlik etmektedir.

Geçen yıl normalleşme sürecinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında Türk heyeti tarafından BAE’ye önemli bir ziyaret gerçekleştirildi. O toplantıda başta savunma sanayii yatırımları olmak üzere Türkiye’ye yatırım konusunda birçok söz verildi. BAE’nin Türkiye ile yatırımlar ve uluslararası ticaret konusundaki son durumu ve kapasite artırma vaatleri ne durumda?

Öncelikle Türkiye’de olmak ve TPS-OIC Ticari Müzakere Komitesi 3. Bakanlar Toplantısı’na katılmak çok memnuniyet verici. Yaptığı tüm düzenlemeler için Türk hükümetine teşekkür etmek istiyorum. Türkiye’nin de üyeler arasındaki ticareti ileriye taşıyacak plan ve öneriler ortaya koyduğunu görmek güzel. Mal ticaretinin yanı sıra yatırım ve hizmetlerin kolaylaştırılmasıyla ilgili masaya konan ve tartışılan pek çok olumlu öneri var. BAE açısından bakıldığında, BAE ile Türkiye arasında çok iyi bir ekonomik ticaret ilişkisinin tadını çıkarıyoruz. BAE ile Türkiye arasında Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’nı imzaladığımızı ve bu anlaşmanın yürürlüğe girdiğini görmekten gurur duyuyorum. Her iki ekonomiye de faydası var. Özellikle bu anlaşmanın imzalanmasının ardından BAE ile Türkiye arasındaki ticaret akışının arttığını fark ettik. Bahsettiğiniz gibi son dönemde iki ülke arasında çok sayıda üst düzey ziyaret gerçekleşti. Liderlerin son ziyaretleri, birçok farklı sektörde çok sayıda mutabakat zaptı (MoU) ve anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. İlişkinin böyle olması gerektiğini düşünüyoruz. Her zaman yeni işbirliği alanlarına bakmanın yolları vardır. Bu MoU’lar sadece özel sektörümüzü olağan iş yapma biçimine bakmaya yöneltmeyecek, aynı zamanda genellikle ilgilenmediğimiz diğer alanlardaki yeni fırsatları da keşfedecek.

Sizin için yeni alanlar neler?

Yeni alanlar derken, teknolojinin sanayi sektörleri de dahil olmak üzere birçok farklı sektöre girmesi ve içindeki teknoloji unsuru, finansal hizmetler, inşaat, tarım teknolojisi ve daha birçok alanda ortaya çıkması gibi ekonomideki yeni gelişmeleri kastediyorum. Her iki taraf da birbirini tamamlayabilir. Türkiye’de bazı şirketlere yatırım yapan ve Türkiye’den BAE’ye yatırım çekmeye çalışan BAE, yatırım ekosistemini geliştirmek için çeşitli teşvikler sağladı. BAE altyapı ve bağlantı alanındaki gelişimini genişletirken birçok fırsat var. Bu, Türk şirketlerinin bundan faydalanması ve BAE’de faaliyet göstermesi için iyi bir fırsatı temsil ediyor. Bunu Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’nda da belirledik. Türk şirketleri ve BAE şirketleri bu anlaşma aracılığıyla avantajlı muameleden yararlanacak ve bu avantajlı düzenleme başkalarına uygulanmayacaktır. Aramızda ticaret, yatırım ve hizmet tedarikçileri konusunda daha iyi muamele görüyoruz.

BAE’ye hangi spesifik sektörler veya şirketler geliyor?

Bahsettiğim gibi, öncelikle inşaat, gıda işleme, profesyonel hizmetler gibi hizmet sağlayıcılar ve konaklama, oteller, restoranlar ve finansal hizmetler gibi diğer alanlar. Özel sektörümüzün iş yapması için uygun bir yasal çerçeve oluşturmayı başardık. Bu daha fazla kullanılmalıdır. İş dünyamızı bu anlaşmanın yararları konusunda bilinçlendirmek hükümet olarak bizim görevimizdir. Artık her iki tarafın ihracatçıları da birçok sektörde gümrük vergisi olmadan ürün ihraç edebiliyor.

Her iki ülke de gümrüksüz ihracat yapabilir mi?

Evet, anlaşmanın hüküm ve koşullarına göre.

Belirli sektörlerle sınırlı mı?

Çoğu sektörü kapsıyor. Ek olarak, yenilenebilir enerji, sürdürülebilir kalkınma ve yeni ekonomiyle ilgili diğer alanlar gibi her iki taraf için de önemli olan alanlarda daha fazla işbirliği için bir başlangıç noktası olarak kabul edilen, daha önce imzalanan mutabakat anlaşmaları da mevcut. Bu Mutabakat Zaptı ve her iki taraf arasında imzalanan Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması aracılığıyla bu alanlarda daha fazla işbirliği yapabilir, ticaret ve yatırımın arttığını görebiliriz.

Sanırım geçen yıl bu Mutabakat Zaptı’nın toplamı neredeyse 50 milyar dolardı. Şu ana kadar bunun hangi kısmı uygulandı veya bir girişim var mı?

Her iki taraf da bu anlaşmalardan bazılarını uygulamaya çalışıyor. Halihazırda başlatılan ve uygulanan çok sayıda Mutabakat Anlaşması var. İşler yolunda gidiyor ve ilerleme için özel bir izleme süreci var. Her şeyin bu Mutabakat Zaptı’na ve liderlerimizin vizyonuna göre sorunsuz ilerlemesini sağlamak istiyoruz.

Neredeyse bir yıl oldu değil mi?

Evet. Bu Mutabakat Zaptı’nda pek çok farklı sektör vardı. BAE’nin gelip Türk özel savunma sektörüne yatırım yapması Türkiye’de çok konuşuldu. Daha önce de açıkladığım gibi her alanda yatırım daha da kolaylaşacak. Her iki taraftaki yatırımcılar daha iyi iletişim kurabilecek ve anlaşmaları daha verimli bir şekilde imzalayabilecek. Her iki taraf arasında yakın gelecekte yapılabilecek birçok şey var. Bir hükümet temsilcisi olarak her iki özel sektörü de daha fazla çalışmaya ve yeni fırsatları keşfetmeye teşvik etmek benim için önemli. BAE’nin ayrıca dünya çapında birçok ülkeyle imzaladığı anlaşmalar Türk yatırımcılar için altın bir fırsat teşkil ediyor. BAE pazarlarında faaliyet gösterdikten sonra, ticari anlaşmalar imzaladığımız diğer pazarlarda da işlerini genişletebilirler. BAE’nin bu anlaşmaları imzalama konusunda neler yaptığının farkında olduğunuza eminim. Afrika, Latin Amerika ve Asya’da birçok ülkeyle anlaşma imzaladık. Türk şirketleri BAE pazarında faaliyet gösterdiklerinde bundan faydalanacak. BAE’deki gelişmiş altyapı, Türk ürünlerinin diğer pazarlara daha iyi taşınmasına yardımcı olacak. Türk sanayisinin BAE üzerinden uluslararası alanda genişlemesine destek olacak bir platform.

Normalleşme sonrasında Katar’la ticari ilişkileriniz iyi mi? Katar’la pozisyonunuz nedir?

Ekonomik açıdan bakıldığında herkesle her zamanki gibi iş yapıyoruz. Katar dahil tüm Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleriyle çok iyi ticari ilişkilerimiz var. İkili ticaretimizde artışa tanık olduk. Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri arasındaki iç ticareti geliştirmeye yönelik Körfez İşbirliği Konseyi düzeyinde de çabalar var. Bildiğiniz gibi gümrük birliğimiz var, ekonomik anlaşmalarımız var ve son dönemde liderlerimiz arasında yapılan ziyaretler ekonomik gündemimize olumlu katkı sağladı. Yakın zamanda Doha’ya gittik, Körfez İşbirliği Konseyi ticaret bakanları toplantılarından bazılarına ev sahipliği yaptık ve çok iyi sonuçlar elde ettik. Yani işler çok iyi gidiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English