Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Çinli uzmanlar: Ekonomik darboğazdaki Arjantin’in Çin’den ayrışması imkansız

Yayınlanma

Çinli uzmanlar, Arjantin’deki başkanlık seçimlerini ateşli sağcı aday Javier Milei’nin kazanmasının ülkenin Çin’le ilişkilerinde bazı zorluklar yaratacağını, zira ikili ilişkilerin her iki taraf da daha fazla ortak çıkar bulana kadar bir deneme sürecine girebileceğini söyledi.

Öte yandan uzmanlar, seçim yarışı sırasında Çin’le ilgili bazı sert açıklamalar yapmış olmasına rağmen, seçilen başkanın üç haneli enflasyon, yaklaşan durgunluk ve artan yoksullukla boğuşan bir ekonomiyi düzeltmeyi amaçladığı göz önüne alındığında, Arjantin’in Çin’den ayrılmasının daha az olası olduğunu savundular.

Reuters pazartesi günü Milei’nin seçmenlerin siyasi ana akıma duyduğu öfke dalgasını arkasına aldığını ve beklenenden daha büyük bir farkla kazandığını yazdı. Oyların yaklaşık yüzde 56’sını alan Milei’nin rakibi Peronist Ekonomi Bakanı Sergio Massa ise yüzde 44’ün biraz üzerinde oy aldı.

Ağustos ayındaki ön seçim zaferinin ardından Milei, Çin ile ilişkileri donduracağını söylemişti. O dönemde yaptığı açıklamada Milei, ‘Çin’de insanların özgür olmadığını, istediklerini yapamadıklarını ve yaptıklarında da öldürüldüklerini’ iddia etmiş ve “Bir suikastçiyle ticaret yapar mıydınız?” diye sormuştu.

Yeni yönetimde Dışişleri Bakanı olması beklenen Diana Mondino iseseçimlerin ardından Sputnik’e yaptığı açıklamada Arjantin’in BRICS’e katılmayacağını söyledi. Mondino, “BRICS’e neden bu kadar ilgi olduğunu bilmiyorum,” diye ekledi.

Mondino ayrıca, Arjantin’in ana ticaret ortakları olmalarına rağmen Çin ve Brezilya ile ortak işbirliklerinin sona ereceğini ama ülkenin Güney Amerika ticaret bloğu Mercosur’da kalmayı planladığını vurguladı.

Javier  Milei seçim sonrası basına ilk açıklamasında da ilk yurt dışı ziyaretini göreve başlamadan önce ABD ve İsrail’e yapacağını belirtti.

Arjantin’de Javier Milei dönemi başladı

Pekin’den açıklama

Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği basın brifinginde, Çin’in Arjantin’i seçimlerin sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilmesi ve Milei’nin Arjantin Devlet Başkanı seçilmesi dolayısıyla kutladığını söyledi. Mao’ya göre Çin-Arjantin ilişkileri sağlam bir gelişme ivmesi göstermiş ve iki halka somut faydalar sağlamıştır.

Mao, Çin’in her zaman stratejik ve uzun vadeli bir perspektiften ikili ilişkilerin geliştirilmesine önem verdiğini ve dostluğu sürdürmek, kazan-kazan işbirliği yoluyla birbirlerinin gelişimini ve yeniden canlandırılmasını desteklemek, ikili ilişkilerin istikrarlı ve uzun vadeli gelişimini teşvik etmek ve iki halka daha fazla fayda sağlamak için Arjantin ile birlikte çalışmaya hazır olduğunu belirtti.

Pekin, Milei’nin başkanlığı kazanmasına ilişkin ‘olumlu’ bir açıklama yaparken, bazı Çinli gözlemciler de seçilmiş devlet başkanına, özellikle de büyük zorluklarla karşı karşıya olduğu bir dönemde Çin ile uzun vadeli dostluk ve karşılıklı yarar sağlayan işbirliğine değer vermesi çağrısında bulundu.

Reuters’in haberine göre Milei, hükümetin ve merkez bankasının boş kasası, Uluslararası Para Fonu ile yürütülen 44 milyar dolarlık borç programı, yüzde 150’ye yaklaşan enflasyon ve baş döndürücü bir dizi sermaye kontrolü ile uğraşmak zorunda kalacak.

Habere göre Milei sonucun ardından yaptığı meydan okuyan konuşmada “çöküş modeli sona erdi, geri dönüş yok” dedi ve aynı zamanda karşılaştığı zorlukları da kabul etti.

‘Çin yardımlarından kopamayacağını anlayacaktır’

Pekin’deki Çin Uluslararası Çalışmalar ve Gelişmekte Olan Ülkeler Enstitüsü Direktörü Wang Youming, pazartesi günü Global Times’a verdiği demeçte, Çin’in Arjantin’in ikinci büyük ticaret ortağı ve en büyük tarım ürünleri alıcısı olduğunu hatırlatarak, Arjantin’i içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıdan çıkarma arzusu göz önüne alındığında, ülkenin ana ticaret ortakları olan Brezilya ve Çin’i terk edemeyeceğini söyledi.

Wang bu yorumları, Milei’nin seçim kampanyası sırasında Çin ve Brezilya ile ilgili bazı radikal açıklamalarına yanıt olarak yaptı.

Basında çıkan haberlere göre Milei “komünist ülkelerle iş yapmayacağını” söylemiş ve dünyanın “medeni tarafı” ile (ABD liderliğindeki Batı kampı kastediliyor) bağlar lehine Çin ile ilişkilerin kesilmesini savunmuştu.

Ancak Wang, bazı radikal açıklamaların muhtemelen dikkat çekmek için kullanılan kampanya söylemleri olduğunu ve büyük Latin Amerika ülkesinin yeni lideri olarak Milei’nin, büyük bir pazar ve büyük bir alıcı olan Çin’in yanı sıra bol miktarda döviz rezervine sahip büyük bir ülkenin yardımından ayrılamayacağını anlayacağını söyledi.

Çin Sosyal Bilimler Akademisi Latin Amerika Enstitüsü Müdür Yardımcısı Yuan Dongzhen de benzer bir görüşü paylaşıyor. Arjantin’in Çin’den ayrılmasının mümkün olmadığını, ancak aşırı sağcı siyasetçinin göreve gelmesinin ardından ikili alışverişlerin bir deneme sürecine girebileceğini belirtti.

Bazı uzmanlar, yeni hükümetin Çin’i pazarlarından çıkarmak istemesi halinde Arjantin’in kaybedebileceği uyarısında bulundu.

Wang, “[İkili ilişkilerde] ciddi bir gerileme olmayacağına inanıyorum, ancak yol boyunca kesinlikle bazı tümsekler olacaktır ve sol hükümet dönemindeki kadar pürüzsüz olmayacaktır” dedi.

BRICS üyeliği belirsiz

Arjantin’in BRICS’e olası üyeliğiyle ilgili olarak Wang, Milei’nin BRICS mekanizmasını alenen eleştirdiği göz önüne alındığında, Milei’nin seçim zaferinin Latin Amerika ülkesinin yeni bir BRICS üyesi olması konusundaki belirsizliği büyük ölçüde artıracağını söyledi.

Arjantin, Ağustos ayında düzenlenen 15. BRICS zirvesinde Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan bloğa katılmaya davet edilen altı ülkeden biriydi.

Arjantin Dışişleri Bakanı adayının ülkesinin BRICS’e katılmayacağını söylediğine dair basında çıkan haberlere cevaben Çinli Sözcü Mao, pazartesi günü düzenlediği basın toplantısında BRICS işbirliği mekanizmasının yükselen piyasalar ve gelişmekte olan ülkeler için dayanışma ve işbirliğini güçlendirmek ve ortak çıkarları korumak için önemli bir platform olduğunu söyledi.

Mao, BRICS’in aynı zamanda açık bir platform olduğunu ve isteyen her ülkeyi ailenin bir üyesi olmaya davet ettiklerini belirtti.

Latin Amerika’daki tabloyu da etkileyebilir

Milei’nin seçim zaferi, gözlemciler arasında Arjantin’in uluslararası rolünde dramatik bir değişime yol açabileceği ve Latin Amerika jeopolitiğini sarsabileceği yönünde bazı endişelere de yol açıyor.

Latin Amerika, Brezilya da dahil olmak üzere bölgedeki büyük ülkelerin “sola dönmesiyle” yeni bir süreç yaşıyor. Ancak Wang, Güney Amerika’nın ikinci büyük ülkesindeki aşırı sağcı başkan seçiminin, bölgenin ağırlıklı olarak sol görüşlü siyasi manzarasını parçalayabileceğini söyledi.

Uzman, önümüzdeki yıl Meksika ve Venezuela’da yapılacak seçimlerle birlikte yeni bir sol-sağ düellosunun başlayacağını, dolayısıyla Arjantin’de aşırı sağın zaferinin bölgedeki sol-sağ iktidar mücadelesinde bir miktar belirsizliği artırabileceğini öngördü.

Dünya Basını

Siyonist yerleşimlerde Filistinli emeği

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, Filistin proletaryasının zorunlu emek göçü örneğinden hareketle, Siyonist yerleşimci sömürgecilik ile kapitalist birikim süreçlerinin nasıl tarihsel olarak iç içe geçtiğini kavramsal bir çözümlemeyle ortaya koyuyor. Filistin’in, özellikle Batı Şeria ve Gazze Şeridi gibi işgal altındaki bölgelerinde yaşanan sosyoekonomik dönüşümleri “kalkınmasızlaştırma” ve bağımlılık kuramı çerçevesinde ele alan metin, bu yaklaşımları tarihsel maddeci bir perspektifle yeniden değerlendirerek güncelliyor. Yerli emeğin hem üretici güçlerin bastırılması yoluyla hem de değer yasasının işgal rejimi tarafından keyfi şekilde işletilmesiyle nasıl metalaştırıldığını analiz eden yazar, “atıklaştırma” ve “yoğunlaşmış emperyalizm” kavramları aracılığıyla bu süreçleri küresel düzeydeki artı-değer üretimiyle ilişkilendiriyor. Emek gücünün sistematik olarak değersizleştirilmesi, yalnızca Filistin’in özgül tarihine değil, aynı zamanda çağdaş kapitalist-emperyalist formasyonların doğasına ilişkin daha geniş bir sorgulamaya da kapı aralamakta. Bu yönüyle, metni yalnızca bir bölgesel sömürgecilik eleştirisi değil, sermayenin dünya ölçeğindeki tahakküm biçimlerine dair kavramsal bir müdahale olarak okumak gerek. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Yerleşimlerde Filistinli Emeği: Yaşamın Atıklaştırılması ve Atığın Biriktirilmesi

Ameed Faleh
Al Akhbar
6 Mayıs 2025
Çev. Leman Meral Ünal

“İşçinin kendi ürününden dışlaştırılması, sadece emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş olduğu anlamına gelmez, onun dışında bağımsız, ondan başka bir şey olarak var olduğu, karşısına dikilen bağımsız bir güç olduğu anlamına da gelir; yani işçinin nesneye aktardığı hayat, yabancı ve düşman bir şey olarak kendi karşısına çıkmaktadır.”¹

Karl Marx, 1844 El Yazmaları

Mülksüzleştirilmiş, yerinden edilmiş ve disipline edilmiş Filistinli işçiler, kapitalizm ile yerleşimci sömürgeciliğin tüm bir insan yaşamını “atık” hâline getirerek nasıl birikim sağladığının en aleni örneklerinden birini oluşturuyor. Kullanılma, bir kenara atılma ve “atık” haline gelme şeklindeki döngüde çevrilir; İsrail işgalciliği tarafından emilir, sömürülür ve sonra bir kenara atılırlar. Ali Kadri’nin 1948’de işgal edilen topraklardaki İsrail yerleşimlerine yönelik Filistinli emek göçü analizinden hareketle, yerleşimci sömürgeciliğin mantığını, işçileri nasıl boyunduruk altına aldığını ve onları sokağa çıkma yasakları, halı bombardımanları ve sosyal mühendislik mekanizmaları aracılığıyla nasıl “atıklaştırdığını” incelemek mümkün.

Batı Şeria’nın Siyasal İktisadı

Filistinli zorunlu emek göçünü daha iyi kavramak için, bu olguyu 1967’de İsrail tarafından işgal edilen toprakların –özellikle Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin– politik ekonomisi bağlamına oturtmak önem arz ediyor. Bu bağlamı aydınlatacak iki kuramsal çerçeve var: Bağımlılık teorisi ve “kalkınmasızlaştırma” [de-development] kavramı.

Bağımlılık kuramı, başta Latin Amerika’nın politik ekonomisini analiz etmek üzere geliştirilmiş, daha sonra Asya ve Afrika’daki farklı sosyoekonomik bağlamlara merkez-çevre perspektifiyle uyarlanmıştır. Merkez, üretken kapasiteye, ideolojik hegemonyaya ve çevreden hammadde çekebilme yönünde jeopolitik bir üstünlüğe sahip. Bu ticaret döngüsü, merkezin nihai ürünleri çevre pazarlarına sunmasıyla yeniden yeniden sağlanır. Çevrenin payına ise, merkez tarafından dayatılan ticaret açığı ve üretken ataletten oluşan döngüye hapsolmak düşer.

Ancak Sara Roy, bu kurama dair önemli bir eleştiri ortaya atıyor: Ona göre bağımlılık kuramı, üretim ilişkilerini göz ardı ederek ticareti aşırı vurgular ve “hâkim bir ekonomi ile ona tabi olan ekonomi arasındaki yapısal ilişkiyi aydınlatır ve ikincisinin, birincisinin ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde nasıl sömürüldüğünü” ortaya koyar. Yine, azgelişmişliğin üretim ilişkilerinden ziyade ticaret ilişkileri tarafından şekillendirildiğini de gösterir. Azgelişmişliğin itici gücü, çevre ekonomilerindeki üretim modellerinden ziyade piyasaların ve ticaretin sonuçlarıdır. Roy’un eleştirisi, bu teorinin meta ile onun üretim süreçleri arasındaki bağı kopardığı savına dayanır.

Ne var ki Arghiri Emmanuel’in, “eşitsiz değişim” üzerine yazılarına –ki bağımlılık teorisinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir– şöyle bir bakılacak olursa, onun merkez-çevre arasındaki ücret farklılıklarının eşitsiz ticaret ilişkilerini nasıl şekillendirdiğine dikkat çektiği fark edilir. Bu, Emmanuel’in ticaret ilişkilerini ciddiye almadığı anlamına gelmez; ancak yine de, merkez ve çevredeki gelişim süreçlerini analizinin merkezine koyduğunu gösterir. Neticede ticaret, üretim araçlarının varlığı ya da yokluğundan kaynaklanır.

Yine de her iki yaklaşım da işgal altındaki Filistin’deki ekonomik hayatın genel hatlarını açıklamak için iyi bir çerçeve sunabilir. Bağımlılık kuramı savunucuları, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin düşük üretim kapasitesine ve İsrail ile olan ekonomik bağlarına bakarak bu teorinin Filistin bağlamında geçerli olduğunu ileri sürecektir. “Kalkınmasızlaştırma” yaklaşımı takipçileri ise, Oslo öncesi ve sonrası dönemde tarım ile küçük ve orta ölçekli sanayinin aşınmasını, İsrail’in Filistin topraklarını işgal politikasının bir parçası olarak ele alacaktır. Ayrıca, Filistinlilerin İsrail’e “ekonomik entegrasyonu”nu, yani Filistinlilerin en alt işlere sürülmesini ve ucuz işgücüyle yerel üretim kapasitesini baltalamasını sistemsel bir sorun olarak teşhir edecektir.

Batı Şeria ve Gazze’nin kurumsal yapısının çözülmesi de “kalkınmasızlaştırma” ile bağlantılıdır; bu süreç genellikle Filistinli sosyoekonomik kurumları, yerel karar alma mekanizmalarını ve benzer yapıları zayıflatır. “Kalkınmasızlaştırma”, işgali, yerli kalkınma stratejilerini baltalamaya dönük bir süreç olarak değerlendirir; bu süreç, sömürgeci dayatmalarla emek ve ticaret piyasalarında yaratılan dengesizlikler aracılığıyla işler; özellikle de Filistin tarımı ve küçük ölçekli sanayisinin aşındırılması yoluyla. Ki bu dengesizlikler, doğrudan İsrail’in lehine ve elbette Filistinlilerin aleyhine olacak şekilde yapılandırılmıştır.

Batı Şeria’nın 1974-1989 dönemindeki GSYİH sektörel dağılımına bakıldığında, “kalkınmasızlaştırma” ve yerleşimci sömürgecilik yoluyla kaynakların eşitsiz değişiminin yaşandığı bir gerçeklik görülecektir: Çiftçiler, İsrail yerleşimlerinde işçi hâline gelmişlerdir. Batı Şeria’nın sektörel bileşimi hizmet sektörünün şişmesiyle karakterize edilir; tarım ve sanayi artık arka planda kalmıştır, her ne kadar 1980’lerden itibaren marjinal artışlar olsa da…. Bu GSYİH analizini, zorunlu emek göçünden ziyade Batı Şeria’daki Filistinlilere dayatılan yerleşimci-sömürgeci diktanın ve Filistin yönetiminin Oslo sonrası kalkınma çerçevesinin bir sonucu olarak okumak gerekir elbette.

7 Ekim öncesi veriler, Batı Şeria’dan İsrail yerleşimlerine (hem Yeşil Hat içi hem dışı) emek akışında kayda değer bir artışa işaret ediyor. Bu artışın, bağımlılık ve “kalkınmasızlaştırma” süreçlerine katkıda bulunduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla, yukarıda sayılan faktörler ve 1967’den beri İsrail-Filistin toprakları arasında sürekli artan ticaret açıkları göz önüne alındığında, Sara Roy’un bağımlılık kuramına yönelttiği eleştiriler, işgal altındaki toprakların politik ekonomisini açıklama bağlamında geçersiz kalır.

Yerleşimci Sömürgeciliğin Bir Dayanağı Olarak Zorunlu Emek Göçü

Yukarıda sunulan göstergeler, Batı Şeria ve Gazze’de emek gücünün yalnızca verimsiz ve sınırlı sektörlerde varlık bulabildiği bir “bozulmuş” kalkınma modeline işaret eder. Öyle ki, üretken kapasitenin aşındırılması, İsrail’in özünde taşıdığı yerleşimci sömürgecilik süreçlerinin (toprağa el koyma, yoksullaştırma, kuşatma ve Filistin özerkliğine dönük sistematik erozyon) doğrudan bir sonucudur.

Bu bağlamda, Ali Kadri Filistin’deki zorunlu emek göçünün “yerleşimci sömürgecilik pratiğinde değer yasasının çarpıcı bir tezahürü” olduğunu kaydeder; bunu, Filistinlilerin “ucuz” işgücü olmasından ziyade, yerleşimci sömürgeci formasyonların genel geçer bir kuralı olarak kavrar. Oslo sürecinde İsrail, idari kontrolü Filistin Yönetimi’ne devretmiş, ancak emeğin yeniden üretimini üstlenmekten kaçınmıştır. Yani, sadece asgari koşullar sağlanmıştır; bu şekilde, emeğin yeniden üretiminden kaynaklanan değer harcamalar asgariye indirilerek soykırımsal pratiklerin sahneye çıkması sağlanmıştır.

Batı Şeria’da yabancılaşma çarpıcı bir biçimde tezahür eder: Filistinli işçiler, topraklarına el koyan yerleşimleri inşa ederler. Burada, Marx’ın o ünlü sözü somut bir gerçekliğe bürünmektedir. Gazze’de ise, kalori hesabı ve mahallelerin yerle bir edilmesi, Gazzelilerin “artık emek” olarak -yani sosyal atık olarak- değerlendirilmesinden kaynaklanır. İsrail onların emek gücüne ihtiyaç duymaz; hatta Gazze coğrafyasını yerleşimci sömürgeciliğin mevcudiyetini tehdit eden düşman bir arazi olarak görür.

Buna karşılık, Batı Şeria benzer sömürgeci şiddet biçimlerine maruz kalmaz, çünkü buradaki Filistinliler 7 Ekim sonrası kısıtlamalara rağmen İsrail ekonomisinin önemli bir dayanağı olmaya devam etmektedir. Bugün çok sayıda Filistinli işçi, 1948 topraklarındaki yerleşimler yerine Batı Şeria’daki yerleşimlerde çalışıyorlar. Bu kayma, İsrail’in çelişkili ihtiyaçlarını uzlaştırmasına olanak tanır: Bir yandan Filistinli emeğini sömürürken, bir yandan üretken emek gücünü “atık” hâline getirme arzusunu sürdürebilmektedir. Kadri’nin altını çizdiği gibi, bir “atık işçi ordusu” yoksullaştırılabilir, hatta çadırlarda yakılabilir, çünkü değerin azaltılması en üstün önceliktir.

Tam da bu nedenle Kadri, zorunlu emek göçünün militarizmle ve İsrail’in “yoğunlaşmış sermaye olarak emperyalizmin maddi tezahürü” olmasıyla doğrudan ilişkili olduğunu vurgular. “Atık” ve bu atığın nasıl tanımlanacağı, siyonist-emperyalizm tarafından belirlenir: Yani Filistinlilerin bombalanıp bombalanmayacağı, yavaş yavaş mı aç bırakılacakları, yoksa Batı Şeria, Kudüs ve Yeşil Hat içinde olduğu gibi İsrail’in insafına mı terk edilecekleri bu şekilde karara bağlanır.

Bir İsyan Bastırma Aygıtı Olarak İzin Sistemi

Zorunlu emek göçünün bir isyan bastırma aygıtı olarak işlev gördüğü durumda, Filistin’deki izin sistemi “makul” bir geçim standardının hakemliğini yapar. İsrail bu sistemi, Batı Şeria’daki direnişi bastırmak için maddi ve ideolojik bir tahakküm aracı olarak kullanır: Bir direnişçinin eylemleri nedeniyle tüm ailenin veya köyün izinleri iptal edilir veya reddedilir. Böylece, kendisine yönelen en küçük bir direnişi bile, teknokratik bir şekilde, halkın geçim kaynaklarını ellerinden alarak kontrol altına alır.

Bu durum 7 Ekim’den sonra daha da belirginleşmiştir. Güvenlik endişeleri öne sürülerek toplu halde işten çıkarılan işçiler, Batı Şeria kentlerinde sandviç tezgâhları açmak zorunda kaldılar, ki bu, üretken olmayan emek konumuna itildiklerini gösterir. İsrail, bu yöntemle sömürgeleştirilmişlerin kolektif varlığına zararlı olarak göstererek, kendisine yönelen direnişin meşruiyetini zedeler. Bombardımanlar, baskınlar ve izin uygulamaları, sömürgeleştirilmiş halka “statükoyla oyun oynamaz”ı dayatarak, boyun eğmeye zorlar.

İsrail’i “yoğunlaşmış emperyalizm” olarak kavramak, “sosyal atık” kavramının önemini ve Filistin’in, dünyadaki pek çok mücadele dinamiğinin bir mikrokozmosu olduğunu anlamada anahtar olabilir. Yoksullaştırma, soykırım, sömürgeleştirme ve isyan bastırma süreçleri Filistin’i yalnızca emperyalizmin bir laboratuvarı yapmaz; aynı zamanda, küresel kapitalizmi ayakta tutan ve doğası gereği ölümle ve militarizmle örülü olan küresel değer zincirinin de hayati bir halkası hâline getirir.


¹ Bu alıntı, Karl Marx’ın 1844 El Yazmaları başlıklı metninin Murat Belge tarafından yapılan Türkçe çevirisinden alınmıştır. Bkz. Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Çev. Murat Belge, (İstanbul: Birikim Yayınları, 2013) s. 76. (ç.n)

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

National Interest: NATO yardımı Ukrayna’nın askeri olarak geri kalmasına yol açtı

Yayınlanma

Ukrayna, Soğuk Savaş döneminden kalma Sovyet S-200 hava savunma füzelerini şaşırtıcı bir şekilde Rusya’ya karşı etkili karadan karaya saldırı silahlarına dönüştürdü. The National Interest‘te Kıdemli Ulusal Güvenlik Editörü ve Popular Mechanics‘te yazar olup, jeopolitik konularda çeşitli devlet kurumları ve özel kuruluşlarla düzenli olarak danışmanlık yapan Brandon J. Weichert, David Axe’in gözlemlerine dayanarak, bu durumun modern silah beklentilerini sorgulattığını ve Ukrayna’nın kendi askeri stratejilerini geliştirmesinin NATO’nun Batı tarzı modernizasyonuna kıyasla daha faydalı olabileceğini öne sürüyor.


Ukrayna, antika Sovyet S-200 füze bataryalarını canavara dönüştürdü

Brandon J. Weichert

National Interest

Eski Sovyet S-200 (NATO kodu SA-5 “Gammon”) şaşırtıcı bir şekilde yeniden gündemde. Efsanevi savaş muhabiri David Axe, yeni Substack yayını Trench Art‘ta, Sovyetler Birliği tarafından Soğuk Savaş sırasında geliştirilen bu uzun menzilli, yüksek irtifa karadan havaya füze (SAM) sisteminin Ukrayna tarafından Rusya’ya karşı ne kadar etkili kullanıldığına dair çarpıcı hikayeler paylaştı.

Antika silahlar hâlâ işe yarıyor!

David Axe’e göre, “İlk teyit edilen S-200 saldırısı, 9 Temmuz 2023 civarında Bryansk Oblastı’nda bir sanayi tesisini havaya uçurmuş olabilir. Bundan 17 gün sonra gerçekleşen ikinci teyitli saldırı ise 5V28 füzesinin, Rusya’nın Karadeniz kıyısında, Ukrayna sınırına 20 mil (yaklaşık 32 kilometre) ve cephe hattına yüz mil (yaklaşık 160 kilometre) uzaklıktaki Taganrog şehrine düşmesiyle sonuçlandı.”

Burada gözlemciler, Ukrayna Savaşı’nın silahlara dair beklentileri nasıl yeniden şekillendirdiğine dair harika örnekle karşılaşıyor. S-200, modern standartlara göre bir fosil sayılır. Aynı zamanda devasa bir sistem; 5P72V sabit bataryasından fırlattığı 5V28 füzesi sekiz ton ağırlığında ve tam 500 pound (yaklaşık 227 kilogram) savaş başlığı taşıyabiliyor. Ancak altın çağını 1960’larda yaşadı.

Ancak bu sistem Ukraynalılar tarafından iyi bilindiği ve tedarik zinciri büyük ölçüde yerli olduğu için, NATO tarafından sağlanan pek çok yeni benzer silahtan muhtemelen çok daha faydalı oldu.

Ukrayna’nın saygıdeğer S-200 füze bataryaları güçlü etki yaratıyor

1950’ler ve 60’larda, Sovyet tasarım bürosu Almaz-Antey (o zamanki adıyla KB-1), Sovyet toprak bütünlüğünü tehdit eden NATO’nun giderek artan uzun menzilli bombardıman uçaklarını imha etme amacıyla kuruldu. Aslında S-200, B-52 Stratofortress avcısı olarak tasarlanmıştı. S-200, bu tür devasa hedefleri Sovyetlerin daha önce kullandığı eski S-75 SAM sistemlerinden daha uzun menzillerde ve daha yüksek irtifalarda engellemek için geliştirildi.

S-200, mobilite veya hızlı konuşlandırma için tasarlanmamıştı. Sovyetler bunu, sabit yüksek değerli hedefleri savunmak için statik veya yarı statik sistem olarak tasarladı. Bu büyük ve karmaşık sistem; füze bataryası, çoklu fırlatıcılar, hedef tespiti ve takibi için radar sistemleri ve komuta-kontrol altyapısı dahil olmak üzere birçok kilit bileşenden oluşuyordu.

Sistemin ana füzesi olan V-880 (veya sonraki versiyonlarda 5V21), katı yakıtlı itici ve sıvı yakıtlı seyir roketine sahip iki aşamalı füze. Varyantına bağlı olarak, yaklaşık 93 ila 186 mil (yaklaşık 150 ila 300 kilometre) menzildeki hedeflere angaje olabiliyor, bu da onu kendi döneminin en uzun menzilli SAM sistemlerinden biri yapıyor. Dahası, sistem 131 bin fit (yaklaşık 40 bin metre) irtifaya kadar hedefleri engelleyebiliyor ki bu da o zaman veya o zamandan beri gökyüzündeki herhangi hava aracını vurmak için yeterli. Ayrıca, S-200 füzesi Mach 4 hıza ulaşarak hızlı hareket eden hedeflerin süratle engellenmesini sağlıyor. 500 poundluk (yaklaşık 227 kilogram) yüksek patlayıcılı parçacıklı savaş başlığı ve hava hedeflerine karşı ölümcüllüğü en üst düzeye çıkarmak için yakınlık tapası, bu sistemin ölümcül görevini yerine getiriyor.

Başlangıçta S-200, hedef aydınlatması için 5N62 (Square Pair) gibi kara tabanlı radarlara dayanan yarı aktif radar güdüm sistemi kullanıyordu. Sistemin atış kontrol radarı hassas takip sağlarken, P-14 (Tall King) gibi erken uyarı radarları hedef tespitini destekliyordu.

Ukrayna’nın S-200’ü dahice yeniden kullanması

David Axe, “Yeniden canlandırılan Ukrayna S-200’lerinin karadan karaya rolündeki makul derecede iyi isabet oranı göz önüne alındığında, Kiev mühendislerinin daha iyi arayıcı başlık takmış olma ihtimali yüksek,” diye spekülasyon yapıyor.

S-200, genellikle altı tek raylı fırlatıcı, komuta merkezi ve ilgili radarlardan oluşan bataryalar hâlinde konuşlandırılıyordu. Statik yapısı ve büyük radar izi onu düşman hava savunmalarının bastırılması (SEAD) operasyonlarına karşı savunmasız kılıyordu, ancak daha uzun menzili, tehditler savunulan alanlara yaklaşmadan önce onlarla çatışmaya girmesine olanak tanıyordu.

Ukrayna’nın bu sistemleri güvenilir şekilde konuşlandırması ve bunlarla Rusya’ya önemli zararlar vermesi, çatışma için yerlileşmenin önemi kadar yenilikçilik derecesini de gösteriyor. Bu durum, Ukrayna’nın hazır bileşenlerden oluşan ucuz insansız hava araçlarını etkili şekilde kullanmasında da görülebilir; bu da Rusya’nın topçudaki büyük avantajına karşı dengeyi korumasına yardımcı oluyor.

Gerçekten de, eğer Ukrayna en başından itibaren yabancı sistemlere bel bağlamak yerine kendi sistemlerini korumaya teşvik edilseydi, mevcut durumu bu kadar hassas olmayabilirdi. Sonuçta Faysal’ın ordusu Akabe’yi nasıl aldı? Çünkü zafere giden yolda eski Bedevi usullerini izlediler.

NATO, Ukrayna’yı aynı teknolojik donanımlara bağımlı minyatür Avrupa tarzı ordu olmaya zorlayarak ona kötülük yaptı. Ukrayna kendi hâline bırakılsaydı, hem ülkeleri hem de silahlı kuvvetlerinin durumu için en iyi yolu kendileri bulurlardı.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü

Yayınlanma

Editörün notu: Harvard Kennedy School Uluslararası Politik Ekonomi Profesörü, Uluslararası Ekonomi Birliği Eski Başkanı ve yakında çıkacak olan Parçalanmış Dünyada Paylaşılan Refah: Orta Sınıf, Küresel Yoksullar ve İklimimiz İçin Yeni Ekonomi kitabının yazarı olan Dani Rodrik, Adam Smith’in serbest ticaretçi görüşleriyle karşılaştırarak merkantilizmi, özellikle de Donald Trump’ın yorumunu ele alıyor. Rodrik, iktisatçıların sıkça eleştirdiği merkantilizmin, tarihsel süreçte bazı ülkeler tarafından kalkınma stratejilerinin parçası olarak başarıyla kullanıldığı ve tamamen yanlış bir yaklaşım olmadığını savunuyor. Smithçi (tüketim odaklı) ve merkantilist (üretim ve istihdam odaklı) görüşler arasındaki temel farkları vurgulayan Rodrik, kamu-özel işbirliğinin potansiyel faydalarına dikkat çekiyor. Ancak Rodrik, Trump’ın merkantilizm anlayışının, stratejik gelişim yerine kayırmacılık gibi en kötü unsurları barındırdığı için kusurlu olduğuna işaret ediyor.


Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü

Dani Rodrik

Project Syndicate

Gelecek yıl iktisatçılar Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinin yayımlanmasının 250. yıl dönümünü kutlarken, ABD Başkanı Donald Trump’ın merkantilizmi bu kutlamalara pek de uymayan bir manzara sunacak. Ne de olsa Trump’ın ikili ticaret dengelerine olan takıntısı, ithalat tarifelerini yüceltmesi ve uluslararası ticarete sıfır toplamlı yaklaşımı, Smith’in öğretilerine meydan okuyarak en kötü merkantilist uygulamaları yeniden canlandırdı.

İktisatçılar, Trump’ın ticaret politikalarını yermekte haklılar. ABD’nin ticaret açığının temel nedeni diğer ülkelerin haksız ticaret uygulamaları değil ve ikili ticaret dengesizliklerini hedef almak düpedüz saçmalık. Ticaret açığı, ABD imalat sanayisindeki düşüşe katkıda bulunmuş olsa da bu, kesinlikle en önemli faktör değil. Ayrıca, bu durum Amerikalı tüketicilerin ve yatırımcıların ucuza borçlanmasını sağlıyor ki bu, çoğu ülkenin sahip olmak isteyeceği bir ayrıcalık.

Esasen merkantilizm, iktisatçıların düşündüğü kadar hiçbir zaman ölmediği gibi, onların iddia ettiği kadar da yanlış bir yaklaşım olmak zorunda değil. Smith’in takipçileri sayesinde laissez-faire ve serbest ticaret genelde önde gelen ülkelerde rağbet görse de öncü ekonomileri yakalamaya çalışan diğerleri tipik olarak karma bir strateji benimsedi.

Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde Alexander Hamilton ve Almanya’da Friedrich List, Smithçi fikirleri açıkça reddederek yeni gelişen sanayilerini büyütmek için ithalat korumacılığını savundular. Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch ve “bağımlılık okulunun” diğer düşünürleri, gelişmekte olan ülkelerin imalat sanayilerini ithalat rekabetinden koruması gerektiğini düşünüyordu ve Brezilya, Meksika ve Türkiye gibi onların tavsiyelerine uyan bazı ülkeler on yıllarca süren hızlı ekonomik büyüme yaşadı.

Benzer şekilde, Doğu Asya hükümetleri, ihracatı ve özel teşebbüsü kullanarak, ancak genellikle korumacı duvarların ardında, merkantilist ve Smithçi yaklaşımların bir karışımını izledi. Sonuç, birçoklarının ekonomik mucize olarak gördüğü şeydi. Bu karar mercilerinin pek azı kendilerini açıkça merkantilizmle ilişkilendirse de benimsedikleri “kalkınmacılık” anlayışı, merkantilizmin pek çok özelliğini paylaşıyordu.

Smithçi ve merkantilist yaklaşımlar arasındaki temel fark, tüketim ve üretime nasıl yaklaşıldığından kaynaklanır. Modern iktisat, ekonomik faaliyetin nihai amacı olarak tüketime odaklanma konusunda Smith’i örnek alır. Smith, merkantilistlere karşı çıkarak, “Tüketim, tüm üretimin yegâne nihai amacıdır,” demiş ve “Üreticinin çıkarı, ancak tüketicinin çıkarını desteklemek için gerekli olduğu ölçüde dikkate alınmalıdır,” diye belirtmişti.

Merkantilistler ise içgüdüsel olarak üretimi ve istihdamı vurgular. Bir ülkenin ne ürettiği önemlidir. George H.W. Bush’un danışmanlarından birinin bir zamanlar ifade ettiği gibi, patates cipsi üretmekle bilgisayar çipi üretmek arasında fark olmadığını iddia etmek saçmadır. Dahası, özellikle mamul malların üretimi karar mercilerinin önceliği hâline geldiğinde, ticaret fazlasının ticaret açığına tercih edilmesi gerektiği sonucu çıkar. Geleneksel ana akım yaklaşıma çeşitli piyasa başarısızlıklarını ekleyerek bu iki perspektifi uzlaştırmak mümkündür. Günümüz Smithçileri, belirli imalat ürünlerinin teknolojik yayılmalara yol açtığı veya koordinasyon sorunlarına tabi olduğu durumlarda karar mercilerinin üretimin yapısına kayıtsız kalmaması gerektiğini kabul edecektir. Fakat başlangıç noktası da önemlidir. Aksine güçlü ve ikna edici kanıtlar olmadıkça, ana akım iktisatçı genelde “kazananları seçmeye” karşı çıkacaktır.

Öte yandan, merkantilist veya kalkınmacı eğilimli biri, neyin nasıl üretileceğine dair seçimler yapmaktan çekinmeyecektir. Sorun, ispat yükünün kimde olduğudur, zira bu, örneğin Doğu Asya tarzı sanayi politikalarını normal mi yoksa bir sapma olarak mı ele alacağımızı belirler.

Çağdaş iktisatçıların Smithçi tüketim odaklılığı, onların refahın belirlenmesinde istihdamın önemini küçümsemelerine de yol açar. İktisatçıların tüketici davranışını karakterize etmek için kullandığı standart “fayda fonksiyonunda” işler, gerekli bir kötülüktür; alım gücü yaratırlar ancak boş zamanı azalttıkları ölçüde negatif değere sahiptirler. Oysa gerçekte işler; anlam, saygınlık ve toplumsal tanınma kaynağıdır. İktisatçıların iş kayıplarının kişisel ve toplumsal maliyetlerini takdir edememesi, onları Çin ticaret şokunun ve otomasyonun sonuçlarına karşı duyarsızlaştırmıştır.

Diğer önemli fark, hükümetin firmalarla ilişkisi etrafında döner. Smith, merkantilizmin kusurlarından birinin, karar mercileri ile özel sektör arasında ahbap çavuş ilişkilerini teşvik etmesi olduğunu düşünüyordu ki bu da yolsuzluğa davetiye çıkarıyordu. Çağdaş iktisat bu uyarıyı dikkate aldı. Politik ekonomi ve rant kollama modelleri, firmaların karar mercilerinden mesafeli tutulmasının önemini vurgular.

Ancak öncü yenilikçilik, yeşil sanayi politikaları veya bölgesel kalkınma gibi birçok ortamda, hükümetler ve firmalar arasındaki yakın, tekrarlayan ilişkiler son derece başarılı olmuştur. Bunun iyi bir nedeni var. Firmaları ve hükümetleri ayrı tutmak ele geçirilme riskini en aza indirebilse de kısıtlamalar ve fırsatlar ile neyin işe yarayıp neyin yaramadığı hakkında bilgi edinmeyi de çok zorlaştırır. Önemli belirsizlikler (teknolojik veya başka türden) olduğunda, firmalarla yakın çalışmak, katı bir ayrımı sürdürmekten daha tercih edilebilir olabilir. Her perspektifin kendi kör noktaları vardır. Merkantilistler, üreticilerin çıkarlarını, özellikle devletle iyi bağlantıları olanlarınkini, çok kolay bir şekilde ulusal çıkarlarla özdeşleştirir. Öte yandan Smith’in entelektüel çocukları, üretimin ve istihdamın önemini küçümser ve kamu-özel işbirliğinin avantajlarını göz ardı eder. İyi politika genellikle doğru kombinasyonu bulma meselesidir.

Elbette bunların hiçbiri Trump’ın yaklaşımını haklı çıkarmaz. Onun kaotik, ayrım gözetmeyen ticaret politikaları, ABD’deki kritik, stratejik yatırımları genişletmek için pek bir şey yapmıyor ve siyasi bağlantılı firmaları muaf tutarak ve sisteme oynamalarına izin vererek kayırmacılıkla dolu. Onun merkantilizminin hiçbir faydası olmayacak, zira bu stratejinin en kötü kusurlarını bünyesinde barındırıyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English