Görüş
Eski Rus Bakan Galuşka: Tarihi tecrübeye yaslanırsak Batı’yla iktisadi savaşı muhakkak kazanırız

Oryol oblastinin yönetimi Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nde. Oblast valisi Andrey Klıçkov, tam yetkili olarak 2018’den beri vali; ondan önce de yaklaşık bir yıl geçici valiydi. Bu geçici göreve Putin tarafından atanmıştı; ertesi yıl Oryol oblasti erken genel seçimlerinde ise yüzde 83,55 oyla seçildi.
Oryol büyük bir oblast sayılmaz; nüfusu sadece 700 bin, yüzölçümü itibariyle de federal bölgelerin en küçüklerinden biri. Ama Klıçkov yönetiminde oblast çok ciddi bir gelişme gösterdi; Klıçkov’un neredeyse benzersiz oy oranı da buna tanıklık ediyor.
30 Haziran’da oblast merkezi Oryol’da III’üncü uluslararası ekonomi fuarı düzenlendi. Forumun açılışını KP lideri G. Zyuganov yaptı. Klıçkov’un oblastte iktisadi durumla ilgili dikkat çekici verileri özetlediği sunumu sayılmazsa, üç konuşma özellikle dikkat çekiyordu. İlki, Zyuganov’un görece kısa konuşması. Bu, özelleştirme tartışmaları devam ederken Rus halkının[1] özelleştirmeler sonucu “en çok aşağılanan halk” olduğunu vurguladığı konuşması. İkincisi, Rusya Bilimler Akademisi’nden Robert Nigmatulin’in hiç değilse benim bu tür toplantılarda gördüğümü de aşan ölçekte sert, bugünkü iktisat siyasetini ağır ifadelerle eleştiren konuşması. Üçüncüsü ise aşağıda çevirisini bulacağınız konuşma.
Yazılı metin yayınlanmadı; bu yüzden konuşmayı video kaydından çevirmek zorunda kaldım; ama gerek konuşmanın niteliği, gerekse de konuşmacının sıfatları, bu çabayı gerekli kıldı.
Konuşmacı, Aleksandr Galuşka, 2013-2018 arasında Rusya Uzakdoğu Kalkınma Bakanı; halen de (2005’te resmi danışma kurulu olarak kurulmuş olan, adeta yasama yetkisi olmayan bir tür senato gibi işleyen) Kamu Odası (Obşçestvennaya palata) başkan yardımcısı.
Dikkatli okur, Galuşka’nın aslında Türkiye’de de anaakım dışındaki iktisatçılar arasında giderek daha yaygın ve daha yüksek sesle dile getirilen bir para, kredi ve kalkınma siyaseti savunusuna giriştiğini ve bunu doğrudan doğruya Stalin dönemi iktisat siyasetiyle ilişkilendirdiğini görecektir.
Burada en ilginç noktalardan biri, Stalin dönemi iktisat siyasetinin merkeziyetçiliğine rağmen sektörler ve işletmeler arasındaki ilişkilerde çok daha esnek oluşuna yapılan vurgudur. Galuşka’nın ifade ettiği gibi, merkezi planlama 1953’te sadece 9.490 kalem emtia üretimi öngörürken bu esneklik sayesinde devlet işletmeleri çeşitli dallarda gönüllü birlikler (arteller) oluşturmuş ve plan dışı, ama planı destekleyen üretime girişmişlerdir; böylece toplam sınai ve zirai emtia kalemlerinin sayısı 33 bini geçmiştir. Devlet, oyuncak veya don üretimiyle uğraşmamış veya nadiren uğraşmıştır; bunları işletmeler çoğunlukla yerel ölçekte kendileri örgütlemişlerdir.
Bu, marksist iktisat siyaseti açısından önemli bir nokta, üstelik ne yazık ki tarihi açıdan da (kuşkusuz Rusya dışında) çoğunlukla klişelere bağlı değerlendirilir. İki dönemin iktisat siyasetindeki temel farklılık görülmez veya sadece (maoculukta adetten olduğu gibi) kırda makine-traktör istasyonlarının tasfiye edilerek kolhozlara (kooperatiflere) devriyle ilişkilendirilir; bu da kırda işçi sınıfının önderliğinin ortadan kalkışının sıfır noktası sayılır. Oysa mısır saplantısının neden olduğu 1970-80’lerin hububat felaketi gibi bütünüyle keyfiyet ve hesapsızlık örnekleri sayılmazsa eğer, iktisat siyasetinde çok daha önemli olan şudur:
1) ekonominin merkezi idaresi parçalanmıştır (ve bu, Gromıko’nun daha sonraki yıllarda söyleyeceği gibi, Hruşçov’dan kurtulma nedenlerinden biri olmuştur);
2) sektörlerin esnek dinamizmi yerine keyfiyetçi merkezilik getirilmiştir.
Birinci maddeyi daha 1960’ların ortasında Che Guevara, Küba Merkez Bankası Başkanı olarak dile getirmişti; o zaman tartışma, Che’nin kullandığı kavramlarla, Sovyetlerdeki “ekonomik hesaplama sistemi” ile Küba’daki “bütçeye bağlı finansman” sistemi arasındaki fark üzerineydi. Bunun ayrıntıları üzerine kitapta (“Rusya…”, s. 26-29) durmuştum.
İkinci madde ise tam da Galuşka’nın tartıştığı şeydir. Stalin dönemi iktisat siyaseti, NEP’in ardılı olduğu ve 1932 para-kredi reformuyla koşullandığı ölçüde, temel sektörlerde kayıtsız şartsız devlet tekeli öngörüyor, ama ara sektörlerde işletmeler arası işbirliği için esneklik yaratıyor, dahası bunların kredi imkânlarını da alabildiğine yüksek tutuyordu. Üstelik bu esneklik, kapitalizmin emek-değer “kanununun” aşındırılmasına, yani gerçekten yeni bir sosyal aşamaya geçilmesine de engel değildi; gene Galuşka’nın dediği gibi, savaştan sonra yıkıntılar üzerinde muazzam bir iktisadi kalkınmadan başka fiyatlar toplamda yarı yarıya düşmüştü.
1932 reformunun temeli, belki şu ilkeyle özetlenebilir: para, devlet tarafından, yatırımlar ölçüsünde yaratılır.
Bu bağlamda tali sayılabilecek diğer bir nokta ise, bu iktisat siyasetini devlet inşasıyla ilişkilendirmesidir; bu, eğer Rusya’da kavrandığı biçimiyle devletlilikte devamlılığı hatırda tutarsak, hem devlet teorisi açısından hem mevcut devletin ona izafe edilen nitelikleri açısından büyük önem taşıyor.
Okur, bütün bunların, benim epeydir yazı ve çevirilerimde önemle üzerinde durduğum stratejik planlama meselesiyle ilişkisini hemen fark edecektir.
* * *
“Kapitalizm kendini tüketti”
Rusya eski Uzakdoğu Kalkınma Bakanı ve şimdiki Kamu Odası Başkan Yardımcısı Aleksandr Galuşka
Üçüncü Orlov Uluslararası Ekonomi Forumu’nun sayın katılımcılarına teşekkür ediyorum. Bu foruma katılmaya davet edildiğim için Gennadiy Zyuganov’a minnettarım, forumu örgütleyenlere minnettarım.
Bugünkü konuşmamız son derece güncel. Küreselleşme bitti. Kapitalizm kendini tüketti. Rusya’ya karşı saldırgan bir iktisadi savaş ilan edildi.
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz meydan okuyuşlarla dünya yüzyılda ancak bir defa karşılaşır. Bugün önümüzdeki soru şu: geleceğin ekonomisi nasıl olacak? Ve bu soruya cevap, kendi ekonomimizi tarihimizi berrak, nesnel, profesyonel bir şekilde kavramaksızın verilemez.
Burada dünya çapında seçkin iktisatçı Joseph Schumpeter’in çok yerinde sözlerini belirtmek de mümkün. Schumpeter iktisat dünyasına katkıda bulunmuş ve dünya iktisat düşüncesine kendi iktisadi büyüme, iktisadi kalkınma, iktisadi dinamik teorisini katmıştı. Ayrıca inovasyon ekonomisi kavramını da [iktisat düşüncesine — H.Y.] ilk sokan insandı. Şunu çok doğru olarak belirtmişti: eğer ekonominin üstesinden gelmek istiyorsak, bir şeyleri gerçekten de inşa etmek istiyorsak, üç bilgi kaynağımız vardır: teori, istatistik ve tarih. Bununla birlikte Schumpeter’in görüşüne göre bunların en önemlisi tarihtir, çünkü iktisadi sistemin bugünkü dinamik kuvvetlerini ve büyüme faktörlerini bize kavratan tam da odur.
1929’dan 1955’e kadar ekonomimizin büyüme tarihine baktığımızda bu tarihler arasında ülkemizin iktisadi büyümede 20’nci yüzyılın dünya rekorunu kırdığını görüyoruz. Ekonominin hacmi bu yıllarda 14 kat arttı. Ortalama yıllık büyüme temposu ise dört savaş yılını düşerek yüzde 13,80 oldu. Bu devasa iktisadi büyüme dünyada 20’nci yüzyıldaki en büyük büyümedir. Buna ücretlerde 4 kat artış, insanların tasarruf kasalarındaki tasarruflarında 5 kat artış, yurttaşlarımızın ömründe 26 yıl artış ve halkımızın nüfusunda 46 milyon artış eşlik etti. Bugün Rosstat hesaplarına göre, eğer 27 milyon insanımızın hayatını alan dört yıllık savaş olmasaydı nüfus 1929-1955 arasında 100 milyon artacaktı. Bu, Mendeleyev’in tahmin etmiş bulunduğu nüfus dinamiklerine yakındır.
İşte bunlar, devlet inşasının ve ekonomimizin yaratılışının benzersiz bir aşamasını niteleyen doğrudan ölçülebilir göstergelerdir. Bunlara başvurduğumuzda bir dizi örnek profesyonel meselenin o sırada yenilikçi şekilde çözüldüğünü görüyoruz. Öyle yenilikçi ki, bu dönemin ekonomisini kavramak için tam anlamıyla paradoksal bir nitelik taşıyordu. Son derece yenilikçi ve bu bağlamda son derece etkili. Ve şu soruya ilk defa cevap verildi: ekonomiye büyüme hedefleri konulabilir mi? Yoksa ekonomi keyfince akabilecek kendi kendini örgütleyen bir sistem midir? Ve başlarında Krijanovskiy’in olduğu seçkin bir iktisatçılar grubu, birkaç yıl içinde ekonomiye hedefler koymanın, planlar yapmanın ve benzersiz sonuçlar almanın mümkün olduğunu gösterebildi.
Bugün ekonominin büyümesi hedefleri, milli hedefler başkanlık kararnamesinde bulunuyor. Peki biz Kamu Odası’nda, sorumlu yürütme organlarında somut olarak ne görüyoruz? Onlar buna inanmıyorlar. Ekonomiye hedefler konulabileceğini gerçek anlamda anlamıyorlar ve ekonomiye hedefler konulamayacağına eminler. [Onlara göre ekonomi değil ama — H.Y.] Sadece biz kendimiz bir takım şekillerde örgütlenebiliriz.
Ama 30 yıldır böyle öğrettiler. Ve hiç kimse bu benzersiz tecrübeye, yüzyıl önceki bu derin metodolojik tartışmada ekonomiye hedefler konulabileceğinin, temel planlar yapılabileceğinin ve benzersiz yüksek bir iktisadi büyümenin dengeli bir şekilde temin edilebileceğinin bilimsel olarak kanıtlandığına inanmıyor. Bütün bunlar pırlanta değerindeki yerli iktisat düşüncemizdir. Yerli iktisat pratiğimiz bunu içeriyor. Ve bugün buna başvurmak ve yüzyıl önce dünyada ilk defa böylesine makro ölçekte yapılan planları dünyada başka hiç kimsenin yapamadığını görmek zorundayız. Ama biz yaptık, yenilikçi bir şekilde, dünyada ilk defa ekonomide denge yöntemi uyguladık. 50 küsur yıl sonra 1973’te bunlar Vasiliy Leontyev’e sektörler arası dengenin geliştirilmesi metodolojisinden ötürü Nobel ödülü getirdi.
O dönemin özenli çalışanları, iktisatçılar ve devlet adamları bütün bunları mekanik hesap makinelerinde yaptılar. Bugünse elimizde mekanik hesap makineleri değil dijital teknoloji, büyük miktarda veriler, yapay zekâ varken doğrusunu söylemek gerekirse [durumumuz — H.Y.] utanç verici. Ve biz bugün hiçbir şey yapmıyoruz.
Devlet başkanının 2021 kasım tarihli kararnamesinde, üst düzey stratejik planlama devlet siyasetinin temellerini koyan bu kararnamede dosdoğru şöyle denir: ekonomide denge yöntemini yeniden doğurmak ve kullanmak, ekonomiyi bütün olarak, doğal ve maddi olarak, yapısal ve daha aydınlık olarak kavramak zorundayız. Şimdi 2023 haziran ayındayız, 1,5 yıldan fazla geçmiş. Bir tane olsun denge nerede? Bakanlıklar neden başkanın kararnamesini sabote ediyorlar? Ayrıca başka ne kararname gerek? Ülkenin çok önemli bir kanununun, stratejik planlama federal kanununun hayata geçirilmesinin aslında başlamamış olduğundan hiç söz etmiyorum. Üstelik 9 yıl oldu.
Bugün anlıyoruz ki bu pratik tecrübeye başvurup bütüncül, planlı, dengeli yerli iktisadın temini davasına yaslansak hata etmeyiz.
İkincisi: ülkede bilimsel bir okul yokken, mühendis kadroları yokken, teknoloji yokken, 20’li yıllarda büyük inşaatlar pratik olarak mümkün değilken bütün bunlar nasıl sağlandı? Bütün bu görevleri yerine getiren bizdik. Şimdi konuştuğumuz dışarıya beyin göçünü değil en iyi beyinlerin, en değerli insan sermayesinin, dünyadaki en iyi yönetici ve mühendislerin içeriye, ülkemize göçünü temin ettik. Dünyanın en iyi, en ileri, yönetme tecrübesi ve teknolojisinin en seçkin taşıyıcıları bizde çalışıyordu. Diplomatik ilişkilerimizin bile olmadığı Amerika’dan.
Neden devlet faaliyeti, yaptırımların bize engel olamayacağı, en iyi uzmanları buraya çekecek şekilde örgütlendi? Bunlar devasa fabrikalar ve yeni sektörler kurmamızda bize yardım ettiler. Ayrıca bunların hiçbiri de aslında ülkemizin vatandaşı olmadılar, hepsi sonra evlerine gittiler.
Dünyanın en iyi uzmanlarını çeken devlet faaliyetini öyle örgütlemiştik ki, sadece pratikte en ileri sektörleri inşa etmekle kalmadık, aynı zamanda dünyanın bu en iyi uzmanlarının etrafında çağdaş eğitim ve bilimsel bir okul örgütledik. Bu okul 7 yıl sonra yabancıların yardımı olmaksızın seçkin teknoloji ve teknik örnekleri ortaya koydu. Bu, devlet faaliyetinin kalitesi, bütüncül bir teknoloji siyaseti, bir sektörel siyasettir.
Başkanın 1 Aralık 2016 tarihli kararnamesi, ülkemizin bilimsel-teknolojik gelişmesi kararnamesi, pratiğe yönelik, çok iyi bir kararname. Kararnamede bütün acı veren noktalara işaret ediliyor, ekonomimizin problemleri dürüstçe sayılıyor. Ekonomik inovasyona karşı bağışıklık, artmakta olan teknolojik geri kalmışlık, bilimsel araştırma çalışmalarının etkisizliği; bütün bunlardan dürüstçe söz ediliyor orada, nerede olduğumuzun doğrudan göstergesi. Doğru öncelikler belirleniyor; gerçekten de teknolojik sıçrama ve teknolojik önceliklerin temini için neler yapmamız gerektiği söyleniyor.
2016’daki bu kararnamede şöyle deniyor: bu kararnamede belirlenen önceliklere uygun olarak Rusya Federasyonu hükümeti tarafından kompleks bilimsel-teknolojik projeler formüle edilmelidir. 7 yıl geçti. Nerede bu projeler? Hâlâ yapmaya uğraşıyorlar.
Sektörel siyasetten ve devletin sektörel yeterliliğinden 30 yıl önce vazgeçildi. Ve şimdi bu projeleri yapamıyoruz, olmuyor. Sadece bir ay önce, Kamu Odası’nda Güvenlik Konseyi ile birlikte bu meseleyi ele aldık ve devlet başkanının imzaladığı çok önemli bir kararnamenin hayata geçirilmesinde idari yetersizliği ifade ettik. Ne zaman yapacağız bunu? Üstelik de dünyanın önde gelen bir teknoloji gücünü daha savaştan önceki dönemde inşa tecrübemize dayanarak [yapabileceğimize — H.Y.] eminiz.
Savaştan sonra da fenomenel projeler hayata geçirildi: füze, atom, radyo-elektrik; bütün ekonominin teknolojik temeli yenilendi; 1953’te sınai-teknolojik aparatın yeniliği sıralamasında dünyadaki birinci ülkeydik. Bu sonuçları ve [bunları — H.Y.] veren pratik çalışmayı görmemek nasıl mümkün olabilir? Bu saçmalık, bu aptallık. Daha fazlasını söylemezsek.
Ekonomimizin teknolojik gelişmesinin örgütlenmesine yönelik bu tecrübeyle silahlanırsak bugün kesinlikle hata yapmış olmayacağımızdan eminiz. Üstelik bu, kararnamede de gösterilmiş; buna rağmen 7 yılda tek bir proje yapılmamış.
Ekonomi için, ekonomik büyüme için para. Doğal olarak bir soru geliyor: öylesine büyük ölçekte inşa edilmiş, öylesine büyük ölçeklerde donatılmış, binlerce yeni fabrika, binlerce yeni şehir! Ülkenin savaştan sonra yeniden imarı bir mucizedir. Batılı iktisatçılar bunun için 15-20 yıl vermişlerdi bize. Oysa bizde, 1947 dördüncü çeyreğinde sınai üretim savaş öncesi seviyesine varmıştı.
Batıda anlamıyorlardı: IMF’den hiçbir kredi almadığımız şartlarda, savaş sonrasının yıkımından sonra bütün bunları nasıl yaptık? Ama 1930-1931’in dahice, uygarlık yaratıcı ölçekte [önem taşıyan — H.Y.] para-kredi reformu uygulandı. O zaman ekonomide paranın yaratılması milli menfaatlere ve ekonominin büyümesinin gereklerine tabi kılınmıştı. Ve bu dönemde bu reformdan sonra sermaye yatırımında ortalama yıllık yatırım büyümesi yüzde 18,9 oldu. Bugün bundan söz ettik.
Krediler kısa vadeli ve pahalı olduğunda ekonomik büyümenin bir örneği yoktur. Üç yıllık yüzde 12-15. Bunun hiçbir örneği yok. Bizde para sirkülasyonu öyle bir şekilde örgütlenmişti ki, eğer plan yeni bir işletmenin dengeli bir şekilde inşa edilebileceğini gösteriyorsa, yani çimento var, tuğla var, işgücü var, enerji kaynağı var, alet edevatı nereden alacağız belli… Para problemi yok. Bu tecrübeden neden yüz çeviriyoruz?
Şunu da vurgulamak isterim: o dönemde savaş öncesi Almanya ve Roosevelt’in yeni dalgası bu tecrübeyi kullandılar. Büyük depresyon sırasında kredi eskisi gibi işlemezken Roosevelt tarafından rekonstrüksiyonu finanse etmek için devlet korporasyonu kuruldu. Ve 1930’larda dünyada pazara en çok dayanan ekonomide, ABD’de, başlıca kredi kuruluşu devlet korporasyonuydu. En temel kredi kuruluşu. Sosyal altyapının kurulması, ekonominin teknolojiyle yeni baştan silahlandırılması, askeri sektörün geliştirilmesi, depresyondaki bölgelerin kalkındırılması problemini o çözdü.
Bu aslında bizim tecrübemiz. Etkililiğini pratikte kanıtladı. Gerçekten işledi.
Ya da dünyada tasarruf ekonomisi kuran ilk ülke olmamız tecrübesi. Savaştan sonra. Seçkin maliye bakanı Arseniy Zverev’in çabaları sayesinde. Hatırlıyor musunuz, Vısotskiy’in bir şarkısı vardı: “Evvel zaman içinde fiyatları düşürmüşlerdi.” Bizde olmuştu bu. 1947’den 1954’e kadar fiyatlar toplamda yarıdan fazla düştü. Bugün bizde rüsum mengeneleri ekonomiyi ve insanları boğuyor. Rüsum yükselmemeli, düşmeli. Tasarruf ekonomisi rüsum sektöründe olmalı. Bunun nasıl yapılacağı da belli.
Japonlar bize baktılar (kendileri bunu itiraf ediyorlar), Japon ekonomik mucizesinin temelleri önemli ölçüde bu maliyet kaybını azaltma modeline dayanır. Bunu ilk yapan bizdik. O tarihi dönemde bunu dünyada ilk yapan biziz. Girişimciliği arteller şeklinde, sınai işbirliği şeklinde destekledik. Ve bizde açık filan olmadı. Geniş tüketim mallarında açık, Hruşçov 1960’ta ekonominin bu en önemli katmanını, arteller ve sınai işbirliği biçimindeki işletme inisiyatifini yok edene, hem de barbarca bir kabalıkla yok edene kadar hiç olmadı. Bir basamağı, iki basamağı artel olarak anmak mümkün. 1953’te 33.444 kalem emtia vardı. Gosplan ise 9.490 kalem planlamıştı. İlişki böyleydi.
Evet, bu [Gosplan kalemleri – H.Y.] yapısal önem taşıyan, kompleks, büyük sermaye yatırımıydı. Ama devlet işletmelerinin iç olmadığı yerler de vardı. Mesela çocuk oyuncakları üretimi. Devlet bununla uğraşmıyordu, hepsini arteller yapıyordu.
Ve bütün bunlar birlikte, yekpare bir tedbirler sistemi olarak, dahice yenilikçi çözümlerle bütüncül bir model olarak, bu bizim tarihi tecrübemizdir; bugün bu tecrübeye yaslanmakla hata yapmış olmayız; tersine, batıyla iktisadi savaşı muhakkak kazanırız, insanların gelirlerinde artışı, ülkemizin refah ve gücünü temin ederiz.
[1] Kullandığı ifade “Rusya” değil “Rus”; oysa genellikle bu tür durumlarda “Rusya halkı” denir. Bu, Rusya’da kendine has, büyük Rus şovenizminden ziyade ezilen milletin milliyetçiliğini andıran yeni bir tür milliyetçilik geliştiğine işaret sayılmalı. Bunun üzerinde daha sonra da duracağım.
Görüş
Bir eyaletten fazlası: Alberta’nın ayrılıkçılığı üzerine düşünceler

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kanada’nın batısında, uçsuz bucaksız bozkırları, zengin yeraltı kaynakları ve özellikle petrol ile doğal gaz üretimindeki ağırlığıyla bilinen Alberta eyaleti, son yıllarda federal yönetime karşı yükselen seslerle yeniden gündeme geliyor. Vergi, çevre ve enerji politikaları üzerine yaşanan anlaşmazlıklar, zaman zaman “ayrılalım mı?” sorusunu dahi masaya taşıyor. 2021’de yapılan eşitlik transferleri (equalization payments) referandumu ve özellikle 2025 federal seçim sürecinde alevlenen tartışmalar, bu eğilimlerin artık marjinal bir söylem olmaktan çıkıp toplumun daha geniş kesimleri tarafından da sahiplenildiğini gösteriyor.
Ancak Alberta’daki ayrılıkçı talepleri ve çıkışları yalnızca anlık ve öfkeli tepkiler olarak görmek eksik olur. Bu tepkiler, eyaletin tarihsel, ekonomik, kültürel ve çevresel dinamiklerinin kesişim noktasında gelişen çok katmanlı bir yapının ürünü. Ayrılıkçı söylemin yükselişini anlamak için yalnızca Ottawa’ya yönelik siyasi hoşnutsuzluğa değil; Alberta içinde büyüyen gelir eşitsizliklerine, enerji zenginliğinin toplumun geneline yansımamasına ve yerli halkların sistematik dışlanmasına da bakmak gerekiyor.
Kanada, yaklaşık 10 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ikinci ülkesi. Doğudaki Halifax’tan batıdaki Vancouver’a uçuş süresi 5 ila 6 saat arasında değişiyor. Devasa bir coğrafya bu… Sadece yüzölçümüyle değil, aynı zamanda 10 eyalet ve 3 bölgeden oluşan federal yapısıyla, ekonomik ve kültürel çeşitliliğiyle de dikkat çeken bir ülke. Bu çeşitlilik yalnızca farklı etnik kökenlerden gelen toplulukları değil, aynı zamanda bölgesel kimlikleri ve siyasal yönelimleri de kapsıyor. Alberta’daki ayrılıkçılığı da, bu çok katmanlı yapının bir yansıması olarak düşünmek mümkün.
Son yıllarda bazı siyasi aktörler, Alberta’nın sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da Kanada’nın geri kalanından farklılaştığını savunmaya basladilar. Bu görüşe göre Alberta, bireysel özgürlük, girişimcilik ve düşük vergilendirme gibi değerleri önceleyen, kendine özgü bir siyasal kültür geliştirmiş durumda. İlginçtir ki, 2025 federal seçim sürecinde ayrılıkçılığı destekleyen bazı grupların kullandığı söylemler, Amerika’daki Trumpçı çevrelerle dikkat çekici paralellikler taşıyor. Bu da gösteriyor ki Alberta’daki ayrılıkçılık, artık yalnızca ekonomik değil; ideolojik ve kültürel bir kimlik ifadesine dönüşmüş durumda.
Alberta’da Ayrılık Düşüncesinin Kısa Tarihi
Kanada’da ayrılıkçılık dendiğinde akla gelen ilk örnek uzun yıllar boyunca Quebec oldu. Büyük oranda Fransızca konuşan nüfusu ve farklı tarihsel-kültürel yapısıyla Quebec, 1980 ve 1995’te iki kez bağımsızlık referandumu düzenledi. Özellikle 1995’teki referandum yalnızca %1,2 farkla reddedilmişti. Burada önemli bir farkı vurgulamak gerekiyor: Quebec’te ayrılıkçılık daha çok kültürel kimlik ve anayasal eşitlik talepleri üzerinden şekillenirken, Alberta’daki ayrılıkçılık ekonomik kaynakların paylaşımı, enerji politikaları ve siyasi temsil krizine odaklanıyor.
Alberta’da ayrılma fikri yeni değil. 1930’lu yılların Büyük Buhranı sırasında ekonomik sıkıntılar, halkın tepkisini Ottawa’daki merkezi yönetime yöneltmeye başladı. Bu dönemde iktidara gelen William Aberhart liderliğindeki Social Credit Partisi, eyaletin kendi ekonomik sistemini kurmasını savunuyordu. Merkeze karşı geliştirilen bu tutumlar açıkça “ayrılalım” demese de, Alberta’nın siyasi hafızasında iz bıraktı. (İyi bir Hristiyan olan Aberhart, yalnızca ekonomi politikalarıyla değil, gökyüzüne uzanan ahlak anlayışıyla da hatırlanıyor. Öyle ki, 1960’lara kadar Alberta semalarında uçan ticari uçaklarda, yolcular alkol servisi için eyalet sınırının dışına çıkmayı beklemek zorundaydı. Aberhart’ın etkisi bulutların bile üzerine sinmişti!)
1980’lerde dönemin Başbakanı Pierre Trudeau’nun başlattığı Ulusal Enerji Programı (NEP) Alberta’daki ayrılıkçı eğilimleri yeniden alevlendirdi. Federal hükümetin enerji kaynak ve gelirlerini ulusal ölçekte dengelemeye çalışması, Alberta’da “zenginliğimiz elimizden alınıyor” algısını doğurdu. Bu dönemde başlayan “Trudeau nefreti” bugüne dek canlılığını korudu; Pierre’in oğlu Justin Trudeau da başbakanlığı süresince bu tepkiden fazlasıyla nasibini aldı.
Bu atmosferde, Bati Kanada Konsepti (Western Canada Concept) gibi açıkça ayrılıkçı partiler sahneye çıktı. 2000’li yıllarda Alberta Bağımsızlık Partisi ve Ayrılıkçı Alberta Partisi gibi yapılar ortaya çıksa da geniş bir destek tabanı oluşturamadılar ve marjinal kaldılar.
Ancak 2019 seçimlerinden sonra tablo değişmeye başladı. Alberta’dan Liberal Parti’ye hiç milletvekili çıkmaması, “Ottawa artık bizi temsil etmiyor” söylemini yeniden canlandırdı. 2022’de iktidara gelen Birleşik Muhafazakâr Parti (United Conservative Party – UCP) lideri Danielle Smith, bu eğilimi daha da ileriye taşıdı. Anayasaya uygunluğu tartışmalı olan “Birleşik Kanada İçerisinde Alberta Egemenliği Yasası”nı çıkararak federal yasalara karşı koyma hakkını savundu ve ayrılıkçı söylemi kurumsallaştırmaya başladı.
2023 seçimlerinde UCP yeniden iktidara geldi. Kampanyada “egemenlik” teması ön plana çıkarıldı. Seçimden sonra da özellikle vergi, enerji ve sağlık politikalarında federal hükümete karşı mesafeli bir tutum sürdürüldü. Smith doğrudan bağımsızlığı savunmasa da, onu destekleyen bazı gruplar içinde ayrılık fikri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı.
Bu sürecin zeminini hazırlayan gelişmelerden biri de 2021’de yapılan eşitlik transferleri referandumuydu. Alberta halkının %61,7’si, Anayasa’nın mali eşitliği gözeten 36(2). maddesinin kaldırılmasını destekledi. Bu madde, federal hükümetin eyaletler arasında mali denge ve eşit kamu hizmeti sunumunu gözetmesini öngörüyor. Dönemin eyalet başbakanı Jason Kenney bu sonucu, Ottawa’ya karşı güçlü bir mesaj olarak yorumladı. Bu referandum, ayrılığı doğrudan getirmese de, eyaletin siyasi yöneliminde ciddi bir değişim habercisiydi.
Son olarak, 2025 seçimlerinde Liberallerin yeniden iktidara gelmesi, Alberta’daki güvensizlik duygusunu daha da keskinleştirdi. Seçimin hemen ardından ayrılıkçı söylemler daha görünür hale geldi. Mayıs ayında yayımlanan bir Angus Reid anketine göre, Albertalıların %36’sı Kanada’dan ayrılma yönünde oy vereceğini belirtti. Dahası, %17’si Alberta’nın Amerika’nın 51. eyaleti olmasını desteklediğini söyledi. Bu sonuçlar, yalnızca bir hoşnutsuzluğa değil, aynı zamanda Alberta’da aidiyet, temsil ve yönelim duygusuna dair derin bir tartışmanın varlığına işaret ediyor.
Alberta’nın Petrolü Var, Adil Paylaşım Tartışmalı
Alberta’nın ekonomik yükselişi, 1947’de Leduc’daki büyük petrol keşfiyle başladı. O tarihten bu yana eyalet, Kanada’nın enerji haritasında merkezi bir rol üstleniyor. Bugün Alberta, ülkenin petrol üretiminin yaklaşık %84’ünü gerçekleştiriyor. 2024 verilerine göre eyalette kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) 72.000 Kanada doları civarında. Ancak bu yüksek üretim ve gelir rakamları, geniş halk kesimleri için aynı oranda refah anlamına gelmiyor.
Son on yıla, yani Liberallerin Ottawa’da iktidarda olduğu döneme baktığımızda, sıradan Albertalıların şikâyetlerinde haksız olmadıklarını gösteren pek çok gösterge var. Kanada’nın TÜİK’i (ama biraz daha dürüst ve güvenilir) olan StatsCan verilerine göre Alberta, bu dönemde düşük gelirli nüfus oranındaki artışta ülke genelinde ikinci sıraya yerleşti. Reel ücretlerde, yani enflasyona göre ayarlanmış maaşlarda %10’luk bir düşüş yaşandı. Bu, Kanada’daki en büyük gerileme. Üstelik eyalette asgari ücret, yedi yıldır yerinden kıpırdamadı. Halkın sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimi zorlaştı, elektrik fiyatları, otomotiv sigortası ve okul harçları hızla yükseldi. Alberta bu kalemlerde, diğer tüm eyaletleri geride bırakmış durumda. Toplu taşıma yetersiz, kırsal bölgelerde doktor bulmak giderek güçleşiyor.
Tüm bu tablo, Alberta’da yaşanan ekonomik sıkıntıların federal hükümetin baskısıyla açıklanamayacağını da gösteriyor. Son on yılda petrol üretimi %50’den fazla arttı. TMX boru hattı gibi büyük ölçekli projeler, doğrudan federal bütçeyle finanse edilerek devreye alındı. Üretim arttı, fiyatlar yükseldi. Buna rağmen, bu büyüme istihdam yaratmadı; tam tersine petrol sektöründe 30 binden fazla kişi işini kaybetti. Ücretler düştü, kamu hizmetleri zayıfladı.
Petrol üreticileri ise aynı dönemde 192 milyar dolar gibi rekor düzeyde kâr açıkladılar. Yani Alberta’da değer üretimi sürüyor ama bu değer, eşit bir şekilde paylaşılmıyor. Sorun, dışarıdan dayatılan bir adaletsizlik değil; içeride, servetin paylaşımıyla ilgili derin bir yapısal sorun.
Egemenlik Tartışmalarında Kimin Sesi Eksik?
Alberta’da toprak ve doğal kaynaklar söz konusu olduğunda yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve çevresel adaletsizliklerden de söz etmek gerekir. Bu noktada yerli halkların durumu, son derece hassas bir boyut kazanıyor. Çünkü onlar için toprak ve çevre yalnızca birer ekonomik kaynak değil; kimliklerinin, tarihsel varlıklarının ve kültürel sürekliliklerinin ayrılmaz bir parçası. Toprak, yalnızca üzerinde yaşanılan bir alan değil; atalarla bağ kurulan, kutsal kabul edilen ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken bir yaşam alanı. Dolayısıyla çevresel yıkım ya da enerji projeleri, onlar açısından sadece ekonomik değil, doğrudan varoluşsal bir tehdit.
Alberta’daki yerli topluluklar, tarihsel olarak Kanada devletiyle imzalanan antlaşmalarla tanınmış belirli haklara sahip. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında yapılan Altıncı (Treaty 6), Yedinci (Treaty 7) ve Sekizinci Antlaşmalar (Treaty 8), belirli topraklar karşılığında sağlık, eğitim ve avlanma gibi temel hakları güvence altına almış metinler. Bugün Alberta’nın büyük bir bölgesi bu üç antlaşmanın kapsamına girmekte. Her ne kadar bazı Muhafazakâr çevreler bu hakları sorgulasa ve hatta inkar etse de, yerli halkların bu topraklar üzerinde hem yasal hem de tarihsel olarak güçlü hak iddiaları var.
Ne var ki, Kanada’daki pek çok meselede olduğu gibi, ayrılıkçılık tartışmalarında da yerli halkların konumu çoğu zaman göz ardı ediliyor. Oysa Alberta, bu antlaşmalar kapsamında olan birçok yerli topluluğa ev sahipliği yapmakta. İlk Uluslar Meclisi (Assembly of First Nations) ve birçok yerli lider, Alberta hükümetinin “egemenlik” odaklı söylemlerinde kendilerine yer verilmediğini vurguluyor. Ayrı bir Alberta senaryosunda, bu toplulukların toprak, öz yönetim ve kültürel haklarının nasıl korunacağı sorusu ise oldukca belirsiz. Bu yüzden pek çok yerli örgüt ve sol toplumsal aktör, ayrılıkçılık fikrine mesafeli ve temkinli yaklaşıyor.
Yerli halkların en güçlü endişelerinden biri de çevre meselesi. Birçok yerli lider, Alberta’daki enerji projelerinin hem kendi topraklarına zarar verdiğini hem de geleneksel yaşam biçimlerini tehdit ettiğini açıkça dile getiriyor. Bu nedenle mesele onlar için sadece siyasal temsiliyet değil, aynı zamanda hayatta kalma ve doğayla uyum içinde sürdürülebilir bir yaşam hakkı meselesi…
Zenginlik Yeraltından, Bedel Yeryüzünden
Alberta’nın ekonomik gücünün temelinde, petrol ve doğalgaz üretimi yer alıyor. Ancak bu üretim, sadece ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda ciddi çevresel tahribatları da beraberinde getiriyor. Özellikle kuzey Alberta’daki petrol kumları projeleri, dünyadaki en yoğun karbon salınımı yapan endüstriyel faaliyetler arasında sayılıyor. Ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirlenmesi, hayvan yaşam alanlarının bozulması ve aşırı su tüketimi bu faaliyetlerin doğrudan sonuçları arasinda. Bilim insanları, Alberta’nın mevcut enerji politikalarının, Kanada’nın iklim taahhütlerini yerine getirmesini imkânsız hale getirdiğini defalarca dile getirdiler ve getiriyorlar.
Ne var ki bu çevresel yıkım herkesi eşit biçimde etkilemiyor. Yerli topluluklar başta olmak üzere kırsal bölgelerde yaşayan halk, bu tahribatı hem ekonomik hem yaşamsal düzeyde doğrudan hissediyor. İçme suyuna erişim, sağlığa dair artan riskler, geleneksel avcılık ve balıkçılıkla geçinen toplulukların yaşam alanlarının daralması, mevcut üretim modelinin yol açtığı derin izlerden.
Ayrılıkçılık söylemlerinde sıkça tekrar edilen “doğal kaynaklarımızdan yeterince faydalanamıyoruz” şikâyeti, bu bağlamda oldukça dar bir perspektifi yansıtıyor. Çünkü burada kaynaklardan “faydalanmak”, yalnızca ekonomik kâr üzerinden değerlendiriliyor. Oysa bu üretim sürecinin hem insanlar hem de doğa üzerinde yarattığı tahribat, bu zenginliğin kimler tarafından ve nasıl paylaşıldığı sorusunu da beraberinde getiriyor.
Bu yüzden Alberta’daki toplumsal huzursuzlukları ve ayrılıkçı eğilimleri değerlendirirken, yalnızca siyasi ve ekonomik boyutlara değil, doğayla kurulan bu yıkıcı ilişkiye de dikkat kesilmek gerekiyor. Aksi hâlde tartışmalar sadece para ve kâr üzerinden yürür; yaşamın kendisi görünmez kalır.
Sonuç: Ayrılık Değil, Yüzleşme Zamanı
Bugün Alberta’daki ayrılıkçılık talebi, yalnızca anlık bir öfkenin ürünü değil; uzun süredir derinlerde biriken eşitsizliklerin, kimlik gerilimlerinin ve dışlanmışlık hissinin su yüzüne çıkış biçimlerinden biri.
Ancak bu taleplerin ardına dikkatle bakıldığında, ayrılıkçılığın kendi içinde barındırdığı bazı çelişkiler de yavaş yavaş belirginleşiyor. “Ottawa bizi engelliyor” diyenler, Alberta içinde artan gelir uçurumunu, petrol zenginliğinin bir azınlıkta yoğunlaştığını, kamu hizmetlerine erişimin giderek zorlaştığını ya göz ardı ediyor ya da dile getirmekten kaçınıyor.
Dahası, ayrılıkçı retorik çoğu zaman yerli halkların tarihsel ve hukuki haklarını, doğayla kurdukları yaşamsal bağları ve Alberta topraklarında süregelen çevresel yıkımı da görünmez kılıyor. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan topluluklar, yalnızca siyasi olarak değil, varoluşsal olarak da dışlanıyor. Oysa mesele, yalnızca eyaletin Ottawa ile olan ilişkisi değil; eyaletin kendi içinde kime kulak verdiği, kimi yok saydığı ve kimin pahasına büyüdüğüdür.
Bugün Alberta’da ciddi bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olunduğu inkâr edilemez. Ancak çözüm, ‘dış güçleri’ suçlamaktan değil; içerideki toplumsal eşitsizliklerle yüzleşmekten ve doğayla daha sürdürülebilir bir ilişki kurmaktan geçiyor. Bu nedenle mesele, ayrı bir Alberta kurmak değil; herkesin sesinin duyulduğu, adaletin ve ortak refahın paylaşıldığı bir Alberta’yı mümkün kılma meselesidir.
Görüş
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

27 Mayıs’ta, AB’nin 27 üyesi Avrupa savunma sanayisini güçlendirmeye yönelik büyük bir planı onayladı. Bu, Avrupa’nın savunma politikasının ABD öncülüğündeki NATO sistemine bağımlılıktan uzaklaşıp bağımsızlık ve öz yeterliliğe yöneldiğini gösteriyor. Bu büyük değişim, ay sonunda yapılacak NATO zirvesinde savunma harcamalarının önemli ölçüde artırılmasıyla kısmen onaylanacak. Aynı zamanda, AB’nin hem siyasi lideri hem de ekonomik motoru konumundaki Almanya, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez büyük çapta kalıcı birliklerini yurtdışına konuşlandırıyor. Bu, Almanya’nın uzun süredir benimsediği yurtiçi savunma çizgisinden çıkıp Avrupa savunmasında öncü rol üstlenmeye başladığı anlamına geliyor. Bu üç önemli gelişme, dünyanın tanıdığı Batı bloğunun çözülmekte olduğunu simgeliyor, Avrupa güvenlik yapısının yeniden şekillendiğine işaret ediyor ve Almanya ile Rusya’nın doğrudan çatışmaya sürüklenmesi, hatta Avrupa’nın yeniden büyük çaplı bir savaşa girmesi konusunda uzun vadeli endişeleri tetikliyor.
27 Mayıs’taki Brüksel toplantısında, Avrupa Konseyi, AB tarihinin en iddialı savunma planlarından biri olan “Avrupa Güvenlik Eylemi”ni resmen onayladı; plan 29 Mayıs’ta yürürlüğe girecek. Bu plana göre, AB finans piyasalarından 150 milyar avro toplayacak ve bunu üye ülkelere savunma sanayilerini geliştirmek, askeri teçhizat üretimini artırmak ve genel AB askeri-stratejik kapasitesini iyileştirmek için kredi olarak verecek.
Bu 150 milyar avroluk yatırım sadece ilk adım; kıtanın yeniden silahlanmasına yönelik çok daha büyük bir stratejinin parçası. AB Komisyonu, önümüzdeki on yıl içinde toplamda 800 milyar avro toplama hedefinde. Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, bunu “bir nesilde bir kez görülecek bir an” ve Avrupa’nın stratejik özerkliğe doğru attığı belirleyici bir adım olarak nitelendirdi.
Plan kapsamında, üyeler ortak satın alma yoluyla silah alırken bu krediden faydalanabilecek. Krediden yararlanmak için proje bileşenlerinin en az %65’i AB’den, AB aday veya potansiyel aday ülkelerden ya da AB ile savunma anlaşması imzalamış ülkelerden (Norveç, Birleşik Krallık, Moldova, Ukrayna, İzlanda, İsviçre, Kuzey Makedonya, Arnavutluk ve Asya’dan Japonya, Güney Kore gibi) gelmeli.
Bu, ABD, Türkiye ve İngiltere gibi AB dışı üreticilerin ihalelere sınırlı şekilde katılabileceği anlamına geliyor: her projede en fazla %15, bazı sıkı şartlarla %35. Bu şartlar arasında AB yüklenicileriyle mevcut işbirliği veya iki yıl içinde AB’li yükleniciye geçiş taahhüdü yer alıyor.
AB’nin teknolojik egemenliğini korumak için merkezi bir kurum, üçüncü ülkelerin Avrupa’da üretilen teçhizata uzaktan erişimini engelleyecek. Bu, ABD yazılım şirketlerinin “Avrupa Güvenlik Eylemi” kapsamında geliştirilen insansız hava araçlarına katılımını sınırlandıracak. Ayrıca, ölçek ekonomisini artırmak, birlikte çalışabilirliği geliştirmek ve savunma sanayiinin parçalanmasını önlemek amacıyla, krediden yararlanmak için en az iki ülkenin ortak alım yapması gerekiyor. İstisnai durumlarda tek ülke de alım yapabiliyor.
İlk 150 milyar avro; top mermisi, füze, İHA, hava savunma sistemi, askeri nakliye uçağı, siber savunma ve yapay zekâya yönlendirilecek. Analistler, bu önceliğin, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle tükenen AB konvansiyonel silah stoklarını yenilemeye ve Ukrayna’nın savaş kabiliyetini desteklemeye yönelik olduğunu düşünüyor.
AB’nin bu büyük savunma bütçesi, dünyadaki tarihi değişimlere verilen kaçınılmaz bir yanıt; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücünü artırmaya yönelik önemli bir adım. Aynı zamanda Trump döneminin izolasyoncu ABD’si ile Avrupa arasındaki uzaklaşmanın da sonucu. AB liderleri, ABD’nin Rusya ile barış arayışı bahanesiyle Ukrayna’yı ve Avrupa’yı terk ettiğine inanıyor. Artık ABD’ye güvenemeyeceklerini, hatta olası bir Avrupa savaşı durumunda ABD’nin eskisi gibi kurtarıcı olmayacağını düşünüyorlar.
Buna paralel olarak, NATO Genel Sekreteri Rutte, 24–25 Haziran’da yapılacak NATO zirvesinde üyelerin 2032’ye kadar savunma harcamalarını GSYH’nin %3,5’i düzeyine çıkarması ve buna ek olarak %1,5 savaşla ilişkili harcamalar yapması konusunda anlaşmasını umuyor. Bu toplamda GSYH’nin %5’i demek—bu, ABD’nin uzun süredir talep ettiği %2 hedefinin iki katı. ABD, Kanada ve Türkiye hariç tüm NATO üyeleri Avrupa’da bulunduğundan, bu yük Avrupa’nın omuzlarında olacak ve ABD’nin bir gün NATO’dan tamamen çekilmesine karşı hazırlık anlamına geliyor.
Trump’ın ilk döneminde ABD, bazı Avrupa ülkelerini %2’ye ulaşmaları için NATO’yu dağıtmakla tehdit etmişti. İkinci döneminde ise bu oranı %5’e çıkarma baskısı arttı. Yeni Genel Sekreter Rutte’nin arabuluculuğuyla NATO dışişleri bakanları 14 Mayıs’ta bu yeni hedefi ilk kez tartıştı ve “%3,5 + %1,5” şeklinde bir uzlaşmaya vardı: İlki silahlı kuvvetler için, ikincisi savaşla ilgili altyapılar için. Bu, Avrupa NATO üyelerinin askeri harcamalarının 2024’teki 476 milyar dolardan 7 yıl içinde 1,15 trilyon dolara çıkması anlamına geliyor. En güçlü ekonomi olan Almanya’nın savunma bütçesi 52 milyar avrodan 215 milyar avroya çıkarılacak.
NATO Askeri Harcamalarının İki Katına Çıkması, Yalnızca Trump Yönetiminin Doğrudan Baskısından Kaynaklanmıyor, Aksine ABD’nin Yükü Kaydırmasının Yarattığı “Avrupa Paniğinin” Sonucu
NATO’nun askeri harcamalarının iki katına çıkması, açıkça sadece Trump yönetiminin doğrudan baskısının sonucu değil; asıl olarak ABD’nin üzerindeki yükü başkalarına kaydırması ve kendi görevini yerine getirmemesinin tetiklediği “Avrupa paniği”nin bir sonucudur. NATO’nun Avrupa’daki ortakları isteksiz olsalar da kaotik bir gerçeklik ve belirsiz bir gelecekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Dünya düzeninde büyük değişimlerin yaşanması yadsınamaz bir tarihsel süreçtir; ABD’nin gücündeki düşüş ve liderlik isteğinin azalması giderek güçlenen bir eğilimdir; Rusya’nın jeopolitik baskısı ise hem yakın hem de uzun sürelidir. Bu üç faktör, Avrupa’nın stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma öz yeterliliği yönündeki adımlarını, ideal ve slogandan bilinçli ve gönüllü stratejik tercihlere dönüştürmüştür.
Avrupa’nın savunma gücünü güçlendirmesinin üçüncü göstergesi olan ve en güçlü AB üyesi ve NATO Avrupa ortağı olan Almanya, askeri yapılanma, özerklik ve duruş açısından yeni ve tarihi adımlar atmış; II. Dünya Savaşı sonrası ilk kez zırhlı birliği tamamen yeniden yapılandırarak yurtdışına kalıcı olarak konuşlandırmak gibi çarpıcı bir adım atmıştır.
22 Mayıs’ta Almanya Federal Ordusu’nun 45. Zırhlı Tugayı, Baltık’taki NATO müttefiki ve “ön cephe ülkelerinden” biri olan Litvanya’ya resmen konuşlandırıldı. Bu tugay, özel olarak yurtdışı muharebeleri için kurulan mekanize bir birlik olup yaklaşık 5000 askerlik tam teşkilata sahiptir ve 2027’ye kadar tamamen konuşlandırılması beklenmektedir. Litvanya’nın başkenti Vilnius yakınındaki Rukla Askeri Üssü’nde konuşlanacak olan birlik, Rusya’nın müttefiki olan Belarus’a sadece 20 kilometre mesafededir. Litvanya, Belarus ve Rusya’nın Baltık bölgesindeki Kaliningrad toprağı ile sınır komşusudur; Litvanya ile Polonya’yı birbirine bağlayan Suwałki Koridoru ise NATO’nun doğu kanadındaki en zayıf savunma noktası olarak kabul edilmektedir.
Almanya Başbakanı Merz, tugayın açılış töreninde yaptığı açıklamada, bu adımın Almanya Federal Ordusu’nun “yeni bir döneme girdiğini” gösterdiğini ve “NATO’nun doğu kanadının savunmasını kendi ellerimize aldığımızı” belirtti. NATO’nun kolektif savunmasına olan bağlılığını yineleyen Merz, Almanya’nın sorumluluk üstleneceğini ve “Avrupalı müttefikleri hayal kırıklığına uğratmayacağını” söyledi. Litvanya Cumhurbaşkanı Nausėda, Almanya’nın bu hamlesini NATO güvenlik yapısı ve Avrupa açısından “kilometre taşı” olarak değerlendirdi. 26’sında Merz, Almanya ve müttefiklerinin artık Ukrayna’ya sağlanan silahların menzilini sınırlamayacaklarını açıkladı. 28’inde ise Almanya, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy’e uzun menzilli füze sistemleri geliştirme konusunda yardım sözü verdi.
Almanya’nın zırhlı birliklerini sınıra yakın konuşlandırması, ABD, İngiltere ve Fransa’yı takip ederek Ukrayna’ya sağlanan füzelerdeki menzil sınırını kaldırması ve uzun menzilli füzeler konusunda Ukrayna’ya destek vermesi üzerine, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov 28 Mayıs’ta Almanya’yı iki dünya savaşının hatalarını tekrarlamaması konusunda açıkça uyardı. Lavrov, “Almanya’nın savaşa doğrudan karıştığı açık; bu, geçen yüzyılda iki kez çöküşe götüren aynı yolda ilerlediğini gösteriyor,” dedi. Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev de, Almanya’nın ekipman ve uzmanlarının Rusya’ya karşı yürütülen operasyonlara doğrudan katıldığını belirterek, Almanya’nın fiilen Ukrayna çatışmasının tarafı ve Rusya’nın yeniden düşmanı haline geldiğini söyledi.
21 Mart’ta, Almanya Federal Meclisi 500 milyar avroluk bir mali paket onayladı. Bu, Almanya’nın uzun süredir uyguladığı “borç freni” merkezli mali disiplin politikasından vazgeçtiği anlamına geliyor. Bu paket, hükümete savunma ve altyapı yatırımları için büyük çaplı borçlanma imkânı tanıyor. Alman parlamentosu, savunma ve siber güvenlik harcamalarına yönelik anayasal kısıtlamaları kaldırarak Anayasa’da değişiklik yaptı. 2025 savunma bütçesine 100 milyar avro eklenmesi planlanıyor; önümüzdeki 10 yılda toplam savunma harcamaları 1 trilyon avroya ulaşabilir. Bu bütçe, Almanya’nın teknolojik açıdan geri kalmış olan savunma teçhizatını modernize etmek ve savunma gücünü, savaş kabiliyetini ciddi oranda artırmak için kullanılacak. Reuters’ın haberine göre NATO ayrıca Almanya’dan yaklaşık 40.000 askerlik yedi yeni tugay daha tahsis etmesini isteyecek. Bu sayede Rusya’ya karşı savunmada toplam birlik sayısı 35 ila 50 tugaya ulaşacak. Sadece bu hedef bile Almanya’nın mevcut hava savunma kapasitesini dört katına çıkarmasını gerektirecek.
Merkz Göreve Geldikten Sonra NATO-Rusya Cephe Hattına Asker Gönderdi: Tarihsel Endişeleri Artıran Adımlar
Merkz göreve geldikten hemen sonra NATO ile Rusya’nın karşı karşıya geldiği cephe bölgelerine asker sevk etme kararı aldı ve Ukrayna’nın Batı silahlarıyla Rus topraklarını vurmasına izin vereceğine dair açıklamalar yaptı. Bu tür eylem ve söylemler, sadece Almanya, Avrupa ve hatta NATO ile Rusya arasındaki askeri gerilimi artırmakla kalmıyor; aynı zamanda iki dünya savaşının acı hatıralarını—özellikle Almanya ile Rusya’nın Finlandiya Körfezi ve Baltık Denizi üzerindeki etki alanı için savaşa tutuştuğu trajik dersleri—canlandırma riski taşıyor.
Almanya, her iki dünya savaşının da çıkış noktasıydı. II. Dünya Savaşı sonrası toprakları parçalandı, militarizm ve Nazi ideolojisi kökten tasfiye edildi. ABD uzun yıllar boyunca Almanya’da ağır askeri varlık bulundurarak stratejik baskı uyguladı ve Almanya’yı NATO’nun kolektif savunma sistemine entegre etti; böylece Avrupa’da uzun süreli barış ve güvenlik sağlandı. İki dünya savaşının derslerinden hareketle, Almanya savaş sonrası dönemde düşük düzeyde silahlanmaya gitti, bağımsız bir askeri sanayi üretim sistemine sahip olmadı ve dış politikasında uzun süre pasifist bir çizgi izledi.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin stratejik geri çekilmesi ve askeri odağını Asya-Pasifik’e kaydırması, ayrıca İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla birlikte, giderek güçlenen Almanya hem Fransa ile birlikte AB’nin “siyasi ikilisi”nden biri haline geldi, hem de AB’nin benzersiz ekonomik motoru oldu. Almanya’nın büyük güç olarak konumu gittikçe yükselirken, Avrupa’nın stratejik özerkliği, diplomatik bağımsızlığı ve savunma gücü inşasındaki rolü ve farkındalığı da artmaktadır. Almanya’nın tek başına yeni bir Avrupa savaşı başlatması muhtemel olmasa da, Ukrayna’yı savunarak Avrupa savunma bağımsızlığını sağlamaya yönelik iradesi gittikçe güçleniyor ve bu da Rusya ile ilişkilerde daha fazla gerginlik ve barut kokusu yaratıyor. Eğer Merz hükümeti mevcut çizgide daha da ileri giderse, Rusya ile sıcak çatışma ihtimali dışlanamaz. Almanya ile Rusya arasında bir savaş durumu ortaya çıkarsa, NATO’nun kolektif savunmayı düzenleyen 5. maddesi devreye girecek ve tüm NATO’nun Rusya ile bir dünya savaşına sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır.
Avrupa ve Almanya uzmanı ünlü akademisyen Profesör Jiang Feng, bir zamanlar şöyle demişti: “Geçmişte ortaya çıkan ‘kültürle ikna’ fikri, Avrupa’nın uluslararası siyasete katkısıydı; ancak bugün bu neredeyse tamamen unutuldu. Yerine ise dış politika ve güvenlik politikalarının askerileşmesi eğilimi geçti. Bu eğilim artık Avrupa ve Almanya’daki siyasi tartışmaların merkezine yerleşti… Alman diplomasisinin cesarete ihtiyacı var; Kant’ın ‘ebedi barış’ vizyonuna bu çağda uygun yeni bir düşünsel alan açılmalı. Daha fazla silah ve daha büyük tatbikatlarla daha fazla güvenlik ve barış yaratmaya çalışmak, tam tersi sonuçlar doğurabilir.”
“Trump 2.0”ın sarsıcı etkisi karşısında, umutsuz Avrupa sanki “Amerikasız bir çağ”a doğru geri dönüşü olmayan bir şekilde ilerliyor; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücü üzerinden “Avrupa yolu”na yöneliyor. Avrupa, uzun süredir faydalandığı “ABD gölgesinde barış” dönemini terk etmeye hazırlanıyor; bunun yerine, Avrupa ile Rusya’nın oluşturduğu “yeni kıta”yı şekillendirmeyi ve yerle bir olmuş Ukrayna’yı onarıp onu “yeni Batı”nın bir parçası haline getirmeyi hedefliyor. Ancak bu hedef, gerçeklikten oldukça kopuk; bu nedenle yeni ve dengeli bir çözüm yolu aranmalıdır.
İki kez dünya savaşına neden olmuş ve iki kez yıkımı yaşamış Almanya da yeni bir yol ayrımında duruyor: NATO ittifakını genişleterek Rusya ile uzun süreli stratejik cepheleşmeyi mi sürdürecek, yoksa zamanında geri adım atarak Rusya ile kapsamlı bir barış mı tesis edecek? Kalıcı barış, kapsamlı güvenlik ve ortak refaha dayalı bir Avrupa’yı birlikte mi inşa edecek? Bu sadece Merz hükümetinin siyasi iradesini ve stratejik manevra kabiliyetini değil, aynı zamanda tarihsel muhakemesini ve bilgece karar alma becerisini de sınayacak.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Çekya’da komünizme hapis cezası: Yeni düzenlemede neler var?

Çekya Temsilciler Meclisi, Ceza Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle Nazizm ve Komünizmi ‘insan haklarını ve özgürlükleri bastırmayı amaçlayan ideolojiler’ arasında sayarak, bu ideolojilerin ‘teşvik edilmesini’ suç kapsamına aldı.
30 Mayıs’ta kabul edilen yasa değişikliği, mecliste bulunan 160 milletvekilinden 86’sının oyuyla geçti; karşı oy ise kullanılmadı.
Yasa, Senato ve Cumhurbaşkanı’nın onayını alması halinde 2026 yılında yürürlüğe girecek.
Yasa tam olarak ne diyor?
Ceza Kanunu’ndaki değişikliklere göre, ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketin kurulması, desteklenmesi ve propagandası’ için bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası öngörülürken, bu ‘suçun’ basın, film, televizyon, internet üzerinden, organize bir grubun üyesi olarak işlenmesi ve devletin tehdit altında veya savaş halinde olduğu bir zamanda işlenmesi halinde ceza üç yıldan on yıla kadar hapis cezasına çıkacak.
Suç tanımlamasında ‘organize bir şekilde’ ifadelerinin geçmesi siyasi parti organizasyonunu, ‘devletin tehdit altında olması’ ise Rusya-Ukrayna savaşını akıllara getiriyor.
Yasa ayrıca, ‘logolar, bayraklar, rozetler, üniformalar ve bunların parçaları, sloganlar, ifadeler, açıklamalar, selamlaşma şekilleri, liderler veya bu hareketin liderlerinin konuşmalarını tasvir eden semboller’ yoluyla ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketi propagandaya yönelik eserlerin yayılmasını’ veya satılmasını da üç yıla kadar hapis, para cezası veya malın müsaderesi (el konması) ile cezalandıracak.
Yasanın doğrudan komünizmle ilgili kısmı ise şu ifadelerle aktarılmış:
“Kim Nazizm, Komünizm veya başka bir insanlığa karşı işlenen suçu, savaş suçunu veya barışa karşı suçu alenen inkar eder, şüpheye düşürür, onaylar ya da haklı göstermeye çalışırsa, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Yasadaki tek ‘cezasızlık’ şartı ise, bu simgelerin eğitim, araştırma, sanat, güncel veya tarihî olaylar hakkında haber verme amacı taşıması. Yasa metninde bulanık ifadelerle aktarılsa da, komünizm sembollerinin propaganda mı yoksa haber verme amacı mı taşıdığına, muhtemelen o simgeleri kimin kullandığına göre karar verilecek.
Yasanın söz konusu ‘bulanık’ ifadeleri, ülke genelinde bir hukuk tartışması başlatmış durumda. Zira, ülkede komünist semboller yasaklanırken, tam olarak bu simgeleri kullanan dikkat çekici bir siyasi parti bulunuyor: Bohemya ve Moravya Komünist Partisi (KSČM).
Çekya’da aktif bir komünist partinin bulunması ise, “Tasarı partinin kapatılmasıyla” sonuçlanabilir mi?” sorusunu gündeme getirdi. Komünistler ise, söz konusu tasarının tam olarak KSCM’yi engelleme amacı taşıdığı görüşünde.
Komünistler ve ‘Yeter!’ hareketi
Çekya’da komünistler, Ekim ayında düzenlenecek 2025 Çekya parlamento seçimlerine “Stačilo!” (Yeter!) adlı yeni bir siyasi oluşum çatısı altında katılmayı planlıyor. ‘Yeter’ hareketi, komünist partinin yanı sıra Birleşik Demokratlar – Bağımsızlar Birliği (SD-SN) ve Çek Ulusal Sosyalist Partisi (CSNS) gibi diğer sol eğilimli partilerin üyelerini de içeren bir çatı örgütü.
2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde bir seçim koalisyonu olarak kurulan bu yapı, 10 Ekim 2024’te resmi olarak siyasi parti statüsüne kavuşmuştur. Hareketin tek bir siyasi parti formuna bürünmesinin nedeni ise, seçimlerde koalisyonlara uygulanan yüzde 11’lik seçim barajı yerine, partilere uygulanan yüzde 5’lik barajdan yararlanabilmek.
Komünist Parti kapatılabilir mi?
Anayasa hukuku uzmanı Ondřej Preuss, Çek medyasına yaptığı açıklamada, tasarının tek başına komünist partinin kapatılmasına yetmeyeceği görüşünde.
“Bir yanda komünist hareketlerin propagandası yasaklanıyor, öte yandan bu ismi taşıyan bir parti hâlâ faaliyet gösteriyor ve hatta Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyor.” Preuss, bir siyasi partinin kapatılması için Ceza Kanunu’ndaki değişikliğin yeterli olmadığını, bunun için hükümetin girişimiyle Yüksek İdare Mahkemesi’nin kararının gerekli olduğunu ifade ediyor.
Komünistler ise, yasa değişikliğine sert tepki gösterdi. KSČM sözcüsü ve “Yeter!” hareketinin adayı Roman Roun, bunun tamamen seçim öncesi bilinçli bir saldırı olduğunu belirterek, “Bize karşı yoğun bir baskı var. Her şey seçimden hemen önce bir araya geldi. Amaç bizi itibarsızlaştırmak” ifadelerini kullandı.
Tasarıyla birlikte yasaklanan ‘orak çekiç’, KSČM’nin resmi logosunda bulunmasa da, çeşitli etkinliklerde sıkça kullanılan bir simge.
Partinin önde gelen isimlerinden ve Sovyet devriminin öncüsü Vladimir Lenin’e yazdığı şiir nedeniyle gündeme gelen Petra Prokšanová ise, tasarıya “Bizi susturmaya çalışanlar, bunu en son Naziler döneminde denedi. Ancak o zaman da komünistler direndi ve Nazizm yenilgiye uğradı” ifadeleriyle tepki gösterdi.
Yasa ne anlama geliyor?
Çekya’da komünist sembollerin yasaklanması, yalnızca iç hukuk düzenlemesinden daha fazlası. Bu yasa aynı zamanda, Avrupa’nın kökleşmiş ideolojik antikomünist reflekslerinin güncel bir yansıması olarak kabul edilebilir.
Avrupa’da uzun yıllardır komünizm, tıpkı nazizm gibi otoriter ve totaliter bir tehdit olarak görüldü. Rusya-Ukrayna Savaşı ise bu refleksleri daha da güçlendirdi. Avrupa ülkeleri, Putin yönetimini Sovyetler’in devamı gibi algılamaya başladı. Hatta, Rusya lideri Vladimir Putin’in ‘Sovyetler’i yeniden kurmaya çalıştığı’ gibi iddialar dahi gündeme geldi.
Bu algı, yalnızca Rusya’ya karşı değil, Rusya’yla tarihsel ve politik düzlemde benzerlik taşıdığı düşünülen akımlara karşı da bir savunma hattı örülmesine yol açtı. Çekya yasasında yer alan ‘tehdit altındaki durum’ ya da ‘savaş hali’ gibi muğlak ifadeler de, bu refleksin hukuki dile yansımasından ibaret.
Her ne kadar yasa doğrudan Komünist Partinin kapatılmasını hedeflemese de, bu tür yasaklar komünist/sosyalist hareketlerin faaliyetlerini büyük ölçüde kısıtlayacak.
Özellikle de Ukrayna savaşına karşı çıkan ve NATO politikalarını eleştiren bir çizgide duran komünist hareketler için, bu düzenleme doğrudan bir susturma girişimi niteliğinde. Açıktan komünizm propagandası yapan KSČM’nin, Ukrayna’da savaşın temel nedenlerinden birinin NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve ABD’nin müdahaleci politikaları olduğunu savunması, kendini ‘Rus tehdidi altında’ hisseden sağ hükümet tarafından bir ‘bilgilendirme’ olarak mı, yoksa ‘komünist propaganda’ olarak mı tanımlanacak?
Dolayısıyla, Avrupa’da komünist sembollere yönelik yasaklar, komünizmin temsil ettiği değerler kadar, güncel siyasete de müdahale edilmeye çalışıldığını gösteriyor.
-
Diplomasi2 hafta önce
Lavrov’un ziyareti ve Ermenistan’da son durum: Denge mi, savrulma mı?
-
Söyleşi2 hafta önce
Eski AP Türkiye Raportörü Kati Piri Harici’ye konuştu: AB’nin tutarlı bir Türkiye stratejisi yok
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Rusya-Ukrayna barışını teşvik girişimi stratejik açmaza dönüştü
-
Dünya Basını2 hafta önce
Tantura katliamı: İsrail’in örtbas ettiği savaş suçu
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1
-
Avrupa1 hafta önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor
-
Görüş1 hafta önce
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?
-
Rusya1 hafta önce
Ukrayna’dan Rus stratejik bombardıman üslerine kamyonlardan kalkan İHA’larla saldırı