Bizi Takip Edin

Görüş

Eski Rus Bakan Galuşka: Tarihi tecrübeye yaslanırsak Batı’yla iktisadi savaşı muhakkak kazanırız

Avatar photo

Yayınlanma

Oryol oblastinin yönetimi Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nde. Oblast valisi Andrey Klıçkov, tam yetkili olarak 2018’den beri vali; ondan önce de yaklaşık bir yıl geçici valiydi. Bu geçici göreve Putin tarafından atanmıştı; ertesi yıl Oryol oblasti erken genel seçimlerinde ise yüzde 83,55 oyla seçildi.

Oryol büyük bir oblast sayılmaz; nüfusu sadece 700 bin, yüzölçümü itibariyle de federal bölgelerin en küçüklerinden biri. Ama Klıçkov yönetiminde oblast çok ciddi bir gelişme gösterdi; Klıçkov’un neredeyse benzersiz oy oranı da buna tanıklık ediyor.

30 Haziran’da oblast merkezi Oryol’da III’üncü uluslararası ekonomi fuarı düzenlendi. Forumun açılışını KP lideri G. Zyuganov yaptı. Klıçkov’un oblastte iktisadi durumla ilgili dikkat çekici verileri özetlediği sunumu sayılmazsa, üç konuşma özellikle dikkat çekiyordu. İlki, Zyuganov’un görece kısa konuşması. Bu, özelleştirme tartışmaları devam ederken Rus halkının[1] özelleştirmeler sonucu “en çok aşağılanan halk” olduğunu vurguladığı konuşması. İkincisi, Rusya Bilimler Akademisi’nden Robert Nigmatulin’in hiç değilse benim bu tür toplantılarda gördüğümü de aşan ölçekte sert, bugünkü iktisat siyasetini ağır ifadelerle eleştiren konuşması. Üçüncüsü ise aşağıda çevirisini bulacağınız konuşma.

Yazılı metin yayınlanmadı; bu yüzden konuşmayı video kaydından çevirmek zorunda kaldım; ama gerek konuşmanın niteliği, gerekse de konuşmacının sıfatları, bu çabayı gerekli kıldı.

Konuşmacı, Aleksandr Galuşka, 2013-2018 arasında Rusya Uzakdoğu Kalkınma Bakanı; halen de (2005’te resmi danışma kurulu olarak kurulmuş olan, adeta yasama yetkisi olmayan bir tür senato gibi işleyen) Kamu Odası (Obşçestvennaya palata) başkan yardımcısı.

Dikkatli okur, Galuşka’nın aslında Türkiye’de de anaakım dışındaki iktisatçılar arasında giderek daha yaygın ve daha yüksek sesle dile getirilen bir para, kredi ve kalkınma siyaseti savunusuna giriştiğini ve bunu doğrudan doğruya Stalin dönemi iktisat siyasetiyle ilişkilendirdiğini görecektir.

Burada en ilginç noktalardan biri, Stalin dönemi iktisat siyasetinin merkeziyetçiliğine rağmen sektörler ve işletmeler arasındaki ilişkilerde çok daha esnek oluşuna yapılan vurgudur. Galuşka’nın ifade ettiği gibi, merkezi planlama 1953’te sadece 9.490 kalem emtia üretimi öngörürken bu esneklik sayesinde devlet işletmeleri çeşitli dallarda gönüllü birlikler (arteller) oluşturmuş ve plan dışı, ama planı destekleyen üretime girişmişlerdir; böylece toplam sınai ve zirai emtia kalemlerinin sayısı 33 bini geçmiştir. Devlet, oyuncak veya don üretimiyle uğraşmamış veya nadiren uğraşmıştır; bunları işletmeler çoğunlukla yerel ölçekte kendileri örgütlemişlerdir.

Bu, marksist iktisat siyaseti açısından önemli bir nokta, üstelik ne yazık ki tarihi açıdan da (kuşkusuz Rusya dışında) çoğunlukla klişelere bağlı değerlendirilir. İki dönemin iktisat siyasetindeki temel farklılık görülmez veya sadece (maoculukta adetten olduğu gibi) kırda makine-traktör istasyonlarının tasfiye edilerek kolhozlara (kooperatiflere) devriyle ilişkilendirilir; bu da kırda işçi sınıfının önderliğinin ortadan kalkışının sıfır noktası sayılır. Oysa mısır saplantısının neden olduğu 1970-80’lerin hububat felaketi gibi bütünüyle keyfiyet ve hesapsızlık örnekleri sayılmazsa eğer, iktisat siyasetinde çok daha önemli olan şudur:

1) ekonominin merkezi idaresi parçalanmıştır (ve bu, Gromıko’nun daha sonraki yıllarda söyleyeceği gibi, Hruşçov’dan kurtulma nedenlerinden biri olmuştur);

2) sektörlerin esnek dinamizmi yerine keyfiyetçi merkezilik getirilmiştir.

Birinci maddeyi daha 1960’ların ortasında Che Guevara, Küba Merkez Bankası Başkanı olarak dile getirmişti; o zaman tartışma, Che’nin kullandığı kavramlarla, Sovyetlerdeki “ekonomik hesaplama sistemi” ile Küba’daki “bütçeye bağlı finansman” sistemi arasındaki fark üzerineydi. Bunun ayrıntıları üzerine kitapta (“Rusya…”, s. 26-29) durmuştum.

İkinci madde ise tam da Galuşka’nın tartıştığı şeydir. Stalin dönemi iktisat siyaseti, NEP’in ardılı olduğu ve 1932 para-kredi reformuyla koşullandığı ölçüde, temel sektörlerde kayıtsız şartsız devlet tekeli öngörüyor, ama ara sektörlerde işletmeler arası işbirliği için esneklik yaratıyor, dahası bunların kredi imkânlarını da alabildiğine yüksek tutuyordu. Üstelik bu esneklik, kapitalizmin emek-değer “kanununun” aşındırılmasına, yani gerçekten yeni bir sosyal aşamaya geçilmesine de engel değildi; gene Galuşka’nın dediği gibi, savaştan sonra yıkıntılar üzerinde muazzam bir iktisadi kalkınmadan başka fiyatlar toplamda yarı yarıya düşmüştü.

1932 reformunun temeli, belki şu ilkeyle özetlenebilir: para, devlet tarafından, yatırımlar ölçüsünde yaratılır.

Bu bağlamda tali sayılabilecek diğer bir nokta ise, bu iktisat siyasetini devlet inşasıyla ilişkilendirmesidir; bu, eğer Rusya’da kavrandığı biçimiyle devletlilikte devamlılığı hatırda tutarsak, hem devlet teorisi açısından hem mevcut devletin ona izafe edilen nitelikleri açısından büyük önem taşıyor.

Okur, bütün bunların, benim epeydir yazı ve çevirilerimde önemle üzerinde durduğum stratejik planlama meselesiyle ilişkisini hemen fark edecektir.

* * *

“Kapitalizm kendini tüketti”

Rusya eski Uzakdoğu Kalkınma Bakanı ve şimdiki Kamu Odası Başkan Yardımcısı Aleksandr Galuşka

Üçüncü Orlov Uluslararası Ekonomi Forumu’nun sayın katılımcılarına teşekkür ediyorum. Bu foruma katılmaya davet edildiğim için Gennadiy Zyuganov’a minnettarım, forumu örgütleyenlere minnettarım.

Bugünkü konuşmamız son derece güncel. Küreselleşme bitti. Kapitalizm kendini tüketti. Rusya’ya karşı saldırgan bir iktisadi savaş ilan edildi.

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz meydan okuyuşlarla dünya yüzyılda ancak bir defa karşılaşır. Bugün önümüzdeki soru şu: geleceğin ekonomisi nasıl olacak? Ve bu soruya cevap, kendi ekonomimizi tarihimizi berrak, nesnel, profesyonel bir şekilde kavramaksızın verilemez.

Burada dünya çapında seçkin iktisatçı Joseph Schumpeter’in çok yerinde sözlerini belirtmek de mümkün. Schumpeter iktisat dünyasına katkıda bulunmuş ve dünya iktisat düşüncesine kendi iktisadi büyüme, iktisadi kalkınma, iktisadi dinamik teorisini katmıştı. Ayrıca inovasyon ekonomisi kavramını da [iktisat düşüncesine — H.Y.] ilk sokan insandı. Şunu çok doğru olarak belirtmişti: eğer ekonominin üstesinden gelmek istiyorsak, bir şeyleri gerçekten de inşa etmek istiyorsak, üç bilgi kaynağımız vardır: teori, istatistik ve tarih. Bununla birlikte Schumpeter’in görüşüne göre bunların en önemlisi tarihtir, çünkü iktisadi sistemin bugünkü dinamik kuvvetlerini ve büyüme faktörlerini bize kavratan tam da odur.

1929’dan 1955’e kadar ekonomimizin büyüme tarihine baktığımızda bu tarihler arasında ülkemizin iktisadi büyümede 20’nci yüzyılın dünya rekorunu kırdığını görüyoruz. Ekonominin hacmi bu yıllarda 14 kat arttı. Ortalama yıllık büyüme temposu ise dört savaş yılını düşerek yüzde 13,80 oldu. Bu devasa iktisadi büyüme dünyada 20’nci yüzyıldaki en büyük büyümedir. Buna ücretlerde 4 kat artış, insanların tasarruf kasalarındaki tasarruflarında 5 kat artış, yurttaşlarımızın ömründe 26 yıl artış ve halkımızın nüfusunda 46 milyon artış eşlik etti. Bugün Rosstat hesaplarına göre, eğer 27 milyon insanımızın hayatını alan dört yıllık savaş olmasaydı nüfus 1929-1955 arasında 100 milyon artacaktı. Bu, Mendeleyev’in tahmin etmiş bulunduğu nüfus dinamiklerine yakındır.

İşte bunlar, devlet inşasının ve ekonomimizin yaratılışının benzersiz bir aşamasını niteleyen doğrudan ölçülebilir göstergelerdir. Bunlara başvurduğumuzda bir dizi örnek profesyonel meselenin o sırada yenilikçi şekilde çözüldüğünü görüyoruz. Öyle yenilikçi ki, bu dönemin ekonomisini kavramak için tam anlamıyla paradoksal bir nitelik taşıyordu. Son derece yenilikçi ve bu bağlamda son derece etkili. Ve şu soruya ilk defa cevap verildi: ekonomiye büyüme hedefleri konulabilir mi? Yoksa ekonomi keyfince akabilecek kendi kendini örgütleyen bir sistem midir? Ve başlarında Krijanovskiy’in olduğu seçkin bir iktisatçılar grubu, birkaç yıl içinde ekonomiye hedefler koymanın, planlar yapmanın ve benzersiz sonuçlar almanın mümkün olduğunu gösterebildi.

Bugün ekonominin büyümesi hedefleri, milli hedefler başkanlık kararnamesinde bulunuyor. Peki biz Kamu Odası’nda, sorumlu yürütme organlarında somut olarak ne görüyoruz? Onlar buna inanmıyorlar. Ekonomiye hedefler konulabileceğini gerçek anlamda anlamıyorlar ve ekonomiye hedefler konulamayacağına eminler. [Onlara göre ekonomi değil ama — H.Y.] Sadece biz kendimiz bir takım şekillerde örgütlenebiliriz.

Ama 30 yıldır böyle öğrettiler. Ve hiç kimse bu benzersiz tecrübeye, yüzyıl önceki bu derin metodolojik tartışmada ekonomiye hedefler konulabileceğinin, temel planlar yapılabileceğinin ve benzersiz yüksek bir iktisadi büyümenin dengeli bir şekilde temin edilebileceğinin bilimsel olarak kanıtlandığına inanmıyor. Bütün bunlar pırlanta değerindeki yerli iktisat düşüncemizdir. Yerli iktisat pratiğimiz bunu içeriyor. Ve bugün buna başvurmak ve yüzyıl önce dünyada ilk defa böylesine makro ölçekte yapılan planları dünyada başka hiç kimsenin yapamadığını görmek zorundayız. Ama biz yaptık, yenilikçi bir şekilde, dünyada ilk defa ekonomide denge yöntemi uyguladık. 50 küsur yıl sonra 1973’te bunlar Vasiliy Leontyev’e sektörler arası dengenin geliştirilmesi metodolojisinden ötürü Nobel ödülü getirdi.

O dönemin özenli çalışanları, iktisatçılar ve devlet adamları bütün bunları mekanik hesap makinelerinde yaptılar. Bugünse elimizde mekanik hesap makineleri değil dijital teknoloji, büyük miktarda veriler, yapay zekâ varken doğrusunu söylemek gerekirse [durumumuz — H.Y.] utanç verici. Ve biz bugün hiçbir şey yapmıyoruz.

Devlet başkanının 2021 kasım tarihli kararnamesinde, üst düzey stratejik planlama devlet siyasetinin temellerini koyan bu kararnamede dosdoğru şöyle denir: ekonomide denge yöntemini yeniden doğurmak ve kullanmak, ekonomiyi bütün olarak, doğal ve maddi olarak, yapısal ve daha aydınlık olarak kavramak zorundayız. Şimdi 2023 haziran ayındayız, 1,5 yıldan fazla geçmiş. Bir tane olsun denge nerede? Bakanlıklar neden başkanın kararnamesini sabote ediyorlar? Ayrıca başka ne kararname gerek? Ülkenin çok önemli bir kanununun, stratejik planlama federal kanununun hayata geçirilmesinin aslında başlamamış olduğundan hiç söz etmiyorum. Üstelik 9 yıl oldu.

Bugün anlıyoruz ki bu pratik tecrübeye başvurup bütüncül, planlı, dengeli yerli iktisadın temini davasına yaslansak hata etmeyiz.

İkincisi: ülkede bilimsel bir okul yokken, mühendis kadroları yokken, teknoloji yokken, 20’li yıllarda büyük inşaatlar pratik olarak mümkün değilken bütün bunlar nasıl sağlandı? Bütün bu görevleri yerine getiren bizdik. Şimdi konuştuğumuz dışarıya beyin göçünü değil en iyi beyinlerin, en değerli insan sermayesinin, dünyadaki en iyi yönetici ve mühendislerin içeriye, ülkemize göçünü temin ettik. Dünyanın en iyi, en ileri, yönetme tecrübesi ve teknolojisinin en seçkin taşıyıcıları bizde çalışıyordu. Diplomatik ilişkilerimizin bile olmadığı Amerika’dan.

Neden devlet faaliyeti, yaptırımların bize engel olamayacağı, en iyi uzmanları buraya çekecek şekilde örgütlendi? Bunlar devasa fabrikalar ve yeni sektörler kurmamızda bize yardım ettiler. Ayrıca bunların hiçbiri de aslında ülkemizin vatandaşı olmadılar, hepsi sonra evlerine gittiler.

Dünyanın en iyi uzmanlarını çeken devlet faaliyetini öyle örgütlemiştik ki, sadece pratikte en ileri sektörleri inşa etmekle kalmadık, aynı zamanda dünyanın bu en iyi uzmanlarının etrafında çağdaş eğitim ve bilimsel bir okul örgütledik. Bu okul 7 yıl sonra yabancıların yardımı olmaksızın seçkin teknoloji ve teknik örnekleri ortaya koydu. Bu, devlet faaliyetinin kalitesi, bütüncül bir teknoloji siyaseti, bir sektörel siyasettir.

Başkanın 1 Aralık 2016 tarihli kararnamesi, ülkemizin bilimsel-teknolojik gelişmesi kararnamesi, pratiğe yönelik, çok iyi bir kararname. Kararnamede bütün acı veren noktalara işaret ediliyor, ekonomimizin problemleri dürüstçe sayılıyor. Ekonomik inovasyona karşı bağışıklık, artmakta olan teknolojik geri kalmışlık, bilimsel araştırma çalışmalarının etkisizliği; bütün bunlardan dürüstçe söz ediliyor orada, nerede olduğumuzun doğrudan göstergesi. Doğru öncelikler belirleniyor; gerçekten de teknolojik sıçrama ve teknolojik önceliklerin temini için neler yapmamız gerektiği söyleniyor.

2016’daki bu kararnamede şöyle deniyor: bu kararnamede belirlenen önceliklere uygun olarak Rusya Federasyonu hükümeti tarafından kompleks bilimsel-teknolojik projeler formüle edilmelidir. 7 yıl geçti. Nerede bu projeler? Hâlâ yapmaya uğraşıyorlar.

Sektörel siyasetten ve devletin sektörel yeterliliğinden 30 yıl önce vazgeçildi. Ve şimdi bu projeleri yapamıyoruz, olmuyor. Sadece bir ay önce, Kamu Odası’nda Güvenlik Konseyi ile birlikte bu meseleyi ele aldık ve devlet başkanının imzaladığı çok önemli bir kararnamenin hayata geçirilmesinde idari yetersizliği ifade ettik. Ne zaman yapacağız bunu? Üstelik de dünyanın önde gelen bir teknoloji gücünü daha savaştan önceki dönemde inşa tecrübemize dayanarak [yapabileceğimize — H.Y.] eminiz.

Savaştan sonra da fenomenel projeler hayata geçirildi: füze, atom, radyo-elektrik; bütün ekonominin teknolojik temeli yenilendi; 1953’te sınai-teknolojik aparatın yeniliği sıralamasında dünyadaki birinci ülkeydik. Bu sonuçları ve [bunları — H.Y.] veren pratik çalışmayı görmemek nasıl mümkün olabilir? Bu saçmalık, bu aptallık. Daha fazlasını söylemezsek.

Ekonomimizin teknolojik gelişmesinin örgütlenmesine yönelik bu tecrübeyle silahlanırsak bugün kesinlikle hata yapmış olmayacağımızdan eminiz. Üstelik bu, kararnamede de gösterilmiş; buna rağmen 7 yılda tek bir proje yapılmamış.

Ekonomi için, ekonomik büyüme için para. Doğal olarak bir soru geliyor: öylesine büyük ölçekte inşa edilmiş, öylesine büyük ölçeklerde donatılmış, binlerce yeni fabrika, binlerce yeni şehir! Ülkenin savaştan sonra yeniden imarı bir mucizedir. Batılı iktisatçılar bunun için 15-20 yıl vermişlerdi bize. Oysa bizde, 1947 dördüncü çeyreğinde sınai üretim savaş öncesi seviyesine varmıştı.

Batıda anlamıyorlardı: IMF’den hiçbir kredi almadığımız şartlarda, savaş sonrasının yıkımından sonra bütün bunları nasıl yaptık? Ama 1930-1931’in dahice, uygarlık yaratıcı ölçekte [önem taşıyan — H.Y.] para-kredi reformu uygulandı. O zaman ekonomide paranın yaratılması milli menfaatlere ve ekonominin büyümesinin gereklerine tabi kılınmıştı. Ve bu dönemde bu reformdan sonra sermaye yatırımında ortalama yıllık yatırım büyümesi yüzde 18,9 oldu. Bugün bundan söz ettik.

Krediler kısa vadeli ve pahalı olduğunda ekonomik büyümenin bir örneği yoktur. Üç yıllık yüzde 12-15. Bunun hiçbir örneği yok. Bizde para sirkülasyonu öyle bir şekilde örgütlenmişti ki, eğer plan yeni bir işletmenin dengeli bir şekilde inşa edilebileceğini gösteriyorsa, yani çimento var, tuğla var, işgücü var, enerji kaynağı var, alet edevatı nereden alacağız belli… Para problemi yok. Bu tecrübeden neden yüz çeviriyoruz?

Şunu da vurgulamak isterim: o dönemde savaş öncesi Almanya ve Roosevelt’in yeni dalgası bu tecrübeyi kullandılar. Büyük depresyon sırasında kredi eskisi gibi işlemezken Roosevelt tarafından rekonstrüksiyonu finanse etmek için devlet korporasyonu kuruldu. Ve 1930’larda dünyada pazara en çok dayanan ekonomide, ABD’de, başlıca kredi kuruluşu devlet korporasyonuydu. En temel kredi kuruluşu. Sosyal altyapının kurulması, ekonominin teknolojiyle yeni baştan silahlandırılması, askeri sektörün geliştirilmesi, depresyondaki bölgelerin kalkındırılması problemini o çözdü.

Bu aslında bizim tecrübemiz. Etkililiğini pratikte kanıtladı. Gerçekten işledi.

Ya da dünyada tasarruf ekonomisi kuran ilk ülke olmamız tecrübesi. Savaştan sonra. Seçkin maliye bakanı Arseniy Zverev’in çabaları sayesinde. Hatırlıyor musunuz, Vısotskiy’in bir şarkısı vardı: “Evvel zaman içinde fiyatları düşürmüşlerdi.” Bizde olmuştu bu. 1947’den 1954’e kadar fiyatlar toplamda yarıdan fazla düştü. Bugün bizde rüsum mengeneleri ekonomiyi ve insanları boğuyor. Rüsum yükselmemeli, düşmeli. Tasarruf ekonomisi rüsum sektöründe olmalı. Bunun nasıl yapılacağı da belli.

Japonlar bize baktılar (kendileri bunu itiraf ediyorlar), Japon ekonomik mucizesinin temelleri önemli ölçüde bu maliyet kaybını azaltma modeline dayanır. Bunu ilk yapan bizdik. O tarihi dönemde bunu dünyada ilk yapan biziz. Girişimciliği arteller şeklinde, sınai işbirliği şeklinde destekledik. Ve bizde açık filan olmadı. Geniş tüketim mallarında açık, Hruşçov 1960’ta ekonominin bu en önemli katmanını, arteller ve sınai işbirliği biçimindeki işletme inisiyatifini yok edene, hem de barbarca bir kabalıkla yok edene kadar hiç olmadı. Bir basamağı, iki basamağı artel olarak anmak mümkün. 1953’te 33.444 kalem emtia vardı. Gosplan ise 9.490 kalem planlamıştı. İlişki böyleydi.

Evet, bu [Gosplan kalemleri – H.Y.] yapısal önem taşıyan, kompleks, büyük sermaye yatırımıydı. Ama devlet işletmelerinin iç olmadığı yerler de vardı. Mesela çocuk oyuncakları üretimi. Devlet bununla uğraşmıyordu, hepsini arteller yapıyordu.

Ve bütün bunlar birlikte, yekpare bir tedbirler sistemi olarak, dahice yenilikçi çözümlerle bütüncül bir model olarak, bu bizim tarihi tecrübemizdir; bugün bu tecrübeye yaslanmakla hata yapmış olmayız; tersine, batıyla iktisadi savaşı muhakkak kazanırız, insanların gelirlerinde artışı, ülkemizin refah ve gücünü temin ederiz.

[1] Kullandığı ifade “Rusya” değil “Rus”; oysa genellikle bu tür durumlarda “Rusya halkı” denir. Bu, Rusya’da kendine has, büyük Rus şovenizminden ziyade ezilen milletin milliyetçiliğini andıran yeni bir tür milliyetçilik geliştiğine işaret sayılmalı. Bunun üzerinde daha sonra da duracağım.

Görüş

ABD, Ukrayna’ya ihanet etti

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

23 Nisan’da Hindistan’ı ziyaret eden ABD Başkan Yardımcısı Vance, medyaya yaptığı açıklamada, Washington’ın Rusya ve Ukrayna’ya bir barış anlaşmasına varılması amacıyla “çok net bir öneri” sunduğunu ve “artık ya her iki tarafın da anlaşması ya da ABD’nin arabuluculuktan çekilmesi zamanı geldiğini” söyledi.

Bu sözde “barış planı”, aslında Ukrayna’nın geniş topraklar vermesini ve NATO’ya katılmaktan vazgeçmesini şart koşuyor. Bu plan, Ukrayna’nın ağır bir yenilgi ve kayıplara uğraması, Rusya’nın ise isteklerine ulaşmasıyla sonuçlanan bir arabuluculuk girişimi olarak görülebilir ve nihayetinde ABD’nin gerçek niyetini açığa çıkararak Ukrayna’ya ve Avrupalı ortaklarına açık ve tarihi bir şekilde ihanet ettiğini gösteriyor.

Haberlerde, Vance’in, Rusya ve Ukrayna’nın her ikisinin de toprak tavizlerinde bulunması, mevcut kontrol ettikleri bazı bölgelerden vazgeçmesi gerektiğini vurguladığı belirtiliyor.

Son sınırların mevcut cephe hatlarına göre çizilmeyeceği, ancak tarafların silahlarını bırakıp çatışmayı dondurmaları ve daha iyi bir Rusya ve Ukrayna inşa etmeye yönelmeleri gerektiği ifade edildi.

Güvenlik işlerinden sorumlu bu üst düzey ABD yetkilisi, müzakerelere dair iyimser olduğunu ve tarafların şimdiye kadar samimi bir şekilde görüşmelere yaklaştığını belirtti.

Aynı akşam, Vance’in bu “ya-o ya-bu” şeklindeki açıklamasından sonra, ABD Başkanı Trump, Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’nin Kırım’dan vazgeçmeyi reddetmesiyle ilgili açıklamalarını bir kez daha açıkça eleştirdi.

Trump, bunun müzakereleri daha da zorlaştırdığını ve “şiddetin uzamasına” neden olacağını söyledi.

Beyaz Saray’da gazetecilere konuşan Trump, “Zelenskiy barışa sahip olabilir ya da üç yıl daha savaşarak tüm ülkesini kaybedebilir. Bir anlaşmaya varmaya çok yakınız, ancak elinde hiçbir koz olmayan bu adam artık bir sonuca varmak zorunda,” diye yakındı.

Beyaz Saray sözcüsü Leavitt ise Trump’ın “hayal kırıklığına uğradığını ve sabrının tükenmek üzere olduğunu” belirterek, “Zelenskiy Başkan yanlış yönde ilerliyor gibi görünüyor,” diyerek destek verdi.

22 Nisan’da Axios haber sitesi, ABD’nin geçen hafta Paris’te Ukraynalı yetkililere yalnızca bir sayfadan oluşan bir “barış planı” sunduğunu ve bunun Trump yönetiminin Rusya-Ukrayna savaşını sona erdirme konusundaki “nihai teklifi” olduğunu vurguladığını bildirdi.

Gözlemciler, bu teklifin uygulanması halinde Rusya’nın “özel askeri operasyonunun” tam bir zafer kazanmış olacağını, Ukrayna’nın NATO’dan kalıcı olarak dışlanacağını, Ukrayna’nın yaklaşık %20’sinin kaybedileceğini, Avrupa’nın son üç yılda Ukrayna’ya yaptığı tüm yatırımların boşa gideceğini, buna karşılık ABD’nin bundan kazanç sağlayacağını düşünüyor.

Haberlere göre, bu “nihai” arabuluculuk planı, ABD Ortadoğu Özel Temsilcisi Whitcoff’un geçen hafta Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaklaşık dört saat süren görüşmesinden sonra hazırlandı.

Bu da ABD’nin Rusya’nın taleplerine tamamen boyun eğdiğini gösteriyor. Başka bir deyişle, bu aceleye getirilmiş savaş sonlandırma anlaşması, yalnızca İngilizce yazılmış bir Rusya tek taraflı ateşkes anlaşmasıdır.

Plan kapsamında, Rusya Rusya-Ukrayna savaşının en büyük kazananı oluyor:

  • ABD, “hukuken” Rusya’nın Kırım üzerindeki kontrolünü tanıyacak;
  • Luhansk’ın neredeyse tamamı, Donetsk, Herson ve Zaporijya’nın bazı bölümleri üzerindeki Rus kontrolünü “fiilen” tanıyacak;
  • Ukrayna’nın AB’ye katılmasına izin verilecek ama NATO üyeliği olmayacak;
  • 2014’ten bu yana Rusya’ya uygulanan yaptırımlar kaldırılacak;
  • Rusya ve ABD, enerji ve sanayi gibi alanlarda işbirliğini güçlendirecek.

Bu plana göre, Ukrayna Rusya-Ukrayna savaşının en büyük kaybedeni oluyor:

  • Avrupa ülkelerinden oluşan geçici bir güvenlik mekanizmasıyla güçlü güvenlik garantileri alacak;
  • Rusya’nın kontrolü altındaki Harkov bölgesinin küçük bir kısmını geri alacak;
  • Güneydeki savaş bölgelerinde Dinyeper Nehri’nin akışı kesintisiz kalacak;
  • Ukrayna, yeniden yapılanma için gerekli tazminat ve yardım alacak;
  • Avrupa’nın en büyük nükleer santrali olan Zaporijya Nükleer Santrali Ukrayna’ya ait olacak, ancak ABD tarafından işletilecek ve hem Rusya’ya hem de Ukrayna’ya elektrik sağlayacak;
  • Ukrayna’nın maden kaynakları ABD ve Ukrayna arasında imzalanan anlaşmalar doğrultusunda geliştirilecek.

Diğer Amerikan medya kaynaklarına göre, ABD’nin planı her ne kadar Ukrayna’nın doğu ve güneyindeki dört bölge üzerinde Rus kontrolünü “fiilen tanısa” da, Rus birliklerinin çekilmesini talep etmiyor.

Ayrıca bir “esnek kuvvet” kurulacak veya Rusya, Ukrayna ve NATO üyesi olmayan bir ülkeden oluşacak bir “ortak komite” ateşkesi denetleyip barış anlaşmasının uygulanmasını teşvik edecek.

ABD bu komiteye sadece mali destek sağlayacak, kara kuvveti göndermeyecek. Rusya ise NATO askerlerinin Ukrayna topraklarında bulunmasına açıkça karşı çıktı.

Trump, 21 Nisan’da, bu “barış planının” üç gün içinde açıklanacağını duyurdu. New York Times ise 18 Nisan’da bir Amerikan yetkilisine atıfla, Ukrayna’nın “topraklarının %20’sinden vazgeçmeye istekli olduğunu,” ancak bunun yalnızca Rus kontrolünü “fiilen kabul etmek” anlamına geldiğini ve “hukuki bir tanıma” teşkil etmediğini bildirdi.

“Fiili tanıma” sadece Ukrayna’nın bazı topraklarını kaybetmiş olduğu gerçeğini kabul etmek anlamına gelirken, “hukuki tanıma” Ukrayna’nın bu topraklar üzerindeki hak taleplerinden sonsuza kadar vazgeçmesi anlamına gelecekti.

ABD medyasının ifşa ettiği bir sayfalık öneri ile Vance ve Trump’ın son açıklamaları, ABD’nin Ukrayna’nın çıkarlarını feda ederek Rusya’yı memnun etmeye ve bu süreçten kazanç sağlamaya kararlı olduğunu ve bu arabuluculuk önerisinin kesinleştiğini gösteriyor.

21 Nisan’da Putin, Rus devlet televizyonuna verdiği demeçte, Paskalya sonrası askeri operasyonların yeniden başladığını, ancak Rusya’nın herhangi bir “barış girişimine” açık olduğunu ve Ukrayna’nın da aynı tutumu benimsemesini umduğunu belirtti.

Eğer bu plan ABD ile Rusya arasındaki istişareler sonucunda belirlenmişse, Putin’in temelde buna karşı çıkacak bir sebebi yok, çünkü bu plan Rusya’nın Ukrayna’ya asker göndermesinin tüm taleplerini karşılıyor:

  • Kırım dahil olmak üzere Ukrayna’nın güneydoğusundaki geniş toprakları ele geçirmek ve
  • Ukrayna’nın NATO’ya alınmaması için Batı’dan garanti almak.

Tek fark, Rusya’nın sonunda “Rusya’ya katılan dört bölge”nin bir kısmından vazgeçebilecek olmasıdır.

Ukrayna her ne kadar bir dönem Rusya’nın Kursk bölgesine girip bazı yerleri kontrol etmiş olsa da, uzun süren yıpratma savaşının ardından Rus ordusu kaybettiği toprakların %99,5’ini geri aldı. Geriye sadece yaklaşık 30 kilometrekarelik bir alan kalmış durumda. Bu tamamlandığında, Rusya Ukrayna’nın %20’sini alabilmek için pazarlığa odaklanacak. Ancak nasıl olursa olsun, zafer Rusya’ya, mağlubiyet ise Ukrayna’ya ve savaşı sonuna kadar sürdürmesini savunan Avrupalı ortaklarına ait olacak.

23 Eylül 2022’de — Rusya’nın Ukrayna’ya asker göndermesinden ve güneydoğudaki geniş toprakları kontrol altına almasından yedi ay sonra — Rusya, işgal ettiği Luhansk, Donetsk, Zaporijya ve Herson bölgelerinde dört gün süren bir “halk referandumu” düzenledi.

Dört bölge de %90’ın üzerinde destekle Ukrayna’dan ayrılmayı ve Rusya Federasyonu’na katılmayı kabul etti. Bu dört bölgenin toplam alanı 90.000 kilometrekareye ulaşıyor ve bu da Ukrayna topraklarının yaklaşık %15’ine, yani Portekiz ve Ürdün’ün toplam alanına eşdeğer. Üç gün sonra, Putin dört bölgenin liderleriyle katılım anlaşmalarını imzaladı. 4 Ekim’de Rusya Federasyon Konseyi bu anlaşmaları oybirliğiyle onayladı ve bölgelerin federal birimler olarak Rusya’ya katılımı resmen yasallaştı. Aynı gün Putin, dört bölgenin Rusya’ya katılımını tamamlayan emri imzaladı ve süreç anında yürürlüğe girdi.

Çoğu egemen devlet, Rusya’nın dost ülkeleri de dahil olmak üzere, Rusya’nın yukarıda bahsedilen Ukrayna topraklarını yasa dışı ilhakını açıkça kabul etmeyi reddetti.

Daha sonra, NATO’nun gayri resmi şekilde doğrudan savaşa müdahil olmasıyla, Rusya-Ukrayna savaşı karşılıklı ilerleme ve geri çekilmelerin yaşandığı bir saldırı-savunma mücadelesine, bir çekişme ve bir yıpratma savaşına dönüştü. Sonuçta, savaşın dengesi yavaş yavaş Rusya’nın lehine kaydı ve söz konusu dört bölgenin büyük kısmı Rusya’nın fiili kontrolü altına girdi.

22 Nisan’da Zelenskiy, ABD’nin barış planına ilişkin olarak, Ukrayna’nın Rusya’nın Kırım işgalini tanımayacağını açıkça ifade etti.
Ukrayna, ateşkes sağlandıktan sonra “herhangi bir formatta” müzakere masasına oturmaya hazır olduğunu, ancak işgal altındaki toprakların Rusya’ya ait olduğunu asla tanımayacağını belirtti.

Haberlere göre, Ukrayna’nın bu sert tutumu nedeniyle, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, 23 Nisan’da Londra’da yapılması planlanan ABD, İngiltere ve diğer ülkelerin Ukrayna konulu bakanlar toplantısına katılmayı reddetti. Toplantı ertelendi ve daha düşük bir seviyeye indirildi. Medya, Rusya’nın kontrol ettiği Ukrayna topraklarının bir kısmından vazgeçmeye hazır olduğunu, karşılığında ABD’nin Kırım üzerindeki Rus kontrolünü tanımasını istediğini bildirdi.

Analistler, Trump yönetiminin Rusya-Ukrayna savaşının bataklığından bir an önce kurtulmak ve ABD-Rusya ilişkilerini hızlıca onarmak istediğini belirtiyor. Bu nedenle, Ukrayna hükümeti üzerinde güçlü baskılar uygulandı, hatta açıkça tehdit edildi; Zelenskiy’nin başkanlık meşruiyetini kaybettiği iddia edilerek, Ukrayna’nın hızlıca yeni bir başkanlık seçimi düzenlemesi talep edildi. Böylece ya Zelenskiy bu aşağılayıcı barış anlaşmasını kabul edecek, ya da seçimle yeni bir başkan seçilecek ve bu yeni lider anlaşmayı imzalayacaktı.

Ukrayna ve diğer Avrupa ülkeleri Trump yönetiminin dayattığı barış planına genel olarak karşı çıkıyor ve onun tutumunu değiştirmeye çalışıyor. Ancak Trump yönetiminin zorbalığı, buyurganlığı ve ABD’nin Rusya-Ukrayna çatışmasını umursamadan terk etme ihtimali, Ukrayna’yı ve Avrupalı müttefiklerini son derece zor bir duruma soktu. Trump yönetiminin barış planı uygulanana kadar elbette birçok iniş çıkış yaşayacak, ancak üç yıldır süren Rusya-Ukrayna savaşı, ABD’nin ihaneti ve desteğini çekmesi nedeniyle, nasıl olursa olsun, sonunda Rusya’nın büyük kazanan olmasına yol açacak.

Tek soru, Rusya’nın ne kadar kazanç sağlayacağı ve bunun ne kadar süreceği. Ukrayna krizinin kışkırtıcısı olan Amerika Birleşik Devletleri, başlangıçta Batı’ya tamamen yaklaşmaya çalışan Rusya’yı uzun süre manipüle edip kandırdı. Daha sonra NATO’nun doğuya doğru sürekli genişlemesini teşvik ederek Rusya-Avrupa gerilimini tırmandırdı. Son anda ise Rusya’nın askeri harekâtına karşı doğrudan müdahale etmeyeceğini açıkça belirterek, Rusya’yı “özel askeri operasyon” başlatmaya yöneltti veya kışkırttı. Bu durum her iki tarafı da “Avrupa versiyonu Afganistan Savaşı”na sürükledi ve karşılıklı güveni tüketti. Sonunda da Ukrayna’yı ve Avrupa’daki ortaklarını yüzüstü bıraktı.

ABD, Batı’nın lideri ve NATO’nun öncüsü olarak siyasi ahlakını yerle bir etti.

Doğu, Batı ve tüm dünya, Amerikan politikacılarının bencilliğini, acımasızlığını ve adaletsizliğini gözler önüne serdi.

Ve son gelişmeler, “Amerika güvenilmezdir, Amerika ile iş tutulmaz, Amerika’ya güvenilmez” şeklindeki yeni demir yasayı bir kez daha kanıtlamış oldu.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…

Avatar photo

Yayınlanma

İki gün önce, 22 Nisan’da, Başbakan Modi’nin Suudi Arabistan’da bulunduğu sıralarda Jammu ve Keşmir’deki turistik Pahalgam ‘da sivillere (turistlere) yönelik bir terör saldırısı gerçekleşti. 20’den fazla kişinin öldüğü ve çok sayıda kişinin yaralandığı bu saldırı nedeni ile Modi, iki günlük Arabistan ziyaretini yarıda keserek, 23 Nisan sabahı Delhi’ye acil dönüş yaptı. Aslında şimdi Modi’nin bu ziyaretini konuşuyor olabilirdik Ki Hindistan’ın istikrarlı bir şekilde stratejik, ekonomik ve güvenlik ortaklıkları kurduğu bir ülke olan Suudi Arabistan ziyareti önemliydi.

Neyse, saldırıya yönelik ilk değerlendirme şöyle olabilir: Hindistan’ın Başbakanı Suudi topraklarında iken Hindistan’da bir terör saldırısının olması anlamlı ki bu, Delhi’nin Güney Asya’da hala istikrarsızlaştırıcı kaldıraçlara sahip olduğunu, Keşmir sorununun hala yakıcı olduğunu hatırlatma çabası olarak anlamlandırılabilir. Ki bir de Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in de saldırı günü Hindistan’da bulunduğunu atlamayalım. Ticaret ve savunmada Hindistan ve Amerika bağlarını derinleştirmeyi amaçlıyor ve bu, son yıllarda Washington’da iki partili ivme kazanan bir yörünge ki Yeni Delhi’nin Batı ile artan uyumu ayrıca hassas nokta…

Pahalgam saldırısı sonrası Hindistan alarmda… Hint yetkililer saldırıdan Pakistan’ı sorumlu tutarak, saldırıyı düzenleyenlerin Pakistan’dan geldiğini iddia etti. Ulusal basında çıkan haberlere göre, kısa süre sonra saldırının sorumluluğunu üstlenen, Leşker-i Tayyibe’nin bir kolu olan Direniş Cephesi isimli bir grup oldu. Hindistan cephesinde tepkisel ilk reaksiyon olarak, Pahalgam saldırısından yalnızca birkaç gün önce Pakistan’ın Kara Kuvvetleri Komutanı Syed Asım Munir’in “iki ulus teorisini açıkça öne süren ve Keşmir’i Pakistan’ın ‘şah damarı’ olarak niteleyen” konuşmasının, “terör vekillerine stratejik bir yeşil ışık gibi okunduğu” öne sürüldü.

Jammu ve Keşmir polisi Pahalgam terör saldırısına karışan terörist çizimlerini yayınladı. Buna göre, Leşker-i Tayyibe silahlı örgüte mensup üç kişinin (saldırıyı dört kişinin yaptığı söyleniyor) yer aldığı çizimlerde 2’sinin Pakistan uyruklu olduğu ifade ediliyor. Ayrıca, onlar hakkında paylaşılabilecek herhangi bir bilgi için ödül verileceğini belirtiyor.

Leşker-i Tayyibe, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pakistan ile birleşmesi için mücadele eden Pakistan merkezli, ancak Pakistan’da yasaklı bir grup. Amerika tarafından terörist grup olarak listeleniyor ki 2019’da Pakistanlı yetkililerce tutuklanan lideri Hafız Said, Amerika’nın terörist listesinde bulunuyordu ve başına 10 milyon dolar ödül konmuştu. Bu kişi ayrıca Hindistan’ın da en çok aranan isimlerinden biriydi. Yeni Delhi, 166 kişinin öldüğü 2008 Mumbai saldırısı başta olmak üzere Keşmir ve Hindistan şehirlerindeki birçok ölümcül saldırıdan bu grubu sorumlu tutuyor.

Pahalgam saldırısı sonrası Delhi hızla vatandaşlarına Pakistan’a seyahat etmekten kaçınmalarını ve şu anda Pakistan’da bulunan vatandaşlarına da en kısa sürede Hindistan’a dönmelerini tavsiye etti. Ve saldırıdan sonraki gün, 23 Nisan, Delhi’de ardı ardına gelişmenin yaşandığı bir gün oldu: Pakistan ile ilişkilerini düşürdü, halk bağlantılarını azalttı, İndus Su Anlaşması’nı dondurdu, diplomatlar sınırdışı edildi, Pakistanlıların Hindistan’a girmesi engellendi (Hindistan vizesi olan ve Wagha Attari sınırından gelen Pakistanlılar bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.) Ayrıca, Delhi’deki Pakistan Yüksek Komisyonu önünde protestolar yaşanırken İslamabad’daki Hindistan Yüksek Komisyonu önünde de misilleme amaçlı protestolar görüldü.

VE YENİ DELHİ HIZLA 5 KARAR ALDI:

  1. Indus su anlaşması askıya alındı.
  2. Diplomatik misyon gücü 30’a düşürüldü.
  3. Pakistanlı askeri diplomatlar istenmeyen kişi ilan edildi (Bu kişiler bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.)
  4. Pakistan uyruklular için SAARC vizeleri iptal edildi. (Saarc Vizesi sahibi Pakistanlı vatandaşlar 48 saat içinde ülkeyi terk etmek durumunda. Ayrıca, Pakistanlı vatandaşlara yönelik tüm geçerli vizelerin 27 Nisan’dan itibaren iptal edildiğini açıkladı ki bunun bir istisnası, tıbbi vizeler 29 Nisan’da iptal edilecek.)
  5. Wagha Attari sınır kontrol noktası kapatıldı. (Hindistan’ın Attari sınırını kapattığını duyurmasından bir gün sonra Pakistan da Wagha sınırını Hindistan’dan sınır ötesi geçişlere istisnasız kapattığını duyurdu.)

PEKİ, BU DİPLOMATİK ADIMLAR NE ANLAMA GELİYOR?

INDUS SU ANTLAŞMASI’NIN ASKIDA OLMASI:

Bu, Hindistan’ın Pakistan’a su akışını hemen durdurduğu veya derhal durduracağı anlamına gelmeyebilir, ancak güçlü bir siyasi mesaj gönderiyor. Bu, temelde -anlaşma uyarınca söz konusu olan- hiçbir veri paylaşımının olmayacağı ve suyun paylaşılması zorunluluğunun olmayacağı anlamına geliyor. Pakistan’ın Punjab eyaleti sulama için İndus havzasından gelen suya büyük ölçüde bağımlı. Bu karar aslında gelecekte suyun durdurulabileceği veya azaltılabileceği korkusu ve belirsizliği yaratıyor. Kİ nehir suyu öyle göz açıp kapayıncaya kadar kapatılabilen bir musluk gibi değil, dolayısıyla bu şu an için Pakistan’a psikolojik korku yaratmak amaçlı.

SAARC VİZELERİNİN PAKİSTAN İÇİN İPTALİ:

Yeni Delhi’nin ifade ettiğine göre raporlar, yaklaşık 200 Pakistanlının SAARC vizeleri kullanarak Hindistan’a girdiğini, ancak şu anda hiçbir Hint’in aktif bir SAARC vizesi olmadığını gösteriyor. Bu hareket, tek taraflı bir tavizi sonlandırıyor ve giriş protokollerini sıkılaştırıyor.

DİPLOMATİK MİSYON GÜCÜNÜ 30’A DÜŞÜRME:

Hem Yeni Delhi hem de İslamabad’daki diplomatik varlığın 55’ten 30’a azaltılması kararı, Hindistan’ın bağları tamamen kesmeden angajmanı azalttığını gösteriyor. Gelecekteki görüşmeler için dar bir pencere açık bırakıyor Kİ bu, Hindistan için ancak yalnızca Pakistan’ın terörizme karşı görünür ve katı bir eylemde bulunması durumunda yapıcı iletişim olanağı sunacağı anlamına geliyor.

PAKİSTANLI SAVUNMA DANIŞMANLARININ İSTENMEYEN KİŞİ İLAN EDİLMESİ:

Pakistan’ın Hindistan’da görevlendirilen askeri, deniz ve hava ataşeleri istenmeyen kişi ilan edildi ve ayrılmaları için bir hafta süre tanındı. Bu aslında savunma düzeyindeki diyaloğu düşürmeyi amaçlayan büyük bir diplomatik aşağılama anlamına geliyor.

ATTARİ-WAGAH SINIR KAPISININ KAPATILMASI:

Pahalgam saldırısı sonrası tüm ticaret askıya alındı. Kapanış, ticaret ve sivil hareketliliğin ötesine uzanıyor gibi. Şimdi aklıma şöyle bir soru geldi: Wagah’taki sembolik törenler de askıya alınacak mı?..

Neyse, bu arada, tüm suçlamaları reddeden Pakistan da Hindistan adımlarına karşı aynen misillemede bulundu. VE Yeni Delhi’nin İndus Havzası’nda yasal olarak Pakistan’a ait suyun akışını durdurmaya ya da yönlendirmeye yönelik her türlü girişiminin “savaş nedeni” sayılacağını bildirdi.

INDUS ÖNEMLİ…

İndus Havzası, Asya’daki en büyük nehir havzalarından biri. Aslında dört ülkenin -Çin, Hindistan, Pakistan, Afganistan- paylaştığı İndus sularının kullanımında Hindistan ile Pakistan arasında sorun yaşanıyor. Ki İndus suları sorunsalının temel dayanağı bu ikilinin Keşmir sorunu. Keşmir’in Hindistan kontrolündeki kısmı Jammu ve Keşmir stratejik bir konumda, İndus Nehir Sistemi kollarının çoğu buradan doğar. Kİ bunun doğal anlamı, Keşmir’de egemenliği olan devlet, İndus Sistemi’nin suları üzerinde kontrol sahibi olur.

İndus Havzası’nda geliştirilen sulama sisteminin büyük bir bölümü Punjab’da yer alır ve burası da Doğu Punjab, Hindistan ve Batı Punjab, Pakistan olarak bölünmüş durumda. Ve bu bölünmüşlük Punjab’ın sulama altyapısını da Hindistan sınırlarında nehrin yukarısındaki su akışını kontrol eden yapılar ile Pakistan sınırları içinde kalan ve nehrin aşağısında bulunan bağımlı kanalları da bölmüş durumda. Yani Hindistan “yukarı kıyıdaş ülke” veya memba ülkesi konumunda. Böylelikle “aşağı kıyıdaş ülke” veya mansap ülkesi konumunda kalan Pakistan, sulama sistemleri açısından dezavantajlı bir konumda. Ve Pakistan ekonomisinin yüzde 20’si İndus Nehri çevresindeki faaliyetlere bağımlı. Yeni Delhi’nin hidroelektrik potansiyeli çerçevesinde, Jammu ve Keşmir de dahil Hindistan’ın kuzey bölgesine hizmet veren İndus Havzası, Brahmaputra’dan sonra ikinci sırada. 19 Eylül 1960 tarihinde imzalanan “İndus Suları Anlaşması” uyarınca nehrin doğu kolları -Sutlej, Beas, Ravi- Hindistan’ın, batı kolları -İndus, Jhelum, Çenab- ise Pakistan’ın kullanımında.

ANCAK İkili arasında bu sınıraşan su konusu her Keşmir sorunu patlak verdiğinde bir soruna dönüşüyor. Su sorunu tek başına doğrudan bir sıcak savaşa yol açmaz ama Keşmir sorunu başta olmak üzere beslendiği diğer sorunlar tırmandığı zaman istisnasız bir silaha dönüşüyor… Kİ Bu da ikili arasında her zaman çatışma riski barındırıyor…

Okumaya Devam Et

Görüş

Dönüşümün gereklilikleri ve ulusal ortaklığın ihtiyaçları arasında Hamas

Avatar photo

Yayınlanma

Hamas, Filistin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasında duruyor; bu nokta, Gazze’deki saldırganlığın ve soykırım savaşının yıkımının ötesine geçiyor. Bu dönem, süreklilik, Hamas’ın Filistin ulusal arenasındaki rolü ve bölgesel ile uluslararası çatışma dinamiklerindeki önemli değişimler ışığında ulusal eylemin yeniden tanımlanması gibi varoluşsal soruları gündeme getiriyor.

Aksa Tufanı operasyonu, İsrail bilincinde derin bir şok yarattı. Bu şok, aşırı Siyonist sağ tarafından tüm Filistin halkını hedef alan sıfır toplamlı bir savaşı meşrulaştırmak için kullanıldı. Aynı zamanda, Filistin ulusal projesini tehdit eden derin yapısal ve siyasi zorlukları da gün yüzüne çıkardı. Bunlar arasında, artık elit çevreleri aşan ve Filistin toplumunun çekirdeğine dokunan derinleşen siyasi bölünme yer alıyor. Bu bölünme, Gazze’deki savaşın kapsamlı doğası ve taban hareketleri üzerinde ağırlaşan jeopolitik kısıtlamalar tarafından körükleniyor.

Bu krizi ağırlaştıran bir diğer etken ise, muhtemelen resmi Filistin kurumlarının zayıflamasından bile önce başlayan, Filistinli grupları etkileyen kurumsal bozulmadır. Bu durum, hem siyasi çabaları hem de direnişi bütünleştiren, böylece meşruiyet ile silahlı mücadele arasındaki zararlı ayrımı kapatan birleşik bir ulusal strateji oluşturabilecek kolektif siyasi vizyonun yokluğuna yol açtı.

Mevcut olaylar artık basitçe Hamas’ı kökünden sökme savaşı veya askeri kapasitesini azaltma kampanyası olarak çerçevelenemez. Askeri araçların daha geniş çatışma dinamiklerini değiştirme veya İsrail saldırganlığını dizginleme konusundaki sınırlılıkları açıkça ortaya çıktı. Bu araçların, Filistin halkını ve davasını yok etmekle tehdit eden kesin bir çözümü zorlama yönündeki İsrail çabalarını durdurmada etkisiz olduğu kanıtlandı.

Bugün savaş, giderek artan şekilde düşmanlıkları uzatmak ve Filistin coğrafyasını parçalama, demografik birliği dağıtma ve ulusal kimliği baltalama yönündeki İsrail planlarını uygulamak için bir bahane olarak kullanılıyor. Bu durum, İsrail’in aldatıcı taktiklerini ortaya çıkaran esir takası dosyası etrafındaki müzakerelerin manipülasyonunda özellikle belirgin.

Dahası, bu anı uzun süredir devam eden mücadelenin “basit anlamda bir başka safhası” olarak görmek artık kabul edilemez. Filistin halkının katlandığı muazzam insani ve siyasi maliyetler, savaşın belirgin bir sonunun olmamasıyla birleştiğinde, bunu benzeri görülmemiş ve belirleyici bir an hâline getiriyor. Bu, mevcut tüm strateji ve araçların kapsamlı bir ulusal düzeyde yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.

Tek başına direnişten kapsamlı ulusal ortaklığa

Deneyimler, direnişin hem meşru hem de gerekli olmasına rağmen, kapsamlı bir ulusal projenin yerini alamayacağını gösterdi. Ne de ulusal ortaklık çerçevesi dışında veya tek taraflı karar alma yoluyla etkili bir şekilde yürütülebilir. Bu ilke, diğer ulusal güçleri dışlayan tek bir grubun hakim olduğu siyasi süreçler için de eşit derecede geçerli.

Gereken şey, çatışmanın kültürel, bölgesel ve uluslararası boyutlardaki karmaşıklığını ele alan birleşik bir yaklaşım. Bu, karar almada tam ulusal ortaklığı, bölgesel gerçeklerin, uluslararası bağlamların dikkatli bir şekilde değerlendirilmesini ve güç ile kaynaklar dengesinin hassas bir şekilde ölçülmesini gerektirir.

Sahadaki önemli etkisi ve halk desteği göz önüne alındığında, Hamas’ın aşağıdakileri içeren çok düzeyli bir stratejik dönüşümü benimsemesi gerekiyor:

1) Kolektif liderliğe geçiş

Hamas, bireysel bir direniş modelinden birleşik bir ulusal çerçeve içinde kolektif liderliğe geçmeli. Bu, Filistin siyasetini entegrasyon ve ortaklık temelinde yeniden kuracaktır. Hamas, ulusal meşruiyete bağlı kalmalı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile uyumlu olmalı ve ya FKÖ Yürütme Komitesi’ndeki temsiliyeti aracılığıyla ya da Filistin Ulusal Konseyi için demokratik seçimlere giden bir geçiş döneminde uzlaşıya dayalı figürleri destekleyerek politika oluşturmaya doğrudan katkıda bulunmalı.

2) Siyasi ve örgütsel yenilenme

Hamas’ın, yapıcı tarafsızlığa dayalı bölgesel ilişkileri geliştiren dengeli bir dış politika aracılığıyla kendisini siyasi olarak yeniden konumlandırması gerekiyor. Bu, Filistin davasının hizmetinde Arap ulusal güvenliğine bağlılığı ve dış bağımlılığın net bir şekilde reddedilmesini içerir.

3) Uluslararası hukukun benimsenmesi

Uluslararası hukuk, Filistin ulusal çıkarlarını ilerletmek için siyasi referans noktası olarak hizmet etmeli. Bu ilke, Hamas’ın 2017 tarihli siyasi belgesinde açıkça belirtilmişti; belge, Kudüs’ün başkent olduğu ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını içeren 4 Haziran 1967 sınırları boyunca bağımsız bir Filistin devletini onaylıyordu. Bu, Filistinliler arasındaki asgari fikir birliğini temsil etmekte ve barışın önündeki temel engel olarak İsrail işgalini tanımlıyor.

4) Şeffaflık ve hesap verebilirlik

Hamas, daha şeffaf ve katılımcı bir siyasi yaklaşım benimsemeli ve geçmişteki yanlış değerlendirmeler veya kasıtsız ihlaller için sorumluluk almaya hazır olduğunu göstermeli.

Filistin direncini, siyasi ufku olmayan, uzun süreli, amaçsız bir mücadelede tüketmeye devam etmek, Filistin davasını hem bölgesel hem de küresel olarak zayıflatma riski taşıyor. Bu durum, özellikle bölgesel ve uluslararası gerilimin artışı ve yabancı güçlerin Filistin ulusal karar alma mekanizmasını devre dışı bırakarak Gazze’nin geleceğini şekillendirme çabaları devam ederken, gerçek ulusal kazanımlar için fırsatları azaltıyor.

Bu gerçeklik, direniş araçlarının genişletilmesini, Filistin’in bölgesel ve uluslararası arenalardaki etkisinin güçlendirilmesini, kurumsal kapasitenin artırılmasını ve halk, hukuk ve diplomatik stratejileri içerecek şekilde direniş yöntemlerinin çeşitlendirilmesini gerektiriyor. Ayrıca Gazze meselesinin uluslararasılaştırılması ve siyasi ile medya baskısının sürdürülmesi çağrısında bulunuyor.

Aynı zamanda, ivme kazandıran, kayıpları sınırlayan ve bu kritik dönüm noktasında Filistin ulusal projesini yeniden canlandıran kapsamlı bir ulusal yaklaşımla işgale karşı siyasi cepheleşmeyi harekete geçirmek esastır.

Savaştan çıkış seçenekleri ve yolları

Bu zorluklar ışığında, dört birbiriyle bağlantılı yol, Hamas’ın ve daha geniş anlamda Filistin ulusal hareketinin mevcut savaştan çıkıp yenilenmiş bir ulusal ufka doğru ilerlemesine yardımcı olabilir:

1) Kapsayıcı, koşulsuz ulusal diyalog başlatmak

Tüm ulusal ve İslami güçler, hizipsel bölünmeleri aşan bir diyalogda bir araya getirilmeli. Amaç, aşağıdakileri içeren yeni bir ulusal fikir birliği oluşturmak:

— Tek taraflı savaşı sona erdirmek için acil, birleşik bir Filistin planı geliştirmek.

— “Ertesi gün” zorluklarını uyumlu ulusal yanıtlarla ele almak.

— Pekin’in önerdiği acil teknokrat hükümet veya Kahire’de tartışılan toplumsal destek komitesi önerileri gibi girişimleri değerlendirmek.

— Bu adımlardan önce Hamas’ın Gazze’nin idari sorumluluklarından çekildiğini beyan etmesi.

— Filistin ulusal projesinin doğası ve mekanizmaları üzerinde anlaşmak, silahlı direnişin rolünü açıkça destekleyici olarak tanımlamak; bütünleyici bir parça, ancak siyasi bir alternatif değil.

2) Tek müzakere organı olarak FKÖ’yü güçlendirmek

FKÖ, Filistinliler için tek meşru ve kapsamlı siyasi çerçeve olarak yeniden teyit edilmeli. Aşağıdakileri talep eden net bir vizyonla müzakerelere liderlik etmeli:

— Savaşın derhal sona ermesi.

— Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması.

— Kalıcı bir ateşkes.

— Yeniden inşa için uluslararası garantiler.

— Filistin halkının devredilemez ulusal haklarına dayalı gerçek bir siyasi süreç.

3) Bölgesel ve uluslararası çabalara dahil olmak

Hamas ve daha geniş Filistin liderliği, savaşı durdurmayı amaçlayan bölgesel ve uluslararası çabalara katılmalı. Bunlar şunları içeriyor:

— Trump yönetimi altında önerilen yerinden etme planlarının reddedilmesi.

— Mısır-Arap girişimine aktif katılım.

— İki devletli çözümü destekleyen Suudi liderliğindeki uluslararası koalisyonlarla uyum.

— Filistinlilerin birleşik, dengeli ve uluslararası destekli bir müzakere pozisyonuna sahip olmasını sağlamak için Arap-İslam zirvesinin yedi üyeli komitesiyle etkileşim.

Sonuç olarak, bu an tereddüte veya siyasi manevralara yer bırakmıyor. Ya Gazze’nin yaralı kalbinden yeniden inşa edilen Filistin ulusal projesinin anlamlı bir dönüşümü için bir dönüm noktası olacak ya da mevcut çıkmaza yol açan kusurlu yapıları sürdürecektir.

Sahadaki gücü ve siyasi kapasitesi göz önüne alındığında, Hamas şimdi sadece bir direniş grubu olarak değil, aynı zamanda Filistin halkının tarihi ve devredilemez haklarını elde etmeye adanmış kolektif bir ulusal liderliğin hayati bir parçası olarak rolünü yeniden tanımlamak için tarihi bir fırsatla karşı karşıya.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English