Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Eski Rus Bakan Galuşka: Tarihi tecrübeye yaslanırsak Batı’yla iktisadi savaşı muhakkak kazanırız

Yayınlanma

Oryol oblastinin yönetimi Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nde. Oblast valisi Andrey Klıçkov, tam yetkili olarak 2018’den beri vali; ondan önce de yaklaşık bir yıl geçici valiydi. Bu geçici göreve Putin tarafından atanmıştı; ertesi yıl Oryol oblasti erken genel seçimlerinde ise yüzde 83,55 oyla seçildi.

Oryol büyük bir oblast sayılmaz; nüfusu sadece 700 bin, yüzölçümü itibariyle de federal bölgelerin en küçüklerinden biri. Ama Klıçkov yönetiminde oblast çok ciddi bir gelişme gösterdi; Klıçkov’un neredeyse benzersiz oy oranı da buna tanıklık ediyor.

30 Haziran’da oblast merkezi Oryol’da III’üncü uluslararası ekonomi fuarı düzenlendi. Forumun açılışını KP lideri G. Zyuganov yaptı. Klıçkov’un oblastte iktisadi durumla ilgili dikkat çekici verileri özetlediği sunumu sayılmazsa, üç konuşma özellikle dikkat çekiyordu. İlki, Zyuganov’un görece kısa konuşması. Bu, özelleştirme tartışmaları devam ederken Rus halkının[1] özelleştirmeler sonucu “en çok aşağılanan halk” olduğunu vurguladığı konuşması. İkincisi, Rusya Bilimler Akademisi’nden Robert Nigmatulin’in hiç değilse benim bu tür toplantılarda gördüğümü de aşan ölçekte sert, bugünkü iktisat siyasetini ağır ifadelerle eleştiren konuşması. Üçüncüsü ise aşağıda çevirisini bulacağınız konuşma.

Yazılı metin yayınlanmadı; bu yüzden konuşmayı video kaydından çevirmek zorunda kaldım; ama gerek konuşmanın niteliği, gerekse de konuşmacının sıfatları, bu çabayı gerekli kıldı.

Konuşmacı, Aleksandr Galuşka, 2013-2018 arasında Rusya Uzakdoğu Kalkınma Bakanı; halen de (2005’te resmi danışma kurulu olarak kurulmuş olan, adeta yasama yetkisi olmayan bir tür senato gibi işleyen) Kamu Odası (Obşçestvennaya palata) başkan yardımcısı.

Dikkatli okur, Galuşka’nın aslında Türkiye’de de anaakım dışındaki iktisatçılar arasında giderek daha yaygın ve daha yüksek sesle dile getirilen bir para, kredi ve kalkınma siyaseti savunusuna giriştiğini ve bunu doğrudan doğruya Stalin dönemi iktisat siyasetiyle ilişkilendirdiğini görecektir.

Burada en ilginç noktalardan biri, Stalin dönemi iktisat siyasetinin merkeziyetçiliğine rağmen sektörler ve işletmeler arasındaki ilişkilerde çok daha esnek oluşuna yapılan vurgudur. Galuşka’nın ifade ettiği gibi, merkezi planlama 1953’te sadece 9.490 kalem emtia üretimi öngörürken bu esneklik sayesinde devlet işletmeleri çeşitli dallarda gönüllü birlikler (arteller) oluşturmuş ve plan dışı, ama planı destekleyen üretime girişmişlerdir; böylece toplam sınai ve zirai emtia kalemlerinin sayısı 33 bini geçmiştir. Devlet, oyuncak veya don üretimiyle uğraşmamış veya nadiren uğraşmıştır; bunları işletmeler çoğunlukla yerel ölçekte kendileri örgütlemişlerdir.

Bu, marksist iktisat siyaseti açısından önemli bir nokta, üstelik ne yazık ki tarihi açıdan da (kuşkusuz Rusya dışında) çoğunlukla klişelere bağlı değerlendirilir. İki dönemin iktisat siyasetindeki temel farklılık görülmez veya sadece (maoculukta adetten olduğu gibi) kırda makine-traktör istasyonlarının tasfiye edilerek kolhozlara (kooperatiflere) devriyle ilişkilendirilir; bu da kırda işçi sınıfının önderliğinin ortadan kalkışının sıfır noktası sayılır. Oysa mısır saplantısının neden olduğu 1970-80’lerin hububat felaketi gibi bütünüyle keyfiyet ve hesapsızlık örnekleri sayılmazsa eğer, iktisat siyasetinde çok daha önemli olan şudur:

1) ekonominin merkezi idaresi parçalanmıştır (ve bu, Gromıko’nun daha sonraki yıllarda söyleyeceği gibi, Hruşçov’dan kurtulma nedenlerinden biri olmuştur);

2) sektörlerin esnek dinamizmi yerine keyfiyetçi merkezilik getirilmiştir.

Birinci maddeyi daha 1960’ların ortasında Che Guevara, Küba Merkez Bankası Başkanı olarak dile getirmişti; o zaman tartışma, Che’nin kullandığı kavramlarla, Sovyetlerdeki “ekonomik hesaplama sistemi” ile Küba’daki “bütçeye bağlı finansman” sistemi arasındaki fark üzerineydi. Bunun ayrıntıları üzerine kitapta (“Rusya…”, s. 26-29) durmuştum.

İkinci madde ise tam da Galuşka’nın tartıştığı şeydir. Stalin dönemi iktisat siyaseti, NEP’in ardılı olduğu ve 1932 para-kredi reformuyla koşullandığı ölçüde, temel sektörlerde kayıtsız şartsız devlet tekeli öngörüyor, ama ara sektörlerde işletmeler arası işbirliği için esneklik yaratıyor, dahası bunların kredi imkânlarını da alabildiğine yüksek tutuyordu. Üstelik bu esneklik, kapitalizmin emek-değer “kanununun” aşındırılmasına, yani gerçekten yeni bir sosyal aşamaya geçilmesine de engel değildi; gene Galuşka’nın dediği gibi, savaştan sonra yıkıntılar üzerinde muazzam bir iktisadi kalkınmadan başka fiyatlar toplamda yarı yarıya düşmüştü.

1932 reformunun temeli, belki şu ilkeyle özetlenebilir: para, devlet tarafından, yatırımlar ölçüsünde yaratılır.

Bu bağlamda tali sayılabilecek diğer bir nokta ise, bu iktisat siyasetini devlet inşasıyla ilişkilendirmesidir; bu, eğer Rusya’da kavrandığı biçimiyle devletlilikte devamlılığı hatırda tutarsak, hem devlet teorisi açısından hem mevcut devletin ona izafe edilen nitelikleri açısından büyük önem taşıyor.

Okur, bütün bunların, benim epeydir yazı ve çevirilerimde önemle üzerinde durduğum stratejik planlama meselesiyle ilişkisini hemen fark edecektir.

* * *

“Kapitalizm kendini tüketti”

Rusya eski Uzakdoğu Kalkınma Bakanı ve şimdiki Kamu Odası Başkan Yardımcısı Aleksandr Galuşka

Üçüncü Orlov Uluslararası Ekonomi Forumu’nun sayın katılımcılarına teşekkür ediyorum. Bu foruma katılmaya davet edildiğim için Gennadiy Zyuganov’a minnettarım, forumu örgütleyenlere minnettarım.

Bugünkü konuşmamız son derece güncel. Küreselleşme bitti. Kapitalizm kendini tüketti. Rusya’ya karşı saldırgan bir iktisadi savaş ilan edildi.

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz meydan okuyuşlarla dünya yüzyılda ancak bir defa karşılaşır. Bugün önümüzdeki soru şu: geleceğin ekonomisi nasıl olacak? Ve bu soruya cevap, kendi ekonomimizi tarihimizi berrak, nesnel, profesyonel bir şekilde kavramaksızın verilemez.

Burada dünya çapında seçkin iktisatçı Joseph Schumpeter’in çok yerinde sözlerini belirtmek de mümkün. Schumpeter iktisat dünyasına katkıda bulunmuş ve dünya iktisat düşüncesine kendi iktisadi büyüme, iktisadi kalkınma, iktisadi dinamik teorisini katmıştı. Ayrıca inovasyon ekonomisi kavramını da [iktisat düşüncesine — H.Y.] ilk sokan insandı. Şunu çok doğru olarak belirtmişti: eğer ekonominin üstesinden gelmek istiyorsak, bir şeyleri gerçekten de inşa etmek istiyorsak, üç bilgi kaynağımız vardır: teori, istatistik ve tarih. Bununla birlikte Schumpeter’in görüşüne göre bunların en önemlisi tarihtir, çünkü iktisadi sistemin bugünkü dinamik kuvvetlerini ve büyüme faktörlerini bize kavratan tam da odur.

1929’dan 1955’e kadar ekonomimizin büyüme tarihine baktığımızda bu tarihler arasında ülkemizin iktisadi büyümede 20’nci yüzyılın dünya rekorunu kırdığını görüyoruz. Ekonominin hacmi bu yıllarda 14 kat arttı. Ortalama yıllık büyüme temposu ise dört savaş yılını düşerek yüzde 13,80 oldu. Bu devasa iktisadi büyüme dünyada 20’nci yüzyıldaki en büyük büyümedir. Buna ücretlerde 4 kat artış, insanların tasarruf kasalarındaki tasarruflarında 5 kat artış, yurttaşlarımızın ömründe 26 yıl artış ve halkımızın nüfusunda 46 milyon artış eşlik etti. Bugün Rosstat hesaplarına göre, eğer 27 milyon insanımızın hayatını alan dört yıllık savaş olmasaydı nüfus 1929-1955 arasında 100 milyon artacaktı. Bu, Mendeleyev’in tahmin etmiş bulunduğu nüfus dinamiklerine yakındır.

İşte bunlar, devlet inşasının ve ekonomimizin yaratılışının benzersiz bir aşamasını niteleyen doğrudan ölçülebilir göstergelerdir. Bunlara başvurduğumuzda bir dizi örnek profesyonel meselenin o sırada yenilikçi şekilde çözüldüğünü görüyoruz. Öyle yenilikçi ki, bu dönemin ekonomisini kavramak için tam anlamıyla paradoksal bir nitelik taşıyordu. Son derece yenilikçi ve bu bağlamda son derece etkili. Ve şu soruya ilk defa cevap verildi: ekonomiye büyüme hedefleri konulabilir mi? Yoksa ekonomi keyfince akabilecek kendi kendini örgütleyen bir sistem midir? Ve başlarında Krijanovskiy’in olduğu seçkin bir iktisatçılar grubu, birkaç yıl içinde ekonomiye hedefler koymanın, planlar yapmanın ve benzersiz sonuçlar almanın mümkün olduğunu gösterebildi.

Bugün ekonominin büyümesi hedefleri, milli hedefler başkanlık kararnamesinde bulunuyor. Peki biz Kamu Odası’nda, sorumlu yürütme organlarında somut olarak ne görüyoruz? Onlar buna inanmıyorlar. Ekonomiye hedefler konulabileceğini gerçek anlamda anlamıyorlar ve ekonomiye hedefler konulamayacağına eminler. [Onlara göre ekonomi değil ama — H.Y.] Sadece biz kendimiz bir takım şekillerde örgütlenebiliriz.

Ama 30 yıldır böyle öğrettiler. Ve hiç kimse bu benzersiz tecrübeye, yüzyıl önceki bu derin metodolojik tartışmada ekonomiye hedefler konulabileceğinin, temel planlar yapılabileceğinin ve benzersiz yüksek bir iktisadi büyümenin dengeli bir şekilde temin edilebileceğinin bilimsel olarak kanıtlandığına inanmıyor. Bütün bunlar pırlanta değerindeki yerli iktisat düşüncemizdir. Yerli iktisat pratiğimiz bunu içeriyor. Ve bugün buna başvurmak ve yüzyıl önce dünyada ilk defa böylesine makro ölçekte yapılan planları dünyada başka hiç kimsenin yapamadığını görmek zorundayız. Ama biz yaptık, yenilikçi bir şekilde, dünyada ilk defa ekonomide denge yöntemi uyguladık. 50 küsur yıl sonra 1973’te bunlar Vasiliy Leontyev’e sektörler arası dengenin geliştirilmesi metodolojisinden ötürü Nobel ödülü getirdi.

O dönemin özenli çalışanları, iktisatçılar ve devlet adamları bütün bunları mekanik hesap makinelerinde yaptılar. Bugünse elimizde mekanik hesap makineleri değil dijital teknoloji, büyük miktarda veriler, yapay zekâ varken doğrusunu söylemek gerekirse [durumumuz — H.Y.] utanç verici. Ve biz bugün hiçbir şey yapmıyoruz.

Devlet başkanının 2021 kasım tarihli kararnamesinde, üst düzey stratejik planlama devlet siyasetinin temellerini koyan bu kararnamede dosdoğru şöyle denir: ekonomide denge yöntemini yeniden doğurmak ve kullanmak, ekonomiyi bütün olarak, doğal ve maddi olarak, yapısal ve daha aydınlık olarak kavramak zorundayız. Şimdi 2023 haziran ayındayız, 1,5 yıldan fazla geçmiş. Bir tane olsun denge nerede? Bakanlıklar neden başkanın kararnamesini sabote ediyorlar? Ayrıca başka ne kararname gerek? Ülkenin çok önemli bir kanununun, stratejik planlama federal kanununun hayata geçirilmesinin aslında başlamamış olduğundan hiç söz etmiyorum. Üstelik 9 yıl oldu.

Bugün anlıyoruz ki bu pratik tecrübeye başvurup bütüncül, planlı, dengeli yerli iktisadın temini davasına yaslansak hata etmeyiz.

İkincisi: ülkede bilimsel bir okul yokken, mühendis kadroları yokken, teknoloji yokken, 20’li yıllarda büyük inşaatlar pratik olarak mümkün değilken bütün bunlar nasıl sağlandı? Bütün bu görevleri yerine getiren bizdik. Şimdi konuştuğumuz dışarıya beyin göçünü değil en iyi beyinlerin, en değerli insan sermayesinin, dünyadaki en iyi yönetici ve mühendislerin içeriye, ülkemize göçünü temin ettik. Dünyanın en iyi, en ileri, yönetme tecrübesi ve teknolojisinin en seçkin taşıyıcıları bizde çalışıyordu. Diplomatik ilişkilerimizin bile olmadığı Amerika’dan.

Neden devlet faaliyeti, yaptırımların bize engel olamayacağı, en iyi uzmanları buraya çekecek şekilde örgütlendi? Bunlar devasa fabrikalar ve yeni sektörler kurmamızda bize yardım ettiler. Ayrıca bunların hiçbiri de aslında ülkemizin vatandaşı olmadılar, hepsi sonra evlerine gittiler.

Dünyanın en iyi uzmanlarını çeken devlet faaliyetini öyle örgütlemiştik ki, sadece pratikte en ileri sektörleri inşa etmekle kalmadık, aynı zamanda dünyanın bu en iyi uzmanlarının etrafında çağdaş eğitim ve bilimsel bir okul örgütledik. Bu okul 7 yıl sonra yabancıların yardımı olmaksızın seçkin teknoloji ve teknik örnekleri ortaya koydu. Bu, devlet faaliyetinin kalitesi, bütüncül bir teknoloji siyaseti, bir sektörel siyasettir.

Başkanın 1 Aralık 2016 tarihli kararnamesi, ülkemizin bilimsel-teknolojik gelişmesi kararnamesi, pratiğe yönelik, çok iyi bir kararname. Kararnamede bütün acı veren noktalara işaret ediliyor, ekonomimizin problemleri dürüstçe sayılıyor. Ekonomik inovasyona karşı bağışıklık, artmakta olan teknolojik geri kalmışlık, bilimsel araştırma çalışmalarının etkisizliği; bütün bunlardan dürüstçe söz ediliyor orada, nerede olduğumuzun doğrudan göstergesi. Doğru öncelikler belirleniyor; gerçekten de teknolojik sıçrama ve teknolojik önceliklerin temini için neler yapmamız gerektiği söyleniyor.

2016’daki bu kararnamede şöyle deniyor: bu kararnamede belirlenen önceliklere uygun olarak Rusya Federasyonu hükümeti tarafından kompleks bilimsel-teknolojik projeler formüle edilmelidir. 7 yıl geçti. Nerede bu projeler? Hâlâ yapmaya uğraşıyorlar.

Sektörel siyasetten ve devletin sektörel yeterliliğinden 30 yıl önce vazgeçildi. Ve şimdi bu projeleri yapamıyoruz, olmuyor. Sadece bir ay önce, Kamu Odası’nda Güvenlik Konseyi ile birlikte bu meseleyi ele aldık ve devlet başkanının imzaladığı çok önemli bir kararnamenin hayata geçirilmesinde idari yetersizliği ifade ettik. Ne zaman yapacağız bunu? Üstelik de dünyanın önde gelen bir teknoloji gücünü daha savaştan önceki dönemde inşa tecrübemize dayanarak [yapabileceğimize — H.Y.] eminiz.

Savaştan sonra da fenomenel projeler hayata geçirildi: füze, atom, radyo-elektrik; bütün ekonominin teknolojik temeli yenilendi; 1953’te sınai-teknolojik aparatın yeniliği sıralamasında dünyadaki birinci ülkeydik. Bu sonuçları ve [bunları — H.Y.] veren pratik çalışmayı görmemek nasıl mümkün olabilir? Bu saçmalık, bu aptallık. Daha fazlasını söylemezsek.

Ekonomimizin teknolojik gelişmesinin örgütlenmesine yönelik bu tecrübeyle silahlanırsak bugün kesinlikle hata yapmış olmayacağımızdan eminiz. Üstelik bu, kararnamede de gösterilmiş; buna rağmen 7 yılda tek bir proje yapılmamış.

Ekonomi için, ekonomik büyüme için para. Doğal olarak bir soru geliyor: öylesine büyük ölçekte inşa edilmiş, öylesine büyük ölçeklerde donatılmış, binlerce yeni fabrika, binlerce yeni şehir! Ülkenin savaştan sonra yeniden imarı bir mucizedir. Batılı iktisatçılar bunun için 15-20 yıl vermişlerdi bize. Oysa bizde, 1947 dördüncü çeyreğinde sınai üretim savaş öncesi seviyesine varmıştı.

Batıda anlamıyorlardı: IMF’den hiçbir kredi almadığımız şartlarda, savaş sonrasının yıkımından sonra bütün bunları nasıl yaptık? Ama 1930-1931’in dahice, uygarlık yaratıcı ölçekte [önem taşıyan — H.Y.] para-kredi reformu uygulandı. O zaman ekonomide paranın yaratılması milli menfaatlere ve ekonominin büyümesinin gereklerine tabi kılınmıştı. Ve bu dönemde bu reformdan sonra sermaye yatırımında ortalama yıllık yatırım büyümesi yüzde 18,9 oldu. Bugün bundan söz ettik.

Krediler kısa vadeli ve pahalı olduğunda ekonomik büyümenin bir örneği yoktur. Üç yıllık yüzde 12-15. Bunun hiçbir örneği yok. Bizde para sirkülasyonu öyle bir şekilde örgütlenmişti ki, eğer plan yeni bir işletmenin dengeli bir şekilde inşa edilebileceğini gösteriyorsa, yani çimento var, tuğla var, işgücü var, enerji kaynağı var, alet edevatı nereden alacağız belli… Para problemi yok. Bu tecrübeden neden yüz çeviriyoruz?

Şunu da vurgulamak isterim: o dönemde savaş öncesi Almanya ve Roosevelt’in yeni dalgası bu tecrübeyi kullandılar. Büyük depresyon sırasında kredi eskisi gibi işlemezken Roosevelt tarafından rekonstrüksiyonu finanse etmek için devlet korporasyonu kuruldu. Ve 1930’larda dünyada pazara en çok dayanan ekonomide, ABD’de, başlıca kredi kuruluşu devlet korporasyonuydu. En temel kredi kuruluşu. Sosyal altyapının kurulması, ekonominin teknolojiyle yeni baştan silahlandırılması, askeri sektörün geliştirilmesi, depresyondaki bölgelerin kalkındırılması problemini o çözdü.

Bu aslında bizim tecrübemiz. Etkililiğini pratikte kanıtladı. Gerçekten işledi.

Ya da dünyada tasarruf ekonomisi kuran ilk ülke olmamız tecrübesi. Savaştan sonra. Seçkin maliye bakanı Arseniy Zverev’in çabaları sayesinde. Hatırlıyor musunuz, Vısotskiy’in bir şarkısı vardı: “Evvel zaman içinde fiyatları düşürmüşlerdi.” Bizde olmuştu bu. 1947’den 1954’e kadar fiyatlar toplamda yarıdan fazla düştü. Bugün bizde rüsum mengeneleri ekonomiyi ve insanları boğuyor. Rüsum yükselmemeli, düşmeli. Tasarruf ekonomisi rüsum sektöründe olmalı. Bunun nasıl yapılacağı da belli.

Japonlar bize baktılar (kendileri bunu itiraf ediyorlar), Japon ekonomik mucizesinin temelleri önemli ölçüde bu maliyet kaybını azaltma modeline dayanır. Bunu ilk yapan bizdik. O tarihi dönemde bunu dünyada ilk yapan biziz. Girişimciliği arteller şeklinde, sınai işbirliği şeklinde destekledik. Ve bizde açık filan olmadı. Geniş tüketim mallarında açık, Hruşçov 1960’ta ekonominin bu en önemli katmanını, arteller ve sınai işbirliği biçimindeki işletme inisiyatifini yok edene, hem de barbarca bir kabalıkla yok edene kadar hiç olmadı. Bir basamağı, iki basamağı artel olarak anmak mümkün. 1953’te 33.444 kalem emtia vardı. Gosplan ise 9.490 kalem planlamıştı. İlişki böyleydi.

Evet, bu [Gosplan kalemleri – H.Y.] yapısal önem taşıyan, kompleks, büyük sermaye yatırımıydı. Ama devlet işletmelerinin iç olmadığı yerler de vardı. Mesela çocuk oyuncakları üretimi. Devlet bununla uğraşmıyordu, hepsini arteller yapıyordu.

Ve bütün bunlar birlikte, yekpare bir tedbirler sistemi olarak, dahice yenilikçi çözümlerle bütüncül bir model olarak, bu bizim tarihi tecrübemizdir; bugün bu tecrübeye yaslanmakla hata yapmış olmayız; tersine, batıyla iktisadi savaşı muhakkak kazanırız, insanların gelirlerinde artışı, ülkemizin refah ve gücünü temin ederiz.

[1] Kullandığı ifade “Rusya” değil “Rus”; oysa genellikle bu tür durumlarda “Rusya halkı” denir. Bu, Rusya’da kendine has, büyük Rus şovenizminden ziyade ezilen milletin milliyetçiliğini andıran yeni bir tür milliyetçilik geliştiğine işaret sayılmalı. Bunun üzerinde daha sonra da duracağım.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English