Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Eski Rus Bakan Galuşka: Tarihi tecrübeye yaslanırsak Batı’yla iktisadi savaşı muhakkak kazanırız

Yayınlanma

Oryol oblastinin yönetimi Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nde. Oblast valisi Andrey Klıçkov, tam yetkili olarak 2018’den beri vali; ondan önce de yaklaşık bir yıl geçici valiydi. Bu geçici göreve Putin tarafından atanmıştı; ertesi yıl Oryol oblasti erken genel seçimlerinde ise yüzde 83,55 oyla seçildi.

Oryol büyük bir oblast sayılmaz; nüfusu sadece 700 bin, yüzölçümü itibariyle de federal bölgelerin en küçüklerinden biri. Ama Klıçkov yönetiminde oblast çok ciddi bir gelişme gösterdi; Klıçkov’un neredeyse benzersiz oy oranı da buna tanıklık ediyor.

30 Haziran’da oblast merkezi Oryol’da III’üncü uluslararası ekonomi fuarı düzenlendi. Forumun açılışını KP lideri G. Zyuganov yaptı. Klıçkov’un oblastte iktisadi durumla ilgili dikkat çekici verileri özetlediği sunumu sayılmazsa, üç konuşma özellikle dikkat çekiyordu. İlki, Zyuganov’un görece kısa konuşması. Bu, özelleştirme tartışmaları devam ederken Rus halkının[1] özelleştirmeler sonucu “en çok aşağılanan halk” olduğunu vurguladığı konuşması. İkincisi, Rusya Bilimler Akademisi’nden Robert Nigmatulin’in hiç değilse benim bu tür toplantılarda gördüğümü de aşan ölçekte sert, bugünkü iktisat siyasetini ağır ifadelerle eleştiren konuşması. Üçüncüsü ise aşağıda çevirisini bulacağınız konuşma.

Yazılı metin yayınlanmadı; bu yüzden konuşmayı video kaydından çevirmek zorunda kaldım; ama gerek konuşmanın niteliği, gerekse de konuşmacının sıfatları, bu çabayı gerekli kıldı.

Konuşmacı, Aleksandr Galuşka, 2013-2018 arasında Rusya Uzakdoğu Kalkınma Bakanı; halen de (2005’te resmi danışma kurulu olarak kurulmuş olan, adeta yasama yetkisi olmayan bir tür senato gibi işleyen) Kamu Odası (Obşçestvennaya palata) başkan yardımcısı.

Dikkatli okur, Galuşka’nın aslında Türkiye’de de anaakım dışındaki iktisatçılar arasında giderek daha yaygın ve daha yüksek sesle dile getirilen bir para, kredi ve kalkınma siyaseti savunusuna giriştiğini ve bunu doğrudan doğruya Stalin dönemi iktisat siyasetiyle ilişkilendirdiğini görecektir.

Burada en ilginç noktalardan biri, Stalin dönemi iktisat siyasetinin merkeziyetçiliğine rağmen sektörler ve işletmeler arasındaki ilişkilerde çok daha esnek oluşuna yapılan vurgudur. Galuşka’nın ifade ettiği gibi, merkezi planlama 1953’te sadece 9.490 kalem emtia üretimi öngörürken bu esneklik sayesinde devlet işletmeleri çeşitli dallarda gönüllü birlikler (arteller) oluşturmuş ve plan dışı, ama planı destekleyen üretime girişmişlerdir; böylece toplam sınai ve zirai emtia kalemlerinin sayısı 33 bini geçmiştir. Devlet, oyuncak veya don üretimiyle uğraşmamış veya nadiren uğraşmıştır; bunları işletmeler çoğunlukla yerel ölçekte kendileri örgütlemişlerdir.

Bu, marksist iktisat siyaseti açısından önemli bir nokta, üstelik ne yazık ki tarihi açıdan da (kuşkusuz Rusya dışında) çoğunlukla klişelere bağlı değerlendirilir. İki dönemin iktisat siyasetindeki temel farklılık görülmez veya sadece (maoculukta adetten olduğu gibi) kırda makine-traktör istasyonlarının tasfiye edilerek kolhozlara (kooperatiflere) devriyle ilişkilendirilir; bu da kırda işçi sınıfının önderliğinin ortadan kalkışının sıfır noktası sayılır. Oysa mısır saplantısının neden olduğu 1970-80’lerin hububat felaketi gibi bütünüyle keyfiyet ve hesapsızlık örnekleri sayılmazsa eğer, iktisat siyasetinde çok daha önemli olan şudur:

1) ekonominin merkezi idaresi parçalanmıştır (ve bu, Gromıko’nun daha sonraki yıllarda söyleyeceği gibi, Hruşçov’dan kurtulma nedenlerinden biri olmuştur);

2) sektörlerin esnek dinamizmi yerine keyfiyetçi merkezilik getirilmiştir.

Birinci maddeyi daha 1960’ların ortasında Che Guevara, Küba Merkez Bankası Başkanı olarak dile getirmişti; o zaman tartışma, Che’nin kullandığı kavramlarla, Sovyetlerdeki “ekonomik hesaplama sistemi” ile Küba’daki “bütçeye bağlı finansman” sistemi arasındaki fark üzerineydi. Bunun ayrıntıları üzerine kitapta (“Rusya…”, s. 26-29) durmuştum.

İkinci madde ise tam da Galuşka’nın tartıştığı şeydir. Stalin dönemi iktisat siyaseti, NEP’in ardılı olduğu ve 1932 para-kredi reformuyla koşullandığı ölçüde, temel sektörlerde kayıtsız şartsız devlet tekeli öngörüyor, ama ara sektörlerde işletmeler arası işbirliği için esneklik yaratıyor, dahası bunların kredi imkânlarını da alabildiğine yüksek tutuyordu. Üstelik bu esneklik, kapitalizmin emek-değer “kanununun” aşındırılmasına, yani gerçekten yeni bir sosyal aşamaya geçilmesine de engel değildi; gene Galuşka’nın dediği gibi, savaştan sonra yıkıntılar üzerinde muazzam bir iktisadi kalkınmadan başka fiyatlar toplamda yarı yarıya düşmüştü.

1932 reformunun temeli, belki şu ilkeyle özetlenebilir: para, devlet tarafından, yatırımlar ölçüsünde yaratılır.

Bu bağlamda tali sayılabilecek diğer bir nokta ise, bu iktisat siyasetini devlet inşasıyla ilişkilendirmesidir; bu, eğer Rusya’da kavrandığı biçimiyle devletlilikte devamlılığı hatırda tutarsak, hem devlet teorisi açısından hem mevcut devletin ona izafe edilen nitelikleri açısından büyük önem taşıyor.

Okur, bütün bunların, benim epeydir yazı ve çevirilerimde önemle üzerinde durduğum stratejik planlama meselesiyle ilişkisini hemen fark edecektir.

* * *

“Kapitalizm kendini tüketti”

Rusya eski Uzakdoğu Kalkınma Bakanı ve şimdiki Kamu Odası Başkan Yardımcısı Aleksandr Galuşka

Üçüncü Orlov Uluslararası Ekonomi Forumu’nun sayın katılımcılarına teşekkür ediyorum. Bu foruma katılmaya davet edildiğim için Gennadiy Zyuganov’a minnettarım, forumu örgütleyenlere minnettarım.

Bugünkü konuşmamız son derece güncel. Küreselleşme bitti. Kapitalizm kendini tüketti. Rusya’ya karşı saldırgan bir iktisadi savaş ilan edildi.

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz meydan okuyuşlarla dünya yüzyılda ancak bir defa karşılaşır. Bugün önümüzdeki soru şu: geleceğin ekonomisi nasıl olacak? Ve bu soruya cevap, kendi ekonomimizi tarihimizi berrak, nesnel, profesyonel bir şekilde kavramaksızın verilemez.

Burada dünya çapında seçkin iktisatçı Joseph Schumpeter’in çok yerinde sözlerini belirtmek de mümkün. Schumpeter iktisat dünyasına katkıda bulunmuş ve dünya iktisat düşüncesine kendi iktisadi büyüme, iktisadi kalkınma, iktisadi dinamik teorisini katmıştı. Ayrıca inovasyon ekonomisi kavramını da [iktisat düşüncesine — H.Y.] ilk sokan insandı. Şunu çok doğru olarak belirtmişti: eğer ekonominin üstesinden gelmek istiyorsak, bir şeyleri gerçekten de inşa etmek istiyorsak, üç bilgi kaynağımız vardır: teori, istatistik ve tarih. Bununla birlikte Schumpeter’in görüşüne göre bunların en önemlisi tarihtir, çünkü iktisadi sistemin bugünkü dinamik kuvvetlerini ve büyüme faktörlerini bize kavratan tam da odur.

1929’dan 1955’e kadar ekonomimizin büyüme tarihine baktığımızda bu tarihler arasında ülkemizin iktisadi büyümede 20’nci yüzyılın dünya rekorunu kırdığını görüyoruz. Ekonominin hacmi bu yıllarda 14 kat arttı. Ortalama yıllık büyüme temposu ise dört savaş yılını düşerek yüzde 13,80 oldu. Bu devasa iktisadi büyüme dünyada 20’nci yüzyıldaki en büyük büyümedir. Buna ücretlerde 4 kat artış, insanların tasarruf kasalarındaki tasarruflarında 5 kat artış, yurttaşlarımızın ömründe 26 yıl artış ve halkımızın nüfusunda 46 milyon artış eşlik etti. Bugün Rosstat hesaplarına göre, eğer 27 milyon insanımızın hayatını alan dört yıllık savaş olmasaydı nüfus 1929-1955 arasında 100 milyon artacaktı. Bu, Mendeleyev’in tahmin etmiş bulunduğu nüfus dinamiklerine yakındır.

İşte bunlar, devlet inşasının ve ekonomimizin yaratılışının benzersiz bir aşamasını niteleyen doğrudan ölçülebilir göstergelerdir. Bunlara başvurduğumuzda bir dizi örnek profesyonel meselenin o sırada yenilikçi şekilde çözüldüğünü görüyoruz. Öyle yenilikçi ki, bu dönemin ekonomisini kavramak için tam anlamıyla paradoksal bir nitelik taşıyordu. Son derece yenilikçi ve bu bağlamda son derece etkili. Ve şu soruya ilk defa cevap verildi: ekonomiye büyüme hedefleri konulabilir mi? Yoksa ekonomi keyfince akabilecek kendi kendini örgütleyen bir sistem midir? Ve başlarında Krijanovskiy’in olduğu seçkin bir iktisatçılar grubu, birkaç yıl içinde ekonomiye hedefler koymanın, planlar yapmanın ve benzersiz sonuçlar almanın mümkün olduğunu gösterebildi.

Bugün ekonominin büyümesi hedefleri, milli hedefler başkanlık kararnamesinde bulunuyor. Peki biz Kamu Odası’nda, sorumlu yürütme organlarında somut olarak ne görüyoruz? Onlar buna inanmıyorlar. Ekonomiye hedefler konulabileceğini gerçek anlamda anlamıyorlar ve ekonomiye hedefler konulamayacağına eminler. [Onlara göre ekonomi değil ama — H.Y.] Sadece biz kendimiz bir takım şekillerde örgütlenebiliriz.

Ama 30 yıldır böyle öğrettiler. Ve hiç kimse bu benzersiz tecrübeye, yüzyıl önceki bu derin metodolojik tartışmada ekonomiye hedefler konulabileceğinin, temel planlar yapılabileceğinin ve benzersiz yüksek bir iktisadi büyümenin dengeli bir şekilde temin edilebileceğinin bilimsel olarak kanıtlandığına inanmıyor. Bütün bunlar pırlanta değerindeki yerli iktisat düşüncemizdir. Yerli iktisat pratiğimiz bunu içeriyor. Ve bugün buna başvurmak ve yüzyıl önce dünyada ilk defa böylesine makro ölçekte yapılan planları dünyada başka hiç kimsenin yapamadığını görmek zorundayız. Ama biz yaptık, yenilikçi bir şekilde, dünyada ilk defa ekonomide denge yöntemi uyguladık. 50 küsur yıl sonra 1973’te bunlar Vasiliy Leontyev’e sektörler arası dengenin geliştirilmesi metodolojisinden ötürü Nobel ödülü getirdi.

O dönemin özenli çalışanları, iktisatçılar ve devlet adamları bütün bunları mekanik hesap makinelerinde yaptılar. Bugünse elimizde mekanik hesap makineleri değil dijital teknoloji, büyük miktarda veriler, yapay zekâ varken doğrusunu söylemek gerekirse [durumumuz — H.Y.] utanç verici. Ve biz bugün hiçbir şey yapmıyoruz.

Devlet başkanının 2021 kasım tarihli kararnamesinde, üst düzey stratejik planlama devlet siyasetinin temellerini koyan bu kararnamede dosdoğru şöyle denir: ekonomide denge yöntemini yeniden doğurmak ve kullanmak, ekonomiyi bütün olarak, doğal ve maddi olarak, yapısal ve daha aydınlık olarak kavramak zorundayız. Şimdi 2023 haziran ayındayız, 1,5 yıldan fazla geçmiş. Bir tane olsun denge nerede? Bakanlıklar neden başkanın kararnamesini sabote ediyorlar? Ayrıca başka ne kararname gerek? Ülkenin çok önemli bir kanununun, stratejik planlama federal kanununun hayata geçirilmesinin aslında başlamamış olduğundan hiç söz etmiyorum. Üstelik 9 yıl oldu.

Bugün anlıyoruz ki bu pratik tecrübeye başvurup bütüncül, planlı, dengeli yerli iktisadın temini davasına yaslansak hata etmeyiz.

İkincisi: ülkede bilimsel bir okul yokken, mühendis kadroları yokken, teknoloji yokken, 20’li yıllarda büyük inşaatlar pratik olarak mümkün değilken bütün bunlar nasıl sağlandı? Bütün bu görevleri yerine getiren bizdik. Şimdi konuştuğumuz dışarıya beyin göçünü değil en iyi beyinlerin, en değerli insan sermayesinin, dünyadaki en iyi yönetici ve mühendislerin içeriye, ülkemize göçünü temin ettik. Dünyanın en iyi, en ileri, yönetme tecrübesi ve teknolojisinin en seçkin taşıyıcıları bizde çalışıyordu. Diplomatik ilişkilerimizin bile olmadığı Amerika’dan.

Neden devlet faaliyeti, yaptırımların bize engel olamayacağı, en iyi uzmanları buraya çekecek şekilde örgütlendi? Bunlar devasa fabrikalar ve yeni sektörler kurmamızda bize yardım ettiler. Ayrıca bunların hiçbiri de aslında ülkemizin vatandaşı olmadılar, hepsi sonra evlerine gittiler.

Dünyanın en iyi uzmanlarını çeken devlet faaliyetini öyle örgütlemiştik ki, sadece pratikte en ileri sektörleri inşa etmekle kalmadık, aynı zamanda dünyanın bu en iyi uzmanlarının etrafında çağdaş eğitim ve bilimsel bir okul örgütledik. Bu okul 7 yıl sonra yabancıların yardımı olmaksızın seçkin teknoloji ve teknik örnekleri ortaya koydu. Bu, devlet faaliyetinin kalitesi, bütüncül bir teknoloji siyaseti, bir sektörel siyasettir.

Başkanın 1 Aralık 2016 tarihli kararnamesi, ülkemizin bilimsel-teknolojik gelişmesi kararnamesi, pratiğe yönelik, çok iyi bir kararname. Kararnamede bütün acı veren noktalara işaret ediliyor, ekonomimizin problemleri dürüstçe sayılıyor. Ekonomik inovasyona karşı bağışıklık, artmakta olan teknolojik geri kalmışlık, bilimsel araştırma çalışmalarının etkisizliği; bütün bunlardan dürüstçe söz ediliyor orada, nerede olduğumuzun doğrudan göstergesi. Doğru öncelikler belirleniyor; gerçekten de teknolojik sıçrama ve teknolojik önceliklerin temini için neler yapmamız gerektiği söyleniyor.

2016’daki bu kararnamede şöyle deniyor: bu kararnamede belirlenen önceliklere uygun olarak Rusya Federasyonu hükümeti tarafından kompleks bilimsel-teknolojik projeler formüle edilmelidir. 7 yıl geçti. Nerede bu projeler? Hâlâ yapmaya uğraşıyorlar.

Sektörel siyasetten ve devletin sektörel yeterliliğinden 30 yıl önce vazgeçildi. Ve şimdi bu projeleri yapamıyoruz, olmuyor. Sadece bir ay önce, Kamu Odası’nda Güvenlik Konseyi ile birlikte bu meseleyi ele aldık ve devlet başkanının imzaladığı çok önemli bir kararnamenin hayata geçirilmesinde idari yetersizliği ifade ettik. Ne zaman yapacağız bunu? Üstelik de dünyanın önde gelen bir teknoloji gücünü daha savaştan önceki dönemde inşa tecrübemize dayanarak [yapabileceğimize — H.Y.] eminiz.

Savaştan sonra da fenomenel projeler hayata geçirildi: füze, atom, radyo-elektrik; bütün ekonominin teknolojik temeli yenilendi; 1953’te sınai-teknolojik aparatın yeniliği sıralamasında dünyadaki birinci ülkeydik. Bu sonuçları ve [bunları — H.Y.] veren pratik çalışmayı görmemek nasıl mümkün olabilir? Bu saçmalık, bu aptallık. Daha fazlasını söylemezsek.

Ekonomimizin teknolojik gelişmesinin örgütlenmesine yönelik bu tecrübeyle silahlanırsak bugün kesinlikle hata yapmış olmayacağımızdan eminiz. Üstelik bu, kararnamede de gösterilmiş; buna rağmen 7 yılda tek bir proje yapılmamış.

Ekonomi için, ekonomik büyüme için para. Doğal olarak bir soru geliyor: öylesine büyük ölçekte inşa edilmiş, öylesine büyük ölçeklerde donatılmış, binlerce yeni fabrika, binlerce yeni şehir! Ülkenin savaştan sonra yeniden imarı bir mucizedir. Batılı iktisatçılar bunun için 15-20 yıl vermişlerdi bize. Oysa bizde, 1947 dördüncü çeyreğinde sınai üretim savaş öncesi seviyesine varmıştı.

Batıda anlamıyorlardı: IMF’den hiçbir kredi almadığımız şartlarda, savaş sonrasının yıkımından sonra bütün bunları nasıl yaptık? Ama 1930-1931’in dahice, uygarlık yaratıcı ölçekte [önem taşıyan — H.Y.] para-kredi reformu uygulandı. O zaman ekonomide paranın yaratılması milli menfaatlere ve ekonominin büyümesinin gereklerine tabi kılınmıştı. Ve bu dönemde bu reformdan sonra sermaye yatırımında ortalama yıllık yatırım büyümesi yüzde 18,9 oldu. Bugün bundan söz ettik.

Krediler kısa vadeli ve pahalı olduğunda ekonomik büyümenin bir örneği yoktur. Üç yıllık yüzde 12-15. Bunun hiçbir örneği yok. Bizde para sirkülasyonu öyle bir şekilde örgütlenmişti ki, eğer plan yeni bir işletmenin dengeli bir şekilde inşa edilebileceğini gösteriyorsa, yani çimento var, tuğla var, işgücü var, enerji kaynağı var, alet edevatı nereden alacağız belli… Para problemi yok. Bu tecrübeden neden yüz çeviriyoruz?

Şunu da vurgulamak isterim: o dönemde savaş öncesi Almanya ve Roosevelt’in yeni dalgası bu tecrübeyi kullandılar. Büyük depresyon sırasında kredi eskisi gibi işlemezken Roosevelt tarafından rekonstrüksiyonu finanse etmek için devlet korporasyonu kuruldu. Ve 1930’larda dünyada pazara en çok dayanan ekonomide, ABD’de, başlıca kredi kuruluşu devlet korporasyonuydu. En temel kredi kuruluşu. Sosyal altyapının kurulması, ekonominin teknolojiyle yeni baştan silahlandırılması, askeri sektörün geliştirilmesi, depresyondaki bölgelerin kalkındırılması problemini o çözdü.

Bu aslında bizim tecrübemiz. Etkililiğini pratikte kanıtladı. Gerçekten işledi.

Ya da dünyada tasarruf ekonomisi kuran ilk ülke olmamız tecrübesi. Savaştan sonra. Seçkin maliye bakanı Arseniy Zverev’in çabaları sayesinde. Hatırlıyor musunuz, Vısotskiy’in bir şarkısı vardı: “Evvel zaman içinde fiyatları düşürmüşlerdi.” Bizde olmuştu bu. 1947’den 1954’e kadar fiyatlar toplamda yarıdan fazla düştü. Bugün bizde rüsum mengeneleri ekonomiyi ve insanları boğuyor. Rüsum yükselmemeli, düşmeli. Tasarruf ekonomisi rüsum sektöründe olmalı. Bunun nasıl yapılacağı da belli.

Japonlar bize baktılar (kendileri bunu itiraf ediyorlar), Japon ekonomik mucizesinin temelleri önemli ölçüde bu maliyet kaybını azaltma modeline dayanır. Bunu ilk yapan bizdik. O tarihi dönemde bunu dünyada ilk yapan biziz. Girişimciliği arteller şeklinde, sınai işbirliği şeklinde destekledik. Ve bizde açık filan olmadı. Geniş tüketim mallarında açık, Hruşçov 1960’ta ekonominin bu en önemli katmanını, arteller ve sınai işbirliği biçimindeki işletme inisiyatifini yok edene, hem de barbarca bir kabalıkla yok edene kadar hiç olmadı. Bir basamağı, iki basamağı artel olarak anmak mümkün. 1953’te 33.444 kalem emtia vardı. Gosplan ise 9.490 kalem planlamıştı. İlişki böyleydi.

Evet, bu [Gosplan kalemleri – H.Y.] yapısal önem taşıyan, kompleks, büyük sermaye yatırımıydı. Ama devlet işletmelerinin iç olmadığı yerler de vardı. Mesela çocuk oyuncakları üretimi. Devlet bununla uğraşmıyordu, hepsini arteller yapıyordu.

Ve bütün bunlar birlikte, yekpare bir tedbirler sistemi olarak, dahice yenilikçi çözümlerle bütüncül bir model olarak, bu bizim tarihi tecrübemizdir; bugün bu tecrübeye yaslanmakla hata yapmış olmayız; tersine, batıyla iktisadi savaşı muhakkak kazanırız, insanların gelirlerinde artışı, ülkemizin refah ve gücünü temin ederiz.

[1] Kullandığı ifade “Rusya” değil “Rus”; oysa genellikle bu tür durumlarda “Rusya halkı” denir. Bu, Rusya’da kendine has, büyük Rus şovenizminden ziyade ezilen milletin milliyetçiliğini andıran yeni bir tür milliyetçilik geliştiğine işaret sayılmalı. Bunun üzerinde daha sonra da duracağım.

GÖRÜŞ

Yeni nesil saldırılar

Yayınlanma

Yazar

Savaş araçları, taş ve sopalardan zırh ve kılıçlara, toplardan tanklara, nükleer silahlardan siber saldırılara kadar uzanarak insanlık tarihi boyunca evrilerek değişti. Elbette savaşlar sadece askeri mücadele ile sınırlı değil; ekonomik, siyasi ve diplomatik alanlara uzanması normal. Artık savaşın dijital arenada da gerçekleştiği yeni bir dönemdeyiz. “Yeni nesil saldırı” olarak adlandırılan bu saldırı tipi, bir ülkenin düşmanını sadece fiziksel kuvvetle değil, teknolojik üstünlükle de zayıflatma stratejisine dayanıyor. Yeni nesil saldırılar, geleneksel askeri operasyonların ötesinde, siber saldırılar, elektronik harp, psikolojik operasyonlar ve hassas hedefli saldırılar gibi çok boyutlu teknikleri barındırıyor. Bu tür saldırılar, genelde düşmanı “felç” etme amacı güderek; düşmanın iletişim ağlarını veya savunma altyapısını devre dışı bırakmayı hedefliyor.

Bu bağlamda, şu ana kadar dünyanın farklı yerlerinde gerçekleşen siber saldırılarda genelde networklere sızılmış, hassas gizli veriler çalınmıştı. İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah mensuplarının çağrı cihazlarının ve telsizlerinin eş zamanlı olarak patlatılması ile ilk defa bu yaygınlık ve ölçekte fiziksel olarak can ve mal kaybı gerçekleşti.

Bu saldırıların ilk günü gerçekleşen çağrı cihazlarının patlaması teknoloji üstünlüğünden ziyade, koordine ve uzun süre fark edilmeden devam eden istihbarat faaliyetlerinin eylemidir. Tedarik zincirine sızılarak çağrı cihazlarının içine patlayıcı madde yerleştirilmesi Hizbullah tarafından büyük bir istihbarat zaafı. Üstelik bu cihazlar teslim alındıktan sonra Hizbullah militanları tarafından neredeyse 5 ay boyunca fark edilmeden kullanıldı. İkinci günkü yeni nesil saldırıda patlayan telsizlerin yanı sıra bölgedeki diğer elektronik cihazların da patladığı gözlemlendi. Solar panellerden tabletlere uzanan bir yelpazede gerçekleşen patlamaların elektromanyetik bir saldırı sonucunda gerçekleşmiş olma ihtimali mevcut.

Her ne kadar kayıplar nicelik olarak büyük ve Hizbullah’ın göreceli olarak üst düzey mensupları hedeflenmiş olsa da bu iki yeni nesil saldırıdaki amaç yalnızca Hizbullah kadrolarını demoralize etmek değildi. Psikolojik savaş taktiği olarak amaç sadece Lübnan halkına korku aşılamak, insanları terörize etmek değil; bu korkuyu her şeyi kapsayan ve kaçınılmaz hale getirmeyi amaçlayarak, İsrail’in her yerde olduğuna inandırmak: ceplerinde, kulaklarında ve hatta çocuklarının yatak odalarında.

Lübnan’da meydana gelen yeni nesil saldırılar tüm dünyada savaş algısını değiştirerek cepheden çok uzaklarda olsak bile evimizde, okulda, işyerinde, markette, berber koltuğunda elimizden düşürmediğimiz elektronik eşyalarımızla hedefe alınabileceğimizi gösterdi. Karamsarlık aşılamadan önlem almak için gecikmememiz adına, yeni nesil savaşlar muhtemelen düşündüğümüzden korkunç ve çoktan hayatımızın içinde.

Savaş büyür mü?

Yeni nesil saldırılarla gündemimizi sarsan ve hepimizi ürküten bu savaş nasıl evrilecek? İsrail, muhtemelen geniş çaplı bir kara harekâtı başlatmadan önce yeni nesil saldırıları ve hava saldırılarını tercih ediyor. Böylece olası büyük bir savaşı başlatmadan önce hem insanlara korku salmış oluyor hem de Hizbullah yönetimine ve üst düzey komutanlarına suikast düzenleyerek onları elimine ediyor. Güney Lübnan’daki ve Bekaa’daki Hizbullah mevzilerini hedef alarak, örgütün silah depolarını ve askeri altyapısını büyük ölçüde yok ediyor.

Güney Lübnan’daki 150.000’den fazla insanı evlerini terk etmek zorunda bırakmayı da bir savaş taktiği olarak uyguluyor. Bu İsrail’in savaşı nasıl idare etmek istediğine yönelik ipuçları içeriyor olabilir. Öncelikle ilan ettiği hedef olan Litani nehrinin güneyinde sivil halkı bölgeden uzaklaştırarak belki de bir kara harekâtına gerek duymadan askeri amaçlarına ulaşmak. İkincisi, zaten peşpeşe krizlerin altında ezilen Lübnan halkının, yerinden edilen Güney Lübnanlı göçmenler eliyle, yaşam şartlarını daha da ağırlaştırmak isteyebilir. İsrail’in burada beklentisi de cephe gerisinde destek yerine ağır eleştirilere maruz kalan Hizbullah’ın mücadele kapasitesini iyice azaltmak.

Hizbullah ise tam ölçekli bir savaşa girmeden önce taktiksel saldırılarla devam ediyor. Genelde kuzey İsrail’deki askeri tesisler ile sınırladığı saldırılarını Haifa’ya, Tel Aviv’e kadar taşımaya başladı. Ancak şimdiye kadar verilen tepkilerin sınırlı kalması, çoğu Hizbullah yanlılarını bile yeterince tatmin edebilmiş değil. Sivil halkın da çok ciddi bedel ödediği bu kritik dönemeçte bu bedelden sorumlu tutulan Hizbullah’ın İsrail için en küçük caydırıcılık üretememesi artık daha yüksek sesle dile getiriliyor.

Aslında Hizbullah, İsrail’in güç zehirlenmesi yaşayarak Hizbullah’ı hafife alıp bir kara harekâtına başlamasını körüklemek de istiyor olabilir. Olası bir kara harbinde üstünlük sağlayarak İsrail’e büyük zahiyatlar verdirmeyi umuyor olabilir. Dağlık ve ormanlık bir bölge olan Güney Lübnan’ı Hizbullah’ın özellikle Rıdvan gücü çok iyi tanıyor. Hizbullah’ın tünelleri de hesaba katılırsa İsrail’in kara harbi opsiyonundan elinden geldiğince kaçınmaya çalıştığını görüyoruz. Zira Hizbullah’ı kuzey sınırından uzaklaştırıp kendi vatandaşlarının güvenli eve dönüşlerinin sağlamanın ötesinde Litani Nehri gibi yani zengin bir su kaynağı da İsrail’in iştahını kabartıyor.

Bir yandan İsrail kara harekatı başlatarak Lübnan’ın içlerine gelmesi mümkün ama işgali uzun süre sürdürmesi ve bunu tolere edebileceği kayıplar ile başarması çok daha zor. 2006’da Beyrut’a kadar girmiş ve sonra Mavi Hat’ta kadar geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Lübnan’ın Gazze’nin kaderini paylaşmasına ne engel olabilir?

İsrail kural ve sınır tanımazlığı ile bölgeyi ateşe atmaya devam ediyor ve önüne geçilmesi gerektiği her geçen gün daha da açık hale geliyor. Hizbullah’ın neredeyse yok olan komuta kademesine ve şimdiye kadar kayda değer caydırıcılık üretme iradesi ortaya koy(a)mamasına bakarsak cevap onlarda değil. Bölge ülkelerinin farklılıklarını bir kenara bırakıp İsrail’e karşı bir koalisyon kurma gerekliliği daha çok ön plana çıkıyor. İsrail kendisine “tehditleri” yok ettiğini düşünürken daha güçlü rakipler yaratıyor olabilir mi?

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail uçurumun kenarında

Yayınlanma

Yazar

İsrail Gazze’de Hamas’ın kökünü kazımak ve rehineleri kurtarmak amacıyla başlattığı ve yaklaşık bir yıldır sürdürdüğü operasyonlardan henüz tam sonuç alamamışken bu defa da Hizbullah ile bir savaş başlatmış görünüyor. Bu satırlar kaleme alındığı sırada (25 Eylül Çarşamba, erken saatler) henüz kara harekâtına giriş(e)memişti. Hatta yapıp yapmayacağı da pek kesin görünmüyordu; çünkü hafta sonunda Güney Lübnan’a yönelik yoğun hava operasyonlarına Hizbullah sanki hiç etkilenmemişçesine karşılıklar vermeye devam ediyordu.

Ana akım medyada tam olarak yer almasa da Hizbullah’ın İsrail’in kuzeyindeki özellikle askeri hedefler ve Hayfa şehrini yoğun bir biçimde vurduğu, bunun üzerine İsrail’in kuzey bölgesinin önemli bir kısmından sivilleri boşaltmak (veya sığınaklara yerleştirmek) zorunda kaldığı haberleri geliyordu. Bunlara ilaveten İsrail’in hava bombardımanına karşılık Tel Aviv’e de füzelerle saldırdığı ve bütün bu saldırılarda İsrail’in fena halde övülen hava savunma sistemi Demir Kubbe’nin etkisiz kaldığı gözlemlenmekteydi.

HİZBULLAH KOLAY LOKMA DEĞİL

Kısacası Hizbullah, İsrail ile giriştiği her silahlı çatışmada ortaya koyduğu gibi kolay lokma değil ve bu defa da muhtemelen olmayacak. İsrail’in Lübnan’ı işgal ettiği 1980’li yılların başlarında doğan/güçlenen ve bugüne kadar İsrail ile defalarca çatışmaya giren bu örgüt ne bir düzenli ordu ne de sıradan gerilla yapılanması. Savaşın gidişatına göre her iki yöntemi de kullanabilen her defasında İsrail’e büyük kayıplar verdirerek geri adımlar atmaya zorlayan Hizbullah en son 2006 yılındaki savaşta da aynı başarıyı göstermişti.

Şimdi İsrail kapsamlı bir kara harekâtına girişecek olursa muhtemelen benzeri bir sonuç ortaya çıkacak. Fakat bundan olabildiğince imtina ettiğini görüyoruz. Hizbullah ile İsrail arasında en son 2006 yılında gerçekleşen ve 33 gün süren çatışmalarda İsrail şimdi olduğu gibi sivil, çoluk-çocuk gözetmeksizin yoğun bir hava bombardımanıyla harekata başlamış; ancak daha sonra kara operasyonuna giriştiği andan itibaren büyük kayıplar vererek geri çekilmişti.

Öyle ki, Hizbullah çok sayıda İsrail tankını tahrip etmiş; İsrail helikopterlerini düşürmüş, helikopterlerin kolaylıkla operasyon yapmalarına izin vermemiş ve F-16’lardan bazılarını vurduğu konuşulmuştu. Hatta bir defasında Hizbullah Lideri Nasrallah canlı yayına çıkıp konuşurken ‘şu anda direniş güçlerimiz bir İsrail savaş gemisini vuracak’ açıklaması yapmış ve tam da o sırada bir Hizbullah füzesi hızla İsrail savaş gemisini etkisiz hale getirmişti. İsrail’in sivil yerleşim merkezlerine yönelik yoğun hava bombardımanını bütün uyarılara rağmen aralıksız devam etmesi üzerine Hizbullah da İsrail yerleşim yerlerini vurmaya başlamış ve önce Lübnan sınırına yakın kasabalara/şehirlere yönelik Hizbullah saldırıları sonuçta İsrail’in hiç beklemediği bir şekilde Tel Aviv’e kadar ulaşmıştı. Ve bu arada çok sayıda askeri Hizbullah tarafından esir alınan İsrail adeta süklüm püklüm savaştan geri çekilmek zorunda kalmıştı.

ŞİMDİKİ ASKERİ-POLİTİK DURUM HİZBULLAH’IN DAHA DA LEHİNDE

Peki 2006’ya göre şimdiki durum askeri ve politik açılardan nasıl? Şimdi başlayacak bir savaşta Hizbullah 2006’ya oranla daha avantajlı görünüyor. Öncelikle İsrail’in Hamas’a karşı giriştiğini iddia ettiği ve Gazze’de tam bir soykırıma dönüşen operasyonundan istediği sonuçları aldığı söylenemez. Sivillere soykırım yapmak askeri güç kullanmanın siyasi-diplomatik sonuçlarını elde etmek anlamına gelmeyebilir/gelmez. Örneğin rehineleri kurtarmak veya Hamas’ın kökünü kazımak olarak ifade edilen savaş amaçlarından hiçbirisi elde edilebilmiş değil. Ortada korkunç bir soykırım olduğu açık ama Hamas Gazze’de hala operasyonel ve İsrail’in Hizbullah’a karşı başlatacağı bir kara harekâtından faydalanarak pusu ve benzeri başka yöntemlerle İsrail’e zarar vermeye çalışacak ve verecektir.

Öte yandan Türk medyasının adeta ısrarla görmezden geldiği bir diğer olay/gelişme başka ipuçları veriyor. İsrail’in, Hizbullah’ın bazı mensuplarının kullandığı çağrı cihazları ve telsizleri uzaktan patlatmasından hemen önceki günlerde Yemen’deki Husiler olarak bilinen ve Direniş ekseni güçlerinin önemli bir parçası haline gelen yönetim Tel Aviv’i iki bin kilometre uzaktan hipersonik bir füzeyle vurmayı başarmıştı.

Bu olay özellikle önemli idi; çünkü hipersonik füzeler tam anlamıyla Batı’nın envanterinde bile yok. Dünyada en gelişmiş olanlarının Rusya ve Çin’in envanterinde bulunan bu füzelerden İran da yapmayı başardı. Yemen’den atılan bu füze Kızıldeniz üzerinden ve muhtemelen Amerikan donanmasının bulunduğu bölgelerden veya yakınından geçip iki bin kilometreden fazla yol katederek, on bir dakikada Tel Aviv’i vurabildi. İsrail’in hava savunma sistemi Demir Kubbe’nin etkisiz kalma sebebi bu tür füzelerin radarda hemen hemen görünmemesi ve/veya bunları karşılayacak süratte Batı’nın elinde füzeler olmaması. Hizbullah ile başlayacak bir kara savaşında Yemen Husilerinin bu füzelerden daha fazla fırlatarak İsrail’i zor duruma sokmaları kuvvetle muhtemel. Husilere karşı gönderilen Batılı deniz gücünün hemen hemen hiç etkili olmadığını biliyoruz.

Bunlara ilaveten Irak ve Suriye’de de Direniş Ekseni unsurlarının bulunduğunu dikkate almak gerekir. Bunların da belirli ölçülerde ellerindeki dronlarla savaşa katılacaklarını ve İsrail’e karşı Hizbullah’ın yanında yer alacaklarını hesaplamak gerekir. Politik açıdan ise 2006’ya göre şartlar İsrail’in oldukça aleyhinde. Öncelikle Netanyahu hükümetinin özelinde İsrail bütün dünya kamuoyları ve pek çoğunun hükümetleri nezdinde tam bir parya olmuş durumda. Amerika’da bile hem kamuoyu hem de Amerikan elitinin önemli bir kısmı İsrail’i şiddetli bir eleştiri yağmuruna tutabiliyor.

Bunların ilk bakışta Hizbullah ile İsrail arasında yaşanacak bir kara savaşında fazlaca bir etkisi olmayacağı söylenebilir; ancak İsrail vatandaşları üzerinde olumsuz psikolojik etkileri olacağına hiç şüphe yok. Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısı ve ardından başlatılan Gazze operasyonlarından bu yana büyük bir bölümü başka ülkelere aynı zamanda vatandaş olan İsrail yurttaşlarının kayda değer sayıda bir kısmının ülkeyi terk ettiğini de hesaba katmak gerekir. Özellikle Hamas’ın fırlatabildiği füzeler ve özellikle Hizbullah ile İsrail arasındaki düşük yoğunluklu çatışmalarda Hizbullah tarafının İsrail’i kolaylıkla füze yağmuruna tutabilmesi bu süreci hızlandırmış olmalıdır. Bölgesel açıdan belki de 2006’ya göre İsrail lehine meydana gelen tek değişken Suriye devletinin Türkiye’nin de kendi çıkarları aleyhine destek verdiği bir kirli savaşla zayıflatılmış olmasıdır. Ve bunun bir Hizbullah-İsrail savaşı üzerinde nasıl etkiler yaratacağını önümüzdeki günlerde daha iyi gözlemleyebileceğiz.

ÇOK KUTUPLULUK VE KOLEKTİF BATI’NIN DENGELENMESİ

Çok kutupluluğun önlenemez bir şekilde yeni dünya düzeni haline gelmesinin bölge ve İsrail açısından önemli sonuçları olacaktır; çünkü çok kutupluluk Kolektif Batı’nın üstünlüğünün başta askeri alanda olmak üzere ekonomik ve teknolojik alanlarda da dengelenmesi demektir ki, bunun ilk ipuçlarını halihazırda görmekteyiz. Özellikle Amerika’nın bir yanda Rusya öte yanda da Çin ile güç mücadelesi yürüttüğü bir dönemde İsrail’e yapacağı yardım ve destek seçim dönemlerinde olduğu kadar kapsamlı olmayabilir. Hatta bazı Yahudi kuruluşlarının da ifade ettiği gibi, Amerika’daki seçmen profilinin hızla değişmesi ve seçmenlerin iyi gitmeyen ekonomiye odaklanması gibi konular çok yakın bir gelecekte İsrail-Amerika ilişkileri üzerinde ciddi etkiler yapmaya başlayabilir.

Bir yandan kendilerini Direniş Ekseni olarak tanımlayan ve başını Hizbullah’ın çektiği güçler ile öte yandan iki devletli bir çözümü reddeden mevcut İsrail yönetimine karşı siyasi/diplomatik bir mücadele yürüten Arap devletleri arasına sıkışmış ve yeterli nüfusa sahip olmayan bir İsrail’in şu anda izlediği soykırım, katliam, etnik temizlik, savaş vd. politikalarını orta vadede devam ettirmesi mümkün olmayabilir. Kısacası İsrail adeta kendi sonunu getirmeye doğru hızla ilerliyor.

Bu süreci tersine döndürebilmesi için Gazze’de tam bir ateşkes sağlanması ve ardından bir Filistin Devleti’nin kurulması yolunda ciddi ve kapsamlı adımların atılmasına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin Oslo Barış Sürecinde İsrail iki devlet modelini tam anlamıyla hayata geçirmiş olsaydı Hamas konusu Filistin devletinin ve Filistin politik liderliğinin bir iç meselesi olarak kalacaktı. Ve Hizbullah ile diğer Direniş Ekseni Güçleri ve İran İsrail’e karşı mücadelenin en önemli unsuru olan meşruiyet kaybına uğrayacaklardı. Ama soru şu: İsrail’de ileriyi gören bir vizyon hükümet olup halkın desteğiyle böyle bir barış süreci başlatabilir mi? Şu anda maalesef ümitlerin oldukça düşük olduğu bir zaman diliminden geçiyoruz.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail’in “hedefe yönelik infaz” politikasının tehlikeli tırmanışı ve genişlemesi

Yayınlanma

Yazar

17-19 Eylül tarihleri arasında Lübnan’da art arda yaşanan büyük çaplı çağrı cihazı ve telsiz patlamaları, yaklaşık 100 kişinin ölümüne ve binlerce kişinin yaralanmasına yol açtı. Ölenler arasında siviller ve çocuklar da bulunuyordu. Bu benzeri görülmemiş saldırılarda mağdurların çoğunun Hizbullah üyesi olması ve olayların ağırlıklı olarak Beyrut’un güney banliyöleri, Güney Lübnan ve Beka Vadisi gibi Hizbullah’ın kontrolündeki bölgelerde gerçekleşmesi nedeniyle hem Hizbullah hem de Lübnan hükümeti, bu saldırıların İsrail tarafından düzenlenen organize bir telekomünikasyon saldırısı olduğu konusunda neredeyse oybirliğiyle görüş bildirdi.

İsrail-Filistin ve İsrail-Lübnan çatışmasının yeniden alevlenmesinden sonra, Hizbullah liderleri İsrail istihbaratının Lübnan’ın akıllı telefon ağlarına sızdığı uyarısında bulunmuştu. Bunun üzerine üyeler, konumlarının tespit edilmesini önlemek amacıyla genelde eski, düşük teknolojili iletişim cihazlarını kullanmaya başlamıştı. Associated Press’e göre, bu ekipmanları kullananlar arasında Hizbullah’a bağlı okullar, hastaneler ve yardım kuruluşları gibi askeri olmayan kurumlar da bulunuyordu.

İsrail, geleneksel olarak “ne doğrulama ne yalanlama” tutumunu sürdürse de İsrail ile Hizbullah arasındaki çatışmanın giderek tırmanması göz önüne alındığında, çoğu gözlemci, teknolojik olarak güçlü olan İsrail’in, iletişim cihazlarının tedarik zincirine sızarak önceden yerleştirilmiş mikro bombaları patlattığı, böylece “hedefe yönelik infaz” politikasını ölçeklendirdiği ve savaş düzeyine çıkardığı sonucuna varıyor. Bu, Hizbullah’tan intikam almak ve onları caydırmak amacıyla yapılan bir hamle olarak görülüyor.

Eğer durum buysa, bu, İsrail’in yıllardır uyguladığı “hedefe yönelik infaz” politikasını daha yenilikçi hale getirip, ölçeğini genişlettiği ve şiddetini artırdığı anlamına geliyor. Tüketici ürünlerini, özellikle iletişim cihazlarını kitlesel imha silahlarına dönüştürerek savaş hukuku, uluslararası hukuk ve insani ilkeleri daha da ihlal ediyor ve uluslararası çatışmalar için yeni bir Pandora’nın kutusunu açarak kötü bir örnek teşkil ediyor.

“Hedefe yönelik infaz” neden bu kadar yaygın?

İsrail, küçük bir ülke ve nüfusu az olduğundan, tarih boyunca önleyici saldırıları ve hızlı sonuç almayı tercih etti. Uzun süreli çatışmalar İsrail’e büyük insan ve maddi kayıplar yaşattığı için, hükümet, çatışmaları durdurmak için karşı tarafla aynı şiddette veya daha fazla şiddet kullanmak zorunda kaldı. İsrailliler yıllarca dağınık halde yaşadı, ayrımcılığa ve katliama maruz kaldı ve ülke sürekli savaş durumunda kaldı. Endişe ve kriz bilinci, kaçınılmaz bir psikolojik gölge haline geldi ve hatta ulusal karakterin önemli bir özelliği olarak yerleşti. On yıllardır süren gergin karşı karşıya gelme ve şiddet tehdidi, çoğu İsraillinin güvenliği en yüce değer olarak görmesine ve “dünyayı karşıma almaktansa dünyanın beni karşısına almasına izin veririm,” şeklinde aşırı bir benmerkezci zihniyetin oluşmasına neden olmuştur. Bu faktörler, İsrail’in uzun süredir uyguladığı “hedefe yönelik infaz” politikasının ardındaki intikam motivasyonunu oluşturuyor ve bu politikanın çoğu İsrailli tarafından kabul görmesinin toplumsal temelini oluşturuyor.

“Hedefe yönelik infaz” politikası, İsrail hükümetinin düşman stratejisinin tutarlılığını ve göreli rasyonelliğini yansıtıyor. Bu politika, içeride saldırı mağdurlarını teskin edebilir ve olası tehditleri önleyebilir; dışarıda ise “terörle mücadele” bahanesiyle uluslararası baskıyı hafifletebilir. Bu şekilde, çatışmanın topyekûn tırmanmasını veya genişlemesini önleyebilir, geniş çaplı insani felaketlerin ortaya çıkmasını engelleyebilir, kamuoyu eleştirilerini azaltabilir ve düşman cepheyi bölüp parçalayarak İsrail karşıtı duyguları zayıflatabilir. Ayrıca, düşman radikal grupların örgütsel yapısını caydırma, dağıtma ve felç etme etkisi de vardır.

“Hedefe yönelik infaz” neden sıklıkla başarılı oluyor?

İsrail’in “hedefe yönelik infaz” yöntemleri çeşitlilik gösteriyor. Bu yöntemler arasında havadan karaya füze saldırıları, keskin nişancı tüfekleri, tank saldırıları ve arabalara, telefon kulübelerine, beton bariyerlere hatta cep telefonlarına uzaktan kumandalı bombalar yerleştirme gibi yöntemler yer almaktadır. Zaman zaman başarısızlıklar yaşansa da İsrail askeri istihbarat birimleri genelde istikrarlı, hassas ve etkili bir şekilde hareket edebilmekte ve yan hasarı en aza indirmeye çalışıyor. Şimdi, uluslararası kamuoyu, İsrail’in çağrı cihazları, telsizler ve hatta güneş panellerinde önceden yerleştirilmiş mikro patlayıcıların toplu ve hedefe yönelik olarak patlatılmasını sağladığına inanıyor. Bu, “hedefe yönelik infaz” politikasının zamanla durmadığını, aksine daha da geliştiğini gösteriyor.

“Hedefe yönelik infaz” politikasının bu kadar yaygın olması ve sık sık başarılı olması, temel olarak şu faktörlere dayanıyor:

İlk olarak, İsrail ezici bir genel güce sahiptir. İsrail uzun süredir savaş durumunda olduğundan, askeri ve istihbarat birimleri her an tetikte durumdadır. Sadece askeri alanda tüm Ortadoğu’nun süper gücü olmakla kalmayıp, aynı zamanda ekipman, teknoloji, iletişim, asker kalitesi, eğitim kalitesi ve savaş deneyimi açısından dünya çapında birinci sınıftır. “İnfaz” hedeflerini ele alırken adeta serçeyi öldürmek için top kullanır. “İnfaz” operasyonlarının kendisi sadece çeşitlilik göstermekle kalmayıp, aynı zamanda çok yüksek teknoloji içeriğine sahiptir.

İkincisi, İsrail’in askeri veya istihbarat kurumları önceden hazırlık yaparak, hedeflerin kullandığı ekipmanlara önceden bombalar yerleştirmekte ve gerektiğinde uzaktan kumandayla patlatır. Ankesörlü telefonlara, cep telefonlarına, telefon kulübelerine, yol bariyerlerine ve hatta sahte hediyelere uzaktan kumandalı bombalar yerleştirmek ve uygun zamanda patlatmak, İsrail’in bombalı suikastlarında sık kullanılan bir yöntemdir.

Üçüncüsü, ekipman kabiliyetlerindeki asimetriyi kullanarak tanklar, helikopterler, insansız hava araçları, roketatarlar veya keskin nişancı tüfekleri ile uzak mesafeden öldürme ve bombalama.

Dördüncüsü, düşman ülke sivilleri gibi kılık değiştirerek suikast hedefine yaklaşma ve eylemi gerçekleştirme.

“Hedefe yönelik infazın” başarılı olmasının bir diğer önemli faktörü, çok sayıda muhbirin işbirlikçi olarak hareket etmesi ve İsrail’in askeri istihbarat birimlerine hassas istihbarat sağlaması veya cep telefonu, araba gibi ekipmanları temin etmesidir. İsrail’in muhbir yetiştirme yöntemleri arasında şantaj, rüşvet ve iş izni verme gibi yöntemler bulunmaktadır. Bu, iradesi zayıf ve geçim sıkıntısı çeken bazı Filistinlileri, Lübnanlıları veya İranlıları ulusal çıkarlarına ihanet etmeye zorlamaktadır. Bazı istihbarat raporlarına göre, İsrail istihbarat kurumlarının Tahran’da Hamas lideri Heniye’yi “hedefe yönelik infaz” etmesi, satın alınmış içeriden birinin takibi, konumlandırması ve önceden patlayıcı yerleştirmesi yoluyla gerçekleştirilmişti.

İsrail hükümeti, bir dönem yargısız infaz eylemini “tasfiye” (Liquidation) olarak adlandırıyordu; ardından bu terimi “hedefe yönelik infaz” (Targeted Killing) olarak değiştirdi. Bu tanım bile yeterince açık olmasa da çoğunlukla bu eylemi “aktif savunma” olarak nitelendirerek, uluslararası ve yerel sol medya tarafından “suikast” olarak değerlendirilen bu eylemleri reddetti. Fakat adı ne olursa olsun, bu tür eylemlerin suikastın temel özelliklerine uyan birkaç gerçeği değiştirmediği açıktı: Hukuki bir yargılama olmaksızın suçlanan bir kişiyi yasa dışı şekilde öldürmek, doğrudan bir çatışma olmadan ve hedefin savunma şansı olmadığı bir anda hayatına son vermek ve genellikle bu eylemleri ya inkâr etmek ya da sessiz kalmak.

20 yılı aşkın süre önce, İsrailli milletvekilleri, avukatlar ve gazetecilerden oluşan İşgal Altındaki Topraklardaki İnsan Hakları Bilgi Merkezi (ICHROT), bir raporunda, suikastın İsrail’in 30 yılı aşkın süredir Filistinli önemli isimleri öldürme politikasının bir parçası olduğunu ve Aksa İntifadası sonrasında ortaya çıkan yeni bir uygulama olmadığını belirtti. Gerçekten de durum böyleydi.

O dönemde İsrail ordusunun Batı Şeria bölgesi komutanı Tuğgeneral Benny Gantz’a bir “temizleme politikasının” olup olmadığı sorulduğunda şu cevabı vermişti: “Temizleme diye siz dediniz, ben değil. Ne gerekiyorsa yapacağız ve tehdit olduğu sürece benzer operasyonları durdurmayacağız,” dedi. Özel Kuvvetlerin kurucularından Rami Golzin, İsrail gazetesi al-Hayat’a verdiği mülakatta şunları itiraf etmişti: “Biz tasfiye gerçekleştiriyoruz. Eğer Ebu Cihad’ı (1988’de) veya tasfiye edilmesi gereken diğer hedefleri tasfiye etmeseydik, otobüslerimiz havaya uçurulurdu ve 17 evladımız öldürülürdü”.

İsrail askeri istihbarat birimleri başlangıçta, suikast operasyonları sonlandıktan sonra belli kişileri “tasfiye” ettiklerini ilan ediyordu. Ancak daha sonra sessiz bir tutum benimseyerek bu faaliyetleri ne kabul ediyor ne de reddediyordu. Ancak değişmeyen bir uygulama, suikastların hedeflerinin “suçlarını” sayma pratiğiydi. İsrail askeri istihbaratı, suikastları hedeflerin terör saldırılarını önlemek için gerçekleştirdiklerini belirtiyordu. Bu, tipik bir “önce infaz, sonra yargılama” yaklaşımıydı.

İnsan hakları ihlalleri ve kınama

ICHROT, İsrail’in suikast politikasının hedeflerin yaşam hakkını ihlal ettiğini ve uluslararası hukuk ile İsrail yasalarının temel ilkelerine aykırı olduğunu vurgulamıştı. Bu politikanın en kritik noktası, hukuki dayanak olmadan bir kurum veya şahsın başka bir şahsı öldürme kararı alması ve bunu yargı organlarının onayı olmadan uygulamasıydı. Ayrıca, “sanık” genelde kendisine yöneltilen suçlamalardan habersiz olup, suçlansa bile kendini savunma şansı bulamıyordu.

Bu organizasyon, İsrail’in suikast politikasının, Filistinlilerin İsrail hedeflerine yönelik “terör saldırılarına” misilleme veya bu saldırıları organize edenleri cezalandırma amacı taşıdığını belirtiyordu. Ancak bu operasyonlar çoğu zaman şaibeli ve hatalı istihbarata dayandırılıyor ve bu durum, İsrail ordusunun kolayca harekete geçmesine, gücünü kötüye kullanmasına ve masum insanların zarar görmesine yol açıyordu. Çok sayıda olayda, İsrail’in “hedefe yönelik infaz” uygulamalarının, suikast hedefi olan insanların masum aile fertleri de dahil olmak üzere çok sayıda sivilin ölümüne neden olduğu görülmüştü.

Bir diğer önemli sorun ise, “hedefe yönelik infaz” politikasının askeri operasyonları sınırsız hale getirmesiydi. Eğer İsraillilere saldırdığından şüphelenilen Filistinlileri ya da Lübnanlıları öldürmek mümkünse, potansiyel saldırganlara ne yapılacaktır? Peki ya İsrail hedeflerine dönük saldırıları desteklediklerini sadece sözlü olarak ifade eden herhangi bir milletten insanlar, özellikle de Orta Doğu ülkelerinin vatandaşları ne olacak? Zira İsrail mantığına göre bunların hepsi potansiyel teröristtir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English