Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: Washington Tahran’ın artan nüfuzuna önlem almalı

Yayınlanma

Washington’un dış politikasına etkileriyle öne çıkan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organı Foreign Affairs, İran’ın bölgesel yumuşama politikasını ele alan bir analiz yayınladı. İran’ın ABD’nin Orta Doğu’da azalan hırsından faydalandığını ve attığı adımların ABD’yi daha fazla yerinden ettiğini savunan analize göre, ABD’nin on yıldır izlediği değişken ve karışık dış politika nedeniyle Arap ülkeleri de tek seçeneklerinin Tahran’la daha yakın iş birliği yapmak olduğunu düşünüyor. ABD’nin Orta Doğu’daki tecrit, ekonomik yaptırım ve askeri kısıtlama gibi diplomatik araçlarının giderek önemsizleştiğine dikkat çeken analiz yine de Arap devletlerinin İran’la diplomatik yakınlaşma arayışında aceleci davrandığı görüşünde. Analiz, İran’ın bölgesel hırslarının değişmediği gerekçesiyle Arap ülkelerine eskiden olduğu gibi Washington’un liderliği altında buluşmalarını öneriyor. Tabii, “ABD’nin kendilerini terk etmediği konusunda güven vermesi” karşılığında…

Analizde, Körfez ülkelerinin bugüne kadar Washington’un liderliğine güvenmekle ne kazandıkları ya da ABD’nin varlığının Orta Doğu’yu nasıl iyileştirdiği ile ilgili “aydınlatıcı” bir bilgi bulunmuyor. Zaten analizin derdi de Orta Doğu’nun gelişimi ve iyileşmesi değil, İran’ın bölge ülkeleriyle normalleşmesinin ABD’nin çıkarlarını tehdit etmesi. Dolayısıyla, başarısızlığı kanıtlanan “güvenlik” penceresinden bakarak ABD’nin güven tazelemesi halinde eski ihtişamlı liderliğine kavuşacağı yanılsaması içinde:

***

İran Kabuğundan Çıkıyor

Washington Tahran’ın Bölgesel Nüfuzuna Karşı Yeni Yollar Bulmalı

Jamsheed K. Choksy, Carol E. B. Choksy

Nisan ayında Pekin’den İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ve Suudi mevkidaşı Prens Faysal bin Ferhan el-Suud’un Çin Dışişleri Bakanı Qin Gang ile gülerek el ele tutuştukları şaşırtıcı fotoğraflar geldi. Sünnilerin kontrolündeki Suudi Arabistan ile Şiilerin egemenliğindeki İran arasındaki ilişkiler on yıllardır sert bir şekilde devam ediyordu. Ancak son beş ayda, bu uzun süreli düşmanlık altüst oldu. İran ve Suudi Arabistan bir güvenlik iş birliği anlaşması imzaladı, ticari uçuş bağlantılarını yeniden kurdu ve ikili ticareti çözdü. İran’ın Riyad’daki büyükelçiliği kapatılmasından yedi yıl sonra 6 Haziran’da yeniden açıldı.

Tahran sadece Suudi Arabistan’la yakınlaşmayı hızlandırmakla kalmadı. Bahreyn, Mısır, Kuveyt, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve başka yerlerde diplomatik ilişkilerini ve ekonomik nüfuzunu yeniden tesis etmeye çalışarak Arap dünyası genelinde bir sempati başlattı. İran, ABD’nin Orta Doğu’daki şaşkınlığından ve azalan hırsından faydalanmak için fırsat görüyor ve attığı adımlar ABD’nin Orta Doğu’da daha fazla yerinden edilmesine katkıda bulunuyor.

Tahran bu sıfırlamayı başarmak için daha az ideolojik, daha pragmatik bir bölgesel dış politikaya yöneldi. Ancak Batılı ve Arap ülkeler bu değişime şüpheyle yaklaşmalı. İran’ın politikalarında uzun vadede iyi bir komşu olmaya niyetli olduğunu gösteren hiçbir işaret yok. Ve pek çok kanıt, bölgesel hegemonyayı güvence altına alma niyetinde olan revizyonist, devrimci bir güç olarak rolünü yeniden kazanmayı amaçladığını gösteriyor. Suudi Arabistan ve Orta Doğu’nun geri kalanı için İran’la uzlaşmak büyük bir kumar. Batı içinse bir felaket olabilir.

GERGİNLİĞİN TARİHİ

İran’ın son şahı Muhammed Rıza Pehlevi, iktidarda kaldığı 37 yıl boyunca ülkesini Orta Doğu’da hüküm süren Müslüman bir güce dönüştürdü. Washington tarafından desteklenen ve en iyi Amerikan mühimmatlarıyla silahlandırılan İran, Arap komşularına, hatta Mısır ve Suudi Arabistan gibi ABD korumasından yararlananlara bile hükmetti. Ancak 1978-79 İslam Devrimi’nden sonra İran’ın konumu hızla kötüleşti.

Sünni Müslüman liderler İran’ın kendi hükümetlerini istikrarsızlaştırmak için Şii radikalizmini ihraç etme niyetinde olduğundan endişe etmeye başladılar. 1981 yılında altı Körfez ülkesi İran’ın etkisine karşı Körfez İşbirliği Konseyi’ni kurdu; on yılın geri kalanı boyunca Tahran, Mekke’nin kontrolü konusunda Riyad ile defalarca çatıştı. Bir grup İranlının 1987 Hac ziyareti sırasında Suudi güvenlik güçlerine saldırmasının ardından Suudi Arabistan, İran ile ilişkilerini kesti. İran ve Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerde 1990’larda başlayan kısa süreli yumuşama 2011’de İran Devrim Muhafızları’nın Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi’ne suikast girişiminde bulunmasıyla sona erdi.

Arap Baharı Sünni liderlerin İran’a yönelik kaygılarını daha da artırdı. Suudi Arabistan 2012’de ülkenin önde gelen Şii alimlerinden Ayetullah Şeyh Nimr Bakır el-Nimr’i İran adına Suudi siyasetine karışmakla suçlayarak tutukladı. Nimr’in 2016’da idam edilmesinin ardından protestocular İran’daki Suudi diplomatik temsilciliklerini ateşe verdi ve Riyad tüm İranlı diplomatları sınır dışı etti; Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve hatta Sudan da aynı şeyi yaptı.

EVDE YANGIN BAŞLADIĞINDA

Ancak İran’ın komşu ülkelerle ilişkileri bozuldukça, Tahran’ın liderleri ülke içinde artan bir baskı altına girdi. 1999 yılında, ilk olarak daha fazla istihdam fırsatı için mücadele eden öğrencilerin öncülük ettiği protestolar İran’ın dört bir yanındaki şehirleri sarstı. Yavaş yavaş, bu öğrenci protestoları çok daha geniş bir memnuniyetsiz İranlı tabanından destek aldı. İranlı liderlerin acımasız dini köktenciliği ve yabancı yaptırımlar ile kötü mali yönetimin yol açtığı ekonomik sıkıntılar on yıl boyunca gerilimi tırmandırdı. 2009 yılında hileli bir cumhurbaşkanlığı seçimi, 200.000’den fazla protestocunun rejimin meşruiyetine meydan okuduğu popülist bir ayaklanmayı tetikledi.

İran hükümeti, muhalefetin kamuoyu önünde ifade edilmesini engelledi ancak protestolar devam etti. Su kıtlığı ve enflasyon İran’daki iç çatışmaları körükledi; 2019-20 kışında artan gaz fiyatları nedeniyle yapılan protestolar 20’den fazla şehre yayıldı. Eylül 2022’de İranlı liderler, 22 yaşındaki öğrenci Mahsa Amini’nin başörtüsünü uygunsuz bir şekilde taktığı iddiasıyla tutuklanmasının ardından hayatını kaybetmesiyle İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana en ciddi iç sorunla karşı karşıya kaldı. Kentli ve kırsal kesimdeki İranlılar sokaklara dökülürken, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney liderliğindeki rejim hayatta kalma mücadelesi verdiğini fark etti.

Bu arada 2010’lar boyunca Sünni monarklar, Washington’un dikkatinin Orta Doğu’dan uzaklaşmasını tedirginlikle izlediler. Riyad, Yemen’de Tahran destekli Husilerle kazanılması imkânsız bir savaşa saplandı; bu çatışma boyunca İran yapımı seyir füzeleri ve insansız hava araçları, 2019’da Suudi ulusal petrol şirketi Aramco’ya ait bir tesis de dâhil Suudi Arabistan içindeki hedefleri bile vurdu. Körfez Arap ülkeleri, bırakın Tahran’dan gelebilecek doğrudan saldırıları, İran destekli devam eden terör saldırıyla bile baş edemeyeceklerinden endişe etmeye başladılar. İran ile diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesi ihtimali, gerilimi azaltmanın, vatandaşlarını korumanın ve ekonomilerini güvence altına almanın bir yolu olarak cazip hale geldi.

KAYNAŞMA DAVETLERİ

2021 ve 2022 yılları boyunca Bağdat’taki yoğun uzlaşma görüşmeleri Riyad ve Tahran arasındaki ikili ilişkilerin yeniden başlamasına zemin hazırladı. Suudi Arabistan, İran’dan Yemen’deki savaşın çözülebileceğine ve İran’ın Suudi Arabistan’ın doğusunda yaşayan Şiileri isyana teşvik etmeyeceğine dair güvence istedi. Çin’in dört gün süren arabuluculuğunun ardından bu yılın mart ayı başında iki ülke diplomatik ilişkilerini yeniden başlatma niyetinde olduklarını açıkladı. Suudi Dışişleri Bakanı 17 Haziran’da Tahran’ı ziyaret ederek normalleşmenin nefes kesici bir hızla ilerlediğini gösterdi.

Sünnilerin çoğunlukta olduğu diğer ülkeler de İran’ın açılımlarına hevesle karşılık verdi. Abu Dabi, 2022 yılının ortalarında telefonla yaptığı görüşmelerin ardından büyükelçisini Tahran’a geri gönderdiğini duyurdu. Bu mart ayında Suudi-İran yakınlaşmasına paralel olarak İran’ın hukuk ve uluslararası işlerden sorumlu dışişleri bakan yardımcısı, uzun süredir tartışmalı olan deniz sınırlarını çözmeye başlamak için Kuveytli bir heyetle bir araya geldi. İran Dışişleri Bakanlığı Bahreyn’le ilişkilerin yeniden kurulmasını istiyor ki bu da Manama’daki Sünni yöneticilerin yerel Şii Müslümanlarla yaşadıkları gerilimi azaltarak yararlarına olacak.

İran Körfez’in ötesindeki ülkelere de göz kırpıyor. Geçten aralık ayında İran Dışişleri Bakanı ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Es-Sisi, Kahire’nin İran’ın son şahına sığınma teklif etmesinin ardından 1980 yılında kesilen diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını görüşmek üzere Ürdün’de bir araya geldi. Kahire, Tahran ile iş birliğinin Gazze’deki Hamas gibi İran destekli silahlı gruplar üzerindeki etkisini artırmak da dâhil kendi stratejik çıkarlarını ilerleteceğini umuyor. Libya ise mart ayında Trablus’taki İran büyükelçiliğinin 2011’den bu yana ilk kez açılacağını duyurdu. Geçen temmuz ayında da Azerbaycan’daki Bağlantısızlar Hareketi forumunda, Sudan Dışişleri Bakanı İranlı mevkidaşıyla bir araya gelerek yedi yıl önce Suudi Arabistan’ın talebi üzerine kesilen ikili ilişkileri yeniden tesis etti.

Tahran’daki liderler ekonomik sıkıntıyı hafifletmenin, kısıtlayıcı dini yönetimlerine yönelik protestoları yatıştırmaya yardımcı olabileceğini hesaplıyor. Diplomatik çabaları daha fazla ticarete ve büyük olasılıkla ABD’nin yaptırımlarından kurtulmak için atılacak adımlara zemin hazırlamayı amaçlıyor. Pekin’deki anlaşmadan sadece bir gün sonra İran Ekonomi Bakanı, ikili ticarette ödemelerin dolar ve avro yerine yerel para birimleriyle yapılmasını görüşmek üzere Cidde’ye bir heyet gönderdi. İran ve Katar merkez bankaları, diğer ülkelerdeki dondurulmamış İran varlıklarının Tahran’a ulaşmasına yardımcı olacak düzenlemeler geliştiriyor.

İran ve Suudi Arabistan’ın Pekin’de imzaladıkları anlaşmadan günler sonra, BAE ilk kez İran’ın ulaştırma ve kentsel gelişim bakanını Abu Dabi’deki yıllık Orta Doğu Demiryolu konferansına davet ederek Rusya’dan Hindistan’a giden ve İran’dan geçen Uluslararası Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru boyunca ulaşım bağlantılarının geliştirilmesini tartıştı. Yine mayıs ayında Umman ve İran maliye bakanları İslam Kalkınma Bankası Grubu’nun yıllık toplantısı sırasında Cidde’de bir araya gelerek İranlı şirketleri Körfez’in güney ticaret merkezlerine yeniden entegre etmek için çalışmaya başladılar. Tahran ve Maskat, denizdeki Hengam petrol ve gaz sahası için ortak bir geliştirme anlaşması imzaladı.

Daha batıda, mart ayında Libya ve İran ortak bir ekonomik iş birliği komitesi kurarak İran ticari gemilerinin on yıl sonra ilk kez Misrata’ya yanaşmasına izin verdi. Nisan ayında Tunus Cumhurbaşkanı, İranlı mevkidaşı ile ikili ziyaretler yapmayı kabul ederek şimdiye kadar büyük ölçüde askeri olan ilişkilerini, İran’ın Sahra altı Afrika’ya yeni ihracatları için Tunus’un geçit olacağı ekonomik bir ilişkiye doğru kaydırdı. İran Maliye Bakanı kısa süre önce Cezayirli mevkidaşıyla bir araya gelerek ikili yatırım ve ticaretin artırılmasını görüştü ve Fas liderlerine yakın kaynaklar, Fas-İran ikili ilişkilerinin yakında onarılacağını ve Tahran’a Kuzey Afrika’da yeni ticaret yolları açılacağını belirtiyor.

İran’ın çabaları meyvelerini vermeye başladı. Bahreyn, Irak, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan ve BAE ile ticaret 2022’den bu yana yaklaşık yüzde on arttı. İleriye dönük olarak, Orta Doğu genelinde ilişkilerin yeniden kurulması, İran’ın para akışını dolar ve avrodan ayırarak İran mallarının Amerikan ve Avrupa yaptırımlarını atlamasına olanak sağlayabilir. Arap ülkeleri, genellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nin ileriye dönük satışlarını yasakladığı Batı teknolojilerini içeren ürünlerini kârlı İran pazarlarına ihraç etmekten fayda sağlayacaktır. İran’ın iyi eğitimli nüfusu, bu ülkeyi Körfez’deki yüksek teknoloji girişimlerinin genişleyebileceği cazip bir ortam haline getiriyor.

TEHLİKELİ İLİŞKİLER

ABD’nin Ortadoğu’da on yıldır izlediği değişken ve karışık dış politika nedeniyle Arap ülkeleri de Tahran’la daha yakın iş birliği yapmaktan başka seçenekleri olmadığını düşünüyor. ABD bir zamanlar Sünni uluslar için İran’ın saldırganlığına karşı bir kalkan işlevi görüyordu. Ancak bu ülkeler ABD’nin kendilerini koruma taahhüdünün azaldığına dair işaretler alıyor. ABD tarafından kontrol edilmeyen İran, Rusya ve Çin ile ittifaklarını genişletiyor. Geçen yıl Tahran küstahça, Suudi ve BAE petrokimya ürünlerini Körfez boyunca taşıyan tankerlere el koymaya çalıştı ve zaman zaman da başarılı oldu.

Suudi yetkililer İranlı mevkidaşlarıyla Pekin’de bir araya geldiklerinde Suudi Arabistan İran’ın Lübnan, Suriye ve Yemen’deki nüfuzunu ve Körfez diplomatik çevrelerindeki varlığını zımnen kabul etti. BAE, ABD Donanması’nın Beşinci Filosu’nun Bahreyn yakınlarındaki varlığına rağmen ABD ile etkili güvenlik iş birliğinin başarısız olduğu sonucuna vardı. Mart ayında Abu Dabi, açık denizlerdeki devlet dışı aktörlere karşı çok uluslu bir ortaklık olan Birleşik Deniz Kuvvetleri’nden çekildi.

Sünni liderler, özellikle Çin üzerinden İran’la uzlaşmayı tercih ederek Washington’la şimdiye kadar kurdukları özel ilişkilerden geri adım atıyorlar. Hem BAE hem de Suudi Arabistan, Washington’a haber bile vermeden İran’la diplomatik ilişkilerini yeniden kurma kararlarını kamuoyuna duyurmayı tercih etti. ABD için daha da kaygı verici olan ise mayıs ayında Çin’in İran, Umman, Suudi Arabistan ve BAE arasında Basra Körfezi’nde güvenlik operasyonları yürütmek üzere ortak bir deniz filosu kurulmasını görüşmek üzere bir diyalog toplantısına ev sahipliği yapması oldu.

ABD YANIT VERMELİ

Arap liderler Tahran’la uzlaşmak için acele ederken, ABD’nin diplomatik araçları -tecrit, ekonomik yaptırımlar ve askeri kısıtlamalar- giderek önemsizleşiyor. Biden yönetimi bu gelişmeleri önemsiz göstermenin en akıllıca strateji olduğuna karar vermiş görünüyor. Haziran ayında, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü John Kirby, “daha fazla entegrasyon, daha fazla diyalog ve bölge genelinde daha fazla şeffaflık… gerilimi azaltabilirse” bunun “olumlu” olacağını söyledi.

Bu yaklaşım yanlış. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi Tahran’ın sadece “diğer ülkelerle ekonomik entegrasyon arayışında” olduğunu söylüyor. Ancak İran’ın uzun yayılmacı tarihi ve mevcut liderlerinin eylemlerinin büyük kısmı bunun aksini gösteriyor. Daha birkaç hafta önce Devrim Muhafızları’nın deniz kuvvetleri komutanı, bölgeden geçen her geminin Farsça konuşarak rotası için izin almak zorunda olduğunu ya da saldırıya uğrayacaklarını ısrarla belirtti.

İran’ın son diplomatik açılımlarının Dini Lider Hamaney’in 2010 yılında ortaya koyduğu temel dış politika doktrininde herhangi bir değişikliği yansıttığına dair hiçbir kanıt yok. “Basra Körfezi kıyıları ve Umman Körfezi’nin büyük bölümü [İran’a] aittir” demekle kalmayan Hamaney, İran’ın tüm bölgede “gücünü göstermesi” gerektiğini söyledi, çünkü “bu bizim tarihi, coğrafi ve bölgesel görevimiz.”
Washington, İran’ın hegemonik kimliğini ve hırslarını, rejim değişikliklerini aşarak onlarca yıldır sürdürdüğünü ve bölgede barışçıl, komşuluk rolü oynamak istediğine dair iddialarının sadece birkaç ay öncesine dayandığını unutmamalı. Hatta şu anda bile, İran, 1971 yılında ilhak ettiği tartışmalı Abu Musa, Büyük Tumb ve Küçük Tumb adaları üzerindeki hakimiyetini koruyarak bölgeyi domine etme konusundaki kararlı hırsını ifade etmeye devam ediyor. Bu durum, ABD’nin daha da geri çekilmesi halinde enerji akışını kesmesine olanak sağlayacak.

Bu nedenle Arap devletleri de İran’la diplomatik yakınlaşma arayışında aceleci davranarak bir kumar oynuyorlar. Diğer Arap ülkeleri Tahran’ı diplomatik anlaşmalarla yatıştırmak için acele etmek yerine öncelikle İran’dan güvenilir bir bölgesel ortak olma taahhüdünü kanıtlamasını talep etmeli. Tahran, Arap ülkelerinden petrol ve gaz taşıyan tankerlere yönelik tehditlerini ve Yemenli gruplara Suudi Arabistan’a saldırmak için kullandıkları silahları sağlamayı durdurarak işe başlayabilir.

Böyle bir kanıtın yokluğunda Körfez Arap ülkeleri ve diğer Ortadoğulu mevkidaşları ABD’ye yaslanmaya devam etmeli. Ancak ABD de buna karşılık vermeli. Washington, Orta Doğu’daki güvenlik taahhütlerini somut bir şekilde destekleyerek ve İran’ın Basra Körfezi ve Umman Körfezi’ndeki tehditlerine tutarlı bir şekilde karşı koyarak Sünni Müslüman müttefikleriyle askeri, diplomatik ve ekonomik ilişkilerini güçlendirebilir ve onlara ABD’nin kendilerini terk etmediği konusunda güven verebilir.

DÜNYA BASINI

FP: Büyük hesaplaşma kapıda

Yayınlanma

Yazar

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?

Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.

David E. Rosenberg / FP

Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.

Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.

İsrail’de hükümet-yargı kavgası yeniden alevlendi

Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.

Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.

Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.

Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.

Netanyahu hükümeti, Başsavcı’nın azil sürecini başlattı

Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.

Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.

Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.

Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.

İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”

Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.

Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.

Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.

Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması

Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.

Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.

Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.

Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.

Netanyahu’nun sözcüsünün maaşını Katar ödemiş

Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.

Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.

Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.

Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.

Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.

On binlerce İsrailli Netanyahu hükümetine karşı yürüyor

Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.

Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.

Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.

Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.

Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.

Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor

Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.

Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.

Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.

Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.

Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.

Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı

Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.

“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.

Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.

Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti

Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.

Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.

Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.

‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.

Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.

Yazıda şunlar söyleniyor:

“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”

Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.

‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’

Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.

AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.

Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.

Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.

Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.

Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.

Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.

Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.

Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor

Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.

Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.

Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.

Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.

Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor. 

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında yankı buldu

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında geniş yankı buldu. Pek çok Batılı yayın kuruluşu, tutuklamanın Türkiye’deki ‘demokrasi ilkeleri üzerindeki endişeleri artırdığını’ ve siyasi motivasyon taşıdığını ileri sürdü. Batı basını, Türkiye genelinde İmamoğlu’na destek gösterilerini ve uluslararası kuruluşların tepkisini de haberleştirdi.

Batı basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına geniş yer ayırarak, Türkiye’nin “demokratik ilkelerine dair endişeleri ve tutuklamanın potansiyel siyasi nedenlerini” ele aldı

The Times (Birleşik Krallık): Gazetenin bir köşe yazısında, İmamoğlu’nun tutuklanması ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999’daki hapis cezası alması arasında paralellikler kuruldu. Yazıda, Erdoğan’ın önde gelen siyasi rakibi İmamoğlu’na karşı mevcut eylemlerinin, Erdoğan’ın daha önceki demokratik vaatlerinden uzaklaşmayı yansıttığı öne sürüldü.

The Guardian (Birleşik Krallık): The Guardian, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye genelinde yayılan geniş çaplı protestoları haberleştirdi. Gösterilerin “demokrasi, hukuk devleti ve eşit haklar için daha geniş bir harekete dönüştüğünü” yazdı. Makale, Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD gibi kuruluşlardan gelen cılız tepkilerle uluslararası yanıtın sınırlı kaldığına da dikkat çekti.

Associated Press (ABD): Associated Press, İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmasına yol açan hukuki süreci ele aldı. Tutuklamanın yaklaşan seçimler öncesinde gerçekleştiği zamanlamasına ve Türkiye’nin siyasi ortamı üzerindeki potansiyel etkisine dikkat çekti. Haber, muhalefet figürlerinden ve uluslararası kuruluşlardan gelen tutuklamanın siyasi çıkarımlarını eleştiren yorumlara da yer verdi.

Euronews (Avrupa): Euronews, İstanbul ve diğer şehirlerdeki kitlesel protestoları detaylı bir şekilde aktardı. Protestocuların gösteri yasaklarına ve yol kapatmalara karşı gelmesini vurguladı. Haber, “protestocular arasında tutuklamanın Erdoğan’ın ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi amaçlı olduğu” algısının yaygın olduğunu belirtti.

El País (İspanya): El País, İmamoğlu’nun geçici tutukluluğuna yol açan yargı sürecini haberleştirdi. Muhalefetin tutuklamayı 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir rakibi ortadan kaldırma amaçlı siyasi bir girişim olarak gördüğünü kaydetti.

Die Welt (Almanya): Die Welt, mahkemenin İmamoğlu’nu tutuklama kararını ve ardından başlayan kitlesel protestoları haberleştirdi. İmamoğlu’nun asılsız ve iftira niteliğinde olduğunu ifade ederek reddettiği teröre destek iddialarına da değindi.

Diğer yandan Avrupa Komisyonu: Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İmamoğlu’nun tutuklanmasından derin endişe duyduğunu ifade etti.

Von der Leyen, Ankara’ya özellikle seçilmiş yetkililerin hakları olmak üzere “demokratik değerleri koruma yükümlülüğünü” hatırlattı.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ise kararı “adaletin trajedisi” ve demokratik sürece yönelik bir saldırı olarak kınadı.

Kuruluş, tutuklamanın “İstanbul seçmenlerinin seçtikleri temsilciden mahrum bırakılarak haklarının ihlal edildiğini” savundu.

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English