DÜNYA BASINI
FP: Riyad ve Abu Dabi’nin yeni kimlik inşasının ABD için sonuçları olacak
Yayınlanma
ABD merkezli Foreign Policy, Riyad ve Abu Dabi’nin milliyetçi temeller üzerinde yeniden inşa etmeye çalıştığı milli kimlik projesinin bölge ve ABD için ne gibi sonuçları olacağını açıklayan bir analiz yayınladı. Analiz, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderlerinin iktidarlarını sağlamlaştırmak için ulusal kimliği yeniden yapılandırdığını ileri sürüyor. Analize göre, iki hükümet de içerideki bu yeni kimlik inşasına paralel, ortaya çıkmakta olan çok kutuplu küresel düzeni bir gerçeklik olarak kabul ediyor ve genellikle ABD’nin itirazlarına rağmen kendilerini, çıkarlarına en uygun şekilde konumlandırıyor. Bu da ABD, Suudi Arabistan ve BAE’nin hedefleri arasındaki makasın açılmasına neden oluyor. Analiz, bu tablo karşısında ABD’nin neden Riyad ve BAE’nin garantörü olmaya devam ettiğini sorguluyor:
***
Arap Körfezi’nin Yeni Milliyetçiliği
Riyad ve Abu Dabi’deki hırslı liderler, iktidarlarını sağlamlaştırmak için ulusal kimliği yeniden yapılandırıyor.
Jon Hoffman
Basra Körfezi’nin en güçlü iki Arap devleti olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) devlet destekli yeni bir milliyetçilik biçimi hızla kök salıyor. İster yüksek petrol fiyatlarını koruma çabaları, ister yerel mega projelerin hayata geçirilmesi, ister küresel spor girişimleri, isterse de Rusya ve Çin’le artan ilişkiler olsun, Suudi ve BAE hükümetlerinin izlediği neredeyse tüm iç ve dış politikalar bu milliyetçi stratejilere dayandırılabilir. Öncelikle hızla genişleyen genç nüfusa yönelik olan bu programlar, otoriter bir yönetim altında, ulusal kimliği ve devlet-toplum ilişkilerini yukarıdan aşağıya yeniden yapılandırmayı amaçlıyor.
Bu girişimlerin şimdiden somut etkileri oldu. Orta Doğu’yu kapsayan neredeyse tüm çatışma bölgelerinde ve jeopolitik fay hatlarında bulunan Suudi Arabistan ve BAE şu anda bölgede gerilimi azaltmaya yönelik son hamlelerin öncüsü konumunda. Suudi Arabistan ve BAE’nin başkentleri Riyad ve Abu Dabi’deki hükümetler, ortaya çıkmakta olan çok kutuplu küresel düzeni bir gerçeklik olarak kabul ediyor ve genellikle ABD’nin itirazlarına rağmen kendilerini, kısa ve uzun vadede kendi çıkarlarına en uygun şekilde konumlandırıyorlar.
Bölgedeki güç Körfez’e doğru kayarken, Suudi Arabistan ve BAE’deki bu yeni milliyetçilik hamlesinin evriminin ve kendilerini yurtdışına yansıtma çabalarının Orta Doğu ve ABD dış politikası için derin sonuçları olacak.
Milliyetçilik, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve BAE Devlet Başkanı Muhammed bin Zayed’in kontrollerini sağlamayı amaçladıkları yeni otoriter temeldir. Her iki lider de halihazırda ülke içinde, ülkelerinin geçmişindeki tüm yöneticilerden daha fazla güce sahip ve uzun vadede mutlak otoritelerini korumak istiyorlar.
Bu hedefin merkezinde ulusal kimliklerin yeniden yapılandırılması yer alıyor; Muhammed bin Selman ve bin Zayed, hem yerli hem de yabancı kitlelere yönelik ve kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için tasarlanmış bir tür kimlik mühendisliğine giriştiler.
Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman sadece din vurgusuna dayanan ulusal kimliği, “Suudi” olmanın ne anlama geldiğine dair yeni bir fikre doğru yönlendirmeye çalışıyor. Kuruluşundan bu yana modern Suudi devleti ortak bir siyasi-dini projeydi. Geleneksel olarak bu, Suudi Arabistan’ı saf bir İslami ütopya olarak tasvir eden anlatılara dayanan dini milliyetçiliğe dayanıyordu. İktidardaki el-Suud ailesi tarihsel olarak meşruiyetini bu vizyondan almaya çalıştı.
Muhammed bin Selman bunun yerine Suudi milliyetçiliğini ülkedeki birincil meşrulaştırıcı ve birleştirici güç haline getirmek istiyor. Riyad için din hâlâ devlet yönetiminin kritik bir aracı olarak kalsa da İslam bu yeni milliyetçi çabayı desteklemek amacıyla yeniden konumlandırılıyor.
Veliaht Prens’in talimatıyla Suudi Arabistan’ın resmi tarihini Vahhabilik’ten uzaklaştırma çabaları; kadınların araba kullanmasına, yalnız yaşamasına ve bir erkek vasi olmadan seyahat etmesine izin verilmesi; dini polisin yetkilerinin sınırlandırılması; sinema ve konser gibi halka açık eğlence mekanlarına izin verilmesi; yolsuzlukla mücadele gerekçesiyle hükümet yetkilileri ve kraliyet mensuplarının tasfiye edilmesi ve rejimin aşırılık yanlısı olarak nitelendirdiği din adamlarının ve alimlerin tutuklanması gibi çeşitli reformlar bu durumun en belirgin örnekleri. Ders kitapları ve devlet eğitimi, ülkeyi pan-Arap veya pan-İslami davalardan uzaklaştırırken bu yeni milliyetçi anlatıyı benimseyecek şekilde yenilendi.
Riyad ayrıca bu milliyetçi projeyi güçlendirmenin bir yolu olarak militarizasyona da büyük ölçüde eğildi ve askeri sembolizmi toplumu bir araya getirmek ve ortak bir sadakat ve bağlılık duygusunu teşvik etmek için kullanırken savunma harcamalarını da önemli ölçüde artırdı.
BAE’de de bin Zayed, ulusal kimliği daha tutarlı bir “Emirlik” kimliği haline dönüştürmeye çalışıyor. Bugün BAE’yi oluşturan yedi emirlik -Abu Dabi, Dubai, Acman, Füceyre, Resü’l-Hayme, Şârika ve Ümmü’l-Kayveyn- 1971’de İngiltere’den bağımsızlığını kazandı; altısı hemen bir federasyon kurdu ve Resü’l-Hayme ise 1972’de katıldı. Kuruluşunun ardından BAE’de ulusal kimlik duygusu çok az olan bir kabile hiyerarşisi hâkimdi.
Başlangıcından itibaren BAE’de ulus inşası, büyük ölçüde devlet otoritesinin sağlamlaştırılması ve meşrulaştırılması ile ortak kimlik duygusu oluşturulmasına odaklandı.
Bin Zayed, Muhammed bin Salman gibi sıfırdan başlamak yerine, Abu Dabi’deki diğer emirlikler üzerindeki gücü pekiştirirken ve devlet otoritesini kendi ellerinde merkezileştirirken, ortak bir Emirlik kimliğini geliştirmeye yönelik mevcut çabaları önemli ölçüde hızlandırdı.
Ortak bir kimlik duygusunu teşvik etmek üzere tasarlanan girişimler arasında 2018’in “Zayed Yılı” ilan edilmesi, çeşitli ulusal müze ve kütüphanelerin açılması ve yıllık Ulusal Gün kutlamalarına verilen önemin artırılması yer alıyor. Bin Zayed’in müfredatı ağırlıklı olarak Emirlik ulusal kimliğine odaklanan ve akademisyenler Zeynep Özgen ve Şerif İbrahim El Shishtawy Hassan’ın tanımladıkları gibi “girişimci, kendine güvenen ve başarı odaklı Emirlik vatandaşları” yaratacak şekilde reforme edilmeye devam ediyor.
Muhammed bin Selman’a benzer şekilde, bin Zayed de bu milliyetçi programı desteklemek için militarizasyonu kullanıyor; Emirlik ordusunu ve şehit askerleri onurlandırmak için Anma Günü (veya “Şehitler Günü”) gibi bayramlar getirirken, aynı zamanda savunma harcamalarında belirgin bir artışı ve BAE’nin önemli bir bölgesel güç merkezi olarak yükselişini yönetti.
Bu artan milliyetçilik için kritik olan ekonominin önemi. Muhammed bin Selman ve bin Zayed, ülkelerinin petrol sonrası sürdürülebilir bir geleceğe doğru ekonomik olarak yeniden yapılandırılması girişimlerini yönetiyor. Hem Suudi hem de BAE refah devletleri baskı altında, bu da Riyad ve Abu Dabi’nin sübvansiyonları keserken, uluslarına sadakatle ekonomiye katkıda bulunan “girişimci vatandaşların” gelişimini teşvik etmesine ve böylece bu ülkelerde onlarca yıldır devlet-toplum ilişkilerinin temelini oluşturan sosyal sözleşmeyi değiştirmesine neden oluyor.
Riyad ve Abu Dabi’nin yeni Vizyon 2030 girişimleri, Suudi Arabistan ve BAE’yi Orta Doğu’nun başlıca ekonomik merkezleri ve uluslararası sermaye için kârlı pazarlar haline getirmek üzere tasarlanan bu yeni hamlenin ekonomik temellerini oluşturuyor. İki ülke bunu başarmak için yabancı destek ve yatırım toplama umuduyla uluslararası modern, ilerici ve istikrar imajı çizdi. Buna turizmi teşvik çabaları, uluslararası spor müsabakalarına ev sahipliği, uluslararası yatırım zirveleri düzenleme ve bu aktörleri sözde ılımlı İslam’ın savunucuları olarak gösteren çeşitli uluslararası dini girişimler de dahil.
Ekonomik girişimlere rağmen petrol gelirleri Riyad ve Abu Dabi için büyük önem taşımaya devam ediyor. Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in bu milliyetçi planları için paraya ihtiyaçları var ve ekonomileri -özellikle de Suudi Arabistan’ınki- büyük ölçüde petrole bağımlı olmaya devam ediyor.
Suudi Arabistan’da Vizyon 2030’a yönelik atılım, özellikle iki kritik alanda, ağır bir şekilde gecikiyor: özel sektör büyümesi ve petrol dışı devlet gelirleri. Suudi Arabistan ekonomisi yüksek petrol fiyatları sayesinde 2022’de yüzde 8,7 oranında büyümüş olsa da (krallığın neredeyse 10 yıldır ilk kez bütçe fazlası vermesi) Uluslararası Para Fonu bu büyümenin 2023’te yüzde 1,9’a yavaşlayacağını öngörüyor ki bu da büyük dünya ekonomileri arasında en sert büyüme düşüşü.
BAE’de devlet vergileri artırmaya devam ederken gençler yüksek işsizlikle karşı karşıya. Ekonomik ilerleme geciktikçe, Riyad’ın üretim kesintilerine devam etmesi ve Abu Dabi’nin OPEC+ üretim tavanları konusunda Suudi Arabistan ile yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle hayal kırıklığına uğraması, yüksek petrol gelirlerinin öngörülebilir gelecekte kritik önemini koruyacağını gösteriyor.
Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in Suudi Arabistan ve BAE’yi Orta Doğu’nun jeostratejik manzarasında ön plana çıkarma çabaları, içeride milliyetçiliğe doğru bu yönelişlere paralel olarak gerçekleşti.
Riyad ve Abu Dabi, Arap Baharı ayaklanmalarını takip eden yaklaşık 13 yıl boyunca bölgesel karşı devrime öncülük ederek Orta Doğu’daki hâkim statükoya meydan okuyan hareketleri engellemek için müttefik otoriter aktörleri destekledi. Muhammed bin Selman ve bin Zayed 2015 yılında Yemen’de dünyanın en kötü insani krizine ve 377.000’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir askerî harekât başlattılar. Ve birlikte 2017’de Katar’a yönelik 2021’e kadar sürecek ve ABD tarafından caydırılmadan önce askeri operasyon planları içerdiği bildirilen bir hava, kara ve deniz ablukasına öncülük ettiler.
Riyad ve Abu Dabi Kudüs ile stratejik ilişkilerini önemli ölçüde genişletti ve BAE, İbrahim Anlaşmaları’nın bir parçası olarak 2020’de İsrail ile ilişkilerini normalleştirdi. Suudi Arabistan ve BAE ayrıca stratejik varlıklarını geleneksel operasyon alanlarının dışında, yani Doğu Akdeniz ve Afrika Boynuzu gibi yerlerde de genişletmeye çalıştılar.
Kendilerini gösterme arzusu artık küreselleşti: Hem Muhammed bin Selman hem de bin Zayed, Suudi Arabistan ve BAE’nin Rusya ve Çin ile siyasi, ekonomik ve güvenlik ilişkilerinin önemli ölçüde büyümesini denetledi.
Riyad ve Abu Dabi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde taraf tutmaktan kaçındı; Washington’un itirazına rağmen petrol üretimi konusunda Moskova ile koordinasyon sağlamaya devam etti ve şimdiye kadar Rusya’ya karşı yaptırım uygulamayı reddetti. Riyad, Abu Dabi ve Moskova arasındaki güvenlik ilişkileri de derinleşti ve esas olarak silah satışlarına odaklandı. Hatta Suudi Arabistan ve BAE, Çin’in kendi Müslüman toplumuna yönelik sert politikalarına desteklerini defalarca dile getirdiler.
Çin, Suudi Arabistan ve BAE ile ekonomik ilişkilerini önemli ölçüde artırdı ve Pekin şu anda hem Riyad hem de Abu Dabi’nin en büyük ticaret ortağı ve birincil petrol alıcısı konumunda. Suudi Arabistan, BAE ve Çin arasındaki yatırımlar da önemli ölçüde arttı ve gelecekte de büyümeye devam edecek. Güvenlik ilişkileri de silah satışları gibi alanlarda güçlenmiştir ve Çin’in BAE’de askeri bir tesisin yeniden inşasına dair haberler var.
Son zamanlarda Muhammed bin Selman ve bin Zayed, diplomasiyi çıkarlarını ilerletmenin en iyi yolu olarak görmeye başlamış gibi. Suudi Arabistan ve BAE Katar’a yönelik ablukayı sona erdirdi ve Türkiye ile ihtilaflı ilişkilerini onarıyor; Muhammed bin Selman ve bin Zayed, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı yeniden bölgeye entegre etmeye çalışıyor; Suudi Arabistan Yemen’de (büyük ölçüde başarısız olan) müzakerelere girişiyor ve her iki ülke de İran ile gerilimi azaltıyor, Riyad ve Tahran 2016’da kopan diplomatik ilişkileri yeniden kuruyor.
Diplomasiye doğru bu yöneliş, esas olarak, şu anda gerilimi yatıştırma lehine olan değişen içsel, bölgesel ve uluslararası bağlamların sonucu.
Muhammed bin Selman ve bin Zayed, içeride nispeten güvenli bir ortam gerektiren büyük planlarını umutsuzca uygulamaya çalışıyorlar. 2019’da Suudi Arabistan’ın doğusundaki Abkayk ve Hureys’teki Aramco tesislerine İran tarafından yapıldığı düşünülen füze saldırıları ve 2022’de Yemen’deki Husilerin BAE’ye yönelik füze saldırıları -Riyad ve Abu Dabi’nin, yetersiz bulduğu ABD tepkisiyle birleşince- Suudi ve Emirliklerin kırılganlığını ortaya çıkardı. Bu tür saldırılar, Riyad ve Abu Dabi’nin yurt dışından yatırım çekme arayışında olduğu bir dönemde uluslararası algı açısından özellikle kötü.
Orta Doğu genelinde, otoriter dirilişin bir işareti olarak karşı devrimci güçler büyük ölçüde başarılı oldu, ayaklanmalardan ve yarattığı stratejik açılımlardan kaynaklanan yoğun devlet-toplum ve jeopolitik rekabet, en azından şimdilik geriledi.
Yemen’de Suudi Arabistan ve BAE, Husileri yenme girişimlerinde başarısız olurken bu süreçte önemli miktarda kaynak harcadı. Savaş en yoğun döneminde Riyad’a ayda 5 ila 6 milyar dolara mal olurken, Tahran bunun çok altında bir maliyetle Husilere silah sağladı. Bölgesel otoriter statükoyu güvence altına alan ve Yemen’de çıkmaza giren Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin açık saldırganlığı şimdilik gereksiz hale geldi.
Buna ek olarak, Rusya ve Çin’in bölgedeki varlığı artarken Suudi Arabistan ve BAE’nin güvenlik garantörü Amerika Birleşik Devletleri, yeni çok kutuplu dünyaya uyum sağlayabilecek tutarlı bir Orta Doğu politikası oluşturmak için çabalıyor. Muhammed bin Selman ve bin Zayed, çok kutupluluğun bölgeye ve dünyaya geri dönüşünü yönetmeye çalışırken, her şeyden önce büyük güç politikalarına sıfır toplamlı bir yaklaşım benimsemekten kaçınıyor, bunun yerine yalnızca kendi çıkarlarını en iyi nasıl ilerletecekleri perspektifinden hareket ediyorlar.
Bu milliyetçi eksenler, Suudi Arabistan ve BAE’deki yönetici elitlerin değişen yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamlara yanıt verme arayışlarının ürünü. Yine de bu girişimler, eski ve yeni bölgesel fay hatları ve değişen dünya düzeninin yanı sıra aşağıdan gelen meydan okumalara da açık olmaya devam ediyor.
Muhammed bin Selman ve bin Zayed ülke içinde milliyetçi projelerinin başarısını ve otoriter temellerinin yeniden şekillenmesini varoluşsal bir mesele olarak görüyor. Kişisel diktatörlük yönetiminin yeni ve sürdürülebilir bir temelini inşa etme arzusu, Suudi Arabistan ve BAE’de politikaların ve toplumun artan bir şekilde güvenlikleştirilmesine neden oldu. Muhammed bin Selman ve bin Zayed, politikalarını eleştirenleri susturmak için hâlâ şiddetli baskılara başvuruyor. Bu milliyetçi stratejilerin başarısını çevreleyen riskler artmaya devam ettikçe baskının da artması muhtemel.
Bu girişimlerin geleceği açısından kritik olan bir diğer husus da hükümetlerin ekonomik başarı vaatlerini yerine getirip getiremeyecekleri ve Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in kendilerini ülke içinde ulusal çıkarların en iyi garantörleri gösterip gösteremeyecekleri. Yoğun milliyetçilik kolaylıkla devletin kontrolü dışında güçler -hatta son derece otoriter güçler- yaratabilir ve eğer Muhammed bin Selman ve bin Zayed bu konuda başarısız olurlarsa, aktif olarak teşvik ettikleri milliyetçi güçler tarafından hedef alınma riskiyle karşı karşıya kalırlar.
Bölgedeki mevcut gerilimi azaltma eğilimine rağmen Suudi Arabistan, BAE ve bölgesel rakipleri arasındaki güvensizlik ve jeopolitik gerilimler ortadan kalkmış değil ve kolaylıkla yeniden alevlenebilir. Bu çatışmalar en iyi şekilde “donmuş” olarak düşünülebilir; yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamlar şu anda gerilimin azaltılmasını destekliyor. Ancak Riyad ve Abu Dabi’deki hırslı yöneticilerin stratejik hesapları gibi, bu bağlamlar da hızla değişebilir.
Milliyetçiliğe doğru bu sert dönüşler gerilimin artma riskini de beraberinde getiriyor. Çatışan çıkarlar kolaylıkla eski rekabetleri yeniden alevlendirebilir ya da çatışma potansiyeli taşıyan yeni fay hatları yaratabilir. Hem Muhammed bin Selman hem de bin Zayed kendilerini Körfez’de ve daha genel olarak Orta Doğu’da başat aktörler olarak konumlandırmaya çalıştıkça Suudi Arabistan ve BAE arasındaki milliyetçilik rekabeti giderek daha aleni hale geldi. Yabancı yatırım, petrol üretimi ve Yemen ve Sudan gibi yerlerdeki stratejik kaygılar üzerindeki rekabet, Riyad ve Abu Dabi arasındaki çatlağı derinleştirdi.
ABD’nin bu gelişmelere nasıl tepki vereceği kritik önem taşıyacak. ABD, Suudi Arabistan ve BAE arasında farklılaşan hedefler, Washington’un Riyad ve Abu Dabi’ye karşı izlediği “açık çek” politikalarını sorgulatmalı. ABD neden Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in güvenliğini desteklemeye devam etsin ki, bu iki lider bir yandan yurt içinde otoriter yönetimi yeniden yapılandırmaya çalışırken diğer yandan da yurt dışına kendi nüfuzlarını yansıtmaya çalışıyorlar ki bu hedeflerin hiçbiri ABD için özünde faydalı değil?
Yine de Biden yönetimi, değişen bölgesel ve uluslararası bağlamların farkına varamayarak Suudi Arabistan ve BAE’ye daha fazla angaje olmaya niyetli görünüyor. Biden’ın Riyad’ın Kudüs ile ilişkilerini normalleştirmesi karşılığında Suudi Arabistan ile karşılıklı bir güvenlik anlaşması imzalamayı düşündüğü bildiriliyor. Bu, Washington’un Temmuz 2022’de BAE’ye resmi bir savunma anlaşması taslağı sunduğuna dair benzer haberlerin ardından geldi. Biden yönetimi, yeni gerçeklere adapte olmak yerine, kendi çıkarlarını veya değerlerini paylaşmayan hırslı otokratlar için Amerika Birleşik Devletleri’ni güvenlik garantörü olarak tuzağa düşürme riski taşıyor.
İlginizi Çekebilir
-
COP29 taslağında zengin ülkelerin 250 milyar dolarlık taahhüdü tepki çekti
-
Trump’ın zaferinin ardından Britanya Çin ile ilişkilerini canlandırıyor
-
Tahran, nükleer denetçinin kınamasına yanıt olarak ‘yeni ve gelişmiş’ santrifüjleri devreye soktu
-
5 maddede Hint milyarder Gautam Adani iddianamesi
-
Trump’ın ticari tutumu Asya ülkelerini bölgesel ittifaklara itiyor
-
Eski Ukrayna Genelkurmay Başkanı Zalujnıy: Üçüncü Dünya Savaşı bu yıl başladı
DÜNYA BASINI
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
Yayınlanma
2 gün önce21/11/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…
***
Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor
Andrew England
Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.
Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.
Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.
Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.
Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.
Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.
Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.
Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.
“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.
ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.
PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.
Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.
Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.
Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.
Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.
Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.
Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.
Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.
Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.
İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.
Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.
Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.
İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”
DÜNYA BASINI
İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?
Yayınlanma
3 gün önce20/11/2024
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.
Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat
Éva Péli, NachDenkSeiten
Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.
Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?
Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.
Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.
Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.
Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.
Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.
Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.
İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.
Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.
Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?
Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.
Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”
NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.
Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.
Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.
ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?
Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.
Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.
Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.
Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.
Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.
Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.
Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.
Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.
Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.
Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.
Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.
Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?
Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.
Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.
Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.
DÜNYA BASINI
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Yayınlanma
5 gün önce18/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:
***
Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil
Gideon Levy
“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.
“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.
Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”
Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.
İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.
Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.
Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.
Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.
Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…
Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.
Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.
COP29 taslağında zengin ülkelerin 250 milyar dolarlık taahhüdü tepki çekti
Trump’ın zaferinin ardından Britanya Çin ile ilişkilerini canlandırıyor
Tahran, nükleer denetçinin kınamasına yanıt olarak ‘yeni ve gelişmiş’ santrifüjleri devreye soktu
The Times: Ukrayna, savaşın başından bu yana en zayıf dönemini yaşıyor
5 maddede Hint milyarder Gautam Adani iddianamesi
Çok Okunanlar
-
RUSYA2 gün önce
Putin’den füzelere yanıt: Çatışma küresel nitelik kazandı
-
RUSYA2 hafta önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA2 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Batka’nın Belarus’u
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
-
AVRUPA4 gün önce
İsveç’te halka ‘savaşa hazırlık’ broşürü dağıtıldı: Sivillere ne öğretiliyor?