DÜNYA BASINI
Fransa 6. Cumhuriyet’in eşiğinde mi?
Yayınlanma
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Fransa’da Cumhurbaşkanı Macron’un “mezarda emeklilik” reformu, Sarı Yelekler’den bu yana en şiddetli protesto dalgalarından birini de beraberinde getirdi. Fakat protestoların gerekçesi, tek başına bu konuyla ilgili değil. Paris’teki, iyide iyiye kastlaşan idare yapısı artık sürdürülebilir olmaktan çıktı. İngiliz oligarklarının kalender meşrep propaganda organı Financial Times’ta bu buhranın içinden 6. Cumhuriyet’le veya reforme edilmiş bir 5. Cumhuriyet’le çıkabilineceği değerlendirmesi yer bulmuş.
Fransa 6. Cumhuriyet’in eşiğinde mi?
Simon Kuper — Financial Times
24 Mart 2023
Emeklilik reformuna duyulan öfke sokaklara taşarken, ülkenin her şeye gücü yeten cumhurbaşkanlığını yeniden gözden geçirmesinin zamanı gelmiş olabilir
Paris’teki Place de la République’de toplanan göstericiler garip bir şekilde İtalyanca “Siamo tutti antifascisti” [Hepimiz antifaşistiz] sloganı atıyorlardı. Fransızca olarak ise baş düşmanları olan cumhurbaşkanını hedef alıyorlardı: “Macron istemese de biz buradayız.”
Onları Fransız polis geleneğine uygun olarak kalabalığın arasına karışmak ve soruları yatıştırmak adına hiçbir çaba göstermeyen, bunun yerine göz yaşartıcı gazlarını ve coplarını kullanmak için uygun anı bekleyen yığınla çevik kuvvet polisi izliyordu. Kalabalığın da beklediği buydu. “Tüm polisler p**tir” sloganının İngilizce kısaltması olan “ACAB”ı kullanıyorlardı; Fransızcası “A-ca-buh” diye telaffuz ediliyor.
Sonra birisi çöp konteynerini ateşe verdi —mükemmel bir Instagram görseli— ve diğer göstericiler bunu kayda almaya başladı. 1789’dan 1944 ve 1968’e uzanan göz alıcı bir Paris geleneğinde yerlerini aldıklarının farkındaydılar. Sonunda polis ilerledi ve insanlar şişe fırlatmaya başladı.
Fransa, Emmanuel Macron’un geçen hafta parlamentodan geçiremediği asgari emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkarma yönündeki tek taraflı kararından önce de kargaşa içindeydi. Paris’te grevlerle geçen kışın ardından metro teorik bir kavram haline gelirken fareler toplanmamış çöplerin yığınlarını karıştırmakta. Paris’te zirveye, geçtiğimiz cumartesi günü fareler için düzenlenen bir gösteriyle ulaşıldı. Paris Animaux Zoopolis adlı organizatör grup “HAYIR, Fransa’da yanlış giden her şeyin sorumlusu fareler değil!” dedi.
Fransızların öfkesi emekli maaşları ve Macron’un eli kolu bağlı tavrını aşıyor. Devlete ve onun tecessümü olan cumhurbaşkanına karşı yaygın, uzun vadeli bir öfke söz konusu. Burada yaşadığım 20 yılın ardından Fransızların kimi cumhurbaşkanı seçerlerse seçsinler onun aptal bir cani olduğunu ve devletin kolektif emanet olmak yerine onları ezdiği varsayımına alıştım. Fakat Macron’un emeklilik yaşını oylama yapılmaksızın yükseltmesi, Fransızların Amerikalıları, İngilizleri ve İtalyanları takip ederek popülist oy kullanma riskini arttırıyor, yani Marine Le Pen, 2027’de cumhurbaşkanlığına… Aşırı sağın cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki oy oranı bu yüzyılda giderek artarak geçen yıl yüzde 41’e ulaştı.
Fransa bu şekilde devam edemez. Gelişmiş dünyada seçilmiş bir diktatöre en yakın şey olan tüm yetkilere sahip cumhurbaşkanlığı ile 5. Cumhuriyeti sona erdirmenin ve daha az otokratik bir 6. Cumhuriyeti başlatmanın zamanı geldi. Macron bunu yapacak kişi olabilir.
5. Cumhuriyet 1958 yılında, Cezayir savaşının kaosu ve askeri darbe korkuları sürerken ilan edildi. Anayasa, Charles de Gaulle için ve kısmen de onun tarafından yazıldı. 1.80 boyundaki savaş kahramanı, “takdir-i ilahinin” adamı, adı bile onu eski Fransa’nın simgesi haline getirmişti. Fransa’daki siyasi partiler ve parlamenterler susturulursa lider olarak geri dönmeyi kabul etti [kendi partisi RPF’den, yani Rassemblement du peuple français’ten de hazzetmiyordu].
Böylece anayasa, cumhurbaşkanı merkezli olmasa da güçlü bir yürütme oluşturdu. 49. maddenin 3. fıkrasının devreye sokulması muhalefet partilerinin güvensizlik önergesi vermesine olanak tanıyor. Önergenin kabul edilmemesi halinde yasa hükmen kabul ediliyor. Emeklilik manevrası, Macron’un başbakanı Élisabeth Borne’un iktidarda olduğu 10 ay içinde 49. maddenin 3. fıkrasına 11. defa başvurması oldu.
1958 anayasasında cumhurbaşkanı, yaklaşık 80 bin memur tarafından seçilen nispeten mütevazı bir figürdü. Ancak 1962 yılında de Gaulle cumhurbaşkanının statüsünü yükseltti: Cumhurbaşkanı genel oylamayla seçilecekti. De Gaulle’ün daha sonra açıkladığı üzere: “Devletin bölünmez otoritesi tamamen cumhurbaşkanına emanet edilmiştir.”
Savaş sonrası Fransa’sının yönetim felsefesi, toplumun her kesiminden seçilen en zeki çocukların olduğu bir tür Fransız-Konfüçyüs yönetimi haline geldi. Başbakan Pierre Mendès France’ın babası uygun fiyatlı kadın elbiseleri satıyordu, Cumhurbaşkanı Georges Pompidou’nun babası küçük bir kasabada öğretmendi ve Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın babası, Angoulême’de istasyon şefiydi. Tipik olarak G7 zirvelerinde en yüksek IQ’ya ve siyasetin ötesinde en geniş hinterlanda sahip liderler Fransa’nın cumhurbaşkanları olur.
Cumhuriyetin teknokratları yavaş yavaş fermanlarını en ücra köylere kadar yaydılar. Batı Avrupa’nın en büyük ülkesinde hareket eden hemen hemen her şey, Paris’teki birkaç kilometrekarelik bir alandan yönetiliyordu. 1982’den bu yana çeşitli “ademi merkeziyetçilik” dalgaları hiçbir zaman fazla ileri gidemedi. Liberal yazar Gaspard Koenig, Parisli teknokratlara rehberlik eden inancın “étatisme”, yani devletçilik olduğunu söylüyor. Koenig, teknokratların tipik olarak halktan ziyade “devletin hizmetkârları” olarak tanımlandıklarını belirtiyor.
Sözleşme, Fransızların ücretsiz eğitim, sağlık hizmetleri, emekli maaşları ve hatta çoğu zaman sübvansiyonlu tatiller karşılığında gelirlerinin büyük bir kısmını devlete devretmeleri ve çoğu zaman kâbus gibi bir bürokrasiyi yönetmeleri şeklinde oldu.
1990’ara kadar sistem az çok işledi. Fransa “Trente Glorieuses”; 1945’ten 1975’e kadar 30 görkemli ekonomik büyüme yılı yaşadı. Avrupa’nın en hızlı trenleri olan TGV’leri yaptı, dünyanın en hızlı yolcu uçağı Concorde’u birlikte yarattı, Fransızların tenis kortu rezervasyonu yapmak ve telefon seksi yapmak için kullandıkları proto-internet Minitel’i icat etti, Almanya’yı avroyu yaratmaya zorladı ve dünya meselelerinde bağımsız bir aktör haline geldi. Tüm yetkilere sahip cumhurbaşkanlığı Fransa’nın uluslararası konumunu güçlendirdi: Yönetim tek bir kişinin sesiyle konuşuyordu ve yabancı liderler her zaman hangi Fransız numarasını arayacaklarını biliyorlardı.
5. Cumhuriyet’in yaldızlarının döküldüğü an muhtemelen 1973’teki petrol şokuydu, o zamandan beri ekonomi büyük oranda durağanlaştı. Ya da belki aşırı sağcı lider Jean-Marie Le Pen’in cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kaldığı 21 Nisan 2002’ydi. Jacques Chirac’a karşı mağlup oldu ama o andan itibaren Fransızların göç ve işsizlik konusundaki endişelerinin de etkisiyle cumhuriyete yönelik inandırıcı bir tehdit ortaya çıktı.
Cumhurbaşkanına karşı duyulan hayal kırıklığı, popülaritede de kendini gösterdi. Anketör Kantar Sofres’e göre Mitterrand [1981-1995 arası cumhurbaşkanı] ve Chirac [1995-2007] genellikle yüzde 40 ila 60 arasında oy oranına sahipti. Ancak son üç cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, François Hollande ve Macron’un oy oranları genelde yüzde 20 ila 40 arasında seyrediyor. Hollande’ın oy oranı bir ankette yüzde 4’e ulaştı [yazım hatası değil]. Kahramanlık sonrası çağa ait bu rakamlar de Gaulle’ün işi için çok azdı. Artık çok az seçmen bir sonraki cumhurbaşkanının ulusal kurtarıcı olacağını umuyor. Marine Le Pen cumhurbaşkanı olabilecek olsa da o da yıllarca süren skandalların ardından büyüsünü kaybetti. Bugün ona fanteziler yüklemek zor.
Fakat teknokratlar da lekelenmiş görünüyor, özellikle de kendi kendini idame ettiren bir kast haline geldikleri için. Bugünün yönetici sınıfı, orantısız bir şekilde Paris’te Sol Yaka’daki anaokulundan Sol Yaka’daki hazırlık okuluna birlikte giden ve burada prestijli okulların sınavlarına hazırlanan ve ardından Sol Yaka’da kendilerine daire alan okumuş yüksek burjuvazinin beyaz çocuklarından oluşuyor. Eğer Paris kökenli değillerse Normandiyalı zengin bir doktorun oğlu olan Hollande ya da Picardyli bir nöroloğun oğlu olan Macron gibi genellikle gençken oraya taşınmışlardır.
Güney batılı bir postacının oğlu olan sosyolog Pierre Bourdieu’nün onlarca yıl önce uyardığı gibi: Fransız seçkini kendini yeniden üretiyordu [ve seçkinlerin kendilerini yeniden üretmesi konusunda kimse Bourdieu’den daha fazla uzmanlaşmamıştı; üç oğlu da en entelektüel sıfatta prestijli bir okul olan ve sosyal bilimciler yetiştiren Sol Yaka’daki École Normale Supérieure’e kadar onun izinden gitti].
Fransız teknokratları çalışma hayatlarını, Paris sarayını bir hendek gibi çevreleyen çevre yolu Périphérique’in içindeki birkaç semtte geçiriyor. Fransa’nın geri kalanına, okulda kendilerine öğretilen Paris kültürünü özümseyememiş ve aşırı sağ ya da aşırı sola oy veren kokuşmuş köylülerin yaşadığı bir koloni gibi davranıyorlar.
Paris dışındaki yaşamın temel gerçekleri pek çok karar alıcının gözünde kaçıyor. Hollande’ın École Nationale d’ Administration’dan (ENA) sınıf arkadaşı ve sağ kolu olan Jean-Pierre Jouyet, Normandiya’daki ikinci evinde [ailesinin eski evi] yaşadığı deneyim sayesinde kırsal kesimin büyük bir bölümünde geniş bant internet olmadığını fark etti. Hollande’ı uyarma fırsatını hiç bulamamış. L’Envers du décor adlı anı kitabında “Açıklamam gerekirse, hükümette kimse konuyla ilgilenmiyordu” diye belirtiyor. Macron 2018’de yakıt vergisine birkaç sent eklemeye karar verdiğinde bunun gilets jaunes, “sarı yelekler” tarafından ülke çapında aylar sürecek bir ayaklanmaya yol açacağının farkında değildi, zira kendisi ve etrafındaki teknokratlar Périphérique’in ötesindeki insanların arabalarına ne kadar ihtiyaçları olduğunu kavrayamamışlardı.
Fransızlar işler ters gittiğinde teknokratları ve özellikle de kendilerine danışmadan karar veren cumhurbaşkanını suçluyor. Sıradan insanlar, hayatları emekli olabilecekleri güne kadar, doğduklarında dışlandıkları Parisli bir meritokrasi tarafından çizilmiş gibi hissediyor. Paris’in seçkin üniversitelerinden Sciences Po’da siyaset uzmanı olan Luc Rouban’un aktardığına göre kendilerini “halktan” gören insanların dörtte üçü, kendilerini toplumsal aşağılanmanın ve tanınmamanın nesnesi olarak hissettiklerini söylüyorlar. Ülkenin her postane ve ilkokulun cephesinden ilan edilen vaadi — “Liberté, égalité, fraternité” — göz önüne alındığında bu durum özellikle can sıkıcı. Fransa, sosyal sınıfın veya paranın gücünün belirgin olduğu Britanya veya ABD değil.
Beş yıldır Ulusal Kamuoyu Tartışmaları Komisyonunun başkanlığını yürüten Chantal Jouanno’ya göre Fransız halkı teknokratlara meydan okurken teknokratlar da halka meydan okuyor. Le Monde’a konuşan Jouanno, Fransız “karar alıcıların” toplumu sıklıkla “çatışmalı, kontrol edilemez, düzeltilemez” olarak tanımladığını ifade ediyor. Belki de Macron’un “direngen Galyalılar” esprisini düşünüyordu. Çarşamba günü “Anlaşamadık. Bu reformu yapmanın ne kadar gerekli olduğu konusunda hemfikir olamadık” diyerek sanki sorun halkın gerçekleri anlayamamasıymış gibi yakınmıştı.
Macron, 2017’de cumhurbaşkanı olduğundan beri halkın öfkesinin hedefindeydi. ABD Başkanı George H.W. Bush için her kadına ilk kocasını hatırlattığı söylenirdi. Macron ise her Fransıza patronunu hatırlatıyor; çalışanlarına tepeden bakan eğitimli bir ukala. Hollande’ın cumhurbaşkanlığı ihtişamından yoksun olduğunu anladı ve kendisini “Jüpiterci” olarak tanımladı, fakat çoğu seçmen karşısında sadece kral gibi giyinen küçük bir eski bankacı gördü. Ona oy verenlerin çoğu bile ne onu sevdi ne de emeklilik yaşını yükseltme vaadiyle onun göreve gelmesini onayladıklarını hissetiler. Hem 2017 hem de 2022 seçimlerinde öbür seçenek Marine Le Pen’di. Fransa cumhurbaşkanı 60 yıl içinde “takdir-i ilahi adamından” “ehveni şere” dönüştü.
Macron’un Rothschild’lerde kısa bir süre çalışması, bugünün Parisli butik yatırım bankasını 19. yüzyılın Avrupa’yı kucaklayan devi ile karıştıran insanlar arasında kaçınılmaz olarak antisemitik komplo teorilerine yol açtı. Macron’un “neoliberal” ya da daha kötüsü “ultra liberal” olduğu, küresel sermayenin karanlık güçlerinin çıkarına Fransa’nın sosyal güvenlik sistemini parçalamaya çalıştığı yaygın bir şaka.
Bu suçlama gülünç: Fransa, dünya üzerindeki en az neoliberal ülke olmaya devam ediyor. Kamu harcamaları 2021’de GSYH’nin yüzde 59’u ile zengin ülkeler kulübü OECD’deki en yüksek orana sahipti. Fransızların her zamanki haklarını kaybetme korkusu — özellikle de 25 yıllık emekliliklerini — müreffeh hayatlarını tehdit ediyor. İşin kötü tarafı, insanlar devlete o kadar çok para ödüyor ki birçoğu o meşhur “ay sonunda” parasız kalıyor. Fransa’nın net ortalama geliri — 2021’de 22,732 euro’ydu — Fransa’nın akranları olarak görmeyi sevdiği kuzey Avrupa ülkelerinden daha düşük.
Macron, özellikle Sarı Yelekler’den sonra seçkin kesimin ayrıcalıklarını dizginlemeye çalıştı. Sarkozy ve eski başbakanı François Fillon yolsuzluktan hüküm giydi ama ikisi de henüz hapse girmedi ve her ikisi de temyize gidiyor. Parlamentoya yeni bir itidal empoze edildi: Milletvekillerinin Château Lafite’li öğle yemekleri için güzel stajyerleri kontrolsüz harcamalarla götürdüğü günler geride kaldı.
Macron’un bakanları çıkar çatışması yaşadıkları için daha önce baktıkları işlerden oldular, fakat bu durum Paris’in dar yönetici kastı içinde bu tür çatışmaların ne kadar çok olduğunu hatırlattı: Sosyal ekonomiden sorumlu devlet bakanı Marlène Schiappa, büyük bir sağlık sigortası şirketinin patronuyla birlikte çalıştıktan sonra portföyünün büyük bir kısmını devretmek zorunda kaldı. Enerji dönüşümünden sorumlu bakan Agnès Pannier-Runacher, babasının eskiden yönettiği petrol şirketi Perenco ile ilgili konulara dokunamıyor ya da eski kocasının üst düzey yönetici olduğu enerji şirketi Engie ile ilgilenemiyor. Dijital ekonomiden sorumlu bakan Jean-Noël Barrot ise kız kardeşinin iletişim şefi olduğu Uber’le ilgili konulara bakamıyor.
Bu tavizler halkı yatıştırmadı. Fransa’nın uzun zamandır başının belası olan işsizliğin eriyip yok olması da öyle. İşsizlik oranı şu anda yüzde 7,2 ile 2008’en bu yana en düşük seviyesinde ve Macron’a teşekkür bile edilmiyor. Yeni emeklilik yaşının oylama yapılmadan kabul edilmesine duyulan öfke o kadar büyük ki Macron önümüzdeki dört yıl boyunca herhangi bir yasayı geçirmekte zorlanabilir, tabii yine oylama yapılmadan kabul ettirmeye cesaret edemezse.
Beşinci Cumhuriyet’in meyveleri o kadar da tatsız değil. Ancak Counterpoint adlı düşünce kuruluşunun kurucusu Catherine Fieschi’ye göre sistemin kendisi miadını doldurdu. Devletin otokratik yapısı, Fransızların nispeten iyi yaşamalarına rağmen neden bu kadar öfkeli olduklarını açıklamaya yardımcı oluyor. Cumhuriyetin işleyişini neredeyse hiç önemi kalmayan parlamentodan bahsetmeden de anlatabilirsiniz. Bugün Fransa’da hükümetin üç kanadı var; cumhurbaşkanlığı, yargı ve sokak. Eğer cumhurbaşkanı bir şey yapmaya karar verirse, onu sadece sokak — protestolar ve grevler yoluyla hayatı durdurarak — durdurabilir. Sokak ve cumhurbaşkanı nadiren uzlaşmaya çalışır. Biri kazanır, öteki kaybeder.
Tarihsel olarak sokağı sendikalar kontrol eder. Fakat onlar da önemlerini kaybettikçe — Macron emekli maaşları konusunda onlara neredeyse hiç danışmadı — sokak, başsız Sarı Yelekler’den bugünün yanan çöp kutularına kadar giderek daha şiddetli ve yönsüz hale geldi. Kızımın lisesi, “Sermayeye Karşı” gibi sloganlar içeren pankartlar taşıyan öğrenciler tarafından aralıklı olarak abluka altına alınıyor. Komşu bir okulda, bir grup öğrenci ve öğretmen kendi ablukalarını bir hafta sürecek bir işgale, pankart tasarlama ve binaları yeniden boyama gibi eğlenceli etkinliklerin yer aldığı bir yatıya dönüştürmek için komplo hazırlıyor. Kızımın oradaki arkadaşı cumartesi günü protestoya katılmayı planlıyor: “Sonra hafta sonumu değerlendireceğim”.
Bu şekilde ülke yönetilmez. Geçen yılki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı solcu aday Jean-Luc Mélenchon “6. Cumhuriyet vaadiyle kampanya yürütmüştü. “Monark başkanın” yetkilerini daraltan yeni bir anayasa istiyordu.
Fakat 6. Cumhuriyet’i başlatmak için en uygun kişi Macron’un kendisi. Fieschi, Macron’un büyük avlar peşinde koşan bir politikacı olduğunu belirtiyor. Daha şimdiden çeşitli şekillerde Donald Trump ve Vladimir Putin’i etkilemeye, Fransa’nın iş gücü piyasasını, Avrupa savunmasını ve AB’yi yeniden şekillendirmeye çalıştı. Planları genellikle başarısızlıkla sonuçlanıyor ama en azından hedefleri yüksek. 6. Cumhuriyet Macron ölçeğinde bir fikir. Fieschi’ye göre bu onun mirası olabilir. Fransız trenini yeniden rayına oturtabilir.
Pazartesi günü, şu anki adı Rönesans olan kendi partisinin üyelerine “Kurumların Reformu Üzerine” başlıklı bir e-posta gönderdi. Üyeler parlamento seçimleri, referandumların kullanılması ya da kullanılmaması ve yerel yetkiler hakkındaki görüşlerini bildirmeye davet ediliyordu. Açık uçlu bir soru vardı: “Birkaç kelimeyle ifade etmek gerekirse, hangi konu(lar) hakkında bir yurttaş kongresi düzenlemenin faydalı olacağını düşünüyorsunuz?”
5. Cumhuriyet döneminde 24 kez yaptığı gibi anayasasını revize ederek kendini güncelleyebilmesi Fransa’nın güçlü yanlarından biri. 6. Cumhuriyet ya da en azından reformdan geçirilmiş bir 5. Cumhuriyet neye benzeyebilir? Koenig, de Gaulle’ün seçimle işbaşına gelen cumhurbaşkanı inovasyonunun rafa kaldırılmasını öneriyor. Bu, cumhurbaşkanının rolünü azaltacak ve parlamentonun statüsünü yükseltecek. Koenig ayrıca yetkilerin Fransa’nın 35 bin komününe, yani yerel yönetimlere devredilmesinden yana. Anketler Fransızların yerel temsilcilerine ulusal temsilcilerden çokdaha fazla güvendiklerinigösteriyor.
Koenig, geçen yıl yetkileri daraltılmış bir cumhurbaşkanlığı için liberal platformlardan birinden sembolik bir adaylı koydu. Ülkeyi gezerken çok heyecanlıydı: Fransızların çoğu güzel yerlerde, dağların, sahillerin ya da koyun otlaklarının yakınında yaşıyor. Durumları oldukça iyi, iyi besleniyorlar ve iş dışındaki tutkularını geliştirmek için zamanları var.
Paris’teki bir adam hayatlarını yönetmeden yollarına daha da iyi devam edebilirler.
İlginizi Çekebilir
-
Zelenski Washington’da Biden ile görüşecek
-
Lula’dan Fransa’ya ‘korumacılık’ eleştirisi
-
AB ülkeleri nükleeri ’stratejik net sıfır’ teknolojileri arasına geri alıyor
-
Macron, Orbán ile Ukrayna’yı görüşecek
-
FT: İtalya, Kuşak ve Yol’dan çekildiğini Çin’e resmen bildirdi
-
Martin Wolf: ABD, Çin ile rekabetinde ekonomik avantajı elinde tutuyor
DÜNYA BASINI
‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’
Yayınlanma
4 gün önce08/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.
Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.
Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün
KHALED HAMADEH
Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.
İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.
ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.
Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.
Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.
Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.
Zaman kazanma
Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.
Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.
Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.
Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.
Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.
Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”
“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”
Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.
Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.
Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.
İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”
Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.
Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.
Siyasi belirsizlik
Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.
Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?
Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.
New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”
Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün
Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.
Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:
“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”
Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.
Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”
İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”
“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”
Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”
İki devletli çözüm
ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.
Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.
ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.
DÜNYA BASINI
‘İsrail ABD’ye rağmen Gazze’yi işgal ederse kimse şaşırmasın’
Yayınlanma
4 gün önce07/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’in yine de Gazze’yi yeniden işgal etme olasılığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Steven Cook’a göre ABD’nin ortaya koyduğu ve kimseyi memnun etmeyen ertesi gün planı hem uygulanabilir değil hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına almıyor. Cook; “Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı” diyor:
İsrail Neden Muhtemelen Gazze’yi Yeniden İşgal Edecek?
Herkes bunun kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir ama yine de olabilir.
Steven A. Cook
Orta Doğu’da savaşın sürdüğü son iki ay boyunca Washington’da ya da başka bir yerde hiç kimse Gazze Şeridi’ndeki çatışmalar sona erdiğinde ne olması gerektiği konusunda iyi bir fikir ortaya koyamadı. Aynı zamanda herkes İsrail’in Gazze’yi yeniden işgal etmesinin kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Biden yönetimi İsrail hükümetini bölgede askeri yönetime geri dönülmesini desteklemeyeceği konusunda uyardı bile.
Yine de İsrail işgalinin yenilenmesi ihtimali pek çok kişinin düşündüğünden daha yüksek. Çünkü İsrailliler güvenlik istiyor ve Gazze için mevcut fikirlerin hepsi uygulanamaz ya da siyasi olarak savunulamaz (ya da her ikisi de). Aynı zamanda İsrailliler Hamas’la mücadeleyi varoluş nedeni olarak görüyorlar ve e bu nedenle hayatta kalmanın bedeli ise uluslararası tepkileri göze almaya hazır gibi görünüyorlar.
Gazze’de “ertesi günü” düşünürken, İsrail’in 2005’te bölgeden çekilmesiyle ilgili bazı ayrıntıları anlamak önemli. Dönemin Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgalinin artık maliyetine değmeyeceğine karar verdiğinde, birçok İsrailli de aynı fikirdeydi. Kalmak için ikna edici bir neden yoktu.
Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi hiçbir zaman tarihi İsrail topraklarının bir parçası olmadı. Ve İkinci İntifada’nın son günlerinde orada güvenlik sorunu devam etse de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) liderliği, askerler artık bölgede olmasa bile, bunun yönetilebilir olduğuna inanıyordu. Dahası, İsrail yerleşim yerlerini boşaltıp bölgeyi terk ettiği için dünya çapında itibar kazanacaktı. Açıkça belirtilmeyen şey ise Şaron için Gazze’den çekilme, Batı Şeria’nın her zaman İsrail kontrolünde kalmasını istediği kısımlarında İsrail’in kontrolünü sıkılaştırma çabalarını sürdürmek için tüm kaynaklarını kullanabileceğiydi.
İsrail’deki pek çok kişi için Gazze Şeridi’nin işgali Haziran 1967 zaferinin zehirli kadehiydi ve burayı Filistin Yönetimi’ne (FY) devretmek bir kazanım gibi görünüyordu. Ancak tüm İsrailliler böyle destekleyici değildi. Yerleşimciler Şaron’un ihaneti olarak algıladıkları bu durumu kınadılar ve bazıları direndi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Avigdor Lieberman muhalefeti nedeniyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Ve Likud partisi bölündü. Şaron, Ehud Olmert ve Tzipi Livni gibi tanınmış Likud üyeleriyle birlikte Kadima adında yeni bir parti kurdu. Lieberman ve aralarında eski Knesset Başkanı Yuli Edelstein’ın da bulunduğu diğer muhaliflere göre Gazze’den çekilmenin iyi niyet ya da güvenlik getireceğine inanmak hataydı. Şaron’un aksine, egemen İsrail’de İsraillilerin güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Gazze’nin işgalini sürdürmek olduğuna inanıyorlardı.
Takip eden yıllarda, çekilmeden bu yana Gazze’den atılan roketler düzenli aralıklarla İsrail’e düşerken ve Birleşmiş Milletler İsrail’i birçok İsraillinin var olmadığını söylediği bir işgal nedeniyle eleştirmeye devam ederken, İsrail sağı Şaron’un çekilmesinin büyük bir hata olduğunu savundu. Bu görüş, 7 Ekim’deki terör saldırılarından bu yana İsrail’de daha fazla taraftar bulmuşa benziyor. Kısa bir süre sonra yapılan bir ankette İsraillilerin yüzde 30’u Gazze’nin işgalini ve askeri yönetimini destekliyordu.
Elbette bu anket, devlet tarihindeki en büyük güvenlik başarısızlığının hemen ardından yapılmıştı. Hiç şüphesiz, kanlı ve yaralı İsrail’de duygular çok yoğundu (ve hâlâ öyle). Anketin yansıttığından çok daha az İsrailli Gazze’yi yeniden işgal etmek istiyor olabilir. Ancak bu durum 2005’teki çekilmeye karşı çıkanların o zaman olduğundan daha ikna edici bir anlatıya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor: İsrail, Gazze Şeridi’ni işgal ettiğinde göreceli bir sükûnet vardı ve ülkeye çok az roket düşüyordu; IDF çekildiğinden beri ise mini savaşlardan (2008-09, 2012, 2014, 2021) başka bir şey olmadı ve şimdi de tam ölçekli bir çatışma yaşanıyor.
Bana söylenenlere göre İsrail savunma teşkilatında hiç kimse -Hamas’ın planlarına ilişkin uyarıları yıllarca görmezden gelen aynı kişiler- Gazze’yi yeniden işgal etmek istemiyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaşın üçüncü aşamasının “İsrail’in Gazze şeridindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmayı ve İsrail vatandaşları için yeni bir güvenlik gerçekliği oluşturmayı gerektireceğini” söyleyecek kadar ileri gitti ve Hamas yok edildikten sonra IDF’nin Gazze’yi terk edeceğini ve İsrail’den izole edileceğini öne sürdü. Bu onun (gerçekçi olmayan) niyeti olabilir ama başkalarının söylediği tam olarak bu değil.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 6 Kasım’da ABC News’e verdiği demeçte “İsrail belirsiz bir süre için … [Gazze’de] genel güvenlik sorumluluğuna sahip olacak çünkü sahip olmadığımızda neler olduğunu gördük” dedi. Elbette başbakan IDF’nin savaştan sonra Gazze’yi işgal edip yöneteceğini kesin bir dille ifade etmedi ancak bunu da reddetmedi.
Bir de Netanyahu’nun en yakın danışmanlarından biri olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer var. Dermer geçen günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail ordusunun 17 yıldır Gazze’de bulunmadığını ve dolayısıyla Batı Şeria’da rutin olarak gerçekleştirdiği güvenlik operasyonlarını yapamadığını belirterek 2005’teki çekilmenin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığını ima etti. “Açıkçası (bunu) tekrarlayamayız” diyerek Netanyahu’nun daha önce söylediklerini, özellikle de IDF’nin Gazze’de “süresiz olarak öncelikli güvenlik sorumluluğuna” sahip olacağını teyit etti.
Buradan, İsrail’in güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun işgalden geçtiğini öne sürdükleri anlaşılıyor; ancak elbette her iki adamın sözlerinde de belli bir miktar dolambaçlı ifade var. Bununla birlikte, yeniden işgale karşı olsalardı, “İşgale karşıyız, ancak X, Y ve Z’yi yaparak egemen İsrail’i güvence altına alacağız” demek kolay olurdu.
Netanyahu söylediklerinde ciddi olsun ya da olmasın hatta İsrail siyaseti savaştan sonra şu ya da bu şekilde onu iktidardan alsa bile çatışmanın sonunda Gazze Şeridi’nin yeniden işgali edilebilir. Bir beyin fırtınası yapalım: İsrail yönetiminin Gazze Şeridi’ni işgal etmek istemediğini ancak Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in hedefi olmaya devam ettiğini varsayalım. Ve İsrail halkının oldukça şahin olduğunu düşünelim. Şimdi ne Washington’un ne de diğer büyük küresel ya da bölgesel güçlerin savaş sonrası Gazze için uygulanabilir ve siyasi olarak savunulabilir bir plan geliştiremediğini durumda İsraillilerin tam olarak neyle karşı karşıya kalıyor?
Biden yönetiminin, bazı kısımları Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından kamuoyuna açıklanan mevcut planına göre, yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi kontrolü ele alana kadar Gazze’de bir tür uluslararası istikrar sağlanacak ve ardından ABD’nin iki devletli çözüm arayışı yeniden başlayacak.
Bu planın hiçbir aşaması gerçekçi değil. Gazze’de çok uluslu bir güç olması pek olası değil çünkü İsrail, Hamas’ı İsrail’in güvenliğini tehdit edemez hale getirse bile bu son derece tehlikeli olacaktır. Filistin Yönetimi yolsuzluk, işlevsizlik ve meşruiyet eksikliği nedeniyle -İsrail’e bağımlılığı ve İsrail’le koordinasyonunun yanı sıra Filistin lideri Mahmud Abbas’ın seçimlere katılmayı reddetmesi nedeniyle- yardım edilemeyecek kadar zor durumda. Reforme edilse bile Netanyahu ve danışmanları Filistin Yönetimi’ni bir ortak olarak görmediklerini açıkça ortaya koydular ve Ramallah’taki Filistinli liderler de İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki vekili olmayacaklarını açıkça belirttiler. Son olarak, ABD’li politika yapıcıların İsraillileri ve Filistinlileri barışa zorlamak için daha önce denenmemiş pek bir şey sunması mümkün görünmüyor.
İsrail halkının Gazze Şeridi’ni işgal etmek isteyip istemediği açık bir soru olmaya devam ediyor, ancak İsrailli dostlarımın ve muhataplarımın son iki aydır bana aktardığı üzere, mevcut çatışmada imkânsız bir durumla karşı karşıyalar. Filistin meselesinden ellerini çekmek ve güvenliğe kavuşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Gazze’den çekilmenin bu hedefleri gerçekleştireceğini düşünüyorlardı ama 7 Ekim saldırıları bu inançlarını yerle bir etti. Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı. Güvenlik isteyen İsrailliler için muhtemelen başka seçenek yok.
DÜNYA BASINI
Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler
Yayınlanma
4 gün önce07/12/2023
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Batı’nın uzun yıllardır ucuz iş gücü fırsatları için sanayisizleşmeyi göze alması karşısına Çin gibi bir tehlikeyi çıkardı. Ve Çin ve onun şirketleri, ABD ve AB’nin boşalttığı yerleri mükemmel bir şekilde dolduruyor. Afrika’nın ve Asya’nın tamamında ve ayrıca Latin Amerika’da, akıllara seza devasa altyapı projelerinin çoğunun altında Çin’in imzası var. Pekin kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyor ve gittiği yerlerdeki muhataplarını borçla harçla uğraştırmıyor. Bu fena bir dönüşümün belirtileri ve sancılar şiddetli.
Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler
Natalya Eremina
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)
4 Aralık 2023
İngiliz küresel stratejisindeki (“Küresel Britanya”) Afrika tarafı pek açık tanımlanmadı, İngiliz devletinin kıtadaki hedeflerini belirlemedi ve Birleşik Krallık parlamentosundaki Afrika gündemine ilişkin tartışmanın da gösterdiği üzere hem iş dünyası hem de siyaset kurumu arasında soru işaretlerine yol açıyor. Bu nedenle, Britanya’nın Afrika’daki stratejisi şu anda, gözlerimizin önünde şekilleniyor ve hala ülkenin sömürge deneyimine dayanıyor. Ne de olsa bu, daha önce dominyon (mesela Güney Afrika), Britanya İmparatorluğu’nun protektorası (mesela Nijerya), koloni (mesela Gambiya, Kenya, Malavi, Sierra Leone, Uganda, Zambiya) ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda bölgesi (mesela Tanzanya) olan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu’na dayanıyor. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu, olumsuz bir sömürge tadı taşıyan ortak bir tarihle (Mozambik, Gabon, Ruanda) Britanya’ya bağlı olmaksızın fayda arayan Afrika ülkelerini de içeriyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrıldıklarında bir süre sonra yeniden üye olduklarını da gözlemlememiz gerek (Güney Afrika, Gambiya). Yalnızca Zimbabve 2003 yılında ayrıldığı örgüte geri dönmedi. Dolayısıyla aslında Birleşik Krallık, Afrika’nın yönünü önemli ve umut verici olarak görmese bile kıtadaki varlığını her zaman sürdürdü. Fakat yaklaşık beş yıl önce durum değişmeye başladı: Çin kendi ticari ve iktisadi ilişkiler ağını kurarak Afrika’da net bir yer edindi, Rusya güvenlik ve iktisadi işbirliği projeleriyle Afrika’ya geri döndü, AB, Global Gateway programı çerçevesinde Afrika’nın önemini ilan etti, ABD, Afrika’da yeni bir strateji açıkladı ve genel olarak, büyüme ve iktisadi kalkınma hususlarının küresel Güney denilen bölgeye kayması belirginleşti, bu da özellikle Birleşik Krallık için yatırım konusunu keskinleştirdi. Çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgecilik sorunu ve sömürgecilik sonrası yaklaşımlarının tam da şu anda aktif bir şekilde ele alınması ve yeniden değerlendirilmesi tesadüf değil ve bunun için diğerlerinin yanı sıra İngiliz siyaset kurumunun ve İngiliz kalıtsal aristokrasisinin temsilcilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Birleşik Krallık, Afrika’nın önemini ve ülkenin kıtadaki hedeflerini ifade etme ihtiyacı sorusunu gündeme getirme konusunda ortaklarını takip etti (Afrika Stratejisi 2019’da yayımlandı ve aynı yıl Afrika Birliği ile mutabakat zaptı imzalandı, Afrika yönü de ülkenin dış politika incelemelerinin bir parçası olarak kabul edildi). Mevcut koşullarda Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine yönelik önerdiği yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini kısaca ele alalım.
Birleşik Krallık’ın Afrika ajandasının güçlü yönleri
Afrika, farklı aktörlerin çıkarları arasında önemli bir kesişme noktası olarak nitelendiriliyor ve Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine katılımı kaçınılmaz olarak ülkenin profilini ve uluslararası ilişkilerdeki önemini artırıyor.
Birleşik Krallık, küresel enerji katılımı ve yatırımları açısından Afrika’nın iktisadi önemi konusunda oldukça net. Bu durum, 2020 yılında Afrika ile yapılan İlk Yatırım Zirvesi’nde de ortaya konmuştu. O dönemde İngiliz tarafı, Afrikalı ortaklarına 2027 yılına kadar tüm G7 ülkelerinden 80 milyar dolara kadar özel sektör yatırımı sağlama sözü bile vermişti. İngilizler, Afrika’daki çeşitli projeler için yaklaşık 4 milyar pound (bunun 2,4 milyar pound’u özel yatırım) toplamaya hazır olduklarını söylediler. İlk zirvede ayrıca 6,5 milyar pound değerinde sözleşmeler de yapıldı. Nisan 2024’te Birleşik Krallık Afrika ile İkinci Yatırım Zirvesi düzenlemeyi planlıyor (24 Afrika ülkesinden delegasyon bekleniyor: Cezayir, Angola, Kamerun, Fildişi Sahili, Kongo, Mısır, Etiyopya, Gana, Kenya, Malavi, Moritanya, Mauritius, Fas, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Sierra Leone, Güney Afrika, Tanzanya, Tunus, Uganda ve Zambiya). Buna ek olarak, İngiliz hükümeti, işletmelerini riskleri azaltmaya ve Afrika’da yeni ortaklar bulmaya davet eden yatırım araçları oluşturdu. Bu araçlar arasında İngiliz Uluslararası Yatırım grubu, UKEF (Britanya İhracat Finansmanı) ve Growth Gateway programı bulunuyor.
Birleşik Krallık için Afrika’daki varlığının oldukça ciddi olumlu yönlerinden biri de askeri ortaklıkların ve hatta askeri üslerin varlığı. Kenya ve Nijerya, siyasi-askeri alanda sürekli bir ilişkinin olduğu iki Afrika ülkesi olarak öne çıkıyor. 2018 yılında Birleşik Krallık ile Nijerya, İngilizlerin Nijeryalı askerleri eğittiği ve ekipman tedarik ettiği Güvenlik ve Savunma Ortaklığı Anlaşması imzaladı. Kenya’da ise İngilizler 1963’ten bu yana düzenli olarak güncellenen bir savunma anlaşması aracılığıyla yakın askeri işbirliği geliştirdi.
Afrika, Birleşik Krallık’ın imaj hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli bir bölge olmaya devam ediyor; zira ülke, gayri safi milli gelirinin yüzde 0,5’ini başta Afrika olmak üzere insani yardıma ayırmakla iftihar duyuyor. Ayrıca İngilizler, iç çatışmalar ve doğal afetler nedeniyle ülkelerinden kaçan Afrikalı mültecilere verdikleri desteği de vurguluyor (şu anda 1,5 milyondan fazla kişi kendisini siyah, siyah İngiliz, siyah Galli, Karayipli veya Afrikalı olarak tanımlıyor).
Britanya’nın Afrika ajandasındaki zayıflıklar
Afrika, Britanya’nın dış politika ajansında bir “yüze” sahip değil, hala küresel Güney’in bir parçası olarak görülüyor ve mevcut bağlamda farklı Afrika ülkeleri için farklı yaklaşımlar formüle etme girişimi dahi yok. Dolayısıyla, Afrika hala tek bir varlık olarak algılanıyor ve daha ziyade Arap Afrika’sı için bir istisna yapılıyor ama bu durum Afrika stratejisinin metninde ortaya konmuyor. Buna ek olarak, söz konusu kıta İngiliz çıkarlarının “geniş çevresi” kavramına dahil, yani ülkenin dış politika öncelikleri hiyerarşisinde son sırada yer alıyor. Aynı zamanda Afrika, bir işbirliği bölgesi olmaktan ziyade Çin ve Rusya ile bir rekabet alanı olarak görülüyor.
Britanya’nın Afrika kıtasındaki konumunun bir başka zayıflığı da özellikle uzun bir sömürgecilik mazisinden (halkların sömürgeciler tarafından ayrılması) kaynaklandığı için, krizleri önlemek ve dengelemek üzere operasyon başlatma konusunda bağımsız bir kabiliyete sahip olmaması. Birleşik Krallık askeri operasyonlar yürütmek için çoğunlukla Fransa ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bu durumda Birleşik Krallık, kendi stratejisinden ziyade Fransa’nın stratejisinin yerine getirilmesinin altında kalıyor. Aynı durum Birleşik Krallık’ın ABD ile ortaklığı için de geçerli. Aynı zamanda, İngiliz tarafının Afrika ülkelerindeki iç krizleri ortaklarıyla birlikte bile çözemeyeceği kabul ediliyor. İngilizler, Afrika’nın geleneksel olarak krizlerle boğuşan bu bölgelerine Sahel bölgesini de dahil ediyor. Afrika’daki iç risklerin çokluğu, askeri işbirliğini haklı gösterse de İngiliz tarafının iktisadi varlığını güçlendirmesini engelliyor. Bu nedenle Britanya, Afrika’daki güvenlik programlarında tek başına hareket etmiyor, yalnızca uluslararası işbirliğine ve makro-bölgesel sürdürülebilirliğe bel bağlıyor. Diğer hususların yanı sıra Britanya, bu amaçla Afrika Birliği ile bir anlaşma imzaladı.
Birleşik Krallık’ın sözde yumuşak gücü son derece karmaşık bir konu olmayı sürdürüyor. Bir yandan British Council, 19 Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor ve eğitim programları (örneğin Chevening programı) bulunuyor. Fakat bu tür programlar hala pek çok Afrika ülkesi için erişilmez olmaya devam ediyor. Buna ek olarak, Afrika’da sömürgeciliğin kalkınmadaki rolü ya da her zaman iktisadi ortaklık eksikliğinden kaynaklanan “kalkınamama” konusunda son derece aktif bir tartışma mevcut. Afrika’dan çıkarılan değerli eşyaların iadesi konusu sık sık gündeme geliyor.
Sonuçlar
Britanya, Afrika’daki konumunu güçlendirmek için mevcut iktisadi (yatırım) programlarını ve kurumlarını oluşturabildi, girişimcilerine Afrikalı ortaklarıyla daha rahat etkileşim yolları sunabildi; bu sadece ülkenin Afrika’daki imajı ve konumu için değil, aynı zamanda İngiliz iş dünyasının kendi hükümetine olan güvenine de katkıda bulunuyor. Ancak krizlere yalnızca iktisadi araçlarla karşı koymak mümkün değil. Bunun yanında Afrika’da hala Britanya’ya bağımlı bir grup ülkeden bahsedebiliriz. İngiliz Milletler Topluluğu içinde Britanya ile işbirliklerini analiz edersek İngiliz askeri üslerinin varlığı da dahil olmak üzere askeri-politik işbirliği faktörünün yanı sıra ticaret ve iktisadi etkileşime ilişkin mevcut verileri, Afrika ülkelerinin Britanya ve bir bütün olarak Batı dünyasıyla dayanışma sergilemek için önemli olan Rusya karşıtı kararlara ilişkin tutumlarını dikkate alırsak, Britanya’ya en “koşullu bağımlı” ülkeler olarak (bağımlılığın zayıflama sırasına göre) şu ülkeleri seçebiliriz: Sierra Leone, Malawi, Zambiya, Kenya, Nijerya ve Zambiya. Afrika ülkeleriyle işbirliği geliştirmeye çalışan Rus karar alıcıların bu koşulları göz önünde bulundurmaları muhtemelen mantıklı olacaktır.

Washington Güney Çin Denizi gerginliğinde boy gösterdi

OPEC ülkelerinin fosil yakıt tartışmalarına itirazı COP28 bildirgesinde etkili olacak

Xi, Hanoi’nin ‘ABD kampına kaymasını önleme’ hedefiyle Vietnam’a gidiyor

Scholz sosyal yardımlarda kesinti yapılmayacağını söyledi

Zelenski ile Orban arasında diyalog
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi