Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Geert Wilders’in Avrupa’ya dair emeli ne?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Hollanda’da 22 Kasım’da düzenlenen seçimler Avrupa’daki genel eğilimi yansıttı; Geert Wilders liderliğindeki sağcı PVV, yüzde 23,5 oy oranı elde ederek parlamentoda 37 sandalye elde etti. Eski AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans’ın liderliğindeki İşçi Partisi (PvdA) ve Yeşil Sol (Groen Links) de 25 sandalyeyle ikinci oldu. Siyasi ittifak sistemi şimdilik Wilders’e mutlak iktidar alternatifi sunmuyor gibi görünüyor. Thomas Fazi’nin geçen aylardaki şu değerlendirmesine de bakarak yazıya başlamak iyi olabilir: “Kendilerini Brüksel’den kontrolü geri almaya adadıkları iddia edilen ‘milliyetçi’ ve ‘vatansever’ partilerden, Brexit’in uygulanabilir olduğunu gösterdiği AB’den çıkma zaruretine ilişkin farkındalığın artması beklenebilirdi. Bunun yerine tam tersi bir sonuca ulaştılar: AB o kadar güçlü ki varlığını kabul etmekten başka bir alternatif yok. Bunun trajik sonuçlarını Meloni hükümeti örnekliyor: Avrupa Birliği’nin (ve NATO’nun) dikte ettiği politikalara riayet etmekten başka seçeneği olmayan, boş kültür savaşı retoriği yapan, sözüm ona “egemenlikçi” bir hükümet. Avro çerçevesinde sağ popülizmin kaçınılmaz kaderini —iktisadi ana akımın duyarcılık karşıtı bir versiyonu haline gelmek— simgeliyor.”


Geert Wilders’in Avrupa’ya dair emeli ne?

Hollandalı aşırı sağcı lider ve genel seçimlerin galibi, AB’de kalmayı ancak birliği kendi anlayışına göre şekillendirmeyi planlıyor.

Caroline de Gruyter

Foreign Policy

28 Kasım 2023

22 Kasım’da Hollanda’da düzenlenen genel seçimlerde Geert Wilders’in aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) Temsilciler Meclisi’nde en fazla sandalyeyi kazandı. Aynı gün Macaristan Başbakanı Viktor Orban, muhafazakâr Die Weltwoche dergisinin davetlisi olarak Zürih’te bir açılış konuşması yaptı. İkinci etkinlik birincisini anlamak için bir anahtar sunuyor. Orban, Wilders’in Avrupa’ya dair emelinin bir ön izlemesini sundu.

Kendisine kırmızı halı seren pek çok merkez sağ partiyle koalisyon kurmaya hak kazanan Wilders, geçmişte defalarca ülkesini Avrupa Birliği’nden çıkarmak istediğini söylemişti. PVV’nin programı “Nexit” için referandum çağrısında bulunuyor. Fakat Avrupa’daki diğer aşırı sağcı siyasetçiler gibi Wilders de Brexit’ten çıkarılacak dersleri anlamış durumda: Bu çalkantılı dünyada tek başına kalan ülkeler kendilerini marjinalleştirir ve zayıflatır, bu nedenle AB’den ayrılmak yerine kalmak ve onu içeriden değiştirmek daha iyi olacaktır. Orban’ın Zürih’te çizdiği senaryo da tam olarak bu.

Öncelikle Orban, bu zor zamanlarda Konrad Adenauer ya da Helmut Kohl gibi gerçek bir liderin —savaş sonrası Almanya’yı yıllarca istikrarlı bir ahlaki ve siyasi pusula ile yöneten ve Avrupa’da Hıristiyan demokrasisini şekillendiren politikacılar— konuşmasını hak ettikleri halde küçük bir ülkenin lideri olarak kendisine katlanmak zorunda kaldıkları için dinleyicilerden özür diledi. Orban, “Ama ne yazık ki Avrupa geriliyor,” diye devam etti. “Artık o kalibrede politikacılara sahip değil. Dünya üzerindeki hakimiyetini kaybetti, zira gerçek politikacılar tarafından değil, liberal-ilerici böcekle enfekte olmuş bürokratlar tarafından yönetiliyor. Eğer bu gerilemeyi durdurmak istiyorsak, klasik Avrupa siyasi ve liderlik kültürüne geri dönmeliyiz,” dedi. Bu, milliyetçi liderlerin Brüksel’de dümeni ele alması ve bundan böyle AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’e “bizim çalışanımız, işi bizim kararlarımızı uygulamak olan ücretli çalışanımız” olarak davranması anlamına gelecektir.

Eşi Macar olan Wilders, Orban’a yakın bir isim. Onu pek çok kez ziyaret etti. Hollandalıların büyük çoğunluğunun Nexit’i desteklemediğini biliyor. Üyeliğin ülke için faydalı olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 80. Bu oran Avrupa ortalaması olan yüzde 72’nin üzerinde. Olası merkez sağ koalisyon ortaklarından hiçbiri AB’den çıkışı savunmuyor. Dahası, Orban gibi Wilders de Birleşik Krallık’ın yalnızca AB’den değil aynı zamanda ortak pazardan da ayrılmasının akıllıca olmadığını düşünüyor. Orban, İsviçreli dinleyicilerine Brüksel’de alınan kararların, Bern’in bu kararlarda herhangi bir söz hakkı olmaksızın, tek pazarın bir katılımcısı olarak İsviçre’yi doğrudan etkilediğini söyledi. AB’de kalmak ve bu kararları içeriden şekillendirmek için sebep çok. Orban’a göre ulusal egemenlik son derece önemli ve AB’de kalarak buna daha iyi hizmet edilebilir.

Avrupa söz konusu olduğunda, egemenlik PVV programında da anahtar kelime. Programında “Ülkeler arasındaki yoğun işbirliğinin AB gibi bir siyasi birliğe ihtiyacı yoktur,” deniyor. Daha küçük bir AB bütçesi ve mesela iltica ve göç alanlarında vazgeçişlerin kullanılması çağrısında bulunuyor. Wilders, seçim gecesi televizyonda, (iltica ve göçle ilgili) Dublin anlaşmasını bağlı kalmak istediği olumlu bir AB düzenlemesi olarak zikretti. Eğer Avrupa mevzuatı iyi değilse, “Daha iyi hale getirmek için her zaman değiştirebiliriz,” diye ekledi. Bu sözler kulağa hiç de AB’den ayrılmak isteyen birinin ağzından dökülmüş gibi gelmedi. Aksine, dümeni tutmak için içeride kalan birine benziyordu.

Esasında Orban ona yol gösteriyor. Orban şu anda Brüksel’de çeşitli kozlarını oynuyor. AB Komisyonu kendisine yaklaşık 30 milyar avroluk Avrupa teşviki ödemeyi reddediyor, zira bu fonlar hukukun üstünlüğü ve yolsuzlukla mücadele şartlarına bağlanmış durumda. Bazı kozmetik reformlara rağmen Orban, bu gereklilikleri yerine getirme konusunda hiçbir şey yapmıyor. Şimdi Orban intikam alıyor. İsveç’in NATO üyeliğini engellemeye devam ediyor. Aralık ayında yapılacak Avrupa zirvesinde Avrupalı hükümet liderlerinin Ukrayna ile resmi katılım müzakerelerine başlayıp başlamamaya karar vermeleri bekleniyor. Orban, geçen hafta yazdığı mektupla henüz bir karar alınmasını istemediğini açıkladı. Orban, ayrıca Avrupa’nın Ukrayna’ya önümüzdeki birkaç yıl içinde yapacağı 50 milyar avroluk mali ve askeri yardımı ve Avrupa Barış Fonu aracılığıyla yapılacak ortak silah alımlarını engellemekle tehdit ediyor. Son olarak Orban, milyarlarını alamadığı takdirde Ursula von der Leyen’in 2024 yılında AB Komisyonu başkanlığına yeniden atanmasını engellemeye çalışacağının sinyalini verdi.

Bu arada Macaristan’ın dört bir yanına von der Leyen ve George Soros’un kurucusu olduğu Açık Toplum Vakıflarının yeni lideri olan oğlu Alex Soros’un resmedildiği ve üzerinde “Onların ezgileriyle dans etmeyelim,” yazan posterler asılması talimatını verdi. Ayrıca Avrupa’ya ilişkin (bağlayıcı olmayan) bir ulusal istişare düzenledi ve 11 oldukça düşündürücü soru sordu. AB’nin Ukrayna’ya mali yardımı ile ilgili bölüm şu şekilde: “Macaristan’dan [Ukrayna için] ilave destek istiyorlar, oysa ülkemiz AB fonlarını alamadı.” Olası cevaplardan biri şöyle: “[AB’den] alacaklı olduğumuz parayı alana kadar Ukrayna’yı desteklemek adına daha fazla ödeme yapmamalıyız.”

Orban gibi Avrupa’daki pek çok aşırı sağcı siyasetçi de AB’den ayrılmanın zamanı olmadığı sonucuna varmış durumda. Birleşik Krallık gibi büyük bir ülke bile Brexit’ten bu yana etkisini kaybetti. Ekonomi darbe aldı, göç iki katına çıktı, risk fonları ülkeyi satın alıyor. Dahası, üçüncü ülkelerle yapılacak potansiyel ticaret anlaşmalarının Birleşik Krallık’ın AB üzerinden yaptığı anlaşmalardan daha kötü olacağı, Hindistan ya da Avustralya gibi güçlü ülkelerin AB’den alamadıkları tavizleri Londra’dan koparma fırsatını yakalayacağı ortaya çıktı. Eski Başbakan John Major’ın 2020’de verdiği konferansta belirttiği üzere, Birleşik Krallık daha yoksul ve daha güçsüz olmayı seçen ikinci sınıf bir güç; “kontrolü geri alma” sloganı, Birleşik Krallık’tan çok Avrupa için geçerli.

Hem Birleşik Krallık hem de İsviçre’nin şu anda AB ile yakınlaşma arayışında olması tesadüf değil. AB’nin bekleme odası aday ülkelerle dolu. Birliğin yörüngesindeki pek çok ülke, Rusya ve Türkiye gibi bölgesel güçlerin herkese istediği gibi zorbalık yapmasıyla, daha büyük bir grubun parçası olmanın onları kahvaltıdan önce çiğ çiğ yenmekten koruyabileceğini keşfetti.

Avrupa’daki milliyetçilerin mantrası eskiden “Avrupa Birliği’nde egemenliğimizi kaybediyoruz, o halde Avrupa Birliği’nden ayrılalım,” şeklindeydi. Şimdi ise pek çoğu aslında birliğin bir parçası olarak egemenlik kazandıklarının farkında. Orban gibi isimler aniden tek Avrupa pazarının avantajlarını ve ucuz, ortak aşılar ya da Google veya Microsoft gibi çok uluslu şirketleri toplu olarak disipline etme gücü gibi diğer faydaları vurguluyor.

Avrupa konusunda bu u dönüşünü temsil eden biri varsa o da İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’dir. Geçen yıl iktidara gelir gelmez, kimsenin aklına gelmeyecek bir şekilde Avrupa’ya yatırım yapmaya başladı. Bir anda avroyu ve Avrupa savunmasını destekler hale geldi ve daha iyi bir AB iltica ve göç sistemi arayışına yapıcı bir şekilde dahil oldu. Sadece çevre politikası ve kültürel konularda muhafazakâr kaldı.

Wilders gibi Fransa’dan Marine Le Pen, İtalya’dan Matteo Salvini ve Avusturya’dan Herbert Kickl de —Orban’ın söylediğinin aksine— AB üyesi ülkelerin Brüksel’deki gücün neredeyse tamamına sahip olduğunu fark etmiş görünüyor. Ve Orban gibi kendilerini ulusal düzeyde seçtirmeyi başarırlarsa, bu güçle kendi lehlerine oynayabilirler. Onun gibi, ara sıra veto kullanma tehdidinde bulunarak konumlarını şişirebilir ve herkesi rehin alabilirler. Macaristan gibi, Avrupa’yı içeriden zayıflatmak için Avrupa’da yer edinmek isteyenlere kapılarını açabilirler. Dahası, Bundeskanzleramt ve Elysée’yi nihayet dikkat etmeye zorlayabilirler. Kısacası AB üyeliği bir kaldıraç görevi görür. Bu, ulusal liderleri normalde olduklarından daha büyük hale getiren bir araç.

Orban, Le Pen, Salvini ve Wilders gibi siyasetçilerin üzerinde çalıştığı sinik Avrupa işte budur. Önümüzdeki hafta sonu, Salvini’nin aşırı sağcı Avrupa Parlamentosu grubunun Floransa’da düzenleyeceği konferansta kemanlarını yeniden akort edecekler.

Aşırı sağ partiler eskiden ulusal kürsülerde AB’ye ve Brüksel’deki “atanmış Avrokratlara” karşı atıp tutarak dar ulusal çıkarları savunur ve bunun sonucunda da kendi aralarında sık sık çatışırlardı. Şimdi ise bu farklılıklar, en sevdikleri temalardan bazıları olan güvenlik, savunma, göç ve sınır kontrolü konularının öne çıkmasıyla giderek daha fazla gölgede kalıyor. Chatham House’dan Hans Kundnani’nin yakın zamanda yazdığı üzere, aşırı sağ artık sadece Avrupa’ya karşı ulus adına değil, Avrupa adına konuşmaya başlıyor. Kundnani’nin deyimiyle bu “etno bölgeselcilik”, “Avrupa medeniyetinin” tehlikede olduğu fikrine odaklanan bir retorikle karakterize ediliyor.

Hakikaten de “Avrupa’nın gerilemesi” aşırı sağ partiler için ortak bir tema haline geliyor. Orban, Zürih’te yaptığı konuşmada Avrupa’nın “özerk ve egemen bir şekilde hareket etme” konusundaki yetersizliğinden birkaç kez söz etti. Avrupa’nın dünyada yolunu kaybettiğini dile getirdi. Ardından da Adenauer ve Kohl gibi siyasi devlerin izinden giderek kurtarıcı rolüne soyundu.

Orban’ın kendisini artık aşırı sağda değil merkez sağ gelenekte konumlandırması tesadüfi değil. Bu, merkez sağ ile aşırı sağ arasında on yıllardır var olan barajın yıkıldığı anlamına geliyor. Pek çok ülkede merkez sağ, aşırı sağ söylemi kopyalayarak ana akım haline getiriyor. Hollanda’da merkez sağ VVD —Başbakan Mark Rutte’nin partisi— işbirliğine kapı açarak PVV’yi seçilebilir hale getirdi. Aynı şey, aşırı sağcı FPÖ’nün merkez sağ ÖVP’yi geride bırakarak daha popüler bir parti haline geldiği ve önümüzdeki sonbaharda seçimlerin yapılacağı Avusturya’da da yaşanıyor. Haziran ayında seçimlerin düzenleneceği Belçika’da da benzer bir dinamik yaşanabilir. Fransa’da merkez sağ Cumhuriyetçiler, artık aşırı sağcı Ulusal Birlik’ten daha radikal ve çok daha küçük. Bu arada Avrupa Parlamentosu’nda, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana siyasi aşırılığa karşı güçlü bir siper olan muhafazakâr aile de aynı şekilde sağa kayıyor. Daha önce desteklediği Yeşil Mutabakat iklim yasalarının bazılarına ret oyu veriyor, sınırları kapatmak istiyor ve sosyal adalet konularına giderek daha yüksek sesle karşı çıkıyor.

Tüm bunlar olurken Wilders gibi aşırı sağcı siyasetçilerin AB’den ayrılma konusunda her zamankinden daha az gerekçesi var. Orban’ın Zürih’te söylediği gibi, “Macaristan kara koyun değil, ilk kırlangıç ve diğerlerini dört gözle bekliyoruz.”

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English