Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Hak ve onur’: Almanya’da göçmen işçilerin mücadelesi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Türkiye doğumlu Duygu Kaya 2018’den beri Berlin’de yaşıyor. Film çalışmaları mezunu ve İngilizce öğretmeni olan Kaya, ‘Gorillas Workers’ Collective’ adlı fabrika grubunun bir parçası ve dağıtım şirketindeki grevin eş organizatörü. Kaya, siyasi ve örgütsel olmayan grevlerin yasallaşması için mücadele ediyor. Kaya, söz konusu çalışmasını, kapsamlı analizlere sık sık yer veren, sol görüşlü ve Marksist yönelimli ulusal günlük gazete junge Welt‘te kaleme aldı.


Hak ve onur

Duygu Kaya

Junge Welt

24 Ağustos 2023

Almanya’daki göçmen işçilerin mücadelesi. Ford’dan Gorillas’a vahşi grevler üzerine bir siyasi edebiyat çalışması.

‘’Bir adam Almanya’ya gelir. Ve burada gerçekten harika bir film izler. İzlerken pek çok kez kolunu çimdiklemek zorunda kalır, zira uyanık mı yoksa rüyada mı olduğunu bilmemektedir. Ama sonra sağında ve solunda aynı şeyleri yaşayan başka insanların da olduğunu görür. Ve bunların gerçekten yaşanıyor olması gerektiğini düşünür. Sonunda boş midesi ve donmuş ayaklarıyla sokaklara geri döndüğünde, filmin günlük bir film olduğunu fark eder. Almanya’ya gelen bir adam hakkında, onlardan biri hakkında. Onlardan biri gibi evine gelmiş olan ama aslında evine gelememiş olan, çünkü onlar için artık bir ev yok. Ve artık evleri, kapıların dışındadır. Onların Almanya’sı dışarıda, geceleri yağmurda, sokaktadır. Onların Almanya’sı budur.’’  

(‘’Wolfgang Borchert, Draußen vor der Tür’’ (Kapıların Dışında) oyunundan alıntı.)

Size benzeyen birini gördüğünüzde eşsiz bir duygu yaşarsınız. Alman dilinin en güzel sözcüklerinden biri olan “unheimlich” (korkutucu) bu duyguyu çok iyi anlatır. Wolfgang Borchert’in “Kapıların Dışında” oyunundaki “adam” ile aramızdaki benzerlikleri fark ettiğim gün, yağmurlu bir gündü. Beckmann isimli adam, İkinci Dünya Savaşı’ndan yırtık ve büyük gelen paltosuyla, hortlak gibi gaz maskesi gözlükleriyle memleketi Hamburg’a döndü. Savaşın tahribatından sorumlu olanları kapı kapı gezerek aradı. Kimse oralı olmadı. 

Teslimat servisi Gorillas’taki ilk iş günümdü. İşsizlik maaşımın süresi bitmişti ancak Almanca kursum devam ediyordu. Bu yüzden de teslimat şirketinin esnek saatleri bana uygundu. Üstümde kapüşonlu bir yağmurluk vardı ve gözlerimi yağmurdan korumak için güneş gözlüğü takmıştım. Üşengeçlikleri sebebiyle evlerinden çıkmak istemeyenlere kapı kapı dolaşıp yiyecek dağıtıyordum. Korona önlemleri kaldırılmıştı ve çoğu genç olan müşterilerimiz gerçekten kendileri markete gidebilirlerdi. Evlerin birinden çıkarken siyah bir camda yansımamı gördüm. Ben Beckmann’a baktım, Beckmann da bana baktı. Korkunç! O anda bu kitaptan neden bu kadar etkilendiğimi anladım. Borchert, kendi zamanının dışına çıkarak içinde bulunduğum dönemin Almanya’sını betimlemişti: Felsefenin ve devrimlerin enkazı arasında, Gogolvari bürokrasisiyle bana modernist Aydınlanmanın en uç yüzünü gösteren grotesk bir ülke. Kulüplerden gelen tekno sesi bu gerçeği bastıramazdı. Tam tersine. Beckmann gibi kapı kapı dolaştım ve adımın artık Duygu Kaya değil de “yabancı” olmasından sorumlu olan insanları aradım. Artık Rosaların, Büchnerlerin ve Borchertlerin olmamasının sorumlularını aradım. Benim Almanya’m kapıların önündeydi. İşte ‘’vahşi’’ grevlerin gizli gerçekleri ve anlamı burada yatıyor: Almanları birleştirmek, kapının eşiğini aşmak. 

Kiralık nesneler

“Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz.” Antonio Gramsci bu cümleleri iki dünya savaşı arasındaki dönemde kaleme aldığı “Hapishane Defterleri” eserinde yazmıştı. Avrupa’da bir türlü ölemeyen eskinin ve bir türlü doğamayan yeninin yol açtığı kriz, İkinci Dünya Savaşı’na giden yolu gerçekten de kaçınılmaz kıldı. Ama savaşın yol açtığı korkunç yıkım, krizi yok edecek kadar büyük olamadı. Almanya’da savaş sonrası yeni dünya düzeni, gerçek ve demokratik bir toplumsal düzene izin vermeyen ve krizi derinleştiren bir hayatta kalma siyasetine sürükledi. Bunun yerine uyum ve süreklilik vardı. Bu da savaş sonrası yeni demokratik Almanya’yı imkânsız hale getiriyordu. Nürnberg Mahkemelerinde yalnızca yaklaşık 20 kişinin mahkûm edilmesi de en iyi kanıt.

Batı Almanya’nın mucizevi iktisadi yükselme yıllarında yeteri kadar işçisi olmadığından, Bonn Hükümeti İtalya ve Yunanistan’dan, 1961 yılından itibaren de Türkiye’den misafir işçi alımına bel bağladı. Peki ne pahasına? Krizin kendisinin Almanya için bir varoluş bir kimlik haline gelmesi pahasına. Geçmişin, yalnızca insani bir maske takılmış zalim uygulamalarına geri dönülmesi pahasına. Ancak radikal bir toplumsal yüzleşme gerçekleşemedi.

Demek istediğim şey, yeni gelen işçiler için kurulan irtibat bürolarındaki insanların video görüntülerini izlediğinizde daha net anlaşılıyor: Sadece iç çamaşırlarıyla sıraya dizilmiş erkekler, tıbbi yeterlilik testinden geçmek için ellerini uzatıyorlar. Bunlar, kolektif hafızamıza sıkıca yerleşmiş olan insanlık dışı görüntüler.

Yaşananları unutmamak için Anayasa’sının ilk maddesini insan onurunun dokunulmazlığına ayıran Almanya, misafir işçilerin saygınlığını göreceleştirmiş ve hükümetler arası anlaşmalar yaparak, içine düştüğü bu korkunç ilke çöküşünü meşrulaştırmıştı.

Misafir işçilerin Almanya’ya getirilme sebebi sadece iş gücünden yararlanmak değildi, ayrıca ülke için inşa edilen yeni kimlik açısından da önemliydiler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Yahudiler, Romanlar, eşcinseller ve komünistler öldürüldükten sonra, misafir işçiler artık fabrikalarda en insanlık dışı koşullarda çalışan ya da sokakları süpüren, bedenleri kamusal alanın nevraljik noktalarında sergilenen yeni “ötekilerdi”. Onlar, toplumun dışında duran eğlence ve değersizleştirme nesneleriydi. Bu sayede hükümdar, diğerlerinin katlanmak zorunda kaldıkları korkunç koşullara bakarak kendi görüşlerini sağlamlaştırdı, konforunu sağladı ve ayrıcalıklarını meşrulaştırarak onaylattı. Almanca konuşmuyorlardı, oy kullanamıyorlardı, Alman meslektaşlarına kıyasla daha az maaş alıyorlardı ama bunlara rağmen emekleri en çok sömürülen onlardı. Yerel kapitalizmin emperyalist karakterinin sembolü: “Türklerimiz mükemmel Alman arabaları üretiyor, ‘kirli hatta’ misafir işçiler olmasa yürüyen bantlar durur,” diyor Bild. Barbarca iyelik zamiriyle “bizim” Türklerimiz. 

Yalnızca misafir oldukları için en başından itibaren eşit muamele söz konusu bile olmamıştı. “Misafir” ön eki sayesinde Federal Cumhuriyet gerçekten harikalar yaratabilirdi çünkü misafir olmaları sebebiyle ulusal mutabakat açısından hiçbir tehdit oluşturmuyorlardı. Bir anlamda, yok gibilerdi. Fabrikada çalışırken Almanca gerekli olmadığı için dil öğrenmek de gündemde değildi. İnsanlar kendi aralarında Türkçe konuşuyorlardı. “Misafir” işçilerin bildikleri tek Almanca cümle, Alman ustabaşının “du musst” ve “ihr müsst” (yapmak zorundasın, zorundasınız) sözleriydi. Bu durum onların mutlak sosyal izolasyonlarını somutlaştırıyordu.  

“İşçiler çağırıldı ama insanlar geldi,” bu ifade kulağa çok acı geliyor. Ancak esas yaşananları bu ifade bile yansıtamıyor. Çünkü aslında Almanya, işçi değil modern köleler çağırmıştı. Sınıf bilincinin hala canlı olduğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda “işçi” kelimesi, bir aidiyet ve aynı zamanda da gayet doğal bir hak talebi ve mücadele anlamına geliyordu. Bu sebeple misafir işçiler için grevler, işçi kimliklerini de ileri sürmenin bir yoluydu. Grevler, eşiği aşmanın, kendi Almanya’ları ve gerçek Almanya arasındaki sınırı yıkmanın bir aracıydı. Grevler en güzel haliyle entegrasyon anlamına geliyordu. 

Görünür olmak

Baha Targün, 1969 yılında öğrenci olarak Almanya’ya geldi. Çevirmen olarak çalıştı. İleri düzey Almancası ve devrimci bilinci onu Köln’deki Ford fabrikasında çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra neredeyse otomatik olarak grevin lideri yaptı. Petrol fiyatları krizi, enflasyonun yüzde 7’ye dayanması ve ücretlerin eridiği ekonomik atmosferde; Mart 1973’ten itibaren Federal Cumhuriyet’e karşı 80 vahşi grev gerçekleşti. 50 yıl önce Ford’da başlayan grev, pek çok nedenden dolayı bu grevler arasından en önemlisiydi. Baha Targün’ün Almancası bu kadar iyi olmasa bunu başarabilir miydi? Sürekli Almanca bilmemekle suçlanan misafir işçilerin Almanca bilmesi istenmiyordu. Sessiz kitlelerin sessiz kalmasının temel koşulu uyuşturulmalarıdır. Öğrenmeleri değil, çalışmaları beklenir. 300 Türk işçinin tatilden geç döndükleri gerekçesiyle işten çıkarılmaları, 1973 yazında Ford’da fitili ateşledi. Anonim bir kitleyi siyasi olarak harekete geçirmenin en etkili yolu, onlara başkalarının başına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceğini hissettirmektir. Ayrıca yürüyen bantların son montaj hattında zaten fiziksel olarak çok zor olan iş, 300 işçinin olmaması sebebiyle daha da zorlaşmıştı. Bu sebeplerle bölünme yerine dayanışma yaşandı. Ford’daki misafir işçiler politize oldular. Bir anda konu sadece işten çıkarılan işçiler ve onların geri işe dönmelerinden çıkmıştı. Konu, misafir işçilerin onuruna gelmişti, Almanya’ya geldiklerinden beri ellerinden alınan onurlarına gelmişti. 24 Ağustos 1973’te çoğu göçmen olan (en çok Türkiye, İtalya, Yunanistan ve Yugoslavya’dan) yaklaşık 10 bin işçi greve gitmeye karar verdiler. İşçiler, saat başına bir mark daha fazla ücret, yürüyen bandın hızının azaltılması, yıllık tatilin altı haftaya çıkarılması ve alt ücret gruplarının kaldırılması gibi taleplerde bulundular. 

Alman işçilerin çoğu greve katılmadılar. Grev altıncı gününde, 2000’den fazla grevcinin bulunduğu gösteriye sopalar ve muştalarla saldırılması sonucu sona erdi. Ustabaşılar ve amirler, kıdemli işçiler, Belçika’dan getirilen grev kırıcılar ve sivil polisler grevi kırmak için güçlerini birleştirmişti. Aralarında işyeri temsilcisi ve diğer işyeri temsilcilerinin de bulunduğu 300 “karşı gösterici” kavga çıkarınca polis hemen müdahale ederek “elebaşlarını” gözaltına aldı. Greve katılan işçilere yönelik bazıları ağır olmak üzere yüzlerce işçinin yaralandığı geniş çaplı sürgün avları düzenlendi. Polis, Türk işçilere hoparlörden Türkçe olarak fabrika binasını derhal terk etmeleri gerektiğini, aksi takdirde sınır dışı edilecekleri çağrısında bulundu. Greve fabrikanın işgal edilmesiyle devam edilmesi sermaye sahiplerini öfkelendirmişti. İşçiler sadece fabrikayı işgal etmekle kalmadılar, aynı zamanda sessizliklerini bozdular, görünmezliklerine son verdiler, sadece emek gücüne indirgenmiş bedenlerden daha fazlası olduklarını açıkça gösterdiler. Bir şey daha: işgal, aynı zamanda sendikanın ve iş konseyinin yokluğunu da gösterdi.

Grevin şiddetle sona ermesinden bir gün sonra, iş konseyi müzakerelerin sonuçlarını açıkladı. Ford bir defaya mahsus olmak üzere 280 Alman Markı ödemeyi, 13. ayın maaşını biraz artırmayı, grev günleri için ödeme yapmayı ve 300 meslektaşının işten çıkarılmasını kişi kişi ele almayı kabul etti. Ancak son madde sadece kâğıt israfıydı. Bunun dışında sonuçlar tamamen Alman işçilere göre hazırlanmıştı. Zaman açısından planlanması zor olan uzun Türkiye seyahati için yıllık iznin uzatılması mı? Böyle bir şans yoktu. 

Ford’daki grev sessizliği bozdu. Misafir işçiler görünür hale geldi. Aynı zamanda sendika ve Ford’un ortak bir amaç için çalıştıkları da görünür hale geldi. Bundan önce IG Metall, yönetimin her isteğini kabul etmişti. IG Metall, “vahşi” greve karşı çıktığında ve greve “komünist sızma” sloganlarını tekrarladığında grevciler tarafından “Sendika satılmış!” diye bağırıldı. İşyeri konseyi de grevin ardından fabrikanın tasfiye edilmesine karşı çıkmadı. Yüzden fazla misafir işçi işten çıkarıldı. 600’den fazla işçi “gönüllü” olarak istifa etti. Baha Targün grevin lideri olarak tutuklandı ve daha önceki günlerde kendisini alenen “devlet düşmanı” olarak tanımlamış olan Türk Büyükelçiliğine teslim edildi.

IG Metall, grevi tam anlamıyla yasal olmadığı için reddetti. O dönemde Ford’daki IG Metall işyeri temsilcileri komitesinin başkanı olan Wilfried Kuckelkorn grevi haklı bulsa da yasadışı olduğu gerekçesiyle kınadı. Devlete tam anlamıyla sadık olan DGB sendikası, vahşi grevi desteklemek istemedi. Aslında bu bir çelişki değildi, çünkü meşruiyetini işçilerden değil, Anayasa’dan alıyordu. DGB sendikalarının son 30 yılda üyelerinin yaklaşık yarısını kaybetmiş olması hiç de şaşırtıcı değil.

Kısıtlayıcı grev hakkı

İş Anayasası Yasası’na karşı 28 ve 29 Mayıs 1952 tarihlerinde gerçekleştirilen gazete grevi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk politik grevdi. Bu grevin ardından medya girişimcileri mahkemeye başvurarak zararlarının tazmin edilmesini talep etmiş ve bu da Almanya’da tüm Avrupa’daki en kısıtlayıcı grev hakkının tesis edilmesine yol açmıştı. Eski bir Nazi hukukçusu olan ve daha sonra Federal İş Mahkemesi’ne başkanlık eden Hans Carl Nipperdey’in bilirkişi raporuna atıfta bulunan ülke genelindeki iş mahkemeleri, siyasi ve sendikal olmayan grevleri ya da vahşi grevleri yasakladı. İş bırakma eylemlerinin sadece ve sadece toplu pazarlık ile bağlantılı olarak ve sadece sendikaların talebi üzerine düzenlenebileceğini belirtti. Mahkemeler grevlerin dönüştürücü gücünün sendikalara göre daha fazla farkında gibi görünüyor. Bunun nedeni, grev hakkının Almanya’daki yorumunun bugüne kadar işçi ve çalışanların örgütlenme pratiklerini başarılı bir şekilde baltalaması ve işçilerin sermayeye karşı en keskin silahı olan iş bırakma eylemini köreltmesi.

1973’te Ford’da yaşanan tartışmanın aynısı 2021’de Gorillas teslimat servisindeki grevciler tarafından bu kez Verdi Federal Kamu Hizmetleri Sekreteri Andreas Splanemann’ın ağzından duyuldu. Ford grevi ile Gorillas grevinin pek çok ortak noktası var: Her ikisi de mevcut yargı yetkisi altında acı çekti. Yasa dışı grev eylemlerinin yasaklanması bu grevlerin izole edilmesine ve kriminalize edilmesine yardımcı oldu. 1973’ten bu yana çok şey değişmiş gibi görünse de birçok şey aynı kaldı.

İnsan olmanın yeterince acı verici olduğu bir durumda, konut sıkıntısı, ikamet kaygısı, dil engeli, aidiyetsizlik gibi zorluklar göçmenlerin yükünü daha da ağırlaştırır ve hayatlarını daha da yoksullaştırır. Almanya geçtiğimiz on yıllarda dersini iyi öğrenmiş ve daha uyumlu bir misafir işçi toplumu yaratmayı başarmış ya da başka bir deyişle sözde özgürlükler adına hayal kırıklığını erteleyecek kadar aldatmada ustalaşmıştı.

Fabrikalarda en ağır koşullarda yıllarca çalışan, ailelerini de yanlarında getiren ve misafir olmayı reddeden, kalmayı tercih eden (daha doğrusu ülkelerine döndüklerinde ilerlemiş yaşları nedeniyle iş bulamadıkları için kalmak zorunda kalan) ilk nesil “emekçi” misafir işçilerinden farklı olarak, yeni nesil “çeşitlilik” misafir işçileri ailesiz bir toplumdur. Sivil toplumun parçalandığı ve kimliklere bölündüğü yepyeni bir postmodernite dönemi başladı. İşçi sınıfı ve onunla birlikte sınıf bilinci neredeyse yok olmuştur. Fabrikaların yerini karanlık mağazalar aldı, işyerleri dijitalleştirildi ve masa başı hale getirildi. Aile çok uzakta. 

“Misafir işçi 2.0”

“Misafir işçi 2.0” Almanya’yı kalkındırmak ya da “biyo-Almanların” yapmak istemediği işleri yapmak için değil, yaşam tarzını değiştirmek için burada, veya o öyle sanıyor: Okula gidiyor, kulüpleri ziyaret ediyor, seyahat ediyor, ülkesindeki siyasi baskıdan kaçıyor, cinsel kimliğini buluyor. Ve başkalarının evlerini ve apartmanlarını temizliyor. Kapı kapı dolaşıp yiyecek ve erzak dağıtıyor. Şehrin dört bir yanını bisikletle dolaşıyor ama burada isteniyor ve kimseye yük olmuyor. Almancayı çok iyi konuşamamasına rağmen sadece resmi görevliler ve süpermarket çalışanları tarafından aşağılanıyor. Kendi güvenli bölgesinde, mükemmel İngilizce, Fransızca veya İspanyolca konuşuyor. Hatta bazen boş zamanlarında “biyo-Almanlarla” arkadaşlık kuruyor. Ancak eskiden misafir işçilerle Almanları ayıran duvar öylece ortadan kaybolmamış, bedenleri sarmış. Yaklaştığınızda bunu hissedebilirsiniz. Sivil toplum bireylere indirgenmiş ve entegrasyon tekrardan ertelenmiştir. Artık benim Almanya’m ve senin Almanya’n yok, atomize olmuş sayısız Almanya var.

“Misafir işçi 2.0” altı kişilik bir odada kalmıyor; iki ya da üç ayda bir sözleşme yapmadan oda değiştiriyor. Hiçbir eşyası yok ve bağlanmaktan hoşlanmıyor. O bir işçi değil, bir öğretmen, bir doktor, bir mühendis… Sadece Almanca sınavını geçene ve muhtemelen çoktan öğrenmiş olduğu asıl mesleğine dönene kadar geçici olarak başka bir “işte” çalışıyor. O zamana kadar geçici işlerle deneme süresinde hayatta kalma oyununu oynamaya devam edebilir. Aynı işte uzun yıllar kalmak genellikle mümkün olmadığından, start-up’lar fabrikalar gibi olmaz, her an açılıp kapanabilirler bu yüzden de sendikaya katılmanın pek bir anlamı yoktur. Sendika da onu üye olması için zorlamaz. Zaten birkaç yıl içinde başka bir ülkeye gidecek. Ya da çalışma tatili vizesiyle geldiyse, sadece altı ay ucuz işçi olacak ve bunun üzerine tatil yapacak. Örgütlenmesine gerek yok.

Bu oldukça “vahşi” yaşam tarzının ortasında, “misafir işçi 2.0” hala grev yapabilir. Çünkü ne kadar apolitik olursa olsun, insan onuru tehdit edildiğinde onu savunacak cesarete sahiptir. Ancak bunu yapmaya çalışır çalışmaz Ford yönetiminin 1973’te işçilere gönderdiğine benzer bir mektup alır. “Sayın çalışanlar, bazı radikal sol grupların işyerimizde yaratmaya çalıştığı kargaşa…” Gerçek, illüzyonun dokusunu işte böyle yırtar. Elli yıl sonra, misafir işçi statükoyu tehdit ettiğinde, o hala bir “radikal solcu”dur. Ama bu kesinlikle gurur duyulacak bir şey.

Örgütlenmesine yardımcı olduğum Gorillas grevleri, her şeyden önce göçmen işçilerin ve güvencesiz çalışanların eylem olanaklarını kısıtlayan Alman grev hakkının nasıl ele alınacağı sorusunu bir kez daha gündeme getirdi. Şu anda iki meslektaşımla birlikte Gorillas’ı dava ediyor ve kapsamlı bir grev hakkı için mücadele ediyoruz. Birimiz Meksika’dan, diğerimiz Hindistan’dan ve ben de Türkiye’denim. Komik, ironik ama gerçek.

Bir “yargısal hak” olan grev yasağını kaldırmak için cesur bir yargıca ihtiyacımız var. Ancak yargıçlar da çok iyi bilirler ki pratik sorular pratik cevaplarla çözülür. İhtiyacımız olan şey bir imza kampanyası değil. Grevin meşruiyetini yeniden tesis etmek ancak greve çıkmamızla mümkündür, siyasi olarak, vahşice, spontane… Adına ne dersek diyelim. Emek bir görev değil, sermayeye karşı kullanılabilecek tek güçtür. Grev hakkı bir insan hakkıdır.

Çeviren: Gülçin Akkoç

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English