Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Hak ve onur’: Almanya’da göçmen işçilerin mücadelesi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Türkiye doğumlu Duygu Kaya 2018’den beri Berlin’de yaşıyor. Film çalışmaları mezunu ve İngilizce öğretmeni olan Kaya, ‘Gorillas Workers’ Collective’ adlı fabrika grubunun bir parçası ve dağıtım şirketindeki grevin eş organizatörü. Kaya, siyasi ve örgütsel olmayan grevlerin yasallaşması için mücadele ediyor. Kaya, söz konusu çalışmasını, kapsamlı analizlere sık sık yer veren, sol görüşlü ve Marksist yönelimli ulusal günlük gazete junge Welt‘te kaleme aldı.


Hak ve onur

Duygu Kaya

Junge Welt

24 Ağustos 2023

Almanya’daki göçmen işçilerin mücadelesi. Ford’dan Gorillas’a vahşi grevler üzerine bir siyasi edebiyat çalışması.

‘’Bir adam Almanya’ya gelir. Ve burada gerçekten harika bir film izler. İzlerken pek çok kez kolunu çimdiklemek zorunda kalır, zira uyanık mı yoksa rüyada mı olduğunu bilmemektedir. Ama sonra sağında ve solunda aynı şeyleri yaşayan başka insanların da olduğunu görür. Ve bunların gerçekten yaşanıyor olması gerektiğini düşünür. Sonunda boş midesi ve donmuş ayaklarıyla sokaklara geri döndüğünde, filmin günlük bir film olduğunu fark eder. Almanya’ya gelen bir adam hakkında, onlardan biri hakkında. Onlardan biri gibi evine gelmiş olan ama aslında evine gelememiş olan, çünkü onlar için artık bir ev yok. Ve artık evleri, kapıların dışındadır. Onların Almanya’sı dışarıda, geceleri yağmurda, sokaktadır. Onların Almanya’sı budur.’’  

(‘’Wolfgang Borchert, Draußen vor der Tür’’ (Kapıların Dışında) oyunundan alıntı.)

Size benzeyen birini gördüğünüzde eşsiz bir duygu yaşarsınız. Alman dilinin en güzel sözcüklerinden biri olan “unheimlich” (korkutucu) bu duyguyu çok iyi anlatır. Wolfgang Borchert’in “Kapıların Dışında” oyunundaki “adam” ile aramızdaki benzerlikleri fark ettiğim gün, yağmurlu bir gündü. Beckmann isimli adam, İkinci Dünya Savaşı’ndan yırtık ve büyük gelen paltosuyla, hortlak gibi gaz maskesi gözlükleriyle memleketi Hamburg’a döndü. Savaşın tahribatından sorumlu olanları kapı kapı gezerek aradı. Kimse oralı olmadı. 

Teslimat servisi Gorillas’taki ilk iş günümdü. İşsizlik maaşımın süresi bitmişti ancak Almanca kursum devam ediyordu. Bu yüzden de teslimat şirketinin esnek saatleri bana uygundu. Üstümde kapüşonlu bir yağmurluk vardı ve gözlerimi yağmurdan korumak için güneş gözlüğü takmıştım. Üşengeçlikleri sebebiyle evlerinden çıkmak istemeyenlere kapı kapı dolaşıp yiyecek dağıtıyordum. Korona önlemleri kaldırılmıştı ve çoğu genç olan müşterilerimiz gerçekten kendileri markete gidebilirlerdi. Evlerin birinden çıkarken siyah bir camda yansımamı gördüm. Ben Beckmann’a baktım, Beckmann da bana baktı. Korkunç! O anda bu kitaptan neden bu kadar etkilendiğimi anladım. Borchert, kendi zamanının dışına çıkarak içinde bulunduğum dönemin Almanya’sını betimlemişti: Felsefenin ve devrimlerin enkazı arasında, Gogolvari bürokrasisiyle bana modernist Aydınlanmanın en uç yüzünü gösteren grotesk bir ülke. Kulüplerden gelen tekno sesi bu gerçeği bastıramazdı. Tam tersine. Beckmann gibi kapı kapı dolaştım ve adımın artık Duygu Kaya değil de “yabancı” olmasından sorumlu olan insanları aradım. Artık Rosaların, Büchnerlerin ve Borchertlerin olmamasının sorumlularını aradım. Benim Almanya’m kapıların önündeydi. İşte ‘’vahşi’’ grevlerin gizli gerçekleri ve anlamı burada yatıyor: Almanları birleştirmek, kapının eşiğini aşmak. 

Kiralık nesneler

“Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz.” Antonio Gramsci bu cümleleri iki dünya savaşı arasındaki dönemde kaleme aldığı “Hapishane Defterleri” eserinde yazmıştı. Avrupa’da bir türlü ölemeyen eskinin ve bir türlü doğamayan yeninin yol açtığı kriz, İkinci Dünya Savaşı’na giden yolu gerçekten de kaçınılmaz kıldı. Ama savaşın yol açtığı korkunç yıkım, krizi yok edecek kadar büyük olamadı. Almanya’da savaş sonrası yeni dünya düzeni, gerçek ve demokratik bir toplumsal düzene izin vermeyen ve krizi derinleştiren bir hayatta kalma siyasetine sürükledi. Bunun yerine uyum ve süreklilik vardı. Bu da savaş sonrası yeni demokratik Almanya’yı imkânsız hale getiriyordu. Nürnberg Mahkemelerinde yalnızca yaklaşık 20 kişinin mahkûm edilmesi de en iyi kanıt.

Batı Almanya’nın mucizevi iktisadi yükselme yıllarında yeteri kadar işçisi olmadığından, Bonn Hükümeti İtalya ve Yunanistan’dan, 1961 yılından itibaren de Türkiye’den misafir işçi alımına bel bağladı. Peki ne pahasına? Krizin kendisinin Almanya için bir varoluş bir kimlik haline gelmesi pahasına. Geçmişin, yalnızca insani bir maske takılmış zalim uygulamalarına geri dönülmesi pahasına. Ancak radikal bir toplumsal yüzleşme gerçekleşemedi.

Demek istediğim şey, yeni gelen işçiler için kurulan irtibat bürolarındaki insanların video görüntülerini izlediğinizde daha net anlaşılıyor: Sadece iç çamaşırlarıyla sıraya dizilmiş erkekler, tıbbi yeterlilik testinden geçmek için ellerini uzatıyorlar. Bunlar, kolektif hafızamıza sıkıca yerleşmiş olan insanlık dışı görüntüler.

Yaşananları unutmamak için Anayasa’sının ilk maddesini insan onurunun dokunulmazlığına ayıran Almanya, misafir işçilerin saygınlığını göreceleştirmiş ve hükümetler arası anlaşmalar yaparak, içine düştüğü bu korkunç ilke çöküşünü meşrulaştırmıştı.

Misafir işçilerin Almanya’ya getirilme sebebi sadece iş gücünden yararlanmak değildi, ayrıca ülke için inşa edilen yeni kimlik açısından da önemliydiler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Yahudiler, Romanlar, eşcinseller ve komünistler öldürüldükten sonra, misafir işçiler artık fabrikalarda en insanlık dışı koşullarda çalışan ya da sokakları süpüren, bedenleri kamusal alanın nevraljik noktalarında sergilenen yeni “ötekilerdi”. Onlar, toplumun dışında duran eğlence ve değersizleştirme nesneleriydi. Bu sayede hükümdar, diğerlerinin katlanmak zorunda kaldıkları korkunç koşullara bakarak kendi görüşlerini sağlamlaştırdı, konforunu sağladı ve ayrıcalıklarını meşrulaştırarak onaylattı. Almanca konuşmuyorlardı, oy kullanamıyorlardı, Alman meslektaşlarına kıyasla daha az maaş alıyorlardı ama bunlara rağmen emekleri en çok sömürülen onlardı. Yerel kapitalizmin emperyalist karakterinin sembolü: “Türklerimiz mükemmel Alman arabaları üretiyor, ‘kirli hatta’ misafir işçiler olmasa yürüyen bantlar durur,” diyor Bild. Barbarca iyelik zamiriyle “bizim” Türklerimiz. 

Yalnızca misafir oldukları için en başından itibaren eşit muamele söz konusu bile olmamıştı. “Misafir” ön eki sayesinde Federal Cumhuriyet gerçekten harikalar yaratabilirdi çünkü misafir olmaları sebebiyle ulusal mutabakat açısından hiçbir tehdit oluşturmuyorlardı. Bir anlamda, yok gibilerdi. Fabrikada çalışırken Almanca gerekli olmadığı için dil öğrenmek de gündemde değildi. İnsanlar kendi aralarında Türkçe konuşuyorlardı. “Misafir” işçilerin bildikleri tek Almanca cümle, Alman ustabaşının “du musst” ve “ihr müsst” (yapmak zorundasın, zorundasınız) sözleriydi. Bu durum onların mutlak sosyal izolasyonlarını somutlaştırıyordu.  

“İşçiler çağırıldı ama insanlar geldi,” bu ifade kulağa çok acı geliyor. Ancak esas yaşananları bu ifade bile yansıtamıyor. Çünkü aslında Almanya, işçi değil modern köleler çağırmıştı. Sınıf bilincinin hala canlı olduğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda “işçi” kelimesi, bir aidiyet ve aynı zamanda da gayet doğal bir hak talebi ve mücadele anlamına geliyordu. Bu sebeple misafir işçiler için grevler, işçi kimliklerini de ileri sürmenin bir yoluydu. Grevler, eşiği aşmanın, kendi Almanya’ları ve gerçek Almanya arasındaki sınırı yıkmanın bir aracıydı. Grevler en güzel haliyle entegrasyon anlamına geliyordu. 

Görünür olmak

Baha Targün, 1969 yılında öğrenci olarak Almanya’ya geldi. Çevirmen olarak çalıştı. İleri düzey Almancası ve devrimci bilinci onu Köln’deki Ford fabrikasında çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra neredeyse otomatik olarak grevin lideri yaptı. Petrol fiyatları krizi, enflasyonun yüzde 7’ye dayanması ve ücretlerin eridiği ekonomik atmosferde; Mart 1973’ten itibaren Federal Cumhuriyet’e karşı 80 vahşi grev gerçekleşti. 50 yıl önce Ford’da başlayan grev, pek çok nedenden dolayı bu grevler arasından en önemlisiydi. Baha Targün’ün Almancası bu kadar iyi olmasa bunu başarabilir miydi? Sürekli Almanca bilmemekle suçlanan misafir işçilerin Almanca bilmesi istenmiyordu. Sessiz kitlelerin sessiz kalmasının temel koşulu uyuşturulmalarıdır. Öğrenmeleri değil, çalışmaları beklenir. 300 Türk işçinin tatilden geç döndükleri gerekçesiyle işten çıkarılmaları, 1973 yazında Ford’da fitili ateşledi. Anonim bir kitleyi siyasi olarak harekete geçirmenin en etkili yolu, onlara başkalarının başına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceğini hissettirmektir. Ayrıca yürüyen bantların son montaj hattında zaten fiziksel olarak çok zor olan iş, 300 işçinin olmaması sebebiyle daha da zorlaşmıştı. Bu sebeplerle bölünme yerine dayanışma yaşandı. Ford’daki misafir işçiler politize oldular. Bir anda konu sadece işten çıkarılan işçiler ve onların geri işe dönmelerinden çıkmıştı. Konu, misafir işçilerin onuruna gelmişti, Almanya’ya geldiklerinden beri ellerinden alınan onurlarına gelmişti. 24 Ağustos 1973’te çoğu göçmen olan (en çok Türkiye, İtalya, Yunanistan ve Yugoslavya’dan) yaklaşık 10 bin işçi greve gitmeye karar verdiler. İşçiler, saat başına bir mark daha fazla ücret, yürüyen bandın hızının azaltılması, yıllık tatilin altı haftaya çıkarılması ve alt ücret gruplarının kaldırılması gibi taleplerde bulundular. 

Alman işçilerin çoğu greve katılmadılar. Grev altıncı gününde, 2000’den fazla grevcinin bulunduğu gösteriye sopalar ve muştalarla saldırılması sonucu sona erdi. Ustabaşılar ve amirler, kıdemli işçiler, Belçika’dan getirilen grev kırıcılar ve sivil polisler grevi kırmak için güçlerini birleştirmişti. Aralarında işyeri temsilcisi ve diğer işyeri temsilcilerinin de bulunduğu 300 “karşı gösterici” kavga çıkarınca polis hemen müdahale ederek “elebaşlarını” gözaltına aldı. Greve katılan işçilere yönelik bazıları ağır olmak üzere yüzlerce işçinin yaralandığı geniş çaplı sürgün avları düzenlendi. Polis, Türk işçilere hoparlörden Türkçe olarak fabrika binasını derhal terk etmeleri gerektiğini, aksi takdirde sınır dışı edilecekleri çağrısında bulundu. Greve fabrikanın işgal edilmesiyle devam edilmesi sermaye sahiplerini öfkelendirmişti. İşçiler sadece fabrikayı işgal etmekle kalmadılar, aynı zamanda sessizliklerini bozdular, görünmezliklerine son verdiler, sadece emek gücüne indirgenmiş bedenlerden daha fazlası olduklarını açıkça gösterdiler. Bir şey daha: işgal, aynı zamanda sendikanın ve iş konseyinin yokluğunu da gösterdi.

Grevin şiddetle sona ermesinden bir gün sonra, iş konseyi müzakerelerin sonuçlarını açıkladı. Ford bir defaya mahsus olmak üzere 280 Alman Markı ödemeyi, 13. ayın maaşını biraz artırmayı, grev günleri için ödeme yapmayı ve 300 meslektaşının işten çıkarılmasını kişi kişi ele almayı kabul etti. Ancak son madde sadece kâğıt israfıydı. Bunun dışında sonuçlar tamamen Alman işçilere göre hazırlanmıştı. Zaman açısından planlanması zor olan uzun Türkiye seyahati için yıllık iznin uzatılması mı? Böyle bir şans yoktu. 

Ford’daki grev sessizliği bozdu. Misafir işçiler görünür hale geldi. Aynı zamanda sendika ve Ford’un ortak bir amaç için çalıştıkları da görünür hale geldi. Bundan önce IG Metall, yönetimin her isteğini kabul etmişti. IG Metall, “vahşi” greve karşı çıktığında ve greve “komünist sızma” sloganlarını tekrarladığında grevciler tarafından “Sendika satılmış!” diye bağırıldı. İşyeri konseyi de grevin ardından fabrikanın tasfiye edilmesine karşı çıkmadı. Yüzden fazla misafir işçi işten çıkarıldı. 600’den fazla işçi “gönüllü” olarak istifa etti. Baha Targün grevin lideri olarak tutuklandı ve daha önceki günlerde kendisini alenen “devlet düşmanı” olarak tanımlamış olan Türk Büyükelçiliğine teslim edildi.

IG Metall, grevi tam anlamıyla yasal olmadığı için reddetti. O dönemde Ford’daki IG Metall işyeri temsilcileri komitesinin başkanı olan Wilfried Kuckelkorn grevi haklı bulsa da yasadışı olduğu gerekçesiyle kınadı. Devlete tam anlamıyla sadık olan DGB sendikası, vahşi grevi desteklemek istemedi. Aslında bu bir çelişki değildi, çünkü meşruiyetini işçilerden değil, Anayasa’dan alıyordu. DGB sendikalarının son 30 yılda üyelerinin yaklaşık yarısını kaybetmiş olması hiç de şaşırtıcı değil.

Kısıtlayıcı grev hakkı

İş Anayasası Yasası’na karşı 28 ve 29 Mayıs 1952 tarihlerinde gerçekleştirilen gazete grevi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk politik grevdi. Bu grevin ardından medya girişimcileri mahkemeye başvurarak zararlarının tazmin edilmesini talep etmiş ve bu da Almanya’da tüm Avrupa’daki en kısıtlayıcı grev hakkının tesis edilmesine yol açmıştı. Eski bir Nazi hukukçusu olan ve daha sonra Federal İş Mahkemesi’ne başkanlık eden Hans Carl Nipperdey’in bilirkişi raporuna atıfta bulunan ülke genelindeki iş mahkemeleri, siyasi ve sendikal olmayan grevleri ya da vahşi grevleri yasakladı. İş bırakma eylemlerinin sadece ve sadece toplu pazarlık ile bağlantılı olarak ve sadece sendikaların talebi üzerine düzenlenebileceğini belirtti. Mahkemeler grevlerin dönüştürücü gücünün sendikalara göre daha fazla farkında gibi görünüyor. Bunun nedeni, grev hakkının Almanya’daki yorumunun bugüne kadar işçi ve çalışanların örgütlenme pratiklerini başarılı bir şekilde baltalaması ve işçilerin sermayeye karşı en keskin silahı olan iş bırakma eylemini köreltmesi.

1973’te Ford’da yaşanan tartışmanın aynısı 2021’de Gorillas teslimat servisindeki grevciler tarafından bu kez Verdi Federal Kamu Hizmetleri Sekreteri Andreas Splanemann’ın ağzından duyuldu. Ford grevi ile Gorillas grevinin pek çok ortak noktası var: Her ikisi de mevcut yargı yetkisi altında acı çekti. Yasa dışı grev eylemlerinin yasaklanması bu grevlerin izole edilmesine ve kriminalize edilmesine yardımcı oldu. 1973’ten bu yana çok şey değişmiş gibi görünse de birçok şey aynı kaldı.

İnsan olmanın yeterince acı verici olduğu bir durumda, konut sıkıntısı, ikamet kaygısı, dil engeli, aidiyetsizlik gibi zorluklar göçmenlerin yükünü daha da ağırlaştırır ve hayatlarını daha da yoksullaştırır. Almanya geçtiğimiz on yıllarda dersini iyi öğrenmiş ve daha uyumlu bir misafir işçi toplumu yaratmayı başarmış ya da başka bir deyişle sözde özgürlükler adına hayal kırıklığını erteleyecek kadar aldatmada ustalaşmıştı.

Fabrikalarda en ağır koşullarda yıllarca çalışan, ailelerini de yanlarında getiren ve misafir olmayı reddeden, kalmayı tercih eden (daha doğrusu ülkelerine döndüklerinde ilerlemiş yaşları nedeniyle iş bulamadıkları için kalmak zorunda kalan) ilk nesil “emekçi” misafir işçilerinden farklı olarak, yeni nesil “çeşitlilik” misafir işçileri ailesiz bir toplumdur. Sivil toplumun parçalandığı ve kimliklere bölündüğü yepyeni bir postmodernite dönemi başladı. İşçi sınıfı ve onunla birlikte sınıf bilinci neredeyse yok olmuştur. Fabrikaların yerini karanlık mağazalar aldı, işyerleri dijitalleştirildi ve masa başı hale getirildi. Aile çok uzakta. 

“Misafir işçi 2.0”

“Misafir işçi 2.0” Almanya’yı kalkındırmak ya da “biyo-Almanların” yapmak istemediği işleri yapmak için değil, yaşam tarzını değiştirmek için burada, veya o öyle sanıyor: Okula gidiyor, kulüpleri ziyaret ediyor, seyahat ediyor, ülkesindeki siyasi baskıdan kaçıyor, cinsel kimliğini buluyor. Ve başkalarının evlerini ve apartmanlarını temizliyor. Kapı kapı dolaşıp yiyecek ve erzak dağıtıyor. Şehrin dört bir yanını bisikletle dolaşıyor ama burada isteniyor ve kimseye yük olmuyor. Almancayı çok iyi konuşamamasına rağmen sadece resmi görevliler ve süpermarket çalışanları tarafından aşağılanıyor. Kendi güvenli bölgesinde, mükemmel İngilizce, Fransızca veya İspanyolca konuşuyor. Hatta bazen boş zamanlarında “biyo-Almanlarla” arkadaşlık kuruyor. Ancak eskiden misafir işçilerle Almanları ayıran duvar öylece ortadan kaybolmamış, bedenleri sarmış. Yaklaştığınızda bunu hissedebilirsiniz. Sivil toplum bireylere indirgenmiş ve entegrasyon tekrardan ertelenmiştir. Artık benim Almanya’m ve senin Almanya’n yok, atomize olmuş sayısız Almanya var.

“Misafir işçi 2.0” altı kişilik bir odada kalmıyor; iki ya da üç ayda bir sözleşme yapmadan oda değiştiriyor. Hiçbir eşyası yok ve bağlanmaktan hoşlanmıyor. O bir işçi değil, bir öğretmen, bir doktor, bir mühendis… Sadece Almanca sınavını geçene ve muhtemelen çoktan öğrenmiş olduğu asıl mesleğine dönene kadar geçici olarak başka bir “işte” çalışıyor. O zamana kadar geçici işlerle deneme süresinde hayatta kalma oyununu oynamaya devam edebilir. Aynı işte uzun yıllar kalmak genellikle mümkün olmadığından, start-up’lar fabrikalar gibi olmaz, her an açılıp kapanabilirler bu yüzden de sendikaya katılmanın pek bir anlamı yoktur. Sendika da onu üye olması için zorlamaz. Zaten birkaç yıl içinde başka bir ülkeye gidecek. Ya da çalışma tatili vizesiyle geldiyse, sadece altı ay ucuz işçi olacak ve bunun üzerine tatil yapacak. Örgütlenmesine gerek yok.

Bu oldukça “vahşi” yaşam tarzının ortasında, “misafir işçi 2.0” hala grev yapabilir. Çünkü ne kadar apolitik olursa olsun, insan onuru tehdit edildiğinde onu savunacak cesarete sahiptir. Ancak bunu yapmaya çalışır çalışmaz Ford yönetiminin 1973’te işçilere gönderdiğine benzer bir mektup alır. “Sayın çalışanlar, bazı radikal sol grupların işyerimizde yaratmaya çalıştığı kargaşa…” Gerçek, illüzyonun dokusunu işte böyle yırtar. Elli yıl sonra, misafir işçi statükoyu tehdit ettiğinde, o hala bir “radikal solcu”dur. Ama bu kesinlikle gurur duyulacak bir şey.

Örgütlenmesine yardımcı olduğum Gorillas grevleri, her şeyden önce göçmen işçilerin ve güvencesiz çalışanların eylem olanaklarını kısıtlayan Alman grev hakkının nasıl ele alınacağı sorusunu bir kez daha gündeme getirdi. Şu anda iki meslektaşımla birlikte Gorillas’ı dava ediyor ve kapsamlı bir grev hakkı için mücadele ediyoruz. Birimiz Meksika’dan, diğerimiz Hindistan’dan ve ben de Türkiye’denim. Komik, ironik ama gerçek.

Bir “yargısal hak” olan grev yasağını kaldırmak için cesur bir yargıca ihtiyacımız var. Ancak yargıçlar da çok iyi bilirler ki pratik sorular pratik cevaplarla çözülür. İhtiyacımız olan şey bir imza kampanyası değil. Grevin meşruiyetini yeniden tesis etmek ancak greve çıkmamızla mümkündür, siyasi olarak, vahşice, spontane… Adına ne dersek diyelim. Emek bir görev değil, sermayeye karşı kullanılabilecek tek güçtür. Grev hakkı bir insan hakkıdır.

Çeviren: Gülçin Akkoç

DÜNYA BASINI

“İsrail siyaseti o kadar sağa kaydı ki Netanyahu nispeten ılımlı görülüyor”

Yayınlanma

Yazar

Ahmed Maher tarafından kaleme alınan ve Majalla’da yayımlanan bu makale, İsrail siyasetinin sağa kayışını ve merkez-solun neredeyse yok oluşunu derinlemesine inceliyor. Makale, Ben Gvir ve Smotrich gibi aşırıcıların Overton Penceresi’ni sağa iterek Netanyahu’yu ılımlı gibi gösterdiğini, İsrail kamuoyunun ise giderek daha militarize olduğunu vurguluyor. Filistin devletine verilen destekteki dramatik düşüşe ve Netanyahu’nun sert politikalarına artan desteğe dikkat çeken yazı, İsrail’in geleceğine dair distopik bir tablo çiziyor.

***

Tek boynuzlu atlardan distopiklere: İsrail merkezinin yok oluşu

Ben Gvir ve Smotrich gibi aşırılık yanlıları Overton penceresini* o kadar sağa itti ki Netanyahu nispeten ılımlı görünüyor.

Ahmed Maher

Gazze savaşının üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine rağmen İsrail kamuoyu, mevcut hükümetin Filistinlilere, Lübnan’a ve can çekişen iki devletli çözüme yönelik aşırı ve sert politikalarından o kadar etkilendi ki mevcut sağcı politikacıların pozisyonları giderek daha merkezci görünmeye ve ortalama İsrail vatandaşından daha fazla destek almaya başladı.

Bu eğilim, geçen ay yapılan ve Başbakan Binyamin Netanyahu ve sağcı Likud partisinin diğer partilere karşı avantaj elde ettiğini gösteren son seçim anketlerine de yansımış durumda. İsrail’in merkezi yok.

Netanyahu, 120 koltuklu İsrail Knesset’inde 64 üyeden oluşan bir koalisyon kurarak Aralık 2022’de iktidara geldi; bu koalisyonun çoğunluğunu 32 koltuğu olan Likud partisi ve 14 koltuğu olan Dini Siyonistler oluşturuyordu. Netanyahu’nun 7 Ekim 2023 sonrası aylardır düşüşte olan popülaritesi, Gazze savaşının başlangıcından bu yana ilk kez yükselmeye başladı.

En azından mayıs ayından bu yana peş peşe yapılan anketler bu oranın istikrarlı bir şekilde yükseldiğini gösteriyor. İsrail’in şu anda tarihindeki en uzun süreli savaşın içinde olduğu ve Lübnan’da Hizbullah ile giderek tırmanan çatışmaya ve muhtemelen İran ile doğrudan bir savaşa doğru ilerlediği göz önüne alındığında bu dikkate değer bir geri dönüş.

İsrail saldırdıkça Netanyahu’ya destek artıyor

Netanyahu’nun popülaritesi, İsrail’in kurulduğu 1948’den bu yana en büyük hükümet karşıtı gösterilere yol açan tartışmalı yargı ‘reformlarına’, gözetimi altındaki büyük güvenlik başarısızlıklarına, Hamas’ın esaretinden henüz kurtarılmamış düzinelerce rehineye ve Gazze’nin bazı bölgelerini (en azından şimdilik) yeniden işgal etme ısrarına rağmen artıyor.

Bu nasıl açıklanabilir? Öncelikle, İsrail kamuoyunun aşırı söylemlere doyması, ılımlı muhalefet partilerini daha da kenara itti. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotritch gibi radikal isimler, Filistinlilere yönelik ırkçı politikaların ve suç teşkil eden eylemlerin başlıca savunucuları oldular- hatta birincisi bir terör örgütünü desteklemekten hüküm giydi.

Overton penceresi kaydı

Overton penceresini bu kadar sağa iten böylesi aşırılık yanlıları varken, Netanyahu olarak nispeten ılımlı görünüyor. Ancak bunun tek nedeni sol muhalefetin gölgede kalması değil, İsrail’deki merkezci laik figürler de yaklaşan parlamento seçimlerinde oy toplamak için giderek daha sağcı pozisyonlar benimsiyor.

Uzun süredir merkezde yer alan lider Yair Lapid’i ele alalım. Geçen aralık ayında Knesset’te kendisiyle röportaj yaptığımda, o dönemde iki devletli bir çözüme destek verdiğini ifade etmiş, ancak Gazze’deki savaş ve sonrasında yaşananlar göz önüne alındığında bunun “önemli ölçüde gecikebileceğini” söylemişti.

Birkaç ay sonra İrlanda, Norveç ve İspanya’nın Filistin devletini tek taraflı olarak tanıma kararını eleştirerek bunu “utanç verici” olarak nitelendirdi. Ayrıca BM’nin en üst mahkemesi olan Uluslararası Adalet Divanı’nı (UAD) da İsrail’in Refah’taki askeri saldırısını derhal durdurmasını öngören bir karar aldığı için eleştirdi.

Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı

7 Ekim’den önce Lapid’in en önemli özelliği seçmenleri ‘merkezde’ olduğuna, yani ne sol bloğa ne de sağa meyletmediğine ikna edebilmesiydi. Ancak giderek İsrail’in merkez solu merkez sağa kayarken, gerçek solu da neredeyse tamamen yok oldu.

7 Ekim’de yaşananlar İsrail kamuoyunu militarize etti, politikalarını daha da sağa itti ve ülkenin ahlaki sınırlarını zorladı.

İsrailli Yahudilerin %71’i 2010’da Filistin devleti kurulmasını desteklerken bu destek 2020’de yaklaşık %20’ye düştü, Filistinlilerin eşit haklara sahip olmadığı tek devlet çözümüne veirlen destek ise iki katına çıkarak %42’ye ulaştı. Her iki anket de Ramallah’taki Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi ile Tel Aviv Üniversitesi’ndeki Uluslararası Çatışma Çözümü ve Arabuluculuk Programı tarafından yapıldı.

İsrailliler Netanyahu’yu kişisel olarak sevmeseler de genel olarak onun sağcı güvenlik politikalarını destekliyorlar. Ancak merkezciler de sağ ile neredeyse aynı pozisyonları benimserken (İsrail askerlerinin Gazze’de işledikleri iddia edilen savaş suçları nedeniyle yargılanmaması, Filistin devletinin kurulmaması, Gazze’den yakın zamanda çekilmemesi ve şimdi de Lübnan’da yaklaşmakta olan yakıp yıkma politikası) seçmenlerin şu aşamada Netanyahu’yu gözden çıkarması için çok bir neden yok.

Mevcut siyasi iklimde, işgal altındaki Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olmasını savunan herkes tek boynuzlu at gibi görünüyor. Bu arada, kamuoyundaki tartışmalara egemen distopik radikallerin öngörülebilir gelecekte kararları vereceği tahmin ediliyor.

***

*Overton penceresi, toplumda belirli bir dönemde kabul edilebilir veya tartışılabilir sayılan politik fikirler ve politikaların yelpazesini tanımlayan bir kavramdır. Bu pencere, hangi fikirlerin “meşru” ya da “makul” olarak kabul edildiğini ve dolayısıyla kamuoyunda tartışılabilir olduğunu gösterir. Overton penceresi, zamanla toplumdaki değişen normlar, olaylar veya liderler tarafından kaydırılabilir. Örneğin, bir politika veya fikir başlangıçta radikal ya da kabul edilemez görülürken, zaman içinde pencerede meydana gelen kaymalar sonucu toplum tarafından kabul edilebilir hale gelebilir. Bu kavram, genellikle aşırı uçtaki fikirlerin zamanla nasıl ana akım hale gelebileceğini açıklamak için kullanılır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Hizbullah’la olası topyekûn savaş İsrail ekonomisini nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağını makale İsrail ekonomisinin 7 Ekim’den sonraki durumuna ve Hizbullah’la olası bir topyekûn savaştan nasıl etkileneceğine odaklanıyor. Makaleye göre savaşın etkisiyle sermaye kaçışları, enflasyonun yükselmesi ve inşaat sektörünün daralması, ülke ekonomisini zor durumda bırakıyor. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in savurgan politikaları ve bütçe açığının hızla artması yatırımcıları endişelendirirken, gelecekte daha geniş çaplı bir savaş senaryosu ekonomiyi daha da derin bir krize sürükleyebilir.

***

İsrail ekonomisi Hizbullah’la topyekûn bir savaşın yükünü kaldırabilir mi?

The Economist

Ülke bankaları sermaye kaçışı yaşıyor.

İsrail ekonomisi toparlanma yolunda ilerliyor olmalıydı. Ne de olsa, savaşmak için işlerini terk eden 300 bin işçinin çoğu şimdi ofislere, fabrikalara ve çiftliklere geri döndü. Ancak aksine durum giderek daha da kötüleşiyor. Bloomberg’e göre nisan ve haziran ayları arasında GSYİH büyümesi yıllık bazda sadece %0,7 oldu. Bu rakam ekonomistlerin beklentilerinin yaklaşık 5,2 puan altında. 16 Eylül’de İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, milletvekillerinden bütçe artışını acil olarak onaylamalarını istemek zorunda kaldı. Bu yıl ikinci kez böyle bir talepte bulundu.

Smotrich’in savurganlığı yatırımcıları endişelendiriyor. Çatışmaların daha da şiddetlenmesi ihtimali de öyle. 23 Eylül’de İsrail, Lübnan sınırı üzerinden hava saldırıları başlatarak yerel yetkililere göre 558 kişiyi öldürdü. Bu saldırılar, Hizbullah tarafından kullanılan çağrı cihazları ve telsizlerin patlaması sonucu 39 kişinin ölmesinin ve Lübnanlı milis grubun aylardır İsrail yerleşimlerine roket saldırıları düzenlemesinin ardından geldi.

Ülkeden para çıkışı başlamış durumda. Mayıs ve temmuz ayları arasında İsrail bankalarından yabancı kurumlara para çıkışı geçen yılın aynı dönemine kıyasla iki katına çıkarak 2 milyar dolara ulaştı. Ülkenin ekonomi politikalarını belirleyenler çatışmanın başlangıcından bu yana hiç olmadıkları kadar endişeli.

Her savaş dönemi ekonomisi bıçak sırtındadır: Hükümet bir yandan silahlı kuvvetlerini genellikle bütçe açığı harcamalarıyla finanse ederken, diğer yandan da barış geldiğinde borçlarını temizleyebilecek kadar sağlam kalmasını sağlamalıdır. İsrail için kâbus senaryosu, çatışmaların ülkenin ticari merkezleri olan (Batı) Kudüs ve Tel Aviv’e yayılmasıdır. Ancak çatışmaların sadece ülkenin kuzeyinde sınırlı kaldığı yoğunluğu daha az bir savaş bile, İsrail ekonomisini çöküşün eşiğine getirebilir.

İsrail’in bol keseden harcayan hükümeti de durumu daha da kötüleştiriyor. Mart ayında, silahlı kuvvetler temmuz ayına kadar bir ateşkes umarken, generaller normal bütçelerine ek olarak 60 milyar şekele (16 milyar dolar ya da İsrail GSMH’sinin %3’ü) ve ardından yeni güvenlik durumuyla başa çıkmak için yılda 30 milyar şekellik kalıcı bir artışa ihtiyaç duyacaklarını hesapladılar. O zamandan bu yana çatışmalar devam ettikçe bütçe açığı tahminleri de yükselmeye devam etti. Açığın bu yıl GSYH’nin %8,1’ine ulaşması bekleniyor; bu, savaş öncesi tahmin edilen miktarın neredeyse üç katı. Çatışmaların daha da yayılmasıyla birlikte bu oran muhtemelen daha da büyüyecek.

Bu durum İsrailli politikacılar için ne anlama geliyor? Ocak ayında ülkenin borçları GSMH’nin %62’sine ulaştı, bu oran çoğunlukla zengin ülkelerden oluşan OECD ortalamasının oldukça altında kaldı. Bu nedenle Smotrich’in biraz nefes alanı var. Ama yalnız biraz. Çatışmalar gelecek yıl da devam ederse mali durum daha da kötüleşecek. Tahvil sahipleri daha fazla savaş harcaması için imkân olduğuna dair güvence istiyor, benzer ülkelerle karşılaştırıldığında, İsrail’deki tahvil sahipleri için kabul edilebilir borçlanma düzeyi daha düşük bir sınırda. Derecelendirme kuruluşları da tedirgin olmaya başladı. Fitch ve Moody’s bu yıl zaten bir kez düşürdükleri İsrail’in notunu muhtemelen yeniden düşüreceklerini söylüyor.

Partisi İsrail’in aşırı sağında yer alan bir Batı Şeria yerleşimcisi olan Smotrich sorunu daha da kötüleştiriyor. Kimse onun ordudan maliyetleri düşük tutmasını isteyeceğine inanmıyor. Ayrıca bütçe açığını dizginlemek için diğer harcamaları kısarak ya da vergileri artırarak başka önlemler almayı da reddetti. İsrail’in refah devletine dokunulmadı. Smotrich’in müttefikleri olan ultra-Ortodoks nüfus ve yerleşimciler, erkekleri evde tutmak için daha fazla sübvansiyon ve yardımdan yararlandılar. Smotrich, gelecek yıl 35 milyar dolarlık tasarruf sözü veriyor, ancak bunun büyük kısmının nereden geleceğini henüz açıklamadı.

Daha güçlü bir ekonomik büyüme, sıkıntıları hafifletebilir. Yedek askerler işlerine geri dönmüş ve tüketim savaş öncesi seviyelere dönmüş olsa da İsrail ekonomisi hâlâ savaş öncesine göre daha küçük. Smotrich, toplumun en az verimli kesimlerini desteklerken, sanayiye kaynak ayırmayı ihmal etti. İşgücü piyasası son derece sıkı, işsizlik oranı sadece %2,7. Firmalar boş pozisyonlarını doldurmakta zorlanıyor ve İsrail’in küçük yüksek teknoloji şirketleri baskı altında. Düşünce kuruluşu Startup Nation, savaş nedeniyle bu şirketlerin finansman kaynaklarını kaybettikleri uyarısında bulunuyor.

Yaklaşık 80.000 Filistinli işçiye 7 Ekim’den sonra çalışma izin verilmedi ve bu işçilerin yerine yenileri alınmadı. Sonuç olarak, inşaat sektörü geçen yıla göre %40 daha küçük ve bu da ev yapımını ve onarımını büyük ölçüde engelliyor. Şimdilik en büyük etki enflasyon üzerinde görülüyor; ağustos ayında yıllık %3,6’ya ulaşan enflasyon, yaz boyunca hızlandı. Eğer Hizbullah saldırılarının boyutu artarsa, inşaat işçilerinin eksikliği daha büyük bir sorun haline gelebilir.

Yatırımcılar İsrail’in toparlanma kabiliyetinden emin değil. Şekel dalgalı seyrediyor, İsrail bankaları sermaye kaçışı yaşıyor ve en büyük üç banka tasarruflarını başka ülkelere transfer etmek ya da dolara endekslemek isteyen müşterilerin sayısında ciddi bir artış olduğunu bildiriyor. Enflasyon hedefin üzerinde seyretmesine rağmen, Merkez Bankası toparlanmayı rayından çıkarma korkusuyla ağustos ayındaki para politikası toplantısında önceki politika faizine bağlı kalmayı tercih etti.

Bir de kâbus senaryosu var.  Az sayıda yatırımcı, Hizbullah böyle bir saldırı başlatabilecek kapasitede olsa bile (Batı) Kudüs veya Tel Aviv dahil tüm İsrail’i içine alacak bir savaşa hazırlık yapıyor. Böyle bir senaryoda ekonomik büyüme büyük darbe alır, belki de 7 Ekim sonrasından bile daha ağır. Ordunun giderleri artar. Kaçan yatırımcılar muhtemelen bankaları sarsar ve şekelin değerini düşürür, bu da İsrail Merkez Bankası’nı müdahale etmeye ve rezervlerini kullanmaya zorlar.

Ne olursa olsun, İsrailli ekonomistler durumun daha da kötüleşeceğini kabullenmiş durumda. Genellikle iyimser olan Smotrich bile şimdi yorgun bir hava yayıyor: “İsrail tarihindeki en uzun ve en pahalı savaşın içindeyiz.” Önceki çatışmalar, İsrail için ekonomik felaketle sonuçlanmıştı. Bu sefer de aynı olursa şaşırmayın.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD seçimleri, Ukrayna için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Emekli Yarbay ve ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Konseyi Avrupa İşleri Direktörü Alexander Vindman, Foreign Affairs dergisi için kaleme aldığı makalesinde, yaklaşan ABD başkanlık seçimlerinin Ukrayna’nın Rusya ile savaşının geleceğini ciddi şekilde etkileyebileceği uyarısında bulunuyor.

Vindman, seçim sonuçlarının Ukrayna’nın zafer şansını artırabileceğini ya da kimin göreve geleceğine bağlı olarak ülkeyi tehlikeli bir duruma sokabileceğini vurguluyor.

Vindman, savaşta tutarlı bir stratejinin önemini vurgulayarak başlıyor ve Rusya’nın 2022’deki askeri müdahalesinden bu yana Ukrayna’nın topraklarını başarıyla savunduğunu, ancak kalıcı bir zafer için savunma taktiklerinden fazlasının gerektiğini belirtiyor.

“Taktikler strateji değildir,” diyen Vindman, Ukrayna’nın yıpratma savaşına—yani Rus güçlerini yavaş yavaş tüketmeye—bel bağlamasının savaşı hızlı veya olumlu bir sonuca ulaştırmayacağını ifade ediyor. Bunun yerine, Ukrayna’nın 2025’te yeniden saldırıya geçmesi gerektiğini, ancak bunu başarmak için Batı’dan daha fazla destek alması gerektiğini savunuyor.

Bu desteğin gelip gelmeyeceğini belirleyecek kritik faktör ise Kasım 2024’teki ABD seçimlerinin sonucu. Vindman iki olası senaryo sunuyor: Birincisi, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in başkanlığı kazanması, ikincisi ise eski Başkan Donald Trump’ın yeniden iktidara gelmesi. Harris’in zaferi durumunda, yönetimin Biden politikalarını sürdürerek Ukrayna’ya desteği devam ettireceğini ve hatta artıracağını öngörüyor. Vindman’a göre, “ABD’nin, Rusya’nın yenilgiye uğratılmasını ve Avrupa’ya yönelik daha fazla saldırganlıktan caydırılmasını istemesi,” Washington’un Ukrayna’nın 2025’teki olası bir saldırısını desteklemesini sağlayacak. Bu süreçte, savunma harcamalarını artıran NATO da önemli bir rol oynayacak.

Ukrayna’nın bu desteği elde edebilmesi için ise net bir askeri stratejiye sadık kalması gerektiğini vurgulayan Vindman, “Ukrayna’nın elindeki kaynaklarla küçük ama anlamlı zaferler kazanması gerekecek,” diyor. Batılı müttefiklerine 2025’e kadar başarıya ulaşabilecek bir plan sunmanın önemini belirten Vindman, bu planın toprak kazanımları sağlamayı, Rus güçlerine sürekli kayıplar verdirmeyi ve güçlü bir savunma sürdürmeyi içermesi gerektiğini ifade ediyor.

Öte yandan, Trump’ın zaferinin ABD politikasını köklü şekilde değiştireceği ve ‘Ukrayna için son derece tehlikeli2 olacağı uyarısında bulunan Vindman, Trump’ın Ohio Senatörü J.D. Vance ile muhtemelen izolasyonist bir yönetim yürüteceğini, ABD’nin Ukrayna’ya yönelik askeri ve mali desteğini keseceğini ve Avrupa güvenliğinden uzaklaşacağını belirtiyor.

Bu durumda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in cesaretlenebileceğini, ABD desteği olmadan Kiev’in Avrupalı ortaklarının yeterli yardımı sağlamada zorlanacağını ve Ukrayna’nın sınırlı kaynaklarla uzun süren bir savaşa terk edilebileceğini de ekliyor. En kötü senaryoda, ABD’nin çekilmesi Avrupa’da daha geniş çaplı bir çatışmaya bile yol açabilir.

Vindman, böyle bir ihtimale karşı hazırlık yapılması gerektiğini belirterek, Kiev ve Avrupalı ortaklarının ABD desteğinin artık garanti olmadığı bir geleceğe yönelik planlar yapmaya başlamalarını tavsiye ediyor. “Brüksel ve Kiev’in bugün atacağı adımlar, Trump yönetiminin olası etkisini hafifletebilir,” diyor. Avrupa ülkelerinin, çatışmanın Avrupa’nın diğer bölgelerine yayılmasını engellemek için Ukrayna’ya daha fazla maddi destek vermek zorunda kalabileceğini ve hatta asker göndermeyi düşünmeleri gerekebileceğini öngörüyor.

Her ne kadar Trump yönetimi Ukrayna için zorluklar yaratsa da Vindman, Ukrayna’nın 2025 stratejisinin seçim sonuçlarından bağımsız olarak uygulanması gerektiğini vurguluyor. Önümüzdeki aylarda Ukrayna’ya ‘tut, inşa et ve vur’ stratejisini öneren Vindman, bu stratejinin Rus saldırılarını engellemeyi, askeri kapasiteyi artırmayı ve 2025’te saldırıya hazırlanmayı içerdiğini belirtiyor. Ayrıca, Batı’nın Ukrayna’ya daha gelişmiş silahlar, zırh ve mali destek sağlamasını hızlandırması gerektiğini de vurguluyor. “Yeterli mali destek sağlanırsa, Ukrayna askeri-endüstriyel tabanını savaşa uygun şekilde harekete geçirebilir,” diyor.

Maddi yardımın yanı sıra, Vindman Ukrayna’nın daha fazla askeri seferberlik yapması gerektiğini savunuyor. Ukrayna’nın 300 bin askerlik potansiyeli olduğunu ve bu askerlerin savaşın kaderini değiştirebileceğini öne sürüyor. Ancak, bu askerlerin başarılı olabilmesi için daha iyi askeri eğitime ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor. NATO personelinin yöneteceği kapsamlı bir birleşik silahlı eğitim programının, Ukrayna’nın savaş kabiliyetini artırabileceğini söylüyor.

Batı’nın, özellikle de ABD’nin rolü, Ukrayna’nın başarısında kilit olmaya devam ediyor. Vindman, Biden yönetiminin ve Harris’in ulusal güvenlik ekibinin başkanlığı kazanması halinde Ukrayna’nın 2025 askeri stratejisini desteklemeyi taahhüt etmesi gerektiğini savunuyor. Öte yandan, Ukrayna’nın da askeri kapasitesini artırarak, insan gücünü ve sanayi tabanını harekete geçirerek savaşı kazanma kararlılığını göstermeye devam etmesi gerektiğini belirtiyor.

Trump’ın ikinci döneminin olası etkilerine gelindiğinde Vindman, Ukrayna’nın ciddi şekilde zayıflayabileceğini ifade ediyor. Trump’ın dış politikasının, kişisel çıkarlar ve uzun vadeli sonuçlara dair sınırlı bir anlayışla şekilleneceğini ve ABD’nin desteğini keserek Kiev’i Moskova’ya karşı taviz vermek zorunda bırakabileceğini düşünüyor. Trump’ın ilk başkanlık döneminde Putin’i övmesi ve Ukrayna’yı zayıflatma çabaları, ikinci döneminde ne yapabileceğinin işaretleri olarak görülüyor.

Savaşın bir sonraki aşamasının ve Ukrayna’nın zafer şansının büyük ölçüde ABD seçimlerinin sonucuna bağlı olacağını savunan Vindman, “Ukrayna’nın askerî harekâtının bir sonraki aşamasının Putin’le müzakere masasında güçlü bir pozisyona mı yoksa yıpratıcı bir savaşa mı—hatta tehlikeli bir tırmanışa mı—yol açacağı, nihayetinde Amerikalı seçmenlerin kasım ayındaki tercihine bağlı olabilir,” diyor.

Lavrov: Rusya zaferle çıkacak, Batı başka dilden anlamıyor

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English