DÜNYA BASINI
‘Hak ve onur’: Almanya’da göçmen işçilerin mücadelesi
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Türkiye doğumlu Duygu Kaya 2018’den beri Berlin’de yaşıyor. Film çalışmaları mezunu ve İngilizce öğretmeni olan Kaya, ‘Gorillas Workers’ Collective’ adlı fabrika grubunun bir parçası ve dağıtım şirketindeki grevin eş organizatörü. Kaya, siyasi ve örgütsel olmayan grevlerin yasallaşması için mücadele ediyor. Kaya, söz konusu çalışmasını, kapsamlı analizlere sık sık yer veren, sol görüşlü ve Marksist yönelimli ulusal günlük gazete junge Welt‘te kaleme aldı.
Hak ve onur
Duygu Kaya
24 Ağustos 2023
Almanya’daki göçmen işçilerin mücadelesi. Ford’dan Gorillas’a vahşi grevler üzerine bir siyasi edebiyat çalışması.
‘’Bir adam Almanya’ya gelir. Ve burada gerçekten harika bir film izler. İzlerken pek çok kez kolunu çimdiklemek zorunda kalır, zira uyanık mı yoksa rüyada mı olduğunu bilmemektedir. Ama sonra sağında ve solunda aynı şeyleri yaşayan başka insanların da olduğunu görür. Ve bunların gerçekten yaşanıyor olması gerektiğini düşünür. Sonunda boş midesi ve donmuş ayaklarıyla sokaklara geri döndüğünde, filmin günlük bir film olduğunu fark eder. Almanya’ya gelen bir adam hakkında, onlardan biri hakkında. Onlardan biri gibi evine gelmiş olan ama aslında evine gelememiş olan, çünkü onlar için artık bir ev yok. Ve artık evleri, kapıların dışındadır. Onların Almanya’sı dışarıda, geceleri yağmurda, sokaktadır. Onların Almanya’sı budur.’’
(‘’Wolfgang Borchert, Draußen vor der Tür’’ (Kapıların Dışında) oyunundan alıntı.)
Size benzeyen birini gördüğünüzde eşsiz bir duygu yaşarsınız. Alman dilinin en güzel sözcüklerinden biri olan “unheimlich” (korkutucu) bu duyguyu çok iyi anlatır. Wolfgang Borchert’in “Kapıların Dışında” oyunundaki “adam” ile aramızdaki benzerlikleri fark ettiğim gün, yağmurlu bir gündü. Beckmann isimli adam, İkinci Dünya Savaşı’ndan yırtık ve büyük gelen paltosuyla, hortlak gibi gaz maskesi gözlükleriyle memleketi Hamburg’a döndü. Savaşın tahribatından sorumlu olanları kapı kapı gezerek aradı. Kimse oralı olmadı.
Teslimat servisi Gorillas’taki ilk iş günümdü. İşsizlik maaşımın süresi bitmişti ancak Almanca kursum devam ediyordu. Bu yüzden de teslimat şirketinin esnek saatleri bana uygundu. Üstümde kapüşonlu bir yağmurluk vardı ve gözlerimi yağmurdan korumak için güneş gözlüğü takmıştım. Üşengeçlikleri sebebiyle evlerinden çıkmak istemeyenlere kapı kapı dolaşıp yiyecek dağıtıyordum. Korona önlemleri kaldırılmıştı ve çoğu genç olan müşterilerimiz gerçekten kendileri markete gidebilirlerdi. Evlerin birinden çıkarken siyah bir camda yansımamı gördüm. Ben Beckmann’a baktım, Beckmann da bana baktı. Korkunç! O anda bu kitaptan neden bu kadar etkilendiğimi anladım. Borchert, kendi zamanının dışına çıkarak içinde bulunduğum dönemin Almanya’sını betimlemişti: Felsefenin ve devrimlerin enkazı arasında, Gogolvari bürokrasisiyle bana modernist Aydınlanmanın en uç yüzünü gösteren grotesk bir ülke. Kulüplerden gelen tekno sesi bu gerçeği bastıramazdı. Tam tersine. Beckmann gibi kapı kapı dolaştım ve adımın artık Duygu Kaya değil de “yabancı” olmasından sorumlu olan insanları aradım. Artık Rosaların, Büchnerlerin ve Borchertlerin olmamasının sorumlularını aradım. Benim Almanya’m kapıların önündeydi. İşte ‘’vahşi’’ grevlerin gizli gerçekleri ve anlamı burada yatıyor: Almanları birleştirmek, kapının eşiğini aşmak.
Kiralık nesneler
“Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz.” Antonio Gramsci bu cümleleri iki dünya savaşı arasındaki dönemde kaleme aldığı “Hapishane Defterleri” eserinde yazmıştı. Avrupa’da bir türlü ölemeyen eskinin ve bir türlü doğamayan yeninin yol açtığı kriz, İkinci Dünya Savaşı’na giden yolu gerçekten de kaçınılmaz kıldı. Ama savaşın yol açtığı korkunç yıkım, krizi yok edecek kadar büyük olamadı. Almanya’da savaş sonrası yeni dünya düzeni, gerçek ve demokratik bir toplumsal düzene izin vermeyen ve krizi derinleştiren bir hayatta kalma siyasetine sürükledi. Bunun yerine uyum ve süreklilik vardı. Bu da savaş sonrası yeni demokratik Almanya’yı imkânsız hale getiriyordu. Nürnberg Mahkemelerinde yalnızca yaklaşık 20 kişinin mahkûm edilmesi de en iyi kanıt.
Batı Almanya’nın mucizevi iktisadi yükselme yıllarında yeteri kadar işçisi olmadığından, Bonn Hükümeti İtalya ve Yunanistan’dan, 1961 yılından itibaren de Türkiye’den misafir işçi alımına bel bağladı. Peki ne pahasına? Krizin kendisinin Almanya için bir varoluş bir kimlik haline gelmesi pahasına. Geçmişin, yalnızca insani bir maske takılmış zalim uygulamalarına geri dönülmesi pahasına. Ancak radikal bir toplumsal yüzleşme gerçekleşemedi.
Demek istediğim şey, yeni gelen işçiler için kurulan irtibat bürolarındaki insanların video görüntülerini izlediğinizde daha net anlaşılıyor: Sadece iç çamaşırlarıyla sıraya dizilmiş erkekler, tıbbi yeterlilik testinden geçmek için ellerini uzatıyorlar. Bunlar, kolektif hafızamıza sıkıca yerleşmiş olan insanlık dışı görüntüler.
Yaşananları unutmamak için Anayasa’sının ilk maddesini insan onurunun dokunulmazlığına ayıran Almanya, misafir işçilerin saygınlığını göreceleştirmiş ve hükümetler arası anlaşmalar yaparak, içine düştüğü bu korkunç ilke çöküşünü meşrulaştırmıştı.
Misafir işçilerin Almanya’ya getirilme sebebi sadece iş gücünden yararlanmak değildi, ayrıca ülke için inşa edilen yeni kimlik açısından da önemliydiler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Yahudiler, Romanlar, eşcinseller ve komünistler öldürüldükten sonra, misafir işçiler artık fabrikalarda en insanlık dışı koşullarda çalışan ya da sokakları süpüren, bedenleri kamusal alanın nevraljik noktalarında sergilenen yeni “ötekilerdi”. Onlar, toplumun dışında duran eğlence ve değersizleştirme nesneleriydi. Bu sayede hükümdar, diğerlerinin katlanmak zorunda kaldıkları korkunç koşullara bakarak kendi görüşlerini sağlamlaştırdı, konforunu sağladı ve ayrıcalıklarını meşrulaştırarak onaylattı. Almanca konuşmuyorlardı, oy kullanamıyorlardı, Alman meslektaşlarına kıyasla daha az maaş alıyorlardı ama bunlara rağmen emekleri en çok sömürülen onlardı. Yerel kapitalizmin emperyalist karakterinin sembolü: “Türklerimiz mükemmel Alman arabaları üretiyor, ‘kirli hatta’ misafir işçiler olmasa yürüyen bantlar durur,” diyor Bild. Barbarca iyelik zamiriyle “bizim” Türklerimiz.
Yalnızca misafir oldukları için en başından itibaren eşit muamele söz konusu bile olmamıştı. “Misafir” ön eki sayesinde Federal Cumhuriyet gerçekten harikalar yaratabilirdi çünkü misafir olmaları sebebiyle ulusal mutabakat açısından hiçbir tehdit oluşturmuyorlardı. Bir anlamda, yok gibilerdi. Fabrikada çalışırken Almanca gerekli olmadığı için dil öğrenmek de gündemde değildi. İnsanlar kendi aralarında Türkçe konuşuyorlardı. “Misafir” işçilerin bildikleri tek Almanca cümle, Alman ustabaşının “du musst” ve “ihr müsst” (yapmak zorundasın, zorundasınız) sözleriydi. Bu durum onların mutlak sosyal izolasyonlarını somutlaştırıyordu.
“İşçiler çağırıldı ama insanlar geldi,” bu ifade kulağa çok acı geliyor. Ancak esas yaşananları bu ifade bile yansıtamıyor. Çünkü aslında Almanya, işçi değil modern köleler çağırmıştı. Sınıf bilincinin hala canlı olduğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda “işçi” kelimesi, bir aidiyet ve aynı zamanda da gayet doğal bir hak talebi ve mücadele anlamına geliyordu. Bu sebeple misafir işçiler için grevler, işçi kimliklerini de ileri sürmenin bir yoluydu. Grevler, eşiği aşmanın, kendi Almanya’ları ve gerçek Almanya arasındaki sınırı yıkmanın bir aracıydı. Grevler en güzel haliyle entegrasyon anlamına geliyordu.
Görünür olmak
Baha Targün, 1969 yılında öğrenci olarak Almanya’ya geldi. Çevirmen olarak çalıştı. İleri düzey Almancası ve devrimci bilinci onu Köln’deki Ford fabrikasında çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra neredeyse otomatik olarak grevin lideri yaptı. Petrol fiyatları krizi, enflasyonun yüzde 7’ye dayanması ve ücretlerin eridiği ekonomik atmosferde; Mart 1973’ten itibaren Federal Cumhuriyet’e karşı 80 vahşi grev gerçekleşti. 50 yıl önce Ford’da başlayan grev, pek çok nedenden dolayı bu grevler arasından en önemlisiydi. Baha Targün’ün Almancası bu kadar iyi olmasa bunu başarabilir miydi? Sürekli Almanca bilmemekle suçlanan misafir işçilerin Almanca bilmesi istenmiyordu. Sessiz kitlelerin sessiz kalmasının temel koşulu uyuşturulmalarıdır. Öğrenmeleri değil, çalışmaları beklenir. 300 Türk işçinin tatilden geç döndükleri gerekçesiyle işten çıkarılmaları, 1973 yazında Ford’da fitili ateşledi. Anonim bir kitleyi siyasi olarak harekete geçirmenin en etkili yolu, onlara başkalarının başına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceğini hissettirmektir. Ayrıca yürüyen bantların son montaj hattında zaten fiziksel olarak çok zor olan iş, 300 işçinin olmaması sebebiyle daha da zorlaşmıştı. Bu sebeplerle bölünme yerine dayanışma yaşandı. Ford’daki misafir işçiler politize oldular. Bir anda konu sadece işten çıkarılan işçiler ve onların geri işe dönmelerinden çıkmıştı. Konu, misafir işçilerin onuruna gelmişti, Almanya’ya geldiklerinden beri ellerinden alınan onurlarına gelmişti. 24 Ağustos 1973’te çoğu göçmen olan (en çok Türkiye, İtalya, Yunanistan ve Yugoslavya’dan) yaklaşık 10 bin işçi greve gitmeye karar verdiler. İşçiler, saat başına bir mark daha fazla ücret, yürüyen bandın hızının azaltılması, yıllık tatilin altı haftaya çıkarılması ve alt ücret gruplarının kaldırılması gibi taleplerde bulundular.
Alman işçilerin çoğu greve katılmadılar. Grev altıncı gününde, 2000’den fazla grevcinin bulunduğu gösteriye sopalar ve muştalarla saldırılması sonucu sona erdi. Ustabaşılar ve amirler, kıdemli işçiler, Belçika’dan getirilen grev kırıcılar ve sivil polisler grevi kırmak için güçlerini birleştirmişti. Aralarında işyeri temsilcisi ve diğer işyeri temsilcilerinin de bulunduğu 300 “karşı gösterici” kavga çıkarınca polis hemen müdahale ederek “elebaşlarını” gözaltına aldı. Greve katılan işçilere yönelik bazıları ağır olmak üzere yüzlerce işçinin yaralandığı geniş çaplı sürgün avları düzenlendi. Polis, Türk işçilere hoparlörden Türkçe olarak fabrika binasını derhal terk etmeleri gerektiğini, aksi takdirde sınır dışı edilecekleri çağrısında bulundu. Greve fabrikanın işgal edilmesiyle devam edilmesi sermaye sahiplerini öfkelendirmişti. İşçiler sadece fabrikayı işgal etmekle kalmadılar, aynı zamanda sessizliklerini bozdular, görünmezliklerine son verdiler, sadece emek gücüne indirgenmiş bedenlerden daha fazlası olduklarını açıkça gösterdiler. Bir şey daha: işgal, aynı zamanda sendikanın ve iş konseyinin yokluğunu da gösterdi.
Grevin şiddetle sona ermesinden bir gün sonra, iş konseyi müzakerelerin sonuçlarını açıkladı. Ford bir defaya mahsus olmak üzere 280 Alman Markı ödemeyi, 13. ayın maaşını biraz artırmayı, grev günleri için ödeme yapmayı ve 300 meslektaşının işten çıkarılmasını kişi kişi ele almayı kabul etti. Ancak son madde sadece kâğıt israfıydı. Bunun dışında sonuçlar tamamen Alman işçilere göre hazırlanmıştı. Zaman açısından planlanması zor olan uzun Türkiye seyahati için yıllık iznin uzatılması mı? Böyle bir şans yoktu.
Ford’daki grev sessizliği bozdu. Misafir işçiler görünür hale geldi. Aynı zamanda sendika ve Ford’un ortak bir amaç için çalıştıkları da görünür hale geldi. Bundan önce IG Metall, yönetimin her isteğini kabul etmişti. IG Metall, “vahşi” greve karşı çıktığında ve greve “komünist sızma” sloganlarını tekrarladığında grevciler tarafından “Sendika satılmış!” diye bağırıldı. İşyeri konseyi de grevin ardından fabrikanın tasfiye edilmesine karşı çıkmadı. Yüzden fazla misafir işçi işten çıkarıldı. 600’den fazla işçi “gönüllü” olarak istifa etti. Baha Targün grevin lideri olarak tutuklandı ve daha önceki günlerde kendisini alenen “devlet düşmanı” olarak tanımlamış olan Türk Büyükelçiliğine teslim edildi.
IG Metall, grevi tam anlamıyla yasal olmadığı için reddetti. O dönemde Ford’daki IG Metall işyeri temsilcileri komitesinin başkanı olan Wilfried Kuckelkorn grevi haklı bulsa da yasadışı olduğu gerekçesiyle kınadı. Devlete tam anlamıyla sadık olan DGB sendikası, vahşi grevi desteklemek istemedi. Aslında bu bir çelişki değildi, çünkü meşruiyetini işçilerden değil, Anayasa’dan alıyordu. DGB sendikalarının son 30 yılda üyelerinin yaklaşık yarısını kaybetmiş olması hiç de şaşırtıcı değil.
Kısıtlayıcı grev hakkı
İş Anayasası Yasası’na karşı 28 ve 29 Mayıs 1952 tarihlerinde gerçekleştirilen gazete grevi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk politik grevdi. Bu grevin ardından medya girişimcileri mahkemeye başvurarak zararlarının tazmin edilmesini talep etmiş ve bu da Almanya’da tüm Avrupa’daki en kısıtlayıcı grev hakkının tesis edilmesine yol açmıştı. Eski bir Nazi hukukçusu olan ve daha sonra Federal İş Mahkemesi’ne başkanlık eden Hans Carl Nipperdey’in bilirkişi raporuna atıfta bulunan ülke genelindeki iş mahkemeleri, siyasi ve sendikal olmayan grevleri ya da vahşi grevleri yasakladı. İş bırakma eylemlerinin sadece ve sadece toplu pazarlık ile bağlantılı olarak ve sadece sendikaların talebi üzerine düzenlenebileceğini belirtti. Mahkemeler grevlerin dönüştürücü gücünün sendikalara göre daha fazla farkında gibi görünüyor. Bunun nedeni, grev hakkının Almanya’daki yorumunun bugüne kadar işçi ve çalışanların örgütlenme pratiklerini başarılı bir şekilde baltalaması ve işçilerin sermayeye karşı en keskin silahı olan iş bırakma eylemini köreltmesi.
1973’te Ford’da yaşanan tartışmanın aynısı 2021’de Gorillas teslimat servisindeki grevciler tarafından bu kez Verdi Federal Kamu Hizmetleri Sekreteri Andreas Splanemann’ın ağzından duyuldu. Ford grevi ile Gorillas grevinin pek çok ortak noktası var: Her ikisi de mevcut yargı yetkisi altında acı çekti. Yasa dışı grev eylemlerinin yasaklanması bu grevlerin izole edilmesine ve kriminalize edilmesine yardımcı oldu. 1973’ten bu yana çok şey değişmiş gibi görünse de birçok şey aynı kaldı.
İnsan olmanın yeterince acı verici olduğu bir durumda, konut sıkıntısı, ikamet kaygısı, dil engeli, aidiyetsizlik gibi zorluklar göçmenlerin yükünü daha da ağırlaştırır ve hayatlarını daha da yoksullaştırır. Almanya geçtiğimiz on yıllarda dersini iyi öğrenmiş ve daha uyumlu bir misafir işçi toplumu yaratmayı başarmış ya da başka bir deyişle sözde özgürlükler adına hayal kırıklığını erteleyecek kadar aldatmada ustalaşmıştı.
Fabrikalarda en ağır koşullarda yıllarca çalışan, ailelerini de yanlarında getiren ve misafir olmayı reddeden, kalmayı tercih eden (daha doğrusu ülkelerine döndüklerinde ilerlemiş yaşları nedeniyle iş bulamadıkları için kalmak zorunda kalan) ilk nesil “emekçi” misafir işçilerinden farklı olarak, yeni nesil “çeşitlilik” misafir işçileri ailesiz bir toplumdur. Sivil toplumun parçalandığı ve kimliklere bölündüğü yepyeni bir postmodernite dönemi başladı. İşçi sınıfı ve onunla birlikte sınıf bilinci neredeyse yok olmuştur. Fabrikaların yerini karanlık mağazalar aldı, işyerleri dijitalleştirildi ve masa başı hale getirildi. Aile çok uzakta.
“Misafir işçi 2.0”
“Misafir işçi 2.0” Almanya’yı kalkındırmak ya da “biyo-Almanların” yapmak istemediği işleri yapmak için değil, yaşam tarzını değiştirmek için burada, veya o öyle sanıyor: Okula gidiyor, kulüpleri ziyaret ediyor, seyahat ediyor, ülkesindeki siyasi baskıdan kaçıyor, cinsel kimliğini buluyor. Ve başkalarının evlerini ve apartmanlarını temizliyor. Kapı kapı dolaşıp yiyecek ve erzak dağıtıyor. Şehrin dört bir yanını bisikletle dolaşıyor ama burada isteniyor ve kimseye yük olmuyor. Almancayı çok iyi konuşamamasına rağmen sadece resmi görevliler ve süpermarket çalışanları tarafından aşağılanıyor. Kendi güvenli bölgesinde, mükemmel İngilizce, Fransızca veya İspanyolca konuşuyor. Hatta bazen boş zamanlarında “biyo-Almanlarla” arkadaşlık kuruyor. Ancak eskiden misafir işçilerle Almanları ayıran duvar öylece ortadan kaybolmamış, bedenleri sarmış. Yaklaştığınızda bunu hissedebilirsiniz. Sivil toplum bireylere indirgenmiş ve entegrasyon tekrardan ertelenmiştir. Artık benim Almanya’m ve senin Almanya’n yok, atomize olmuş sayısız Almanya var.
“Misafir işçi 2.0” altı kişilik bir odada kalmıyor; iki ya da üç ayda bir sözleşme yapmadan oda değiştiriyor. Hiçbir eşyası yok ve bağlanmaktan hoşlanmıyor. O bir işçi değil, bir öğretmen, bir doktor, bir mühendis… Sadece Almanca sınavını geçene ve muhtemelen çoktan öğrenmiş olduğu asıl mesleğine dönene kadar geçici olarak başka bir “işte” çalışıyor. O zamana kadar geçici işlerle deneme süresinde hayatta kalma oyununu oynamaya devam edebilir. Aynı işte uzun yıllar kalmak genellikle mümkün olmadığından, start-up’lar fabrikalar gibi olmaz, her an açılıp kapanabilirler bu yüzden de sendikaya katılmanın pek bir anlamı yoktur. Sendika da onu üye olması için zorlamaz. Zaten birkaç yıl içinde başka bir ülkeye gidecek. Ya da çalışma tatili vizesiyle geldiyse, sadece altı ay ucuz işçi olacak ve bunun üzerine tatil yapacak. Örgütlenmesine gerek yok.
Bu oldukça “vahşi” yaşam tarzının ortasında, “misafir işçi 2.0” hala grev yapabilir. Çünkü ne kadar apolitik olursa olsun, insan onuru tehdit edildiğinde onu savunacak cesarete sahiptir. Ancak bunu yapmaya çalışır çalışmaz Ford yönetiminin 1973’te işçilere gönderdiğine benzer bir mektup alır. “Sayın çalışanlar, bazı radikal sol grupların işyerimizde yaratmaya çalıştığı kargaşa…” Gerçek, illüzyonun dokusunu işte böyle yırtar. Elli yıl sonra, misafir işçi statükoyu tehdit ettiğinde, o hala bir “radikal solcu”dur. Ama bu kesinlikle gurur duyulacak bir şey.
Örgütlenmesine yardımcı olduğum Gorillas grevleri, her şeyden önce göçmen işçilerin ve güvencesiz çalışanların eylem olanaklarını kısıtlayan Alman grev hakkının nasıl ele alınacağı sorusunu bir kez daha gündeme getirdi. Şu anda iki meslektaşımla birlikte Gorillas’ı dava ediyor ve kapsamlı bir grev hakkı için mücadele ediyoruz. Birimiz Meksika’dan, diğerimiz Hindistan’dan ve ben de Türkiye’denim. Komik, ironik ama gerçek.
Bir “yargısal hak” olan grev yasağını kaldırmak için cesur bir yargıca ihtiyacımız var. Ancak yargıçlar da çok iyi bilirler ki pratik sorular pratik cevaplarla çözülür. İhtiyacımız olan şey bir imza kampanyası değil. Grevin meşruiyetini yeniden tesis etmek ancak greve çıkmamızla mümkündür, siyasi olarak, vahşice, spontane… Adına ne dersek diyelim. Emek bir görev değil, sermayeye karşı kullanılabilecek tek güçtür. Grev hakkı bir insan hakkıdır.
Çeviren: Gülçin Akkoç
İlginizi Çekebilir
-
Barnier, Alman-Fransız eksenine İtalya’nın da eklenmesini istiyor
-
Pistorius, SPD’deki şansölyelik yarışında havlu attı
-
Operationsplan Deutschland: Almanya’da “planlı ekonomi” tartışması
-
Ford Avrupa’da 4.000 kişiyi işten çıkaracak
-
Baltık Denizi’nde iletişim kabloları hasar gördü: Sabotaj şüphesi
-
Merkel, anılarında neden Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıktığını yazdı
DÜNYA BASINI
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
Yayınlanma
1 gün önce21/11/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…
***
Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor
Andrew England
Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.
Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.
Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.
Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.
Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.
Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.
Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.
Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.
“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.
ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.
PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.
Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.
Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.
Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.
Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.
Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.
Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.
Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.
Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.
İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.
Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.
Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.
İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”
DÜNYA BASINI
İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?
Yayınlanma
2 gün önce20/11/2024
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.
Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat
Éva Péli, NachDenkSeiten
Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.
Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?
Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.
Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.
Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.
Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.
Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.
Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.
İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.
Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.
Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?
Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.
Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”
NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.
Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.
Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.
ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?
Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.
Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.
Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.
Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.
Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.
Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.
Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.
Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.
Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.
Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.
Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.
Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?
Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.
Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.
Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.
DÜNYA BASINI
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Yayınlanma
4 gün önce18/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:
***
Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil
Gideon Levy
“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.
“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.
Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”
Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.
İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.
Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.
Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.
Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.
Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…
Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.
Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.
COP29 taslağında zengin ülkelerin 250 milyar dolarlık taahhüdü tepki çekti
Trump’ın zaferinin ardından Britanya Çin ile ilişkilerini canlandırıyor
Tahran, nükleer denetçinin kınamasına yanıt olarak ‘yeni ve gelişmiş’ santrifüjleri devreye soktu
The Times: Ukrayna, savaşın başından bu yana en zayıf dönemini yaşıyor
5 maddede Hint milyarder Gautam Adani iddianamesi
Çok Okunanlar
-
RUSYA20 saat önce
Putin’den füzelere yanıt: Çatışma küresel nitelik kazandı
-
RUSYA1 hafta önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA2 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Batka’nın Belarus’u
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
-
AVRUPA3 gün önce
İsveç’te halka ‘savaşa hazırlık’ broşürü dağıtıldı: Sivillere ne öğretiliyor?