Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan ve Bangladeş arasında sular durulmuyor

Yayınlanma

Bangladeş’te devrik Başbakan Sheikh Hasina’nın kaçışını izleyen ilk kaos döneminde kısa bir anarşi ve kaos görüldü ve hedef alınanların bir kısmı ülkede azınlığı temsil eden Hindu topluluğunun üyeleriydi. Böyle zamanlarda hedef alınanlar çoğunlukla en güçsüz olanlardır ve ne yazık ki bu genellikle her yerde böyledir. Ancak Bangladeş’te Hinduların bir tür pogromun konusu olduğu ve hedef alınmalarının ve mülksüzleştirilmelerinin aslında devrimin ayrılmaz bir parçası olduğu fikri bir kurgu olarak ortaya atılmış bir tartışma konusu gibiydi. Bu arada, Hasina’nın kaçışının ardından başlangıçta istikrarsızlığa yol açan güç boşluğunun yarattığı kaos anında dahi -durumun kırılganlığı ve bir haftadan uzun süre sokaklarda polis güçlerinin yokluğu söylemleri de dikkate alınırsa- Müslümanlar ile Hinduların tapınakları ve azınlık mahallelerini korumak için bir araya gelmeleri de son derece dikkate değerdi.

Bangladeş tarafında, Hint medya kuruluşları ve sosyal medya hesapları tarafından Bangladeş’teki karışıklığın dinsel saikler ile betimlenmesi, anlayışı veya barışı teşvik etmek için çok az şey yapan tek yönlü kışkırtıcı bir söylem yaratacak bir biçimde daha geniş siyasi bağlamı göz ardı edilerek ve yalnızca tekrarlanan Hindu mağduriyetine işaret edilerek güdümlü saldırıların büyük ölçüde dini açıdan suçlanan ve genel olarak Hindu topluluğuna yönelik daha geniş bir kriz olarak tasvir edilmesi ile dezenformasyonun körüklenerek veya gerçek olayların abartılı veya yanlış haberler ile bir araya getirilerek Hindistan’da Bangladeş’teki Hinduların kuşatma altında olduğuna dair artan bir algıya katkıda bulunulduğu ve bunun da iki ülke ilişkilerini daha da gerdiği ve aksine hedef alınanların çoğunun aslında Hasina’nın partisi Awami Birliği’ne bağlı olduğu öne sürülüyor.

Bangladeş halkının Hasina’ya ve partisine duyduğu öfkenin aynısını Hindistan’a da duyduğu görülüyor çünkü Hindistan doğrudan sorumlu tutuluyor. Hindistan’ın hem Bangladeş politikasını hem de Bangladeş halkının güvenini yeniden inşa etmesi gerekiyor ancak aynı zamanda Hindistan’da misafir edilen Hasina’nın görevden alınmasının üzerinden iki haftadan fazla zaman geçmesine karşın Hindistan’ın hala Hasina ve partisini destekliyor gibi görünmesi bunu kendi adına zorlaştırıyor da.

Bu arada, ülkede siyasi kargaşanın yaşandığı bu dönemde bir de Bangladeş ülke genelinde muson yağmurları ve taşan nehirlerin neden olduğu yıkıcı seller ile karşı karşıya. Sel nedeni ile ölenlerin sayısının 23’e yükseldiği ve beş milyondan fazla mağdurun olduğu belirtiliyor. Hindistan eski başbakan Hasina’nın Hindistan’a sığınmasının ardından Bangladeş’te Hinduların hedef alındığını iddia etmişken Bangladeş’te Hindistan karşıtı duyguların arttığı bir iklimde yaşanan sel felaketi üzerine birçok Bangladeşli şimdi bölgedeki şiddetli sel baskınlarından Hindistan’ı sorumlu tutuyor, Hindistan’ı uyarıda bulunmadan baraj su kapaklarını açmakla suçluyor ve sınırötesi nehirlerin daha iyi yönetilmesini talep ediyor. Hindistan tarafında, Bangladeş’teki sel durumu hakkında sahte haberlerin ortaya atıldığı ve üstelik bunların Amerikan medyası tarafından da büyütüldüğü ileri sürülüyor. Hindistan Dışişleri Bakanlığı son birkaç gündür Hindistan’ın baraj kapaklarını açmasının Bangladeş sel felaketi ile bağlantısına dair çıkan haberlere tepki gösteren açıklamalar yayımladı: “Bangladeş’te, Bangladeş’teki mevcut sel durumunun baraj kapaklarının açılmasından kaynaklandığı yönünde kaygıların dile getirildiğini gördük. Bu aslında doğru değil… Yanlış anlaşılma yaratmak için sahte videolar, söylentiler ve korku yayma faaliyetleri gördük. Bunlara gerçekler ile kesin bir şekilde karşı çıkılmalıdır… [Farakka Barajı] Su seviyesi gölet seviyesine ulaştığında gelen her türlü akış yalnızca 40 bin metreküp suyu ana Ganga/Padma [Ganga Bangladeş’te Padma olarak bilinir] nehri üzerindeki bir kapı sistemi kullanılarak kontrollü bir biçimde Farakka kanalına yönlendirmek için bir yapıdır, geri kalan su ise Bangladeş’e giden ana nehre akar… Veriler, protokol gereği Bangladeş’teki ilgili Ortak Nehir Komisyonu yetkilileri ile düzenli ve zamanında paylaşılıyor. Bu kez de aynı şey yapıldı.”

Bu dönemde Bangladeş’te çıkan haberlerde sel baskınının kısmen Batı Bengal’deki Farakka barajının açılmasından kaynaklandığının iddia edilmesi ile Hindistan hükümeti baraj kapılarının muson mevsiminde açılmasının normal bir prosedür olduğunu ve Bangladeş ile nehir akışı güncellemelerini düzenli olarak paylaştığını söylüyor ve Bangladeş’teki sel felaketini Hindistan’daki baraj kapaklarının açılması ile ilişkilendiren tüm haberleri yalanlayarak bu tür haberleri sahte olarak niteliyor. Geçtiğimiz hafta da yaşanan benzer bir olayda Hindistan, Bangladeş’in bazı bölgelerinde meydana gelen sellerin Tripura’daki Gumti Nehri üzerindeki -Bangladeş’in 120 km yukarısında- Dumbur Barajı’nın açılmasından kaynaklandığı yönündeki haberleri yalanlamış ve bunların gerçek dışı olduğunu belirtmişti. Hindistan Dışişleri Bakanlığı ortak nehirlerdeki taşkınların her iki ülkenin de ortak sorunu olduğunu ve karşılıklı işbirliği ile çözülmesi gerektiğini söylüyor: “54 ortak sınırötesi nehri paylaşan iki ülke olarak nehir suyu işbirliği ikili ilişkimizin önemli bir parçasıdır. İkili istişareler ve teknik görüşmeler yoluyla su kaynakları ve nehir suyu yönetimindeki sorunları ve karşılıklı kaygıları çözmeye kararlıyız.” Ancak Bangladeş’in sınır bölgelerinde meydana gelen sel felaketinin yol açtığı büyük yıkımın ardından Bangladeş geçici hükümetinin danışmanlarından, Bangladeş Enformasyon ve Yayın İşleri Danışmanı, Hindistan’a işbirliği yapmadığı ve Tripura barajının kapaklarını önceden herhangi bir uyarıda bulunmadan açtığı yönünde suçlamalar getirdi.

İki ülkenin Su Anlaşmazlığı

21 Ağustos’ta Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Tripura’daki seller Bangladeş’e de sıçradığında, böyle bir doğal afet ile yüzleşmek için hazırlıksız ve yetersiz donanıma sahip Bangladeş’in yeni siyasi liderliğinin Hindistan’ı hızla günah keçisi ilan ettiği ileri sürülüyor. Bangladeş’teki geçici hükümet ve siyasi yapılanmaları Hindistan’ın Bangladeş’e haber vermeden Tripura’daki barajdan su bıraktığını iddia ederken öğrenciler de birçok üniversite kampüsünde Hindistan karşıtı sloganlar atarak protesto gösterileri düzenliyordu.

Güney Asya’daki taşkınlar genellikle bölgenin ortak nehir sistemleri nedeni ile meydana gelir ve bu da komşu ülkelerin sık sık birbirlerini suçlamalarına yol açar. Bangladeş genellikle Hindistan’ı özellikle Ganga Nehri üzerinde bulunan Farakka barajından su bırakarak ülkelerinde taşkınlara neden olmakla suçlar, Hindistan ise Bangladeş’i yeterli bir taşkın kontrol sistemine sahip olmamakla suçlar. İki ülkenin kurak mevsim suyu veya su dağıtımı konusunda uygun bir anlaşması bulunmuyor ve bu nedenle Bangladeş kurak aylarda düşük akıştan ve muson aylarında yüksek akıştan muzdarip oluyor.

Bangladeş, sistemin aşağı akış ucunda yer aldığı için başlangıçta doğal olarak dezavantajlı. Bu durum Hindistan’ın yıllar içinde su akışını düzenlemek için sınırın kendi tarafında tek taraflı olarak yaklaşık 30 baraj inşa etmiş olması gerçeği ile daha da kötüleşir. Kurak aylarda bu genellikle Hindistan’ın aşırı su çekmesi nedeni ile kuraklık koşullarının artma riski anlamına gelir. Tersine, muson sırasında yukarı akış barajları kendi sel azaltma operasyonlarının bir parçası olarak fazla suyu serbest bıraktığında Bangladeş’teki sel koşulları potansiyel olarak kötüleşir.

Hindistan ve Bangladeş, Ganga (Padma), Teesta ve Brahmaputra (Jamuna) da dahil 54 sınıraşan nehri paylaşıyor ve birçok nehir suyu ile ilgili anlaşmazlıklar var, bunlardan başlıcaları Ganga ve Teesta. İki ülkenin su anlaşmazlıkları Hindistan’ın Batı Bengal devletine bağlı Malda ve Murshidabad bölgelerindeki Ganga Nehri üzerinde 1975’te Farakka Barajı’nı inşa etmesine dayanırken Teesta su paylaşımı uzun zamandır Hindistan ve Bangladeş arasında bir çatışma ve gerginlik konusudur. Hindistan (1977 ile 1988 arasındaki geçici önlemlerin ardından) 1996’da Bangladeş ile bir su paylaşım anlaşması yapmış olsa da Bangladeş’te her yıl Farakka Barajı’nın Bangladeş’i nehrin suyundan hak ettiği paydan mahrum edeceğini iddia ederek yıkılmasını isteyen tarihi yürüyüşe öncülük eden (belki de Bangladeş’in en popüler devrimci köylü lideri) Maulana Bhashani’nin 1976’daki Farakka Uzun Yürüyüş Günü kutlanıyor. Bangladeş’te paylaşılan nehirlerin adil payı için mücadele edilmesi gerektiği üzerine duygular, Bangladeş’in 2019’da Hindistan’ın Feni Nehri’nden su almasına izin vermesi ancak Teesta su paylaşım anlaşmasını imzalamakta başarısız olması ile son birkaç yılda daha da artıyor. 1996 Su Paylaşımı Anlaşması’nın anlaşma imzalanmadan önceki su durumunu iyileştirdiği ancak genel olarak Farakka Barajı’nın Bangladeş’e zarar verdiği ifade ediliyor. Bu arada, Su Paylaşım Anlaşması’nın 30 yıllık süresi de 2026’da sona eriyor.

Teesta su paylaşımı krizi ise Bangladeş’in Hindistan’dan önceki en büyük taleplerinden biri ancak Batı Bengal Başbakanı Mamata Banerjee, kendilerinin mahrum kalacağını iddia ederek bu anlaşmaya karşı çıkıyor. Batı Bengal hükümeti, Himalaya’daki Sikkim’in Teesta su akışını bir dizi hidroelektrik barajı aracılığı ile kısıtlamaya devam ettiği sürece Teesta suyunu Bangladeş ile paylaşmayı kabul edemeyeceğini savunuyor ki Teesta suyu Bangladeş ile paylaşılırsa, yukarı akıştaki akışı serbest bırakılmadan Kuzey Batı Bengal yüksek ve kurak kalacaktır. Ancak hidroelektrik barajlarının Sikkim’in en önemli gelir kaynakları arasında olduğu da dikkate alınırsa, Hindistan Birlik hükümetinin Sikkim’i Teesta’nın serbestçe akmasına ikna etmesi pek kolay değil. Ayrıca böyle bir ortamda iki ülke arasındaki yeni anlaşmazlık kaynağı ise Assam’dan akan ve Bangladeş’e girdiğinde Surma ve Kushiara olarak iki nehre ayrılan ortak Barak Nehri üzerinde planlanan Manipur’daki Tipaimukh barajının inşası. Bangladeş’e göre Tipaimukh Barajı sonbahar, kış ve yaz aylarındaki kurak mevsimlerde Surma ve Kushiara nehirlerine giden su akışını azaltacak.

Farakka Barajı

Batı Bengal’in Murshidabad bölgesindeki Ganga Nehri üzerinde ve Bangladeş sınırına yaklaşık 18 km uzaklıkta yer alan Farakka Barajı’nın inşası 1962’de başladı, 1970’te tamamlandı ve resmi olarak 21 Nisan 1975’te faaliyete geçti. Barajın amacı 40 bin metreküp suyu Farakka kanalına yönlendirmek ve bu, ana Ganga nehri üzerindeki bir kapı sistemi kullanılarak yapılırken geri kalan su ana nehre akmakta ve doğal akışında Bangladeş’e akmaktadır. Ganga nehri Hindistan’dan Bangladeş’e akar ve burada birincil kolu Padma nehri olarak bilinir. Nehir, Meghna nehri ile birleştikten sonra Bengal Körfezi’ne boşalır.

Hindistan’ın Farakka barajını kurmasının nedeni Kolkata limanının düzgün çalışmasını sağlamak için Bhagirathi Hoogly nehrinin siltini temizlemekti. Bangladeş Ganga’nın uluslararası bir nehir olduğunu, bu nedenle suyun karşılıklı bir anlaşmaya göre düzenlenmesi gerektiğini söyledi. İki ülke 1972’de su anlaşmasının şartlarını müzakere etmek üzere Ortak Nehir Komisyonu’nu kurdu. Bangladeş Hindistan’ın önerilerine karşı çıktı ve 1977’de Farakka Barajı meselesini Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na taşıdı. BM Genel Kurulu sorunun ikili düzeyde çözülmesini önerdi. İki ülke Kasım 1977’de sorunun çözümüne ilişkin bir Farakka Barajı Anlaşması imzaladı. 1996’da Bangladeş’in Awami Birliği partisi ve yeni hükümeti Hindistan ile Ganga Su Anlaşması olarak bilinen yeni bir anlaşma imzaladı. Anlaşma, Hindistan ve Bangladeş sınırına yakın Farakka Barajı’ndaki yüzey sularının paylaşılmasını içeriyor.

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

Yayınlanma

Yazar

Eski gazeteler bir dönemin ruhunu kavramak, dolayısıyla karşılaştırmalı analizler yapabilmek için en gerekli şeylerden biri. Sadece belli meselelerde kamuoyu algısını tespit etmek için değil devletlerin tutumundaki değişiklikler ve benzerlikleri göstermek için de önemli bunlar.

Aşağıdaki yazı, Sovyetler Birliği’nin resmi hükümet organı (“SSCB Halk Temsilcileri Sovyeti Haberleri”) İzvestiya ile resmi parti organı (“SBKP Merkez Komitesi Organı”) Pravda’da, başka bir deyişle Sovyet yönetiminde 12 Eylül askeri faşist darbesinin nasıl yansıdığını, 12 Eylül’den 31 Aralık 1980’e kadar Türkiye ile ilgili bütün haberlerini inceleyerek ele alıyor.

İzvestiya darbe haberini aynı gün akşam baskısında vermiş. Şöyle diyor:

“Ankara sabahı boş caddelerle karşıladı. Tanklar ve zırhlı araçlar başkentin bütün anayollarını kapatmış, hükümet binalarını bloke etmişti. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Türk Silahlı Kuvvetleri ülkede iktidarı ellerine aldı. Askerler genelkurmay başkanı Kenan Evren’in başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi kurdular. Anayasa askıya alındı. Parlamento dağıtıldı. Demirel hükümeti devrildi. Bütün siyasi partilerin, sendikaların ve sosyal örgütlerin faaliyeti de durduruldu. Ülkede sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklarda askerler devriye geziyor. Radyo halka sükuneti koruma çağrısı yapıyor. …”

Pravda’nın 12 Eylül’le ilgili ilk yayını ise ertesi gün, Ankara muhabiri A. Filippov’un 12 Eylül’de geçtiği iki haber. Bu haberlerde darbeci Milli Güvenlik Konseyinin açıklaması aktarılıyor; “ülkede durumun sakin olduğu ve herhangi bir şiddet eylemi veya kurbanla ilgili haber ulaşmadığı” söyleniyor. Evren’in ilk radyo konuşması da haberde geniş yer bulmuş: “General Evren Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını koruyacağını, imzaladığı bütün uluslararası anlaşmalara saygı göstereceğini ve bütün komşu ülkelerle eşitlik, karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama temelinde iyi ilişkileri devam ettireceğini vurguladı.”

Aynı gün İzvestiya, Evren’in ilk konuşmasını daha ayrıntılı vermiş: “Evren’in dediğine göre dağıtılan parlamentonun üyeleri parlamento dokunulmazlığını kullanarak kanunları ihlal edenler dışında mahkemeler tarafından kovuşturulmayacak.” “Geçici olarak ordunun korumasında” oldukları bildirilen dört siyasi partinin liderlerinin “şartlar imkân verir vermez” serbest bırakılacağı da haberde belirtiliyor.

Bu ilk haberlerdeki “normalleşme” vurgusu Pravda’nın 14 Eylül’deki haberinin de vurgusu: gazete, “kısa bir süreliğine kesilen” demiryolu ve karayolu ulaşımının yeniden sağlandığını, havaalanları ve limanların açıldığını, yabancı ülke vatandaşlarının giriş çıkışına engellerin kaldırıldığını yazıyor, keza: “Posta, telgraf, marketler, dükkânlar, pazarlar, fırınlar ve apartman hizmetleri normal çalışıyor.” Pravda’nın yerel basından aktardığına göre pazartesi günü de milli ve özel bankalarla devlet kuruluşları yeniden çalışmaya başlayacakmış. Öte yandan: “İktidar için mücadele eden partilerin liderleri… tecrit edildi. Resmî açıklamalara göre bunlar askerlerin kontrolü altındaki güvenli yerlerde bulunuyor.” Gazete Evren’in açıklamasına göre son iki yıldır “aşırılıkçılar” tarafından girişilen terör sonucu 5241 kişinin öldüğünü ve 14152 kişinin de yaralandığını eklemiş.

Pravda’nın “ideolojik yol göstericiliği” altında İzvestiya da ertesi gün “Durum normalleşiyor” başlığı atmış. Evren’in devlet başkanı yetkilerini üstlendiğini yazmış; durum da öyle bir hızla normalleşiyormuş ki: “Ülkede sükûnet korunuyor, sokağa çıkma yasağı süresi kısaltıldı.” İzvestiya, Demirel ve Ecevit’in Gelibolu’da askeri yetkililerin gözetimi altında bulunduklarını, yabancı ajansların haberlerine göre ise MHP genel başkanı Türkeş’in de tutuklandığını belirtmiş.

İzvestiya ertesi gün şöyle yazıyor: “Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkelerini takip etmekte kesin kararlı olduğunu açıkladı.” Durum normale dönerken: “Fiilen bütün kurum ve işletmeler faaliyetlerine yeniden başladı”. Ancak haberin en dikkat çekici cümlesi şu: “MGK grevleri yasakladı ve grevlerin sardığı özel işletmelerin sahiplerini de işçi ücretlerini yükseltmeye mecbur kıldı.” Demek ki güvenliğin tesisi için (sahi, başka neden olabilir ki?) grevler yasaklanmış ama ücret artışı metazori dayatılmış. Öyleyse Türkiye’de emekçi kesimler için durumun fena olmadığı anlaşılıyor. En dikkat çekici ikinci cümle: “Neofaşist ve sol aşırılıkçı örgütlerin elebaşı ve aktivistlerine yönelik de tutuklamalar bildiriliyor.” Demek ki demokratik gelişmeden yana olanlara dokunulmuyor; sadece faşistler ve “aşırı solcular” hedefte. İzvestiya Ankara ve İstanbul da içlerinde 27 şehirde belediye başkanlarının yerini askerlerin atadığı isimlerin aldığını da eklemiş.

Pravda ise aynı gün askeri yönetimin çağrısıyla ülkedeki diplomatik temsilcilerin Dışişleri bakanlığına çağrılarak bilgilendirildiğini yazıyor. Pravda’nın Ankara temsilcisi A. Filippov’un ulusal radyo ve televizyon yayınlarından aktardığına göre “iş hayatı” normalleşmiş, özel ve devlet sektöründeki bütün işletmeler faaliyetlerine tekrar başlamışlar. Darbecilerin patronlardan ücret artışı istediği hatırlatmasını da yapmış Filippov, üstelik öyle böyle bir artış değil: “Bir dizi tesiste ve yönetim aygıtı alanındaki grevler kesildi. İşletmecilere ve kurum yöneticilerine ülkedeki pahalılığın artışını dikkate alarak derhal grevcilerin başlıca ekonomik taleplerini kabul etmeleri ve yüzde 70’e varan ücret artışları yapmaları öneriliyor.” Belirtmek gerek; “grevlerin kesildiği” ifadesi yasaklandığı değil kendiliğinden bitirildiği iması taşıyor. TİP genel başkanı Behice Boran’ın İstanbul’da ev hapsinde tutulduğu özellikle vurgulanmış. Haberin en ilginç cümleleri şunlar: “Son iki gündür askeri yetkililer çok sayıda aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçıyı gözaltına aldılar. Tutuklananlar arasında bu yılın temmuz ayında eski başbakan N. Erim’i öldüren terörist grupları da var. Yetkililerin emriyle neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin yayın organı Hergün kapatıldı. Yerel Aydınlıkçıların gazetesi Aydınlık da yasaklandı.” Pravda’nın çaldığı tel, tıpkı İzvestiya gibi, “askeri yönetimin” (darbeciler ifadesi özellikle geçmiyor) sola değil “aşırı sola” ve “neofaşistlere” karşı olduğu.

Ankara mahreçli haberlerde hayırhah tutumun örneklerine aşağıda da rastlayacağız. Ancak Avrupa başkentleri mahreçli haberlerde başka ve nesnel bir eğilim var. Örneğin Pravda’nın Bonn temsilcisi V. Mihaylov 18 Eylül’de ABD dışişleri bakan yardımcısı Warren Christopher’in Bonn’a planlanmamış bir ziyarette bulunduğunu, görüşmelerde “Türkiye’deki olayların” da ele alındığını bildiriyor. Mihaylov’a göre Türkiye’deki darbe NATO üyeleri arasındaki eski tartışmaları tekrar alevlendirmiş, “NATO’nun Türkiye’yi çok büyük ölçüde militarize etmesi ve askeri köprübaşına dönüştürmesinin ülkeyi ekonomik felakete sürüklemekte ve iç çelişkileri patlama noktasına kadar kızdırmakta olduğu” endişeleri varmış. Dahası, “Washington’un Avrupalı müttefiklerinden bir kısmı artık bu siyasetin devam etmesine karşı çıktılar.” Mihaylov, Belçika ve Danimarka’nın Türkiye’de planlanmış NATO tatbikatının iptalini istediklerini, ancak ABD ve Almanya’nın karşı çıktığını, bunun üzerine Belçika’nın tatbikata katılmayacağını açıkladığını da bildiriyor.

Pravda’da 14 Ekim’de yayınlanan ve NATO liderlerinin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi çabalarına hız verdiğini vurgulayan Brüksel mahreçli haberi de bu türden. Yunanistan 1974’te Kıbrıs harekatının ardından NATO’nun “ataletini” protesto için askeri kanattan ayrılmıştı. Gazete ayrıca ABD’nin Avrupa’daki kuvvetlerinin komutanı Rogers’in Türkiye’de Yunanistan meselesiyle ilgili görüşmeler yaptığını da belirtiyor: “Yerel gazetelerin değerlendirmelerine bakıldığında Rogers… son üç haftadır üç defa Ankara’ya gitti ve ‘Yunanistan ve Türkiye’nin niyetleri hususunda tam bir iyimserlik içinde’”. Bu Rogers, bilindiği gibi, Evren’in “yakın dostu” (öyle demişti faşist darbenin lideri); Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi de bu “dostluğun” eseri.

16 Ekim’de İzvestiya’da da Brüksel mahreçli bir haberde aynı nesnel ve doğru tutum şu ifadeyle formüle edilmiş: “Türkiye’deki darbe ABD’nin desteğiyle yerli gericilik tarafından gerçekleştirildi.” Bu, üç buçuk ay boyunca darbenin gerçek niteliğiyle ilgili Pravda ve İzvestiya sayfalarında yer alan tek doğru cümle.

Ama Avrupa mahreçli yazılar darbenin ABD destekli olduğunu açıkça ima ederken Ankara mahreçli haberler toz pembe bir tablo çiziyor.

Pravda aynı gün Evren’in basın toplantısının ayrıntılı bir haberini de vermiş.

Bu toz pembe tablo, darbecileri neredeyse halkın dostu ilan eden eğilimi yıl sonuna kadar görmeye devam ediyoruz.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail “stratejik bir kavşağa” ulaştı

Yayınlanma

Yazar

11 Eylül’de Pentagon, uçak gemisi USS Roosevelt’in geri döndüğünü açıkladı; bu da ABD’nin iki savaş gemisi grubunu Orta Doğu’da tutma operasyonunun sona erdiği anlamına geliyor ve Orta Doğu’daki durumun hafiflediğine dair bir sinyal veriyor. Aynı gün İsrail, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) lideri Yahya Sinvar’a bir ateşkes anlaşmasına varmak için ailesiyle birlikte Gazze Şeridi’nden ayrılmasını önerdi ve bu da İsrail’in Gazze kuşatmasını sona erdirmeyi düşündüğünün sinyalini verdi. Ancak Netanyahu’nun sağcı hükümetinin bir savaş alanından diğerine geçip geçmeyeceği, güneyde Gazze’deki harekâtını sonlandırıp kuzeyde Lübnan’a yönelip yönelmeyeceği belirsiz.

İsrail-Filistin çatışması 12. ayına girdi ve kazanan yok. Elbette en büyük kaybedenler, büyük çoğunluğu sivil, yarısı kadın ve çocuk olmak üzere 41.000’den fazla kişinin hayatını kaybettiği, “yeryüzündeki cehennem” ve “en büyük açık hava hapishanesi” Gazze Şeridi’nde yaşayan Filistinliler. Her gün onlarca hatta yüzlerce Gazzeli sivilin çeşitli İsrail saldırıları ya da bombardımanları sonucu hayatını kaybettiği insani kriz, 2,3 milyon Filistinlinin acılarını cehenneme çevirmiş durumda. Ancak, 1948’den sonra yaşanan üçüncü “ulusal felaket” ve 76 yıl içinde karşılaşılan en yüksek yaşam maliyeti, İsrail’in yasa dışı işgalinin sona ermesini sağlamadı ve İsrail ile ilişkileri normalleştiren altı Arap ülkesi ve Filistin Kurtuluş Örgütü, “toprak karşılığında barış” ilkesine geri dönmedi — ödenen barış bedeli, işgal edilen toprakları geri getirmedi.

İsrail’in Filistinlilere karşı ezici bir üstünlük kursa da, bu hiçbir şekilde bir zafer değil: ülke nadir görülen bir savaş durumuna sürüklendi, yabancı yatırımlar geri çekildi, uçuşlar aksadı, kredi notları düşürüldü, uluslararası imaj paramparça oldu ve siyasi elitlerin birbirlerini suçladığı iç çelişkiler öne çıktı. Dünyanın askeri gücü İsrail en az 500 tank ve piyade savaş aracını kaybetti, en az 670 askeri çatışmalarda öldü, 11.000 askeri psikiyatrik tedaviye ihtiyaç duyuyor, davranışlarını kontrol edemeyen ya da savaş veya insanlık yasalarını ihlal eden askerlerin işlediği vahşet gün yüzüne çıkmaya devam ediyor, devam eden askeri operasyonlar sonucunda İsrail ordusunun tamamı tükenmiş durumda, açık bir asker açığı var ve dindar öğrencileri zorla askere almak zorunda kaldılar ve ateşkese ulaşmadaki gecikmeler, çatışmanın patlak vermesiyle özgürlüklerini kaybeden 251 kişinin İsrail silahlı kuvvetlerine katılmaya zorlandığı bir duruma yol açtı. Çatışmaların başladığı dönemde özgürlüklerini kaybetmiş 251 tutuklunun ölümüne yol açan ateşkesin sağlanmasındaki gecikme, İsrail’de protesto ve gösteri dalgalarını da tetikledi.

İsrail’in en büyük sorunu, meşru müdafaa hakkını aştığı ve aşırı güç kullandığı için “etnik temizlik” ve “savaş suçları” ve hatta “insanlığa karşı suçlar” ile kınanması, suçlanması ve kovuşturma ile karşı karşıya olmasıdır. Ayrıca Orta Doğu’da jeopolitik gerilimlerle dolu bir arı kovanına çomak sokarak, başta İran ve Suriye ile Filistinli Hamas, Lübnanlı Hizbullah, Iraklı Halk Seferberlik Güçleri, Yemenli Husi güçleri ve Filistin Ulusal Kurtuluş Cephesi dahil gibi sertlik yanlısı güçler arasında bir koalisyon oluşturan dört büyük grup olmak üzere, bir dizi Devletin ve Devlet dışı aktörün Filistin’i desteklemek adına İsrail ile doğrudan veya dolaylı olarak çatışmaya girmek üzere güçlerini birleştirmesine yol açtı. İran ve Suriye’nin dört büyük grupla (Hamas ve diğer Filistinli sertlik yanlıları, Lübnan’daki Hizbullah, Irak’taki “Halk Seferberlik Güçleri” ve Yemen’deki Husiler) birlikte bir “direniş ekseni” oluşturması, İsrail’i 1982’deki Beşinci Ortadoğu Savaşı’ndan bu yana en büyük güvenlik ikilemine ve hatta güney, kuzey ve doğu olmak üzere üç yönde beş ya da altı cephede mücadele etmek zorunda kaldığı Altıncı Ortadoğu Savaşı’nın geleneksel olmayan moduna sürükledi. Batıdaki Akdeniz’in doğal bariyeri bile artık İsrail için güvenilir bir güvenlik derinliği değil ve ortak savunma için ABD ve diğer Batılı müttefiklerinin deniz ve hava kuvvetlerine güvenmek zorunda kalıyor.

Netanyahu, Gazze savaşında fren yapmayı kesin olarak düşünemiyor çünkü aşırı sağcı parti üyelerini memnun etmek zorunda, aksi takdirde zayıf koalisyon hükümeti çöker. Ayrıca, savaşın sonuçlarını maksimize ederek, kendisine “İsrail’in 911” olarak adlandırılan büyük “ulusal felaket” ve “ulusal utanç” ile ilgili siyasi, hukuki ve güvenlik sorumluluklarını hafifletmeye çalışıyor. Ancak savaş sonsuza kadar devam edemez; İsrail bir orduya sahip olan bir ülke olmalıdır, sadece ülke adını taşıyan bir ordu olmamalıdır. Ülkenin kaderi ve kişisel geleceği için büyük bir mücadelenin eşiğinde olan Netanyahu ve hükümeti, gerçekten bir “stratejik dönemeç”te bulunuyor: tamam mı devam mı? Eğer savaşa devam ederse, Gazze savaşını sonlandırıp üçüncü Lübnan savaşını başlatacak mı? Çünkü İsrail sürekli olarak Hizbullah’ın saldırılarına maruz kalıyor ve bunların şiddeti artıyor.

Son günlerde üst düzey İsrailli yetkililer Gazze savaşının sona ereceğinin sinyallerini veriyor. 9 Kasım’da Savunma Bakanı Galant, 11 aylık tasfiyenin ardından Hamas’ın Gazze’deki “askeri örgütünün” artık var olmadığını ve koşulların geçici bir ateşkes için olgunlaştığını, ancak pencerenin kapandığını söyledi. Daha önce İsrail ordusu yaklaşık 20,000 Hamas militanını esasen ortadan kaldırdığını ve İsmail Haniye’den kurtulmak için İran’ın başkenti Tahran’ın kasıtlı olarak seçilmesi de dahil olmak üzere bir dizi Hamas liderini “hedef aldığını” söyledi. Objektif olarak bakıldığında, Hamas gerçekten büyük bir felaket yaşadı ve şu anda gerilla savaşına geçmek zorunda kaldı.

Geçtiğimiz birkaç ay içerisinde ABD’li siyasi ve askeri çevrelerin Filistin-İsrail çatışması ve savaşının tırmanması ve genişlemesiyle ilgili suçlamaları giderek daha açık hale geldi ve Netanyahu’ya, özellikle de ateşkes görüşmelerini engellemeye ve sabote etmeye devam etmesine, Gazze ile Mısır arasındaki Philadelphia Koridoru ile Gazze’nin kuzeyi ve güneyini ayıran “Nechalim Koridoru”nun kontrolünü ele geçirme önerisine odaklandı ki bu, ABD askeri ve siyasi kurumlarının ateşkes görüşmelerini ve ateşkes müzakerelerini kontrol etmesinin tek yoludur. Asıl soru, bu tür suçlamaların ve baskıların kamuoyuna açıklanıp açıklanmamasıdır. İsrail müzakere ekibi de Netanyahu’yu “anlaşmayı yok edebileceği ve dolayısıyla rehinelerin sonunu getirebileceği” konusunda uyardı.

Netanyahu’nun Gazze’ye yönelik savaş için ilk ve kamuya açık talebi açıkça imkansız bir görevdi: “Hamassızlaştırma, askersizleştirme ve radikalizmden arındırma”. Sözde “üçlü”, kaynağı olmayan bir su ya da kökü olmayan bir ağaç değil, Filistinlilerin ulusal nefreti, meşru reddi ve hatta şiddetli direnişiyle harmanlanmış, uzun süredir devam eden yasadışı İsrail işgaline dayanan bir ulusal kurtuluş hareketidir. Filistinliler öldürülüp sürülmedikçe ve işgal altındaki topraklar sıfırlanmadıkça ya da “İsrailleştirilmedikçe” İsrail, Sisifos gibi, işgalin devasa yuvarlanan taşını dağın tepesine, yukarı ve aşağı itecek ve döngü kendini tekrar edecek, nesilden nesile genişleme ve işgal için sonsuz bir bedel ödeyecektir.

Netanyahu ve birçok İsrail lideri sorunun ne olduğunu iyi biliyor, ama stratejik cesaret ve tarihsel sorumluluk eksikliğinden dolayı yasa dışı işgali sona erdirme, Filistin, Lübnan ve Suriye ile halklarına yaşattığı acıyı ve büyük kötülüğü sona erdirme konusunda harekete geçmiyorlar. Bunun yerine, gerçekçi kısa vadeli kazançlara ve mevcut duruma odaklanarak, işgalin meşrulaşmasını sağlama ve zamanla bu durumu kalıcı bir hale getirme çabasındalar. Yasadışı işgal, sosyal Darwinizm ve orman kanununu uygulayarak bir oldubitti yaratmaya ve nihayetinde başkalarının topraklarını kalıcı olarak yağmalayarak kendilerini hak sahibi yapmaya çalışıyorlar.

Kral Davut’un yaklaşık 3.000 yıl önce Yebusilerin başkentini ele geçirmesinin ardından, İsrailliler bu kentin adını Kudüs olarak değiştirmiş ve burayı ulusun kadim başkenti ve sonsuza dek ruhani evi olarak tanımlamış, Yebusilerin önceki 1.000 ila 2.000 yıllık kuruluş tarihinden hiç bahsetmemiş ve tarihin bir dizi silinmez gerçeğini göz ardı etmişlerdir: Romalıların M.S. 135 yılında Yahudi Tapınağını yıkıp İsraillileri kovmasından yaklaşık 2.000 yıl sonra, İsrail artık Filistin’in hakim yerli halkı değildir; Arap imparatorluğunun ikinci halifesi Ömer’in sefer kuvvetlerinin Kudüs’ü Doğu Roma’dan ele geçirdiği MS 638 yılından bu yana, 11-12. yüzyıl Hıristiyan haçlıları hariç yaklaşık yüz yıl boyunca kontrol edilen ve 1967 yılında İsrail tarafından Ürdünlülerin elinden alınana kadar, Kudüs 1329 yıllık uzun tarihi boyunca Filistinli Araplar ya da Müslümanlar tarafından kontrol edilmiş ve yönetilmiştir.

Filistin-İsrail çatışmasının bu geniş çaplı patlak vermesinin köklü nedenleri İsrail’in bitmek bilmeyen işgali ve “Filistinlilerden arındırılması”, iki partili ABD hükümetinin göz yummasıyla Gazze Şeridi’nde devam eden abluka, Batı Şeria’daki Filistin topraklarına sürekli tecavüz ve hatta Doğu Kudüs’teki Mescid-i Aksa üzerindeki iddiasını yoğunlaştırmasıdır. “Direniş ekseninin” yükselişi ve İsrail’e yönelik çoklu saldırılar da Gazze çatışmasının ve Filistin halkının çektiği acıların bir sonucudur.

Mantıklı seçimin semptomları ve temel nedenleri ele almak ya da çıbanı durdurmak veya yangını söndürmek olduğu açıktır. İsrail’in içinde bulunduğu ulusal krizden çıkmasının tek yolu Gazze’ye yönelik askeri kuşatmanın bir an önce sona erdirilmesi ve böylece “direniş ekseninin” saldırılarının durmasıdır. Ancak Filistin-İsrail çatışmasına uzun vadeli bir çözüm bulunması ve İsrail’in barış, güvenlik, kalkınma ve refahının sürdürülmesi isteniyorsa, “barış için toprak” ilkesi taviz verilmeden uygulanmalı ve işgal altındaki Arap topraklarının iadesi meselesi Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün yanı sıra Suriye ve Lübnan’a ait Golan Tepeleri de dâhil olmak üzere tek bir paket halinde çözüme kavuşturulmalıdır. Suriye ve Lübnan’a ait Golan Tepeleri de buna dahildir.

Başta Netanyahu olmak üzere İsrail Hükümeti kendi bencil amaçları doğrultusunda kuzeyde geniş çaplı bir işgal başlatır ve yeni bir Lübnan savaşı başlatırsa, İsrail anlatılamayacak boyutlarda bir felakete sürüklenecek ve mevcut Hükümetin ülke ve ulus tarihine onurlu bir hesap vermesi zorlaşacaktır.

*Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan’da ‘nüfus sayımı’ problemi

Yayınlanma

Savaşlar ve diğer krizler boyunca dahi Hindistan nüfus sayımına sadık kalan bir ülke olarak biliniyor(du); on yılda bir, yüz binlerce sayım görevlisi ülkedeki her evi ziyaret ederek, Evinizde kaç kişi yaşıyor? Evinizde kaç kişi çalışıyor, ne iş yapıyor, kaç kişi okuyor? Eviniz neyden yapıldı? Tuvaletiniz var mı? Arabanız var mı? İnternet bağlantınız var mı? vs. gibi soru listesi ile insanların işleri, aileleri, ekonomik durumları, göç statüleri ve sosyo-kültürel özellikleri gibi parametreler hakkında bilgi toplar. Bu veriler, Birlik devletlerine federal fon tahsis etmekten ve okullar inşa etmekten seçimler için seçim bölgesi sınırlarını çizmeye kadar her şey hakkında kararlar almak için kullanılır. Ancak günümüzde, hatta uzunca bir süredir, Hindistan nüfus sayımı yapmayan birkaç seçili ülke arasında yer alıyor; Hindistan’ın beraberindekiler işgal, iç savaş ya da ekonomik kriz yaşayan ülkeler. Başbakan Narendra Modi, yıllardır süren eleştirilerin ardından üçüncü döneminde artık önemli veri boşluklarını kapatmayı hedefliyor gibi görünüyor. Hindistan’ın 2021’de yapılması planlanan on yıllık nüfus sayımının eylül ayında başlaması ve yaklaşık 18 ayda tamamlanması bekleniyor. Ancak Birlik içişleri ve istatistik bakanlıkları, sonuçların Mart 2026’da açıklanacağını öngören bir zaman çizelgesi hazırlamış olsa da başbakanlık ofisinin henüz sürecin başlatılmasına resmi bir onay vermediğini de vurgulayalım. Hindistan’ın on yılda bir yapılan nüfus sayımının COVID-19 salgını başladığında 2020’de başlaması ve 2021’de tamamlanması gerekiyordu ancak salgın nedeni ile “süresiz olarak” ertelenmişti. Bu, 150 yıllık tarihinde on yılda bir yapılan nüfus sayımının ilk kez ertelenmesi durumudur.

Nüfus sayımının ötelenmesi basit bir durum gibi görülebilir, ancak nüfus sayımının olmamasının ciddi sonuçları olması kaçınılmazdır çünkü nüfus sayımı yalnızca bir ülkedeki insan sayısını saymak değildir, mikro düzeyde kararlar almak için gereken yaşamsal verileri sağlar. Birleşmiş Milletler’in geçen yıl yayınladığı bir rapora göre Hindistan, geçen yıl Çin’i geride bırakarak dünyanın en kalabalık ülkesi oldu. Milyonlar, hatta milyar ile ifade edilen insanı, bu insanları arasında hiyerarşik yapıya atıf yapan kast sistemi, çok çeşitli etnik, dini, dilsel, kentsel, kırsal, kabile toplulukları olan ve tüm bunlar ile beraber aynı zamanda ekonomik bağlamda da zengin ile fakir farkının uç noktalarda olduğu, ayrıca işsizliğin ve yoksulluğun da kayda değer bir varlığı bulunan Hindistan’da nüfus sayımı çok önemlidir. Nüfus sayımının gerçekleştirilmesindeki gecikme aynı zamanda diğer istatistiksel anketlerin doğruluğu üzerinde doğrudan etki eder. Bunlara ekonomik göstergeler, enflasyon oranları ve istihdam rakamları gibi önemli veri kümeleri dahil. Şu anda bu veri kümelerinin çoğu ve bunların sonuçlarına dayalı hükümet plan ve programları 2011’de yapılan son nüfus sayımından alınan verilere dayanıyor.

Dolayısıyla Hindistan’da güncel nüfus sayımı verilerinin eksikliği, Hindistan’ın Ulusal Örneklem Anketi (vatandaşların ekonomik yaşamının tüm yönleri hakkında bilgi toplayan bir dizi anket) ve Ulusal Aile Sağlığı Anketi (sağlık ve sosyal göstergelere ilişkin kapsamlı bir hanehalkı anketi) kalitesini etkilemesinin yanı sıra sağlık, demografi ve ekonomi ile ilgili yaşamsal veri setinin de gecikmesine neden oluyor. Bu gecikmenin doğrudan bir sonucunun, hükümetin yoksullara gıda, tahıl ve diğer temel ihtiyaçları ulaştırdığı Kamu Dağıtım Sistemi üzerinde olduğuna dikkat çekiliyor. Ki ülkede milyonlarca Hint, hükümetin gıda refahı programına güveniyor. Güncel rakamların eksikliği ve Modi hükümetinin 2021 nüfus sayımını yapmaması nedeni ile Hindistan’da yaklaşık 100 milyon kişinin Kamu Dağıtım Sistemi’nin dışında bırakıldığı belirtiliyor. Hint ekonomistler, 2021 nüfus sayımı hiç yapılmadığı için hükümetin ücretsiz gıda tayınından yararlanan vatandaşların sayısına işaret ile son nüfus sayımındaki 800 milyon rakamında takılıp kalınmasını talihsiz bir durum olarak niteliyor ve Hint yasalarına, Ulusal Gıda Güvenliği Yasası’na göre kentsel alanlardan yüzde 50 ve kırsal alanlardan yüzde 75’lik nüfusun Kamu Dağıtım Sistemi kapsamına alınması gerektiğine vurgu yapıyor.

Gıda güvenliğinin yanı sıra, Hindistan’da nüfus sayımı verilerinin eksikliği Mahatma Gandhi Ulusal Kırsal İstihdam Garanti Programı’nı da etkiliyor çünkü Birlik hükümetinin devletteki hane ve işçi sayısına göre her devlete fon tahsis etmesi gerekiyor. Birlik devletlerinin hükümetlerinin ayrıca güncellenmiş rakamların olmaması nedeni ile Planlanmış Kast / Planlanmış Kabile (SC/ST) topluluklarının geliştirilmesi, yaşlılık maaşı ve yoksullar için konut sağlamayı amaçlayan çeşitli planlara fon tahsis etmekte zorlandığı ifade ediliyor. Uygun yararlanıcıların refah programlarının dışında kalmamasını sağlamak için baskı altında olan bu hükümetler, kendi veri kümelerini oluşturmak için para harcamak zorunda kalıyor.

Birleşmiş Milletler’in geçen yılki raporuna göre Hindistan nüfusunun 1,5 milyara yakın olduğu tahmin ediliyor. Ülkede son nüfus sayımı 13 yıl önce, 2011 yılında yapılmıştı. Henüz 3 yıllık bir gecikme gibi görünüyor olabilir ancak sayımın eylül ayında başlaması söz konusu olsa dahi ortalama 18 ay süreceği de göz önüne alınırsa totalde 5 yıllık bir gecikme yaşanmış olacaktır ki henüz hala planlama sürecinde olduğunu ve sayım sürecinin resmi olarak onaylanmadığını da yeniden belirtelim. Artık sürecin başlatılması için Modi’nin ofisinden son onayın beklendiği görülüyor. Ve yeniden dikkat çekmek gerekirse Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı verileri çok önemli çünkü demografik profildeki değişiklikleri, cinsiyet oranını, göçü, hanelerin ekonomik çeşitliliğini ve kentleşmenin kapsamını anlamaya yardımcı olur. Ayrıca, yoksulluk ve eşitsizliği tahmin etmek için herhangi bir örneklem anketinin temelini veya çerçevesini oluşturan nüfus sayımı verileridir.

Bununla beraber, Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı özellikle son gelişmeler bağlamında çok tartışmalı bir hal aldı. Modi hükümeti, nüfus sayımı ile birlikte Ulusal Nüfus Kaydı’nı (NPR) güncellemek için bir nüfus araştırması yapacağını söylemiş ve bunun üzerine NPR’nin “şüpheli vatandaşların” Hint olduklarını kanıtlamaları için bir liste olacağı iddialarından hareketle Hindistan’ın 200 milyondan fazla Müslümanının hedef alındığı eleştirileri ülke çapında aylarca süren protestoları tetiklemiş ve tüm bunlar tartışmalı 2019 Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’nın (CAA) zemininde yaşanmıştı. Ayrıca bir süredir ülkede birkaç muhalefet ve bölge lideri de Birlik hükümetinin bir kast sayımı yapmasını talep ediyor, ancak bunun Hindu oylarında çatlaklara yol açabileceği ve bunun da iktidar partisi BJP’ye zarar verebileceği ve çeşitli gruplardan rezervasyon/kota taleplerini tetikleyebileceği tartışılıyor. Örneğin, Bihar’da yalnızca geçici bir önlem olabilecek, veri açığının bir kısmını kapatabilecek ve çeşitli göstergelere ışık tutabilecek bir kast sayımı yapılmıştı ancak beraberinde birtakım tartışmaları da getirmişti. Bu arada, “Hindistan’ın Bihar kast anketi ve kast sistemi” başlığını taşıyan 7 Ekim 2023 tarihli ayrıntılı bir yazım da başka bir mecrada bulunuyor ki ilgililer internet üzerinden kolaylıkla okuma sağlayabilirler.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English