Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’ın Afganistan açmazı

Yayınlanma

Hindistan’da bu aralar diplomatik cephede büyük değişiklikler yaşanıyor. Tüm dikkatler Khalistan Sih ayrılıkçılığı üzerine Kanada ile yükselen tansiyonda iken Afganistan ile ilgili de önemli bir gelişme söz konusu. Aylar süren belirsizlikten sonra Yeni Delhi’deki Afgan büyükelçiliği 1 Ekim’den itibaren faaliyetlerini kalıcı olarak durdurdu.

İlk olarak 25 Eylül’de Hindistan Dışişleri Bakanlığı’na sözlü nota veya imzasız diplomatik yazışma yoluyla iletilen kararda büyükelçiliğin kapatılma gerekçeleri olarak ev sahibi hükümetin desteğinin olmayışı, personel ve kaynaklardaki azalma, Afganistan çıkarlarına hizmet etme konusundaki beklentilerin karşılanamaması, Kabil’de meşru bir hükümetin bulunmaması gibi faktörler sıralandı. Notada ayrıca Yeni Delhi’nin 2021’de Hindistan’a seyahat etmesi planlanan ancak seyahat belgeleri verilmeyen 3 bine yakın Afgan öğrencinin vizesini uzatmayı, burslarını ödemeyi ve çalışmalarına izin vermeyi reddettiği ve ayrıca tüccarlar ve diğerleri için yapılan vize taleplerinin de sonuç vermediği belirtildi.

Ancak Afgan büyükelçiliğinin açıklamasını başta yanıtsız bırakan Hindistan hükümeti yetkililerinden Afgan misyonlarına yardımcı olmak ve faaliyetlerini kolaylaştırmak için ellerinden geleni yaptıkları, bu kararın Afgan tarafının kendi kararı olduğu savunması geldi. Ayrıca Ashraf Ghani hükümeti tarafından atanan Afganistan’ın Hindistan Büyükelçisi Farid Mamundzay’ın kimliğinin gizli kalması kaydıyla aylardır Hindistan dışında olduğu ve Afgan diplomatların sığınma aldıktan sonra sürekli olarak üçüncü ülkelere gittikleri ve elçilik personeli arasında da iç sürtüşmelerin yaşandığı ve bunların gerçekliğinin Hint yetkililerce incelendiği söyleniyor. Ayrıca Mamundzay da 18 Haziran’dan bu yana Hindistan’da bulunmadığını, büyükelçi vekilinin misyonun operasyonlarını aktif olarak denetlediğini doğruladı. Dahası diğer Afgan personelinin Hindistan’ı Taliban’ın Afganistan’daki ailelerine yönelik tehditleri ve Hindistan’ın destek eksikliği nedeni ile ortaya çıkan ve giderek savunulamaz hâle gelen zorlu durum nedeni ile terk ettiği söyleniyor.

Yeni Delhi’deki büyükelçilik Ağustos 2021’de Taliban rejimi Afganistan İslam Emirliği tarafından devrilen demokratik olarak seçilmiş Ashraf Ghani hükümetine mensup diplomatlar tarafından yönetiliyordu. Ev sahibi ülkenin, Hindistan’ın fonları ile yürütülüyordu ve sürgündeki Afganistan İslam Cumhuriyeti hükümetini meşrulaştırıyordu. Yeni Delhi devrik Afgan lider Ashraf Ghani’nin Batı destekli hükümeti tarafından atanan büyükelçi ve misyon personelinin vize vermesine ve önemli ticari işlemleri yapmasına izin veriyordu.

Afganistan’ın Hindistan Büyükelçisi Farid Mamundzay, eski Cumhurbaşkanı Ashraf Ghani liderliğindeki önceki Afganistan İslam Cumhuriyeti tarafından atanmıştı. Kendisi haziran ayından bu yana Londra’da ve mayıs ayından bu yana da Hint bir şirket ile yapılan arazi kiralama anlaşması ile ilgili yolsuzlukla suçlanıyor. Diğer diplomatların da ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelere sığınma hakkı aldığı söyleniyor. Ancak iddiaları reddeden Mamundzay bunların Taliban’ın misyonu devralma amacını destekleyen daha geniş bir gündemin parçası olduğunu söylüyor. Afgan büyükelçiliği nisan-mayıs aylarında Taliban’ın Mamundzay’ın yerine misyonun başına bir maslahatgüzâr atadığı yönündeki haberler üzerine iç çatışmalarla sarsılmıştı. Büyükelçilikte 2020’den bu yana ticaret konseyi üyesi olarak çalışan Qadir Shah nisan ayı sonlarında Hindistan Dışişleri Bakanlığı’na Taliban tarafından seçildiğini iddia eden bir mektup yazmıştı. Mamundzay bunun üzerine mayıs ayında Londra’dan geri dönmüş ve ticaret konseyi üyesinin binaya girmesi yasaklanmış ve büyükelçilik liderliğinde herhangi bir değişiklik olmadığı yönünde bir açıklama yapılmıştı. Ancak kısa bir süre sonra Londra’ya geri dönen Mamundzay üç aydır Hindistan’a dönmedi.

Hindistan ise Ağustos 2021’de Taliban’ın yönetimi ele geçirmesinin ardından Kabil’deki büyükelçiliğini boşaltmış, diplomatlar ve güvenlik personelinden oluşan insani yardımı koordine edecek bir teknik ekip ile Haziran 2022’de Kabil’e geri dönmüştü. Taliban ile etkileşimlerini yardım dağıtımıyla sınırlayan Hindistan hükümetinin Kabil’e bir teknik ekip yerleştirmesi Taliban ile etkileşime yönelik attığı ilk açık adımlardan biriydi. Bu adım Hindistan’ın sahadaki politik gerçekleri tanıdığını ve Afganistan’daki varlığına Taliban kanalı ile aracılık edilmesi gerektiğini kabul ettiğini gösteriyor. Ancak uluslararası toplumun geri kalanı gibi Taliban rejimini resmi olarak tanımadığı için fiili bir büyükelçilik olarak çalışmalarını yürütüyor. Her ne kadar diğer tüm ülkeler gibi Hindistan da Taliban hükümetini tanımayarak yerine Kabil’de kapsayıcı bir hükümetin kurulması ve kadınların, çocukların ve azınlıkların haklarının korunması için baskı yapmış olsa da aynı zamanda Kabil’de varlık göstermek ve Hindistan’ın güvenlik çıkarlarını korumak için Taliban tarafından atanan büyükelçi ve misyon personelinin görevlendirilmesine sessizce izin vermişti.

Taliban’ın Kabil’deki dışişleri bakanlığı ile ilişkiler kuran Mumbai ve Haydarabad’daki konsolosluklar faaliyetlerine devam ederken Yeni Delhi’deki Afgan büyükelçiliği bu konsoloslukların gayri meşru bir rejimin çıkarlarına hizmet ettiğini iddia ediyor. Hindistan hükümetinin temmuz 2023’te Taliban hükümeti büyükelçisinin güven mektubunu kabul etmeyi reddetmiş ve Ghani rejimi tarafından atanan Mamundzay’ı desteklemeye devam etmiş olsa da Afgan büyükelçiliğini kapatma hamlesinin Kabil’deki Taliban yapılanmasına yakın olduğu düşünülen Yeni Delhi’deki unsurların misyonu devralma yönündeki hamleleri arka planında gerçekleştiği ifade ediliyor. Mumbai ve Haydarabad’daki Afgan konsolosluklarının yetkililerinin önceki Ghani hükümeti tarafından atanmasına karşın Kabil’deki Taliban rejimi ile çalışmaya başladığı belirtiliyor.

Eski Afgan diplomatlar dünya başkentlerinin çoğunda büyükelçilikleri kapatırken Pakistan, Çin, Rusya ve İran da dâhil olmak üzere birkaç ülkedeki misyonlar Taliban temsilcilerine devredildi. Bu büyükelçiliklerde demokratik olarak seçilmiş önceki Afganistan İslam Cumhuriyeti yerine Taliban veya Afganistan İslam Emirliği bayrağı göndere çekiliyor. Afganistan İslam Cumhuriyeti Büyükelçiliği ise Hindistan Dışişleri Bakanlığı’na verdiği notada Hindistan’a Yeni Delhi’deki misyonda üç renkli Afgan ulusal bayrağını taşımaya devam etmesi çağrısında bulunuyor ve Taliban’ı gayri meşru olarak niteliyor.

Ancak Taliban rejiminin Hindistan ile ilişkilerin resmileştirilmesinin ön koşulu olarak İslam Cumhuriyeti’nin tüm kalıntılarının ortadan kaldırılmasını belirlediği ve Hindistan’ın Taliban hükümeti ile diplomatik ilişkilerin yenilenmesi zorunluluğu ile Afganistan’ın Delhi’deki büyükelçiliğini Taliban’a devretmeye hazırlandığı yönünde spekülasyonlar şimdiden duyulmaya başladı. Yeni Delhi’deki Afganistan Büyükelçiliği’nin kapatılması Taliban’ın Afgan büyükelçiliğini ele geçireceği anlamına mı geliyor? Bu şimdilik belirsizliğini koruyor.

Yeni Delhi’deki Afganistan Büyükelçiliği’nin kapatılması Hint-Afgan ilişkilerinde önemli bir zorluğun altını çiziyor. Operasyonların aniden durdurulması mevcut jeopolitik koşullar bağlamında Hindistan ile Afganistan arasındaki diplomatik ilişkilerin geleceğine ilişkin belirsizlikleri daha da artırıyor. Durumun devam eden projeler veya ikili anlaşmalar üzerindeki etkisi belirsizliğini koruyor ve bu sorunlar tatmin edici bir biçimde çözülene kadar gelecekteki işbirliklerine gölge düşürüyor.

Afganistan Hindistan yarımadasına açılan kapı olduğundan Hindistan her zaman Afganistan’da varlık göstermek zorunluluğu hissediyor. İstikrarlı bir Afganistan Hindistan’ı Orta Asya ve Rusya’ya bağlayacak, ancak bu şu anda gerçekleşmiyor.

Afganistan Hindistan’ın bölgedeki stratejik çıkarları için hayati önemde. Bu nedenle başlarda Yeni Delhi Ghani hükümetinin sıkı destekçisi olmuştu. Taliban’ın zaferi sonrasındaki belirsizlik hem Hindistan’ın Afganistan’daki diplomatik çıkarlarını hem de 500’den fazla proje ile 3 milyar doların üzerindeki 20 yıllık Hint yatırımını hâlâ tehdit ediyor. Amerikan varlığının koruyucu şemsiyesi altında 2001’den bu yana Hindistan Afganistan’a yol, baraj, elektrik iletim hattı, trafo merkezi, okul ve hastane inşası ile çeşitli restorasyonlar olmak üzere birçok kalkınma yardımında bulundu. Hindistan’ın Afganistan ile kalkınma ortaklığının belirtilen dört bileşeni var: altyapı projeleri, insani yardım, küçük ve toplum temelli kalkınma projeleri ve eğitim ve kapasite geliştirme girişimleri. 2011 Stratejik Ortaklık Anlaşması Afganistan’ın altyapısı ile kurumlarının yeniden inşası için Hint yardımı başta olmak üzere kapasite gelişimi için eğitim ve teknik yardımı, Afganistan’da yatırımı teşvik etmeyi ve Hindistan pazarına gümrüksüz erişimi yeniden taahhüt etmişti. Bu arada Hindistan ve Afganistan arasındaki ikili ticaret Taliban rejimi söz konusu olana kadar 1 milyar dolar değerinde idi.

Hindistan’ın Afganistan’daki çok önemli yatırımlarından biri 218 km’lik Zaranj-Delaram Otoyolu. Yol İran’ın Chabahar Limanı üzerinden karayla çevrili Afganistan’a alternatif bir rota sağlıyor. Bu nedenle Hindistan için büyük stratejik öneme sahip. Ancak devasa Chabahar Limanı projesi de şimdi ölü bir yatırım gibi görünüyor. O da ayrı bir konu…

Hindistan’ın Afganistan’daki bir başka önemli projesi 2016’da açılan Afgan-Hint Dostluk Barajı olarak bilinen Salma Barajı. Ayrıca 2015’te Kabil’de açılan Afgan Parlamentosu Hindistan’a 90 milyon dolara mâl olmuştu. Binadaki bir blok eski Hint Başbakan Atal Bihari Vajpayee’nin adını taşıyor.

Dışişleri Bakanlığı’na göre Hindistan şehir içi ulaşım için 400 otobüs ve 200 minibüs, belediyeler için 105 ticari araç, Afgan Ulusal Ordusu için 285 askeri araç, 5 şehirde kamu hastaneleri içn 10 ambulans ve Afgan ulusal havayolu şirketi Ariana’ya üç Air India uçağı hediye etmişti.

Hindistan’ın Afganistan’da devam eden iki önemli projesi ise Kabil’deki Shahtoot Barajı inşası ile restorasyonu için 1 milyon dolar taahhüt ettiği Kabil’deki Bala Hisar Kalesi. Ayrıca 80 milyon dolar değerinde 100 toplumsal kalkınma projesi de taahhütler arasındaydı. Geçtiğimiz yıl Taliban da Hindistan’dan Afganistan’daki en az 20 tamamlanmamış altyapı geliştirme ve kalkınma projelerini tamamlamasını istemişti.

Afgan halkının insani ihtiyacına ve Birleşmiş Milletler tarafından yapılan acil çağrılara yanıt olarak Hindistan ayrıca Afganistan’a çok sayıda insani yardım sevkiyatı gerçekleştirdi. Bu, yaşam kurtaran temel ilaçlar, tüberküloza karşı ilaçlar ve 500 bin doz COVID-19 aşısı da dâhil olmak üzere 13 parti halinde 45 tonluk tıbbi yardımı da içeriyor. Bu tıbbi sevkiyatlar Dünya Sağlık Örgütü’ne ve Kabil’deki Indira Gandhi Çocuk Hastanesi’ne teslim edilirken Hindistan ayrıca son iki yılda Afganistan’a 60 bin metrik tondan fazla buğday gönderdi.

Taliban’ın 15 Ağustos 2021’de Kabil’e girerek ABD destekli Ashraf Ghani hükümetinin istifa etmesine neden olurken Afganistan şu anda Taliban’ın iktidara gelmesinin ardından derinleşen ekonomik, insani ve güvenlik kriziyle boğuşuyor. Hindistan her ne kadar Taliban rejimi ile etkileşim kurmamaya direnç göstermiş olsa da insani yardımın tarafsızlık ve bağımsızlığa dayanması gerektiği yönündeki savı nedeni ile etkileşim kuruyor. Kazan’da 29 Eylül’de Rusya, Çin, Pakistan, İran, Hindistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan’dan özel temsilciler ile üst düzey yetkililerin ve ayrıca Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Türkiye temsilcilerinin davetli olarak katılımı ile gerçekleşen Afganistan konulu Moskova formatının beşinci toplantısında da Afganistan’a insani yardım sağlamaya devam edileceğine ilişkin bir kez daha güvence verildi.

Öte yandan Taliban da Hindistan ile etkileşime girmek için ciddi çaba harcıyor. Diplomatik olarak dışlanan ve ekonomik olarak izole edilen rejim Hindistan’dan sürekli kalkınma yardımı istiyor. Yeni Delhi Afganistan’a yönelik yardım miktarını 2022-23 için yaklaşık 24 milyon dolar düzeyinde sabit tutarak yardım sağlamaya devam etmiş ve 2023-24 Mali Yılı bütçesinde Dışişleri Bakanlığı ülkeye yardım olarak yaklaşık 25 milyon dolar ayırmış olsa da bu durum aynı zamanda Hindistan’daki bazı kesimlerde Hindistan’ın Taliban’a para aktardığına ilişkin kaygıların da artmasına yol açıyor.

Hindistan hükümeti ise Gurudwara’ya (Sih ibadethânesi) düzenlenen terör saldırısı gibi olaylardan da görüldüğü üzere bölgeden kaynaklanan güvenlik tehditleri veya Afganistan’daki terörist örgütlerin Hindistan’ın çıkarlarına zarar verebileceği konusunda kaygılarını sürdürüyor. Yeni Delhi için bir diğer önemli kaygı ise Taliban rejiminin Pakistan’a yakınlığı. Ancak Pakistan ile Taliban arasındaki derin tarihi bağlar göz önüne alındığında bu geçerli bir kaygı olsa da İki aktör arasında tartışmalı sınır konusundaki anlaşmazlıklar ve Pakistan’ın Tehreek-e-Taliban Pakistan’a (TTP) ilişkin kaygıları ve Taliban’ın bu grupla bağları da dahil olmak üzere bazı önemli sorunlar da yaşandı.

Dahası ABD ve müttefiklerinin Afganistan’dan çekildiği dönemde ABD ile Çin arasında büyüyen rekabet yoğunlaşıyor, Rusya Washington için bir güvenlik tehdidi olarak yeniden ortaya çıkıyor, Rusya ve Çin’in artık bölgede İran ile birlikte iki önemli oyuncu hâline geliyor ve Moskova ile Pekin’in Washington’ın bıraktığı boşluğu doldurma ve nüfuzlarını genişletme niyetinde olduklarına ilişkin spekülasyonlar artıyor. Her ikisi de Afganistan’da bölgesel hegemonik hedeflerini ilerletmek istiyor ve en az 2015’ten bu yana Taliban ile aktif olarak ilgileniyorlar.

Tüm bu kaygıları ve korkuları ekseninde Yeni Delhi Şanghay İşbirliği Örgütü gibi bölgesel örgütlere ve Moskova Formatı istişareler gibi çerçevelere aktif olarak katılarak bu ülkelerle Afganistan sorununa ilişkin görüşmelerini sürdürüyor. Ayrıca geçtiğimiz yıl ilk Hindistan-Orta Asya Zirvesi’ne ev sahipliği yapan Yeni Delhi Kasım 2021’de de ulusal güvenlik danışmanları düzeyinde Rusya, İran ve Orta Asya Cumhuriyetlerinden katılımcıların yer aldığı üçüncü Afganistan Delhi Bölgesel Güvenlik Diyaloğu’na ev sahipliği yapmıştı.

Afganistan’daki barış süreci başladığından bu yana Hindistan’ın Taliban ile doğrudan temasa geçme ihtiyacını kabul etmekten duyduğu rahatsızlık onu Rusya veya Çin’in gölgesine itti. Yeni Delhi belirsiz ve çelişkili Afganistan politikası nedeni ile hem ulusal hem de uluslararası alanda zorluklar yaşıyor. Yurt içinde Afgan halkına olan bağlılığından vazgeçtiği için eleştirilerin odağı olurken Taliban’a yönelik yardımları da ilke ve ideallerinden bir sapma olarak görülüyor. Uluslararası alanda Yeni Delhi terörle mücadelede başta Rusya, İran ve Orta Asya Cumhuriyetleri olmak üzere bölge ülkeleri ile çalışmanın öneminin farkında, ancak hem onun ABD ile ilişkileri bölgede büyüyen ABD karşıtı duygularla karşı karşıya hem de hâlihazırda Rusya ile ilişkileri Ukrayna’daki savaştan bu yana yeni bir sınavdan geçiyor.

Kısacası Hindistan her anlamda uzun süredir bir Afganistan açmazı yaşıyor. Ve belirleyemediği bir Afganistan politikası var. Yeni Delhi politik iradesi açısından Taliban ile görüşüldüğüne ilişkin yapılan resmi bir beyanın Hindistan’ın sahip olduğu iyi niyete verebileceği itibar kaybının ötesinde konu aynı zamanda Hindistan’ın bir terörist grupla ilişki kurma konusundaki kendi ilkeli tutumu ve kırmızı çizgileri ile ilgili kaygıları gündeme getiriyor. Dolayısıyla daha kaçamak bir tutum sergiliyor ve belki de dış politika hesabındaki ilkeler ve reelpolitik değerlendirmeler arasındaki çelişkili durumdan kurtulmanın bir yolu olarak ilkelere ve ahlâka verdiği önemi tamamen terk etmemiş olsa da artık daha pragmatik bir söylemle yumuşatılıyor.

Tarihsel olarak Hindistan, kalkınma işbirliğine rağmen Afganistan’da ve ülkedeki uzlaşma sürecinde büyük ölçüde marjinal bir oyuncu olmuştur; bunun temel nedeni Taliban ile müzakerelere girmemesi. Ancak 2010 yılında Londra’da düzenlenen ve 70 ülkenin katılım gösterdiği Afganistan konferansı ülkelerin Taliban’a nasıl tepki vereceğini bir anlamda değiştirmiş ve uzlaşma sorununda bir dönüm noktasının habercisi olmuşken bu Hindistan’ın Taliban ile uzlaşmaya varmanın görüşmelere hâkim olan Pakistan’a üstün bir rol kazandıracağı yönündeki korkularını artırmıştı. Bunun üzerine Yeni Delhi alternatif bir uzlaşma sürecinin planlanması için farklı paydaşlarla lobi faaliyetlerine başlamış ve Hindistan’ın değişen tutumu Taliban’ı Afgan hükümetiyle eşitlemeyi bıraktığı ancak artık onları terörist olarak görmediği BM’deki bir oylamada da açıkça görülmüştü. Ayrıca 2005 yılında Hindistan’ın Afganistan’da çalışan işçi ve personeline yönelik saldırıların arttığı bir dönemde Yeni Delhi hem saldırıları durdurmayı hem de istihbârat paylaşımı için Taliban ile iletişim kurmayı amaçlayan arka kanal diplomasisi yürütmüştü. Sonraki yıllarda özellikle Rusya, Çin ve İran’ın 2010’dan sonra artan angajmanı göz önüne alındığında bölgede yalnız kalmak istemedi. Dolayısıyla Hindistan’ın Afganistan’daki tüm paydaşlarla her zaman etkileşim hâlinde olduğunu kabul eden mevcut muafiyetin de vurguladığı bir nokta olarak Taliban ile ilişkiler Hindistan’ın geçmiş politikalarından çok önemli bir kopuş anlamına gelmiyor. Belki de değişim olarak söylenebilecek şey, bu etkileşimin düzeyi ve bunun Hindistan’ın stratejik topluluğu arasında zımni olarak kabul edilmesi.

Son olarak Afgan halkı arasında Hindistan’a karşı hatırı sayılır bir iyi niyet söz konusu, ancak Hindistan’ın ciddi bir insani kriz sırasında sınırlarını Afgan vatandaşlarına kapatması Afganlar tarafından fark edilmiyor değil. Yeni Delhi politik iradesi uzun süreli çıkarlarını gözeterek halklar arası bağları güçlendiren mekanizmaların yenilenmesini Kabil’de gücü kimin elinde tuttuğuna bakılmaksızın Hindistan için yalnızca statükoya bir dönüş olarak sunabilir.

GÖRÜŞ

Rusya-Ukrayna Savaşı ‘Afganlaştırma’dan ‘Filistinleştirme’ye doğru gidiyor

Yayınlanma

Yazar

9 Ekim’de Hırvatistan’da düzenlenen Ukrayna-Güneydoğu Avrupa Zirvesi’nde konuşan Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, Ukrayna’nın önümüzdeki üç ay içerisinde “barış ve kalıcı istikrarı teşvik etme” fırsatına sahip olduğunu ve savaş alanındaki durumun Rusya ile olan çatışmayı en geç 2025 yılına kadar sona erdirmek üzere kararlı adımlar atılması için bir fırsat yarattığını söyledi. Ardından, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi NATO ve AB’nin dört ana üyesinden yardım ve destek talep etmek için lobi yapma çabalarını başlattı.

Bu, Zelenski’nin Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesinden bu yana verdiği en iyimser ve en belirgin zaman çerçevesine sahip barış mesajıydı. Açıkça, sadece planlanan ikinci Ukrayna sorunu “barış zirvesi”ne umut bağlamakla kalmayıp, aynı zamanda Kiev yönetiminin büyük tavizler verme yolunda kamuoyunu hazırlamaya çalıştığını da gösteriyor. Son dönemdeki birçok belirti, iki yıl sekiz ay süren, Rusya-Ukrayna doğrudan çatışmasının ve NATO’nun 32 üyesinin dolaylı olarak dahil olduğu bu savaşın, büyük güçlerin temel çıkarları ve ABD politikalarının belirsizliğiyle ilgili olarak barış yoluyla çözülme perspektifine girmeye başladığını gösteriyor. Bu durum, “Afganlaştırma”dan “Filistinleştirme”ye hızla dönüşme eğiliminde görünüyor, böylece savaşın tamamen kontrolden çıkıp gerçek bir “Üçüncü Dünya Savaşı”na dönüşmesi engellenmiş olur.

Askeri düzeyde, savaştaki zafer dengesi daha da net bir şekilde Rusya lehine dönmüş görünüyor. 3 Ekim’de, Rus ordusu, Ukrayna’nın yaklaşık 10 yıldır işlettiği ve savunduğu Donbas’taki büyük askeri üssü olan Ugledar’ı kontrol altına aldı. Bu bölge, Ukrayna’nın önemli lojistik destek ve ikmal merkezi, Ukrayna ordusunun güney ve doğu cephelerinde birleşim noktasıydı ve iki ordu arasında iki yıl süren bir ‘kıyma makinesi’ mücadelesine dönüşmüştü. Ugledar’ın kaybı, stratejik anlamda Mariupol ve Bakhmut gibi önemli savaş noktalarının el değiştirmesiyle eşdeğerdi.

Rusya, Ugledar’ı aldıktan sonra sadece Donbas bölgesinde ilerlemeyi kolaylaştırmakla kalmadı, aynı zamanda güneydeki kara bağlantılarını ve Kerç Boğazı’na giden demiryolu güvenliğini güçlendirebildi. Ukrayna ise doğu ve güneydeki önemli manevra alanlarını ve sağlam köprübaşlarını kaybetti, Kiev yönetimi ve halkı ise psikolojik, kamuoyu ve diplomatik açıdan bir dizi yenilgiyi daha fazla hissetmek zorunda kaldı.

Diplomatik düzeyde, ABD seçimleri, Ukrayna için olumsuz sinyaller vermeye başlıyor. Biden yönetimi, Ukrayna’ya sağlanan askeri yardımları giderek azaltıyor; ilk başlarda “Ukrayna’nın ihtiyacı neyse onu yapın” yaklaşımından, “ABD’nin yapabileceği kadarını yapın” yaklaşımına doğru kaymış durumda. Seçimi kazanma şansı yarı yarıya olan Cumhuriyetçiler, Ukrayna’ya destek vermekten sıkıldıklarını açıkça dile getiriyorlar ve Trump’ın seçilmesi durumunda, Biden’ın politikalarını tersine çevirip Ukrayna’yı terk edebileceği belirtiliyor. Hatta Harris yönetimi altında Demokratlar, Amerika’daki iç bölünmeleri ve halkın görüşlerini toparlama zorunluluğuyla Rusya-Ukrayna savaşını hızlandırmaya mecbur olabilirler. NATO-Avrupa kampında, savaşın uzamasıyla ilgili rahatsızlıklar artıyor; askeri teçhizat ve mühimmat stoklarının tükenmesi, ekonomik durumu zorlaştırıyor ve iki arada bir derede kalınan bir seçeneğe dönüşüyor: Savaş zamanına mı geçiş yapmalı, yoksa normal zaman ekonomisine mi devam edilmeli?

Bu durumun etkisi altında, Kiev’deki yetkililer giderek daha karamsar bir tabloya doğru ilerliyor. Bir yandan savaş alanında tutunmaya çalışırken, son bir çabayla Rusya’nın ana karasına karşı saldırmak için nafile bir girişimle stratejik rezervleri harekete geçirdiler ve hatta Rusya tarafından “sis bombası olarak gizlenmiş kimyasal silahların gizli kullanımı” ile suçlanıyorlar. Öte yandan, Ukrayna hükümeti Rusya ile müzakere etmeye istekli barış sinyalleri vermeye başladı.

Financial Times gazetesi 7 Ekim’de Kiev’in, Ukrayna’nın NATO’ya katılması ya da başka güvenlik garantileri elde etmesi karşılığında topraklarının bir kısmını Rusya’ya bırakma konusunda gizli görüşmeler yürüttüğünü bildirdi. Haberde şu ifadeler yer alıyordu: “Görüşmeler kapalı kapılar ardında yapılıyor. Söz konusu anlaşma uyarınca Moskova, işgal ettiği Ukrayna topraklarının yaklaşık beşte biri üzerinde fiili kontrolünü sürdürecek, geri kalanının ise NATO’ya katılmasına ya da benzer güvenlik garantileri almasına izin verilecek.”

Bu yılın mart sonunda, her zaman sert bir tutum sergileyen Zelenski, tutumunu açıkça zayıflattı, geri adım atarak, 1991 sınırlarını yeniden tesis edemeseler bile barış için müzakereleri kabul edebileceğini ifade etti. Aslında, Financial Times’ın son haberi yeni bir bilgi değil; bu, belki de savaşın başında iki tarafın genel olarak kararlaştırdığı bir anlaşma taslağı ya da ABD’nin çekilme planının özüdür.

Ağustos 2023’te Danimarka medyası, ABD CIA Direktörü Burns’ün savaşın sona ermesi karşılığında Ukrayna’nın topraklarının yüzde 16’sından vazgeçmesini sağlama olasılığını test etmek için Kiev’e gizli bir ziyaret gerçekleştirdiğini ortaya çıkardı ve 15 Ağustos’ta NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in genelkurmay başkanı, NATO’ya katılma lisansı karşılığında Ukrayna’nın topraklarının bir kısmını Rusya’ya bırakmasını açıkça önerdi.

Bu ve diğer gelişmeler, büyük güçlerin oyunlarının karmaşıklaştığını ve Rusya-Ukrayna savaşının sona erdirilmesi için düşünülen yeni stratejilerin, “Afganlaştırma”dan “Filistinleşme”ye geçişi hızlandırdığını gösteriyor. “Afganlaştırma” ve “Filistinleşme” terimleri, savaşın patlak vermesinin ardından benimsemiş olduğum akademik kavramsal yaklaşımlardır ve bu yaklaşımlar savaş alanındaki gelişmelerle de doğrulanmış durumda.

Öncelikle ABD, Ukrayna’yı “Afganistan’ın Avrupa versiyonu” olmaya zorluyor, Rusya’ya on yıl boyunca Afganistan’a gömülen ve çöküşünü hızlandıran Sovyetler Birliği’nin tarihi trajedisini yeniden yaşatmaya çalışıyor; Rusya ise Ukrayna üzerindeki ezici kapsamlı gücünü ve coğrafi avantajını Ukrayna’yı “Afganistan’ın Avrupa versiyonu” yapmak için kullanıyor, böylece rakiplerine stratejik kabusu yeniden yaşatmaya çalışıyor.  Afganistan’da 20 yıl boyunca Taliban’ı fethedemediler ve nihayetinde birliklerini sıkıntı içinde geri çekmek zorunda kaldılar. Her iki taraf da “Afganistan’ın Avrupa versiyonu”nu kurgularken, eğer Rusya-Ukrayna savaşı “Afganlaştırma” yoluna girerse, bu, acımasız bir tüketim ve duraklama savaşı olur. Kısa vadede üç ila beş yıl, uzun vadede ise sekiz ila on yıl sürebilir. Bu senaryo, Sovyetler Birliği’nin ve ABD ile NATO’nun peş peşe iki Afgan savaşında yaşadıklarına benzer.

Diğer taraftan, Amerika Birleşik Devletleri ve NATO’nun Rusya ile Birinci ve İkinci Dünya Savaşı tarzı konvansiyonel bir dünya savaşı yapma niyetinde olmadığı açıktır, çünkü nükleer silahlar ve uzun menzilli atış araçları her iki tarafın da birbirini yok etmesine ve dünyayı yok etmesine izin vermek için yeterlidir. Çarlık Rusya’sından Sovyetler Birliği’ne kadar Ruslar, uzun bir savaş geçmişine sahip olup, sadece yenilgiyle toprak bırakmayı kabul etmişlerdir. Avrupa’daki küçük ülkeler, her zaman büyük güçlerin masasında müttefik veya kurban olarak kalmışlardır. Bu genel yargıya dayanarak, Rusya’nın büyük bir maliyetle kazanacağı ancak Ukrayna’nın tamamen kaybedeceği bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Rusya, Batı’yı kaybetmiş olsa da, Kırım’ı ve Ukrayna’nın güneydoğusundaki bazı bölgeleri kalıcı olarak ilhak edecek, geriye kalan Batı Ukrayna belki de NATO’ya katılacaktır. Sonrasında Rusya, ilhak ettiği toprakları “Ruslaştırmak” için her şeyi yapacaktır, Ukrayna milliyetçi direnişçileri ise uzun süre Rusya’yı taciz edecek ve kaybedilen toprakları yeniden alma çabasında olacaktır. Bu tablo nihayetinde Ukrayna’yı “Avrupa versiyonu Filistin” haline getirebilir: Önce büyük güç çıkarları yüzünden bölünecek, sonra durmaksızın bölünme, karşı bölünme, işgal ve karşı işgal, ilhak ve karşı ilhak gibi sürekli bir çatışma ortamına sürüklenebilir. Tıpkı 70 yılı aşkın süredir devam eden Filistin-İsrail çatışmasında olduğu gibi.

Başlangıçta ittifak stratejisini savunan ve Trump yönetimi tarafından ciddi şekilde zedelenen transatlantik ilişkiyi yeniden inşa etmeye çalışan Biden yönetimi, Rusya’nın 2021 sonunda NATO’nun doğuya doğru genişlemesini durdurma ve savunma hattını 1999 pozisyonuna çekme talebini reddetti ve Rusya’nın birlikleriyle askeri yollarla başa çıkmayacağını açıkça ilan ederek çaresiz Moskova yetkililerini ABD’nin alt akımlarına nüfuz etmeye ve kategorik olarak “özel bir askeri operasyon” başlatmaya teşvik etti. Sonrasında, Biden yönetimi, İngiltere aracılığıyla Ukrayna’ya baskı yaparak, Rusya-Ukrayna arasında varılmak üzere olan ateşkesi bozmuş ve NATO üyeleri üzerinden Ukrayna’ya destek sağlama sözünü vermişti. Bu destek, “ne kadar sürerse desteklemeye devam etme” sözüyle pekiştirilmişti.

Batı Avrupa ülkeleri, binlerce yıldır süregelen “Rusofobi” ile gerçekliğin “ürpertici etkisi” temelinde, birbirlerine yardım etme ihtiyacından hareketle, Rusya’nın Ukrayna’yı ilhak etme girişimini engellemek için Ukrayna’yı kararlı bir şekilde destekledi. Rusya’nın ilhak girişimlerini engellemek için Ukrayna’yı destekleyerek, toplam gücü kıyaslanabilir olan bu savaşı giderek kalıcı hale getirdi ve bir vekalet savaşına dönüştürdü. Biden yönetiminin ikili stratejik hedefi, uzun süredir stratejik bir rakip olan Rusya’yı tüketmek ve ‘pax Americana’yı, yani ABD tarzı dünya hegemonyasını sürdürmek için uzun vadeli ABD kontrolünden kurtulmaya ve stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve hatta askeri özerklik gerçekleştirmeye çalışan Avrupa Birliği’ni kontrol altına almaktır.

Ancak, politikacılar genellikle hızlı ve unutkandır, savaş başladı ve bir çıkmaza girdi, ister ABD ister Avrupalı ortaklar, geniş toprak alanı, nüfusu, güçlü ve kapsamlı ulusal karakteri olan Rusya’yı savaş alanında yenme olasılığının olmadığının derinden farkındadır. Ayrıca, hem ABD hem de Avrupa’nın bu savaştan ağır bir şekilde zarar görmesi ve nihayetinde Çin’in “güzel manzarası”yla yeni bir büyük güç oyununa zemin hazırlaması, Avrupa ve ABD için arzu edilmeyen bir durumdur. Büyük güç oyununun yeni modeli, eğer Rusya-Ukrayna savaşının ‘Afganlaştırılması’ndan kaçınırsa, o zaman bu çatışma ‘Filistinleştirme’ ile sonuçlanacaktır.

Özellikle Rusya, ilk yarım yıl süren başarısızlık ve zorlanma döneminden sonra savaşın derslerini alarak, zafer için stratejik kontrolü hızla ele geçirmeye başlamıştır. 2025 yılı itibariyle savunma harcamalarını %25 artırmayı, 133 bin kişilik bir askeri seferberlik planı başlatmayı, aktif askeri personel sayısını 1,5 milyona çıkarmayı ve askeri üretim kapasitesini ciddi şekilde artırmayı planlamaktadır. Ayrıca, günlük yaklaşık 10.000 top mermisi atışı yapabilme kapasitesine ulaşmış, insansız hava aracı üretimi altı kat artırılmış ve hipersonik füzelerin envanteri büyük ölçüde genişletilmiştir.

Kısacası, Rusya-Ukrayna savaşının üzerinden üç buçuk yıl geçmesine rağmen NATO, Ukrayna’ya saldırı silahları sağlamak için Rusya’nın “kırmızı çizgisini” çiğnemeye devam ediyor ve hatta Ukrayna’nın Rusya’nın anakarasına yönelik karşı saldırılarına göz yumuyor; Rusya rakiplerini caydırmak için giderek daha fazla askeri ve hatta nükleer silah kullanıyor ve savaş durumu sarmal bir yükseliş eğilimi gösteriyor. Savaş devam ederse, kontrolden çıkıp ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nı tetiklemese bile, bu durum ABD ve NATO için Vietnam Savaşı, Afganistan’daki savaş ve nihayetinde kan parası gibi benzer yaraların yeniden açılmasına neden olacaktır.

Savaş barışın ölümcül düşmanıdır, ancak savaştan geçmeyen barışın kıymetini bilemez, ölüm ve yıkım ne kadar yakınsa barışa ulaşmak o kadar kolay olur, ki bu, Çin’de sıkça söylenen “ölümle yüzleşene kadar yenilgiyi reddetmek” deyiminin bir yansımasıdır.

“Afganlaştırma” çatışmanın tüm tarafları için kesinlikle bir trajedidir, ancak ‘Filistinleştirme’ Avrupa’ya ve dünyaya barış getirebilir mi? Bu krizlere ve çatışmalara yol açanların, tarihsel sorumluluklarını ve kamuoyunun eleştirilerini üstlenmesi gerekmez mi?

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Küresel spor gücü olarak Rusya

Yayınlanma

İlber Vasfi Sel

Rusya Federasyonu’nun, dünya sahnesinde politik, diplomatik ve ekonomik olarak bir süper güç olduğu herkesin malumu. Öte yandan kültür, sanat ve spor alanındaki büyüklüğüne de kimse karşı çıkmaz sanırım.

Tam da bu bağlamda büyük gelişmeler yaşanıyor. Rusya Federasyonu’na bağlı Başkurtistan Cumhuriyeti’nin Başkenti Ufa’da 17 ile 19 Ekim tarihleri arasında 12. Uluslararası “Rusya – Bir Spor Gücü” Forum’u düzenlenecek.

Başkurtistan Cumhuriyeti’nin başında bulunan ve ülkemizin saygın eğitim kurumlarından Bilkent Üniversitesi’nden mezun Radi Habirov, ilgili etkinlik hakkında basın mensuplarına açıklamalarda bulundu. Habirov: “… Rusya’nın önde gelen spor bölgelerinden biri olan Başkurtistan, uzun yıllardır büyük yarışmalara başarıyla ev sahipliği yapıyor. Başkurtistan Cumhuriyeti, Dünya Gençler Güreş Şampiyonası, İşitme Engelliler Yaz Olimpiyat Oyunları ve Ulusal ve Olimpiyatdışı Sporların Birinci Uluslararası Oyunları olan Avrasya Oyunları’na ev sahipliği yaptı…

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, daha fazla Rus vatandaşını spora dahil etmek ve sporcuların rekabetçi aktivitesini artırmak için bir dizi resmi devlet programını başlattı. Bu kapsamda değerlendirilen ilgili forum programında yuvarlak masa toplantıları, genel oturumlar, konferanslar, seminerler ve tartışma programları yer alacak.

Ek olarak çeşitli tiyatro gösterileri, sergiler ve eğlence programları da dahil olmak üzere 15 farklı kültürel etkinliğin de düzenlenmesi planlanıyor. Katılımcılar ayrıca güvenlik, sağlık ve iletişim konularını da tartışacaklar.

Sporun popülerleştirilmesinin önemi, Türkiye’de de anlaşılıyor. Bu yaz gerçekleştirilen 2024 Paris Olimpiyatları’nın en parlak sembollerinden birisi Türk atıcı Yusuf Dikeç’ti. Dikeç, kendi alanındaki alışılmadık yaklaşımıyla herkesin dikkatini çekti. Kulaklık ve özel gözlükler olmadan atış poligonuna giden Dikeç’in eli cebindeki atışları artık herkes tarafından biliniyor. Rakiplerinin aksine bir stilde yaptığı atış sonrası Türkiye, Olimpiyatlarda bir madalya daha kazandı.

Herkesin malumu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da gençlik yıllarında aktif olarak futbolla ilgilendi. Bu nedenle sporun gelişimi de Cumhurbaşkanının özel ilgi alanlarından biri olmaya devam ediyor. Alman Milli Futbol Takımı’nın efsane isimlerinden biri olan Türk kökenli futbolcu Mesut Özil’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilişkisi ve samimiyeti de biliniyor. Buna ek olarak sosyal medya ve konvansiyonel medyada sıklıkla Erdoğan’ı ilerleyen yaşına rağmen basketbol oynarken görüyoruz.

Sporun gelişmesinin toplum sağlığını güçlendirdiği ve uluslararası arenada ülkenin imajı açısından oldukça önemli olduğu gerçeğini tartışmak anlamsız. Antik çağlardan bu yana spor müsabakaları, uluslararası ilişkilerin güçlü bir enstrümanı olarak kullanılıyor. Şehir devletleri arasındaki çatışmalar genellikle savaşçıların Olimpiyat Oyunlarına katılımı uğruna sona ererdi.

O zamandan beri yerküre üzerinde gerçekleşen tüm siyasi süreçlerin bugün daha da karmaşık hale geldiğini söyleyebiliriz. Ancak buna rağmen bugün sporun sahip olduğu önemli kültürel ve insani işlevini yok sayamayız. En iyilerin en iyileri arasındaki müsabakalar izleyenleri cezbediyor ve şu çalkantılı zamanlarımızda hepimize olumlu birer gündem oluşturuyor.

İşte gelecek günlerde Ufa’da tertip edilecek olan 12. Uluslararası “Rusya – Bir Spor Gücü” Forumu, uluslararası spor adına yeni yarışma formatları oluşturmak konusunda alanında küresel çapta uzmanlıkları bulunanlar için benzersiz bir fırsat sunuyor. Etkinliğin en önemli kısmı ise Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de şahsi katılımı gibi görünüyor. Ufa’daki bu etkinliğin uluslararası spor adına yeni bir dönüm noktası yaratması ve bir başlangıç olması bekleniyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İran misillemesi şaka değildi: Artık her şey olabilir

Yayınlanma

Yazar

İran’ın beklenen misillemesi 1 Ekim günü beklenmedik bir şekil ve içerikle geldi. Türk medyasının ve özellikle siyasal/selefi İslamcıların alay ederek ciddiye almadıkları, adeta dalga geçtikleri misillemede İran İsrail’i Fettah adını verdiği hipersonik füzelerle vurdu. Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle gerek Amerikan ve Batı basını gerekse İsrail Tahran’ın misillemesinin İsrail’e ciddi zarar verdiği konusunda hemfikir görünüyorlardı.

 SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARI MEMNUN ETMEK MÜMKÜN DEĞİL

Türkiye’de ise durum farklı. Özellikle siyasal/selefi İslamcılar hala her şeyin Tahran ile Tel Aviv arasındaki bir danışıklı dövüş olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Orta Çağ mezhepçiliğinin yüzyılımızda o zamandan hiç de az olmayacak derecede etkin olabildiğini görmek gerçekten çok şaşırtıcı. Hamas için yanıp tutuşuyor gibi görünen bu mezhepçi siyasal/selefi İslamcı gruplar kullandıkları ifadelerde Hamas liderlerinden İsmail Heniye için şehit olarak bahsetmeye özen gösterirken Hizbullah lideri Nasrallah’ın adını ya anmamayı veya en kibarından öldürüldüğünü veya ‘elimine edildiğini’ söylemeyi tercih ediyorlar.

Hatta pek çok siyasal/selefi İslamcı Nasrallah için ‘Müslüman katili’ demeye varacak kadar ağır ifadelerden sakınmıyorlar. Aynı çevrelere göre Tahran’ın misillemesi laf ve propagandadan ibaret ve aslında İran içi boş füzeleri fırlatarak İsrail’e yardım ediyor; çünkü yaptıklarına meşruiyet kazandırıyor ve bu devletin önünü açıyor.

Uluslararası ilişkiler tahlilleri açısından tam bir kafa karışıklığının yansıması olarak değerlendirebileceğimiz bu çarpık düşüncelerin normalde hiçbir değeri yok; ama bu hezeyanvari laf kalabalığının gözleri önünde örneğin Hamas ile Hizbullah’ın yakın işbirliği içinde olduğunu dahi görmemesi inanılmaz bir durum. Örneğin şehit sıfatı verdikleri Heniye’nin Tahran yani İran yönetimiyle yakın bir işbirliği yürüttüğünü görmezden gelmeleri gibi… İran’ın misillemesi konusunda Atatürkçülüğü sadece kıyafet ve yiyip-içme laikliği olarak gören/anlayan bir grubun da İran’ın ‘başarılı’ olmasından/görülmesinden memnun olmadıkları hatta rahatsızlık duydukları sonucunu çıkarmak mümkün.

İSRAİL’İN YENİLMEZLİK ALGISI BÜYÜK DARBELER ALIYOR

Bu ideolojik ve kafası karışık grupları bir kenara bırakacak olursak, olayları yalın bir gözle takip eden herkesin ilk gördüğü şey İsrail’in yenilmezlik algısının hızla yıpranması olsa gerek. Bir güvenlik devleti olan İsrail’in toprakları bugüne kadar neredeyse hiç bombalanmamıştı. Örneğin Hayfa veya Tel Aviv gibi önemli şehir merkezleri… İsrail her zaman çatışmalar/savaşlar içinde olur, silahlı kuvvetlerini sıklıkla kullanır ama her defasında karşı tarafları topraklarından sürerek atar ve elde ettiği yerlere de yeni yerleşimciler yerleştirirdi. Araplar mülteci olurlar, komşu ülkelerde önce çadırlarda ve sonra onlara yapılan kamplarda perişan bir şekilde yaşarlar ve böylece nesiller boyu mülteciler olarak hayata tutunmaya çalışırlardı.

Oysa şimdi ilk defa İsrail vatandaşları kendi evlerini terk ederek güvenli bölgelere kaçmak zorunda kaldılar. Önce 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen ardından başlayan çatışmalar ve İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği soykırım sırasında Gazze’ye komşu yerleşim yerlerinde yaşayan İsrailliler hızla kendi bölgelerinden tahliye edilerek daha güvenli bölgelere nakledilmişlerdi. Hizbullah ile başlayan çatışmalar sonucunda ise İsrail’in resmi açıklamalarına göre altmış bin kişi güvenli olmayan kuzey bölgelerinden hızla tahliye edildiler. Hizbullah’ın son iki haftadır İsrail’e karşı giriştiği etkili füze yağmurlarında yavaş yavaş yerleşim yerlerini de vurmaya başlaması bu rakamları daha da yukarılara itmiş olabilir.

Bütün bunlar şunu gösteriyor: İsrail toprakları artık güvenli değil. Oysa koca koca Arap devletlerine karşı giriştiği büyük savaşlarda İsrail onların hava kuvvetlerini havalanmadan etkisiz hale getirip (1967, Altı Gün Savaşı) sonra da başkentleri başta olmak üzere bütün yerleşim yerlerini hava bombardımanına tabi tutabilmişti. Şimdilerde bu algının neredeyse toptan yok olması İsrail’i en zayıf noktasından vurabilir; insan kaynağı eksikliği.

Gazze’de 7 Ekim Hamas saldırısı ile başlayan çatışmalardan bu yana ciddi sayıda İsrail vatandaşının ülkeyi terk etmiş olduğu anlaşılıyor. Meselenin bir başka tarafı da İsrail’e Yahudi göçü yıllar içinde zaten azalmış olsa da bunu iyice azaltıp tamamen durdurabilir; çünkü güvenli olmayan bir bölgeye/ülkeye insanlar canları pahasına gidip yerleşmezler, hatta tam tersine oradan kaçarlar.

Bölgesel politikalar ve algılar açısından da İsrail ciddi bir darbe yemiş durumda. Şöyle ki, Hamas’a karşı yürüttüğü mücadelede savaş amaçlarının (Rehineleri kurtarmak, Hamas’ı tamamen yok etmek vd.) hiçbirisine ulaşamazken sadece sivilleri topluca katletmek suretiyle bir soykırım yapmış olması öte yandan Hizbullah ve İran’a karşı ciddi bir askeri başarı kazanamaması İsrail’in yenilmezliği algısının yok olmasına giden süreci hızlandırıyor. Tereyağından kıl çeker gibi operasyon yapan (Entebbe operasyonu gibi) bir İsrail algısı hızla ortadan kalkıyor.

Örneğin bugüne kadar Hizbullah’a karşı giriştiği hiçbir savaşta zaten başarılı olamayıp sonuçta geri çekilmek zorunda kalan İsrail 17 Eylül’den bu yana Hizbullah’a karşı müthiş psikolojik operasyonlar yapmış (çağrı cihazları ve telsizlerin patlatılması, Nasrallah dahil lider kadrosunun öldürülmesi gibi) olmakla birlikte alanda başarılı görünmüyor. Örneğin Lübnan’a daha doğrusu Hizbullah’a yönelik kara savaşı kelimenin tam anlamıyla başarısız durumda. Şu ana kadar düzenlediği bütün komanda operasyonları Hizbullah tarafından püskürtüldüğü gibi İsrail’in askeri ve toplumsal olarak kaldıramayacağı büyük kayıplara sebep oluyor.

Hizbullah’a karşı Lübnanlı diğer grupları özellikle Hristiyanları kışkırtma girişimleri de şu an itibariyle sonuç vermiş veya verecekmiş gibi görünmüyor. İsrail’in sıklıkla başvurduğu bu yöntem 2006’da da sonuçsuz kalmıştı. O günden bu yana özellikle Suriye savaşında yaşananlar, Hizbullah’ın savaşa aktif bir şekilde katılarak Suriye yönetiminin ayakta kalmasına yardımcı olması bir manada Hristiyan nüfusu da IŞİD ve benzeri cihatçı terör örgütlerinden kurtarmış oldu. Dolayısıyla İsrail bugünlerde aynı kartı oynayarak Hizbullah’ı bir Lübnan iç savaşına çekmek için ciddi gayretler sarf etmesine rağmen başarılı olamayabileceğine işaret ediyor.

İRAN’IN FÜZE SALDIRISI

İran’ın 1 Ekim günü 180 ila 250 füze fırlatarak İsrail’in önemli hava alanlarını, Mossad karargahını vd. ve önemli hedeflerini vurması Hizbullah ve Direniş Ekseni güçlerine büyük moral verirken İsrail’i de büyük bir ev ödevi ile karşı karşıya bıraktı. İran’ın kağıttan kaplan olmadığı ve elindeki hipersonik füze stoklarıyla İsrail’e büyük zararlar verebileceği ortaya çıktı. Geçtiğimiz hafta Kavir çölünde İran’ın bir nükleer bomba denemesi yaptığı haberleri de İsrail açısından üzerinde dikkatle düşünmesi gereken başlık bir daha oluşturmuş gibi duruyor.

Öncelikle İran’ın hipersonik füzeler yapabilmiş olması kendisi açısından büyük bir başarı. En başarılı modelleri Rusya tarafından geliştirilen (Sarmat, Kinjal vd.) ve Çin’in de güçlü modellerini geliştirdiği bu füze türlerini İran da yapmış görünüyor. Batı dünyasında henüz test aşamasında kalan bu çok süratli füzelerden büyük bir stok oluşturmuş durumdaki İran’a karşı yapılacak bir misilleme kolay olmayacaktır; çünkü İsrail’in Jericho III füzeleriyle yapacağı saldırılara İran misliyle karşılık verebilir ve bu defa daha güçlü savaş başlıklarıyla göndereceği füzelerle örneğin bütün havaalanlarını yerle bir edebilir. İsrail’in nükleer silah kullanma tehdidine aynı şekilde karşılık verebilir. Türkiye’nin iki misli yüzölçümüne sahip İran’ın bütün bu açılardan İsrail’e karşı oldukça avantajlı olacağını söylemeye bile gerek yok gibi.

AMERİKA DEVREYE GİRMEDEN İSRAİL FAZLA BİR ŞEY YAPAMAZ

İsrail’in Amerika tam olarak devreye girmeden İran’a karşı öldürücü darbeler vurabilmesi hemen hemen imkansız gibi. Birbirinden yaklaşık olarak iki bin kilometre uzaklıktaki iki ülke arasında zaten doğru dürüst bir savaş da olamaz. Kara ve deniz kuvvetlerinin hemen hemen hiç işe yaramayacağı ve İsrail’in güçlü yanı olan hava kuvvetlerinin kolaylıkla operasyon yapamayacağı bir savaş…

Örneğin İsrail hava kuvvetleri tanker uçaklarıyla harekete geçse, bunu anında Rusya gelişmiş radarlarıyla tespit ederek İran’a bildirecektir. İsrail hava kuvvetleri İran’a varmadan en az yarım saat önce İran’ın hipersonik füzeleri İsrail’i bu defa feci şekilde vurup, operasyondaki uçaklara dönüşte ineceği hava alanı bırakmayabilir. Kaldı o kadar uzun bir mesafeyi kat ederek İran’a ulaşacak İsrail uçaklarının hiçbir hava savunmasıyla karşılaşmadan işlerini görüp geri dönecekleri beklenmemelidir. Kısacası Amerika savaşa tam olarak katılmadan İsrail’in mevcut şartlarda İran’a ciddi darbeler vurması beklenmemelidir. Psikolojik ve kısmen de askeri değeri olan suikastler vb. operasyonlara devam etmesi mevcut dengeyi büyük ölçüde değiştirmeyebilir.

Rejim değiştirme amaçlı savaşlardan istediğini alamayan, sadece girdiği ülkeleri yakıp yıkan ve milyonlarca insanı öldüren/ölümüne sebep olan Amerika’nın İran gibi güçlü bir devlete karşı savaşı hem de çok kutuplu bir dünyada göze alması düşünülemez. Bu tür savaşlar Amerikan kamuoyundan destek görmezken, rakibin İran olması da ayrıca düşündürücü olacaktır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen yenilmezlik efsanesi büyük yara almış olan İsrail’in İran’a karşı hiçbir şey yapmadan yediği darbeleri sineye çekmesini beklemek de çok gerçekçi olmayabilir. Seçimlere kadar mevcut Demokrat yönetimden tam destek alması zor görünüyor. Sonrasında tam destek yine kolay olmayabilir. Sınırlı bir operasyon bu durumda daha mantıklı görünüyor ki, savaş istemeyen ve zamanın kendi lehlerine olduğunu düşünen İran ve Direniş Ekseni açısından da böyle bir durum kabullenilebilir; ancak Hizbullah-İsrail savaşının nasıl sona ereceğini öngörmek pek kolay değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English