Dünya Basını
İran saldırısına yanıt arayan İsrail’in 3 seçeneği

İsrail’in İran’ın Şam’daki konsolosluk binasına düzenlediği saldırıya yanıt olarak hafta sonu İsrail’e yağdırdığı insansız hava aracı ve füzelere İsrail’in nasıl karşılık vereceği tartışılıyor.
Basına sızan bilgilere göre ABD’li yetkililer, İsrail’in İran’a doğrudan vereceği yanıtın sınırlı olacağına ve Tel Aviv’in Tahran yönetiminin vekil güçlerine ve yüksek ihtimal Hizbullah’a odaklanacağını düşünüyor.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in İran’a nasıl karşılık verebileceğine ve seçeceği hedeflerin başarı şansı ile doğuracağı risklere mercek tutuyor:
***
İsrail’in İran’a Karşılık Vermesinin 3 Yolu
İsrailli liderler karşı saldırıya geçme sözü verdiler ancak bunu nasıl yapacakları uluslararası desteği tehlikeye atabilir.
Jack Detsch
İsrail ve ortakları, İran’ın hafta sonu Orta Doğu’da gerilimin tırmandığı önemli bir anda ateşlediği yüzlerce insansız hava aracı ve füzenin yüzde 99’undan fazlasını düşürdüklerini açıklasalar da İsrailli liderler karşılık vermekten başka çareleri olmadığını söylüyor.
İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’e ilettiği bildirilen mesaj buydu; üst düzey Biden yönetimi yetkilileri -Başkan’ın kendisi de dahil- İsrail’i karşılık verirken dikkatli olmaya çağırdı. Biden ayrıca İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya ABD’nin İsrail’in İran’a yönelik doğrudan bir saldırısına katılmayacağını ya da desteklemeyeceğini söyledi.
Bu baskılar ışığında İsrail’in yapması gereken bir seçim var. İran topraklarında, belki de nükleer programına ya da başka bir yüksek değerli hedefe karşı yüksek riskli bir saldırı mı gerçekleştirecek? Yoksa Tahran’a yönelik bir siber saldırı, İran dışındaki İranlı komutanlara yönelik hedefli saldırılar ya da bölgedeki İran destekli vekil gruplara yönelik bir saldırı gibi daha özel bir yaklaşımla bölgesel savaş riskini azaltmaya mı çalışacak?
Ancak Netanyahu’nun Savaş Kabinesi hızlı bir karşılık verilmesi çağrısında bulunsa da uzmanlar İsraillileri acele karar vermemeye çağırıyor.
Washington merkezli bir düşünce kuruluşu olan Center for a New American Security’de (CNAS) Orta Doğu güvenlik programının direktörlüğünü yürüten eski bir ABD savunma yetkilisi ve kongre yardımcısı Jonathan Lord, “Satranç oynayanlar, dama oynayanlar ve tahtadaki taşları yiyenler var” diyor: “İsrail muhtemelen karşılık vermek zorunda ama hemen karşılık vermek için bir itici güç yok. Acele etmelerine gerek yok.”
1. Seçenek: İran’ın nükleer programına saldırmak
İran’ın nükleer programı, ABD’nin yaklaşık altı yıl önce nükleer anlaşmadan çekilmesinden bu yana hız kazandı. İran’ın yeniden nükleer kapasiteli füzeler inşa etmeye başladığı kesin değil, ancak nükleer silah yapmaya karar vermesi halinde Tahran’ın birkaç ay gibi kısa bir sürede nükleer silah üretebileceğini üst düzey ABD yetkilileri geçen yıl belirtmişti. Bu da İran’ın nükleer tesislerini İsrailliler için cazip bir hedef haline getiriyor, ancak bu hedef gerilimi artırma yelpazesinin üst sınırında yer alıyor.
Eski bir ABD savunma yetkilisi olan Michael Mulroy, “İsrail İran’a karşılık verirse, bu İran’ın şüpheli nükleer silah tesislerini vurmak ya da savunma sanayi üssüne saldırmak gibi önemli olabilir” dedi: “Eğer ikisinden birini ya da her ikisini de başarılı bir şekilde yaparlarsa İran bu saldırıyı düzenlemekle stratejik bir hata yapmış olacaktır.”
Bu büyük bir “eğer.” İran’ın en büyük nükleer tesislerinden biri olan Natanz, Zagros sıradağlarındaki bir dağın yamacına öyle derin kazılmış ki, ABD yapımı en büyük sığınak delici bombanın bile giremeyeceği bir yerde.
“Iskalayabilirsiniz” dedi Lord: “Başarısız olabilirsiniz. İran’ın nükleer programıyla potansiyel olarak bulunduğu yerde olmasından daha kötü olan tek şey, İsrail’in onu ortadan kaldırmak için bir hamle yapması ve bunu başaramamasıdır.”
İran’ın nükleer programına yönelik doğrudan bir saldırı, muhtemelen İsrail’in bu hafta sonu İran’a yönelik füze savunma girişimini destekleyen Arap devletlerinden oluşan geçici koalisyonun sonu anlamına gelecektir. Uzmanlar ayrıca Lübnan merkezli Hizbullah gibi İran’ın vekillerini İsrail’le daha da şiddetli bir doğrudan çatışmaya çekebileceğini söylüyor. ABD zaten İran’a doğrudan bir saldırıyı desteklemeyeceğinin sinyallerini verirken, İsrailliler en büyük silah patronlarını kızdıracak kadar ileri gitmemeye dikkat etmeli- hem de Biden’ın seçim yılında.
Londra’daki Chatham House’da yardımcı araştırmacı ve eski ABD savunma yetkilisi olan Bilal Saab, “Amerikalılar ve İsrailliler arasında zaten bazı gerginlikler ve farklılıklar görüyorsunuz” dedi: “Dolayısıyla şu anda yapmak isteyeceğiniz son şey, çok kritik ve tehlikeli bir zamanda Amerikalıları kaybetmek olacaktır.”
2. Seçenek: İranlı komutanları, orduyu ya da İran içinde veya dışındaki tesisleri hedef almak
İsrail, İran topraklarında ülkenin nükleer programıyla doğrudan bağlantılı olmayan hedefleri vurabilir. Örneğin, bu hafta sonu düzenlenen insansız hava aracı ve füze saldırısını planlayan Devrim Muhafızları Hava-Uzay Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Emir Ali Hacızade gibi yüksek değere sahip bir askeri lideri hedef alabilir.
Lord, “O zaman bu devasa havai fişek gösterisini düzenleyen adamın peşine düşeceksiniz” dedi: “Hedef olarak her zaman akıllarında o var.”
İsrail ayrıca ülke içindeki askeri bölgeleri ya da silah depolarını, hatta Devrim Muhafızları karargahlarını da hedef alabilir.
Eski ABD savunma yetkilisi Mulroy, “Muhtemelen İran’da doğrudan karşılık vermeyi seçecekler, ancak ABD’nin bunu kontrol altına almak ve genişlemesini önlemek için bu eylemden vazgeçirmeye çalışması muhtemel” dedi.
Ancak bu durum; İsrail’in iştahını kabartarak İran dışında, Irak ve Suriye gibi ülkelerde bulunan Devrim Muhafızları komutanlarına karşı suikast kampanyası başlatmasına yol açabilir. Hatta 1 Nisan’da Suriye’deki bir İran konsolosluk binasına düzenlenen ve DMO’nun Lübnan ve Suriye’deki Kudüs Gücü Komutanı General Muhammed Rıza Zahedi’nin yanı sıra yardımcısı ve diğer beş subayın ölümüne neden olan saldırıya benzer bir saldırı gerçekleştirerek İsrail ile İran arasındaki gerilimi tırmandırabilirler.
Ancak bu hafta sonu gerçekleşen misilleme saldırıları ve Ocak 2020’de ABD’nin dönemin İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani’yi öldürmesine karşılık olarak İran’ın ABD askerlerinin bulunduğu Irak askeri üslerine düzenlediği balistik füze saldırıları, İsrail’in İran’ın içinde ya da dışında İranlı askeri liderlerin peşine düşmesinin kayda değer bir gerilim riski taşıdığını gösteriyor.
Ancak Lord’a göre yüksek değerli bir hedefi öldürmek İsrail’e, belki haftalar ya da aylar boyunca zaman kazanma imkânı da verebilir. Ve Netanyahu böyle bir saldırı için Biden yönetiminin desteğine sahip olmasa da Washington ile ipleri koparmadan İran’a caydırıcı bir sinyal göndermek için yeterli olabilir.
2019’dan 2022’ye kadar ABD Merkez Komutanlığı’nı yöneten emekli ABD Deniz Kuvvetleri generali Frank McKenzie pazartesi günü Amerika Ulusal Güvenlik Yahudi Enstitüsü tarafından düzenlenen bir etkinlikte “IDF [İsrail Savunma Kuvvetleri] zaferi sever ama IDF savunmacı bir zaferi sevmez” diyor.
Yine de Hacızade gibi bir lidere ya da bir Devrim Muhafızları tesisine saldırmanın operasyonel başarısızlık riski var. Saldırının gece yapılması gerekebilir ve bu hafta sonu yaşanan saldırılardan sonra İranlı pek çok askeri lider muhtemelen saklanıyordur.
McKenzie, “İran şu anda yüksek alarm seviyesinde” diye ekledi: “Liderler sığınaklarda olacaktır.”
Amerikalıların ve diğer ülkelerin soğukkanlı davranmaları yönündeki baskısı da hızlı bir müdahaleyi caydırabilir.
Saab, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne bu kadar önceden ve hızlı bir şekilde başvurduğumuz gerçeği, [Biden]’ın hemen İsrail başbakanıyla bir telefon görüşmesi yaparak İsrail’e karşı misilleme yapmayı desteklemediklerini söylemesi- bu iki faktör İsrail’in şu anda İran’a karşı daha agresif bir saldırı yapma ihtimalini azaltacaktır” dedi.
3. Seçenek: İran’ın vekillerini vurmak veya İran’a siber saldırı düzenlemek
İsrailli liderler İran’la gerilimi tırmandırmaktan endişe duyuyorlarsa, daha düşük seviyeli bir karşılık vermeyi tercih edebilirler: İran’ın Orta Doğu’daki vekillerini hedef almak ya da İran’a karşı siber saldırılar düzenlemek ve bu süreçte bölgede “büyük adam” olduklarını göstermeye çalışmak.
İran’a ait insansız hava araçlarının ya da füzelerin hafta sonu İsrail topraklarını vurmayı başaramamasının ardından bölgede yaşanacak bir başka aşağılanma Tahran’ın uluslararası itibarına bir darbe daha vurabilir.
McKenzie, “Bu adamları gerçekten sonsuz derecede utandırdınız. İsrail bugün daha güçlü. İran ise daha zayıf” diyor: “Eğer bir şey yapmanız gerekiyorsa, benim tercihim İran’a karşı teknolojik üstünlüğünüzü daha da arttırmak için tasarlanmış bir şey olurdu. Utanç verici bir şey seçin.”
Hizbullah İran’ın bölgedeki en yakın ve en önemli vekil grubu. İsrail son altı aydır Lübnan’daki militan gruba karşı kısasa kısas saldırılar düzenliyor ancak Hizbullah’a karşı çok daha yoğun bir askeri mücadele başlatmayı seçebilir.
Ancak bu İsrail için kendi içinde riskler taşıyor. Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldırmasından bu yana Hizbullah İsrail’le tam bir savaşa girmekten kaçınmaya çalıştı ancak Daniel Byman’ın Foreign Policy için yazdığı gibi “Hizbullah topyekûn bir savaşa girmeye karar verirse bu dramatik bir tırmanış olur: Hizbullah’ın 100.000’den fazla roketten oluşan cephaneliği Hamas’ınkini gölgede bırakıyor ve savaşçıları iyi eğitimli ve savaşta çelikleşmiş durumda.” Grup şüphesiz büyük kayıplar verecektir ama İsrail de öyle.
Yine de, İranlıların İsrail’i doğrudan kendi topraklarından vurarak tarihi bir adım atmasının ardından- Tahran’ın daha önce hiç yapmadığı bir şey- Netanyahu, Savaş Kabinesi’ndeki radikallerin daha güçlü bir yanıt vermesi için ciddi bir baskısıyla karşı karşıya kalabilir.
CNAS uzmanı Lord, “Bunu şu anda yaparsanız ve yetersiz olduğu düşünülürse, bu zayıflık olarak algılanabilir” dedi.
İran’ın Tepkisi
İran cumartesi gecesi İsrail’e karşı düzenlediği saldırılarda çok sayıda silah kullandı. Üst düzey bir ABD askeri yetkilisine göre İran, İsrail’e 100’den fazla orta menzilli balistik füze, 30’dan fazla kara saldırı seyir füzesi ve 150’den fazla tek yönlü saldırı dronu ateşledi.
Eski ABD Merkez Komutanlığı şefi McKenzie, İran’ın bu füzeleri -İsrail’e saldırmak için yeterli menzile sahip özel varyantları- depodan çıkarmak zorunda kaldığını ve olası bir bölgesel savaş için cephaneliğinin büyük bir kısmını tükettiğini söyledi.
McKenzie, “Bu maksimum çabaydı” diye ekledi: “Balistik füzelerinin büyük çoğunu İsrail’e saldırmak için harcadılar.”
Ancak İran’ın İsraillilere kendi ateş gücüyle karşılık vermesindeki en önemli zorluk füze rampalarının olmaması. McKenzie, İranlıların bu tür saldırılar için sadece 300 füze rampasına sahip olduğunu, bunun da Tahran’ın bölgede önemli bir saldırı düzenlemek istemesi halinde büyük bir darboğaz yaratacağını söyledi.
İsrail ayrıca uzakta olmanın avantajına da sahip; sınırları İran’ın bu hafta sonu kullandığı bazı füze fırlatma noktalarından 1,100 milden fazla uzakta. Lord, “İran’ın çarşamba günü geri dönüp bunu tekrar yapacağına dair yakın bir tehdit yok” dedi.
Ancak İranlılar, yüksek teknolojiye sahip Rus yapımı hava ve füze savunma sistemleri sayesinde bir İsrail saldırısını bertaraf edebilecek pek çok imkâna sahip olabilir. Chatham House üyesi Saab, “İsraillilerin beşinci nesil savaş uçaklarıyla hiçbir şekilde rekabet edemeyecekler” dedi: “Ancak sahip oldukları hava savunma sistemi şaka değil. Suriye’nin hava savunma ağı gibi değil.”
Ancak her iki tarafta da en kötü senaryonun korkusu muhtemelen liderlerin sert adımlardan kaçınmasına neden oluyor.
“İranlılar 500 İsrailliyi öldürseler, F-35’leri [havaya uçursalar] ve belki bir sinagogu vursalar ne olacağını düşünüyorlardı?” diye soran McKenzie şöyle dedi: “İsrail’in tepkisinin ne olacağını biliyorum. Ve onların da bunu bilmeleri gerekiyordu.”
Dünya Basını
Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü

Editörün notu: Harvard Kennedy School Uluslararası Politik Ekonomi Profesörü, Uluslararası Ekonomi Birliği Eski Başkanı ve yakında çıkacak olan Parçalanmış Dünyada Paylaşılan Refah: Orta Sınıf, Küresel Yoksullar ve İklimimiz İçin Yeni Ekonomi kitabının yazarı olan Dani Rodrik, Adam Smith’in serbest ticaretçi görüşleriyle karşılaştırarak merkantilizmi, özellikle de Donald Trump’ın yorumunu ele alıyor. Rodrik, iktisatçıların sıkça eleştirdiği merkantilizmin, tarihsel süreçte bazı ülkeler tarafından kalkınma stratejilerinin parçası olarak başarıyla kullanıldığı ve tamamen yanlış bir yaklaşım olmadığını savunuyor. Smithçi (tüketim odaklı) ve merkantilist (üretim ve istihdam odaklı) görüşler arasındaki temel farkları vurgulayan Rodrik, kamu-özel işbirliğinin potansiyel faydalarına dikkat çekiyor. Ancak Rodrik, Trump’ın merkantilizm anlayışının, stratejik gelişim yerine kayırmacılık gibi en kötü unsurları barındırdığı için kusurlu olduğuna işaret ediyor.
Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü
Dani Rodrik
Gelecek yıl iktisatçılar Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinin yayımlanmasının 250. yıl dönümünü kutlarken, ABD Başkanı Donald Trump’ın merkantilizmi bu kutlamalara pek de uymayan bir manzara sunacak. Ne de olsa Trump’ın ikili ticaret dengelerine olan takıntısı, ithalat tarifelerini yüceltmesi ve uluslararası ticarete sıfır toplamlı yaklaşımı, Smith’in öğretilerine meydan okuyarak en kötü merkantilist uygulamaları yeniden canlandırdı.
İktisatçılar, Trump’ın ticaret politikalarını yermekte haklılar. ABD’nin ticaret açığının temel nedeni diğer ülkelerin haksız ticaret uygulamaları değil ve ikili ticaret dengesizliklerini hedef almak düpedüz saçmalık. Ticaret açığı, ABD imalat sanayisindeki düşüşe katkıda bulunmuş olsa da bu, kesinlikle en önemli faktör değil. Ayrıca, bu durum Amerikalı tüketicilerin ve yatırımcıların ucuza borçlanmasını sağlıyor ki bu, çoğu ülkenin sahip olmak isteyeceği bir ayrıcalık.
Esasen merkantilizm, iktisatçıların düşündüğü kadar hiçbir zaman ölmediği gibi, onların iddia ettiği kadar da yanlış bir yaklaşım olmak zorunda değil. Smith’in takipçileri sayesinde laissez-faire ve serbest ticaret genelde önde gelen ülkelerde rağbet görse de öncü ekonomileri yakalamaya çalışan diğerleri tipik olarak karma bir strateji benimsedi.
Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde Alexander Hamilton ve Almanya’da Friedrich List, Smithçi fikirleri açıkça reddederek yeni gelişen sanayilerini büyütmek için ithalat korumacılığını savundular. Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch ve “bağımlılık okulunun” diğer düşünürleri, gelişmekte olan ülkelerin imalat sanayilerini ithalat rekabetinden koruması gerektiğini düşünüyordu ve Brezilya, Meksika ve Türkiye gibi onların tavsiyelerine uyan bazı ülkeler on yıllarca süren hızlı ekonomik büyüme yaşadı.
Benzer şekilde, Doğu Asya hükümetleri, ihracatı ve özel teşebbüsü kullanarak, ancak genellikle korumacı duvarların ardında, merkantilist ve Smithçi yaklaşımların bir karışımını izledi. Sonuç, birçoklarının ekonomik mucize olarak gördüğü şeydi. Bu karar mercilerinin pek azı kendilerini açıkça merkantilizmle ilişkilendirse de benimsedikleri “kalkınmacılık” anlayışı, merkantilizmin pek çok özelliğini paylaşıyordu.
Smithçi ve merkantilist yaklaşımlar arasındaki temel fark, tüketim ve üretime nasıl yaklaşıldığından kaynaklanır. Modern iktisat, ekonomik faaliyetin nihai amacı olarak tüketime odaklanma konusunda Smith’i örnek alır. Smith, merkantilistlere karşı çıkarak, “Tüketim, tüm üretimin yegâne nihai amacıdır,” demiş ve “Üreticinin çıkarı, ancak tüketicinin çıkarını desteklemek için gerekli olduğu ölçüde dikkate alınmalıdır,” diye belirtmişti.
Merkantilistler ise içgüdüsel olarak üretimi ve istihdamı vurgular. Bir ülkenin ne ürettiği önemlidir. George H.W. Bush’un danışmanlarından birinin bir zamanlar ifade ettiği gibi, patates cipsi üretmekle bilgisayar çipi üretmek arasında fark olmadığını iddia etmek saçmadır. Dahası, özellikle mamul malların üretimi karar mercilerinin önceliği hâline geldiğinde, ticaret fazlasının ticaret açığına tercih edilmesi gerektiği sonucu çıkar. Geleneksel ana akım yaklaşıma çeşitli piyasa başarısızlıklarını ekleyerek bu iki perspektifi uzlaştırmak mümkündür. Günümüz Smithçileri, belirli imalat ürünlerinin teknolojik yayılmalara yol açtığı veya koordinasyon sorunlarına tabi olduğu durumlarda karar mercilerinin üretimin yapısına kayıtsız kalmaması gerektiğini kabul edecektir. Fakat başlangıç noktası da önemlidir. Aksine güçlü ve ikna edici kanıtlar olmadıkça, ana akım iktisatçı genelde “kazananları seçmeye” karşı çıkacaktır.
Öte yandan, merkantilist veya kalkınmacı eğilimli biri, neyin nasıl üretileceğine dair seçimler yapmaktan çekinmeyecektir. Sorun, ispat yükünün kimde olduğudur, zira bu, örneğin Doğu Asya tarzı sanayi politikalarını normal mi yoksa bir sapma olarak mı ele alacağımızı belirler.
Çağdaş iktisatçıların Smithçi tüketim odaklılığı, onların refahın belirlenmesinde istihdamın önemini küçümsemelerine de yol açar. İktisatçıların tüketici davranışını karakterize etmek için kullandığı standart “fayda fonksiyonunda” işler, gerekli bir kötülüktür; alım gücü yaratırlar ancak boş zamanı azalttıkları ölçüde negatif değere sahiptirler. Oysa gerçekte işler; anlam, saygınlık ve toplumsal tanınma kaynağıdır. İktisatçıların iş kayıplarının kişisel ve toplumsal maliyetlerini takdir edememesi, onları Çin ticaret şokunun ve otomasyonun sonuçlarına karşı duyarsızlaştırmıştır.
Diğer önemli fark, hükümetin firmalarla ilişkisi etrafında döner. Smith, merkantilizmin kusurlarından birinin, karar mercileri ile özel sektör arasında ahbap çavuş ilişkilerini teşvik etmesi olduğunu düşünüyordu ki bu da yolsuzluğa davetiye çıkarıyordu. Çağdaş iktisat bu uyarıyı dikkate aldı. Politik ekonomi ve rant kollama modelleri, firmaların karar mercilerinden mesafeli tutulmasının önemini vurgular.
Ancak öncü yenilikçilik, yeşil sanayi politikaları veya bölgesel kalkınma gibi birçok ortamda, hükümetler ve firmalar arasındaki yakın, tekrarlayan ilişkiler son derece başarılı olmuştur. Bunun iyi bir nedeni var. Firmaları ve hükümetleri ayrı tutmak ele geçirilme riskini en aza indirebilse de kısıtlamalar ve fırsatlar ile neyin işe yarayıp neyin yaramadığı hakkında bilgi edinmeyi de çok zorlaştırır. Önemli belirsizlikler (teknolojik veya başka türden) olduğunda, firmalarla yakın çalışmak, katı bir ayrımı sürdürmekten daha tercih edilebilir olabilir. Her perspektifin kendi kör noktaları vardır. Merkantilistler, üreticilerin çıkarlarını, özellikle devletle iyi bağlantıları olanlarınkini, çok kolay bir şekilde ulusal çıkarlarla özdeşleştirir. Öte yandan Smith’in entelektüel çocukları, üretimin ve istihdamın önemini küçümser ve kamu-özel işbirliğinin avantajlarını göz ardı eder. İyi politika genellikle doğru kombinasyonu bulma meselesidir.
Elbette bunların hiçbiri Trump’ın yaklaşımını haklı çıkarmaz. Onun kaotik, ayrım gözetmeyen ticaret politikaları, ABD’deki kritik, stratejik yatırımları genişletmek için pek bir şey yapmıyor ve siyasi bağlantılı firmaları muaf tutarak ve sisteme oynamalarına izin vererek kayırmacılıkla dolu. Onun merkantilizminin hiçbir faydası olmayacak, zira bu stratejinin en kötü kusurlarını bünyesinde barındırıyor.
Dünya Basını
Fas, Batı Afrika’da imparatorluk inşa ediyor

“Fransa Batı Afrika’dan çekilirken, Fas diplomasi ve ekonomik entegrasyon yoluyla boşluğu doldurmaya çalışıyor, ancak bu tek başına yürüttüğü bir mücadele değil. İki devlet arasında iktidarın ‘devri’ için yapılan zımni anlaşma söz konusu… ” Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesindeki güç ve endüstri rekabetine ilişkin stratejik araştırmalar ve analizler yayınlayan Vizier blogdaki yazıyı Mert Cafer Eral çevirdi.
***
Afrika’ya yol döşemek
Fransa Batı Afrika’dan çekilirken, Fas diplomasi ve ekonomik entegrasyon yoluyla boşluğu dolduruyor.
19 Şubat 2025’te, Fas ve Moritanya hükümetleri Smara ve Bir Moghrein şehirleri arasında Moritanya’nın hidrokarbon ve çeşitli mineraller yönünden zengin iç kesimlerini Fas’ın Atlantik kıyısındaki limanlarına bağlamak için bir kara yolu kurma anlaşması yaptılar. Rotanın iki ülke arasındaki lojistik geçişini hızlandırması bekleniyor, örneğin bu yol Moritanya’nın ham demir ulaştırma süresini Nouadhibou limanına yapılan yedi günlük bir seferden, sözü ettiğimiz yolu kullanarak Fas’ın Laayune limanına yapılan üç günlük bir yolculuğa indirecek.
Yakın bir tarihe kadar, Fas Afrika’nın kalanından izole bir konumdaydı. Doğusundaki tek komşusu Cezayir, güneyde ise çoğunlukla kontrol altında olmayan Sahra vardı. Cezayir’le aralarındaki sürekli yükselen tansiyonlar Fas’ı sınırı tekrar tekrar kapatmaya mecbur bırakıyordu, bu durum Afrika’nın kalanıyla tek bir kara bağlantısı olduğu anlamına geliyordu: Moritanya üzerinden, tartışmalı Batı Sahra bölgesinden güneye doğru. Fas, Batı Sahra’yı kendi topraklarının ayrılmaz bir parçası olarak kabul ediyor ve 1975 yılında İspanya’nın eski kolonisi olan bu bölgeden çekilmesinden bu yana bölgenin büyük bir kısmını yönetiyor.
Batı Sahra’nın yerlisi olan Sahrawi halkını temsil ettiğini iddia eden isyancı grup Polisario Cephesi uzun süredir bağımsızlık istiyor. 1975’ten bu yana Cezayir, Libya, Küba ve İran’dan çeşitli derecelerde askeri, mali ve diplomatik destek aldığı iddia edilen Polisario, Fas’a karşı kesintili bir savaş yürüttü. Uluslararası gözlemciler bu on yıllık savaşın savaşçılar ve siviller arasında 10.000 ila 20.000 kayıpla sonuçlandığını tahmin etmektedir.
İsyan bastırma faaliyetleri dahilinde Fas hükümeti toplamda 100.000 asker içeren karakollarla korunan 2.700 kilometrelik “kum duvar” Berm’i inşa etti. Cezayir sınırından Atlantik’e kadar uzanan bu hat Fas’ın fiili güney sınırları olarak hizmet ediyor. Berm, Batı Sahra (ve dolayısıyla Fas) ve Moritanya arasında ufak bir bölgeyi kapsayarak İnsansız Bölge olarak bilinen kimsenin yaşamadığı bir bölge yarattı. Bölgedeki mayınlı araziler ve kalıcı yerleşimlerin yokluğu sebebiyle bölge Moritanya ve Fas arasında direkt sınır geçişini engelledi.
Bu durum değişiyor. Bir zamanlar Moritanya ve Fas arasında, İnsansız Bölge ile ayrılmış uzak bir kontrol noktası olan Guerguerat sınır karakolu, şimdi gerekli altyapıya sahip, tamamen işlevsel bir uluslararası geçişe dönüştürülüyor. Fas’ın Sahraaltı Afrika ile ticaret ağında önemli bir düğüm haline gelen bu sınır kapısı, başta tarım ve sanayi ürünleri olmak üzere Fas’ın toplam ihracatının yaklaşık %2’sini oluşturan 1 milyar doların üzerinde yıllık ihracatı kolaylaştırıyor.
Guerguerat ve Smara-Bir Moghrein geçişleri lojistik iyileştirmelerden daha fazlasını temsil etmektedir. Bu altyapı, Moritanya ve demir, bakır ve petrol bakımından zengin iç kesimleriyle Laayoune gibi Fas’ın Atlantik limanlarına doğrudan koridorlar oluşturarak Moritanya’yı Fas’ın ihracata dayalı ekonomisine daha fazla entegre edecek ve Afrika’nın geri kalanının bu genişleyen ekonomik bölgeye katılmasını sağlayacaktır. Fas’ın önemli doğal kaynaklar gerektiren endüstriyel hedefleri göz önüne alındığında, bu gelişme Rabat’ın kendisini Afrika’nın Atlantik, Avrupa ve ötesine açılan birincil ekonomik geçidi olarak konumlandırmaya yönelik uzun vadeli jeopolitik stratejisinde yeni bir aşamaya işaret ediyor.
Tüm bunlarla birlikte, Fas tarihsel rakibi Cezayir’e üstün gelmek ve bölgedeki Fransız etkisini azaltmak istiyor. Ancak Fası zor bir yolculuk bekliyor. Fransa’nın diplomatik başarısızlıklar nedeniyle etkisinin azalması ve Rusya’nın Mali ve başka yerlerdeki müdahalelerinin savaş suçları ve diğer suistimaller nedeniyle artan bir incelemeyle karşı karşıya kalmasıyla Batı Afrika’da bir güç boşluğu ortaya çıktı.
Türkiye, İran, Körfez ülkeleri ve Çin bu boşluğu doldurmak istiyor. Yine de, Fas burada bölgeye coğrafi olarak en yakın, politik olarak stabil, ekonomik olarak uyumlu bir rakip olması ve yüz yıldır bölgede süregelen kültürel ve yayılmacı gücü sebebiyle iddialı bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Dış aktörlerin aksine Fas, 1999’da Fas tahtına çıkan Kral 6. Muhammed (MVI) yönetiminde yirmi yılı aşkın bir süredir hazırlandığı geleceğe yatırım yapıyor.
Mahzen: Fas’ın Devlet Geleneği
Fas’ın bölgedeki konumu, Batı Afrika, Akdeniz ve Orta Doğu arasında seyahat eden halklar, mallar ve fikirler için binlerce yıllık köprü rolüne dayanmaktadır. Berberi tüccarlar ve kervanlar yüzyıllar boyunca Sahra ötesi ticaretin can damarı olarak faaliyet göstermiş, Sijilmasa ve Marakeş gibi Fas şehirlerini Timbuktu ve Gao gibi Batı Afrika merkezlerine bağlamıştır. Faslı tüccarlar tekstil, seramik ve silahları altın, fildişi ve tuzla takas ederek Fas hanedanlarını zenginleştiren ve Fez ve Meknes’in büyük camileri gibi anıtsal projeleri finanse eden bir ticaret yaptılar.
Ticaret aynı zamanda kültürel ve dini alışverişi de kolaylaştırdı. İslam’ın 7. ve 8. yüzyıllarda Kuzey Afrika’da yayılması, Fas’ın imparatorluk kimliğine zemin hazırlayan kalıcı siyasi, kültürel ve ticari bağları teşvik etti. Timbuktu’daki âlimler Fez’deki Al-Qarawiyin Üniversitesi gibi Fas’ın öğrenim merkezlerine seyahat ederken, Ticaniye ve Kadiriye gibi Sufi tarikatları güneye doğru yayılarak Fas’ın İslam yorumlarını Batı Afrika toplumlarına yerleştirdi. Fas bugün de bölgede kültürel ve dini yumuşak gücünü korumakta ve Fas’ta hakim olan Maliki İslam hukuku ekolü Batı Afrika’nın büyük bölümünde birincil mezhep olmaya devam etmektedir. Fas ayrıca Senegal, Mali ve Nijer gibi ülkelerdeki camilerin yapımını ve bakımını finanse ederken, bu ülkelerden gelen imamları Fas dini kurumlarında eğitmektedir.
Tüm bunlar, yüzyıllar boyunca çeşitli hanedanlıklar ve biçimler arasında Arapça ‘dolap’ veya ‘depo’ kelimesinden türetilen Mahzen olarak anılan günümüz Fas’ında yoğunlaşan siyasi güçler tarafından kolaylaştırıldı. Gerçekten de Fas, Kuzey ve Batı Afrika’da yüzyıllara dayanan bir devlet geleneğine sahip az sayıdaki siyasi oluşumdan biridir. I. İdris tarafından 757 yılında kurulan İdrisi hanedanı, Berberi kabileleri ve Arap yerleşimcileri birleştirmiş ve Fas’ın bölgesel bir güç olarak rolünü kurumsallaştırmıştır; bu miras daha sonra Fas’ın etkisini güneye, Batı Afrika’ya ve Gana İmparatorluğu’na kadar genişleten Murâbıtlar (11.-12. yüzyıllar) tarafından genişletilmiştir. 16. yüzyıla gelindiğinde Sa’adi hanedanı Fas’ın gücünü daha da ileriye taşıyarak 1591’de o zamanlar Batı Afrika’nın hâkim gücü olan Songhay İmparatorluğu’nu deviren bir askeri harekât başlattı. Sa’adi’nin Timbuktu ve Gao’yu fethi, bu şehirleri Fas tarafından yönetilen paşalıklara (eyaletler) dönüştürerek Sahra ötesi ticaret yollarının kontrolünü güvence altına aldı.
Fas’ı 1631’den beri yöneten mevcut Alevi hanedanı bu imparatorluk mirasını devralmıştır. Sultan Mulay İsmail (1672-1727) döneminde Fas’ın etkisi Sahra’nın derinliklerine kadar uzanmış ve bugünkü Senegal’deki Saint-Louis’ye kadar ulaşmıştır. Bu tarihi iddialar daha sonra 20. yüzyılın ortalarında Fas’ın milliyetçi İstiklal hareketi tarafından yeniden canlandırıldı ve Moritanya’nın sınırlarının meşruiyetini Fas’ın doğal hinterlandını parçalamak için tasarlanmış bir “sömürgeci yapaylık” olarak reddetti. Moritanya’nın egemenliğinin 1973’te resmen tanınmasından sonra bile Fas’ın jeopolitik tahayyülü Batı Afrika’ya uzanan bir etki alanı vizyonundan hiçbir zaman tam olarak vazgeçmedi.
1956’da Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından Fas’ın dış politikası başlangıçta pan-Arabizm ve “ alt sınıf ” dayanışmasına yönelmiş ve Sahra-altı Afrika ile olan tarihi bağlarını bir kenara bırakmıştır. Bu değişim, Afrika’nın büyük bir kısmının Polisario Cephesi’nin Sahrawi Arap Demokratik Cumhuriyeti’ni (SADR) tanımasının ardından Fas’ı diplomatik olarak izole eden Batı Sahra çatışmasıyla daha da şiddetlendi. Fas’ın 1984 yılında SADR’nin kabul edilmesini protesto ederek Afrika Birliği Örgütü’nden (OAU) çekilmesi, Afrika ilişkilerinde dibe vuruşa işaret etti.
Bu konum Kral MVI döneminde Fas’ın kendisini ülkenin çeşitli imparatorluk hanedanlarının “mirasçı devleti” olarak yeniden konumlandırması ve meşruiyetini Batı Afrika’nın Sahra ve Sahel bölgeleri üzerindeki derin kurumsal sürekliliğinden ve tarihsel etkisinden alması ile değişti. Fas 2017’de Afrika Birliği’ne geri döndü ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’na (ECOWAS) üyelik arayışına girdi, Kazablanka-Dakar otoyolu gibi altyapı yatırımları için lobi yaptı ve 2012 Mali çatışmasından göç yönetişimine kadar bölgesel krizlerde kendisini arabulucu olarak konumlandırdı. Bu çabalar, Fas’ın Afrika ve Avrupa arasında bir geçit olarak tarihi rolünü yeniden canlandırmak ve Batı Afrikalı ortakları çekmek için siyasi istikrarından, bankacılık sektöründen ve sanayi tabanından yararlanmak için uzun vadeli bir vizyonu yansıtıyor.
Frankofonu Taşeronlaştırmak
Fas’ın ekonomik ve diplomatik genişlemesi Fransa’ya karşı düşmanca bir eylem olmaktan ziyade Fransa’nın frankofon etki çemberinde Fas’ı bir “taşeron” olarak kullanma girişimlerinin bir parçası. Fransa’nın geçmiş sömürgeleri üzerindeki etkisi tüm girişimlere rağmen zaman içinde azalırken, Fas Fransa’nın buradaki etkisini tek başına sürdürememesinden mütevellit bu süreci üstlenmesi için yeni ortaklar aradığı bu dönemde avantajlı bir pozisyon aldı.
1999 yılında iktidara geldiğinden beri, MVI Fasın Batı Afrikadaki Fransız etkisinin yerini alması için bölgedeki ülkelerle ileri düzey bir diplomasi yürütüp stratejik ekonomik yatırımlar yaparak aralarındaki bağı güçlendirmeyi amaçlıyor. Senegal, Mali, Gine, Nijer, Burkina Faso, Fildişi Sahili gibi ülkelere gerçekleştirilen sık seyahatlerde ticaret, altyapı, güvenlik ve gelişim gibi konuları da içeren çok sayıda işbirliği anlaşması yapılıyor. Bu anlaşmalar Fas’ın kendisini Afrika ve Avrupa arasındaki en önemli ekonomik ve lojistik kanal yapma planının bel kemiğini oluşturuyor.
Bu stratejinin kalbi Fas’ın fiili varlık fonu olan kraliyet ailesinin finansal kolu Al Mada yatırım fonu. Al Mada sayesinde Fas Fransa’nın bölgedeki etkisinin yerini almak amacıyla Batı Afrika pazarlarında, bankacılıkta, sigortacılıkta, telekomünikasyonda ve inşaat sanayide agresif bir biçimde büyüyebildi.
Attijariwafa Bank ve BMCE Bank gibi önde gelen Faslı finans kuruluşları, Société Générale gibi Fransız kuruluşlarının çekilmesiyle hızlanan bir eğilimle Batı Afrika’da güçlü bir varlık oluşturdu. Fas’ın en büyük finans kuruluşu olan Attijariwafa, Moritanya, Togo ve Benin’deki Société Générale yan kuruluşlarını satın almaya hazırlanıyor. Bu genişleme sadece Fransa’nın tarihsel ekonomik hakimiyetine meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda Fas’ın kıtanın finans kapısı olma yönündeki daha geniş hedefini de yansıtıyor.
Benzer şekilde, telekomünikasyon alanında Fas’ın İtissalat El Mağrib (Maroc Telecom) şirketi başta Batı Afrika olmak üzere 11 ülkede faaliyet göstermekte ve Moritanya’da Mauritel, Burkina Faso’da Onatel ve Mali’de Sotelma gibi iştirakleri yönetmektedir. Fransız Orange ile birlikte Fas’ın Maroc Telecom’u Afrika’nın en büyük telekom operatörleri arasında yer alan yükselen bir yıldız.
Fas ayrıca, 26 Afrika ülkesine internet erişimi sağlamak üzere tasarlanan ve Elon Musk’ın Starlink’i ile doğrudan rekabet eden bir uydu takımyıldızı projesi olan Panafsat girişimi aracılığıyla teknolojik hedeflerini ilerletiyor. Ülke, özellikle Fransız firmalarının kapsamlarını azaltmasıyla değişen bölgesel dinamiklerden faydalanıyor. Tanger-Med’in (dünyanın en büyük 17. limanı) işletmecisi Marsa Maroc gibi Faslı şirketler, Bolloré Logistics’in bölgeden ayrılmasının ardından Liberya ve Benin’deki lojistik altyapısını yönetmek için devreye girdi.
Fas’ın güney illeri Dahla ve Layoune, krallığın bölgesel stratejisinde kritik düğüm noktaları olarak hizmet veriyor. Bu bölgelerin stratejik değerinin farkında olan Kral MVI, 2014 yılında bu bölgeleri trans-Afrika ticareti için lojistik merkezlere dönüştürmek üzere 7 milyar dolarlık bir altyapı girişimi başlattı. Şubat 2025’te Smara-Bir Moghrein sınır kapısının açılması, Moritanya demir cevherinin Layoune’daki Fas çelik tesislerine ulaşması için doğrudan bir rota oluşturarak bu vizyonu örneklemektedir. Bu gelişme Fas’ı bölge için bölgesel bir çelik işleme merkezi olarak konumlandırıyor.
Altyapı gelişimi, Dahla Atlantik Limanı projesinin bölgesel ticaret dinamiklerini dönüştürmeyi vaat ettiği Fas’ın Atlantik kıyı şeridine kadar uzanıyor. Balıkçılığı canlandırmak, Afrika ve Brezilya ile ticareti geliştirmek ve gelişmiş deniz lojistiği sağlamak üzere tasarlanan liman, trans-Afrika bağlantısına yönelik daha geniş bir vizyonun parçasını oluşturuyor. Bu denizcilik genişlemesini tamamlayan Fas’ın 2023 Sahel için Atlantik Girişimi (AIfS), Moritanya’yı Mali, Burkina Faso, Nijer ve Çad gibi denize kıyısı olmayan ülkelere bağlayan demiryolu ve karayolu ağları için iddialı planların ana hatlarını çiziyor.
Enerji gelişimi, Fas’ın bölgesel entegrasyon ve enerjide kendi kendine yeterlilik stratejisinin bir diğer ayağını oluşturuyor. Hükümet, 2030 yılına kadar yurt içi elektrik üretiminin %52’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından elde etmek gibi iddialı bir hedef belirledi. Bu yenilenebilir enerji stratejisinin merkezinde 510 megawatt ile dünyanın en büyük konsantre güneş enerjisi santrali olan Noor Ouarzazate Güneş Kompleksi yer alıyor. Fas, ulusal (ve sivil) bir nükleer enerji programı başlatmak için Batı Sahra’daki uranyum yataklarının potansiyelini araştırıyor. Krallık ayrıca Moritanya ile 2024’te imzalayacağı bir anlaşmayla Batı Afrika Enerji Havuzu’na katılarak Batı Afrika ülkelerine elektrik ihracatını mümkün kılacak. Belki de en iddialısı, Fas, Nijerya gazını Fas toprakları üzerinden Avrupa pazarlarına taşıyacak 25 milyar dolarlık bir proje olan Afrika-Atlantik Gaz Boru Hattı üzerinde işbirliği yapıyor.
Kültürel ve akademik bağlar Fas’ın stratejisini daha da güçlendiriyor. Fas’taki üniversiteler Senegal, Mali ve Fildişi Sahili’nden binlerce öğrenciye ev sahipliği yapıyor ve bu öğrencilerin birçoğu askeri bilimler, tarım ve mühendislik eğitimi almak için burs alıyor. Bu değişimler kalıcı ikili ilişkileri teşvik etmekte ve Fas’ın uzun vadeli ortaklıklar geliştirirken uzmanlığını ihraç etmesini sağlıyor.
Tarım ve gıda güvenliği Fas’ın bölgesel faaliyetlerinin bir diğer ayağını oluşturuyor. Ülke Batı Afrika’ya milyonlarca dolar değerinde tarım ürünü ihraç ediyor, ancak bunlar Moritanya’nın Fas kamyonlarını vergilendirmesi nedeniyle sık sık zorlanıyor. Bunu aşmak için Fas, Senegal’e yeni nakliye rotaları açarak Batı Afrika pazarlarına doğrudan deniz yoluyla erişim sağladı.
Fas bu esnada otomobil üretimine yaptığı önemli yatırımlar ve Kazablanka’da 500 milyon dolarlık bir ilaç fabrikasıyla imalat sektörünü güçlendiriyor. Bu tesis, ülkeyi, yerel araştırma ve geliştirme çalışmalarıyla desteklenen, Afrika’nın önde gelen aşı ve ilaç ihracatçısı konumuna getirmeyi amaçlıyor. Fas’ın gelişmekte olan otomotiv endüstrisine, Batı Afrika ülkeleriyle ihracat sözleşmeleri imzalayan ulusal otomobil üretim girişimi Neo Motors öncülük ediyor.
Fas Haşin bir Jeopolitik Rekabette
Fransa’nın Batı Afrika’daki tarihsel etkisi dramatik bir şekilde azaldı ve askeri cuntalar Sahel ülkelerini birer birer ele geçirirken bölgede geniş çaplı bir askeri geri çekilme yaşandı. Bu durum, bir zamanlar Afrika’nın geri kalanıyla birlikte Fransa tarafından sömürgeleştirilen Fas’ın boşluğu doldurması için fırsatlar yarattı. Ancak Batı Afrika’da nüfuz mücadelesi veren tek aktör Fas değil. Cezayir gibi bölgesel komşular ve Rusya, Türkiye, Çin ve BAE gibi uluslararası güçler de benzer şekilde varlıklarını yoğunlaştırdı ve her biri farklı stratejik gündemler geliştirdi.
Onlarca yıllık Sovyet dönemi ‘Afrika politikası’ ve Başkan Vladimir Putin’in hırsı tarafından yönlendirilen Rusya, bölgedeki en önemli askeri güç haline gelmek için Batı Afrika’da yükselen Batı karşıtı (özellikle Fransız karşıtı) duygulardan yararlandı. Mali, Burkina Faso, Nijer ve Çad’dakiler de dahil olmak üzere askeri cuntalara verdiği destek (aynı zamanda doğu Libya ve Sudan’daki etkilerini genişletme arayışları) ve dezenformasyon kampanyaları ve propaganda gibi dördüncü nesil savaş taktikleri sayesinde Rusya, Fransız etkisini önemli ölçüde aşındırdı. Ne var ki, Rusya da bölgedeki yumuşak gücünün, özellikle de Mali’de Kremlin’in bir uzantısı olarak faaliyet gösteren Wagner Grubu gibi paramiliter örgütlerin eylemleri nedeniyle önemli darbeler aldığını gördü. Güvenlik sözleşmeleri bahanesiyle altın rezervlerini yasadışı olarak çıkaran grup, çok sayıda insan hakları ihlali ve sivillere yönelik katliamlarla da suçlanıyor.
Tarihsel olarak Rusya’nın müttefiki ve Fas’ın baş düşmanı olan Cezayir, Fas sınırı yakınlarında Ruslarla ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirdi. Ne var ki, Ukrayna çatışması başladığından beri Cezayir, Rusya’nın silah ihracat kapasitesinin azalmasını ve açık askeri ittifaklara girme konusundaki isteksizliğini gerekçe göstererek Moskova’dan temkinli bir şekilde uzaklaştı. Bununla birlikte, her iki ülke de Suriye’deki Beşar Esad rejimini Aralık 2024’te yıkılana kadar desteklemeye devam etti. Cezayir ayrıca Rus yapımı Su-57 savaş uçaklarını satın alarak Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası’na (CAATSA) meydan okudu ve ABD’li Senatör Marco Rubio’nun 2022’de yaptırım önermesine yol açtı.
Cezayir ise, Fas’taki Polisario Cephesi ve Mali’deki Azavat Cephesi gibi ayrılıkçı hareketleri destekleyerek nüfuzunu genişletmek için uzun süredir vekalet savaşına bel bağlamış durumda. Sızdırılan diplomatik belgeler, 2012 Tamanrasset terör saldırısından sonra Cezayirli yetkililerin Mağrip El Kaidesi (AQIM) ile zımni anlaşmalar yaptığını ve Cezayir varlıklarının korunması karşılığında tehditleri Fas ve Fransa’nın çıkarlarına yönlendirdiğini gösteriyor. İddia edilen bu işbirliğinin son on yılda Mali’de en az üç Fas vatandaşının ölümüne yol açtığı bildiriliyor.
İran’ın Batı Afrika’daki rolü her ne kadar azımsansa da çok yönlüdür ve genişlemektedir. Tahran, 1990’lardan bu yana, tarihsel olarak Sufi İslam’ın hakim olduğu bir bölgede Şii dinini yaymayı teşvik ediyor. Nijerya şu anda Lübnan’dan daha büyük bir Şii nüfusa ev sahipliği yapıyor ve İran’ın devrimci sistemini model alan İslami Hareket gibi gruplar bir Şii İslam cumhuriyetini savunuyor. İran ve Hizbullah’ın 2018’den bu yana Polisario Cephesi’ni desteklediği, Tinduf’taki savaşçılara eğitim ve kısa menzilli füzeler sağladığı da iddia ediliyor. Hatta Polisario birliklerinin İran destekli milislerle birlikte Suriye’deki iç savaşa katıldığına dair raporlar da var.
Buna karşılık Çin’in müdahalesi öncelikle ekonomik. Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla hammadde teminine ve Moritanya’nın Nuakşot derin su limanı ve Gine’nin Cibloho Barajı gibi altyapıları finanse etmeye odaklanırken maden çıkarımı için lojistik ağlar kuruyor.
Türkiye ayrıca Cezayir tarafından vurulan model de dahil olmak üzere Mali’ye insansız hava araçları satarak ve Libya’nın Trablus merkezli hükümetini destekleyerek iddialı bir konuma geldi. Ankara’nın Libya’nın güneyinde, Cezayir sınırı yakınlarında askeri üsler açma planları Afrika’da derinleşen bir angajmana işaret ediyor.
Birleşik Arap Emirlikleri de Sahel’deki askeri cuntalarla bağlarını geliştirerek, Mali’nin altın ihracatını kolaylaştırarak ve Gine’nin boksit madenini Emirlik tesislerinde alüminyuma dönüştürerek önemli bir oyuncu olarak ortaya çıktı. Moritanya ile deniz erişim anlaşmaları ve Fas ile sağlam yatırım bağlantıları sürdürse de Cezayir ile ilişkiler rakip bölgesel hırslar nedeniyle gerginliğini koruyor.
Fas, Fransa’nın bölgedeki nüfuzunu değiştirmek için onunla bir anlaşma yapma avantajına sahip, ancak bölgesel hegemonya çabalarına karşı artan zorluklarla karşı karşıya. BAE ve Türkiye’nin üsler ve silah anlaşmaları yoluyla genişleyen askeri etkisi Fas’ın bölgesel nüfuzunu azaltma riski taşıyor.
Fas’ın Yükselişinin Önündeki Zorluklar
Fas’ın Batı Afrika’daki dış politikası, Fransa’nın bölgeden çekilmesiyle ortaya çıkan boşluk ve iki devlet arasında iktidarın ‘devri’ için yapılan zımni anlaşma sayesinde mümkün olmuştur. Kral MVI’nin yönetimi altında Fas, son birkaç on yıldır Afrika genelinde diplomatik, kültürel ve ekonomik nüfuzunu özenle geliştirdi. Bu sayede Afrika’nın dört bir yanındaki hammadde kaynaklarını Fas’taki fabrikalara aktararak katma değerli üretim yapabilen ve daha sonra da bunları dünyanın dört bir yanındaki ülkelere ihraç edebilen bir ekonomik imparatorluğun temelleri atılmış oldu.
Ne var ki Fas bunu yaparken çok sayıda zorlukla karşı karşıya. Fransız ordusunun geri çekilmesi, Rus paramiliter savaş suçları ve zayıf devlet kapasitesi El Kaide gibi grupların toprak işgal etmesine izin verdiği için Sahel’de terörizm yükselişte. Rusya, Çin, Türkiye, BAE ve İran gibi daha uzaktaki güçler de Afrika’daki kaos ortamından faydalanmaya çalışıyor.
Belki de en önemlisi, Fas’taki sıradan vatandaşlar, ülke yüksek ve kalıcı işsizlik ve düşük ücretlerden muzdarip olduğu için meyvesini alamıyor. Fas’ın siyasi ve ekonomik eliti Mahzen ve özellikle de Al Mada fonu aracılığıyla kraliyet ailesi, Fransız varlıklarının satın alınması ve Afrika genelinde yeni iş bağlantıları yoluyla meyvelerin aslan payını alıyor. Kral MVI, Batı Afrika’ya bakıp Fas’ın bölgedeki tarihi üstünlük konumunu yeniden tesis etme fırsatını görürken, Fas’ın siyasi ekonomisini düzeltmek gibi eve daha yakın meselelerle uğraşmak zorunda kalabilir.
Dünya Basını
Askeri tarihçi Roland Popp: ‘Trump dönüm noktasında’

Askeri tarihçi Roland Popp, Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Berliner Zeitung’dan Simon Zeise’ye verdiği mülakatta Ukrayna savaşının kilitlendiğini, Trump’ın arabuluculukta başarısız olduğunu ve Avrupa’nın hüsnükuruntu içinde olduğunu belirtiyor. Popp, Rusya’nın kapsamlı savaş hedefleri ve Ukrayna’nın taviz vermeme kararlılığı nedeniyle yakın zamanda barış beklemediğini ifade ediyor. Batı’nın yaptırımlarını etkisiz bulduğunu ve askeri güçle diplomatik hazırlığın birleştirilmesi gerektiğini vurgulayan Popp, ayrıca, Alman kamuoyundaki uzmanlık eksikliğini eleştirerek, Rusya ile NATO arasında doğrudan bir çatışma riskine dikkat çekiyor.
Askeri uzman, Ukrayna müzakerelerini değerlendirdi: ‘Trump dönüm noktasında’
Simon Zeise
16 Mayıs 2025
Askeri tarihçi Roland Popp, verdiği mülakatta Ukrayna savaşının kilitlendiğini, Trump’ın nüfuzunu kaybettiğini ve Avrupa’da hüsnükuruntunun hakim olduğunu belirtti.
Ukrayna’da üç yıldır şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Savaşan taraflar arasında ilk müzakereler yapılmış olsa da her gün askerler ve siviller ölmeye devam ediyor. Almanya, Fransa, Birleşik Krallık ve Polonya, diplomatik bir girişim başlatmak yerine daha fazla silah sevkiyatına odaklanıyor. Kilitlenmiş bu durum karşısında ateşkes ve kalıcı barış şansı ne kadar? Berliner Zeitung, bu konuyu ETH Zürih Askeri Akademisi’nden askeri tarihçi Roland Popp ile konuştu.
Sayın Popp, Donald Trump’ın göreve başlamasından bu yana Rusya ile Ukrayna arasında pek çok müzakere yapıldı. Yakında bir barış anlaşmasına varılacak mı?
Çok karamsarım. Mevcut durumda asıl meselenin barış müzakereleri veya ateşkes sağlamak değil, başarısızlıktan diğer tarafın sorumlu olduğuna Trump yönetimini ikna etmek olduğu izlenimindeyim. Trump’ın arabuluculuk rolünde daha önce iddialı bir şekilde duyurduğu kadar başarılı olmadığını da kabul etmek gerekiyor.
Bunu nasıl açıklarsınız?
Trump bir dönüm noktasına geldi. Amerikalılar yeniden Avrupa’nın pozisyonuna yaklaştı. Trump yönetimi, İstanbul’daki toplantı öncesinde Putin’e yönelik Avrupa ültimatomunu desteklediğini bile ima etmişti. Şimdi ise durum daha çok Avrupa’nın hüsnükuruntusu gibi görünüyor. Şu anda müzakerelerde kayda değer bir ilerleme yok.
Putin ve Trump kamuoyunda yakın müttefikler olarak gösteriliyor. Barış müzakerelerinde kayda değer bir ilerleme olmamasını nasıl açıklıyorsunuz?
Kamuoyunda kişiler ön plana çıkarılıyor ancak müzakereleri son derece zorlaştıran yapısal nedenler de var. Rusya’nın savaş hedefleri oldukça kapsamlı. Şu anda bir ateşkes, bu hedeflere ulaşılmasını muhtemelen imkânsız hâle getirir. Ukrayna içinse Rusya’nın talepleri kesinlikle kabul edilemez. Savaş alanında daha önemli gelişmeler yaşanmadan barış anlaşmasının hâlâ çok uzakta olduğunu düşünüyorum, her ne kadar her iki tarafta da savaş yorgunluğu artmış olsa da.
Trump uzun süre Rusya’nın taleplerini desteklemeye istekli görünüyordu. Beyaz Saray’da kameralar önünde Vladimir Zelenskiy’e geri adım atması gerektiğini açıkça belirtti. Trump’ın tutumu neden değişti?
Trump, selefinden çok farklı bir yol izledi. Biden, Rusya’yı olası bir askeri yenilgi tehdidiyle barışa zorlamak için Ukrayna’yı neredeyse koşulsuz desteklemişti. Trump ise Ukraynalıları taviz vermeye zorlamak için Rusya’nın hedeflerine yaklaştı. Fakat Ukraynalılar hâlâ Avrupalıların desteğine sahip ve Rusya’nın kapsamlı taleplerine boyun eğmeye niyetli değiller. Bu anlaşılabilir bir durum, zira hiçbir devlet egemenliğinin bu ölçüde kısıtlanmasına razı olmaz. Ama sonuçta bir de savaş alanının kendisi var ve burada Ukrayna çok büyük sorunlarla karşı karşıya. Şu anda bir ateşkes, askeri açıdan en çok Ukrayna’ya yarar sağlar. Rusya’nın buna ihtiyacı yok; tam tersine, bir ateşkes Rusya’nın hızlanan ilerleyişinin mevcut seyrini kesintiye uğratır.
Merz, Keir Starmer, Macron ve Tusk, geçtiğimiz hafta sonu Kiev’deydi ve Rusya’ya ateşkesin ne zamana kadar imzalanması gerektiğine dair bir ültimatom verdiler. Bu yaklaşımı ne kadar başarılı buluyorsunuz?
Bu her şeyden önce bir çaresizlik ifadesi. Rusya yine yaptırımlarla tehdit edildi. Oysa Batı’nın şimdiye kadarki yaptırım politikası, tüm güçsüzlüğünü ve stratejik yetersizliğini halihazırda ortaya koydu. Berlin’in, Moskova’da bu tür tehditlerin artık ciddiye alınmadığını kabul etmesi gerekiyor.
Ukrayna savaşının çözümü için diplomatik girişimlerde bulunulması gerektiğini savunan az sayıdaki sesten birisiniz. Amacınız nedir?
Benim için önemli olan, eski düşman imgelerinin refleks olarak yeniden canlandırılmaması. Askeri bilimlerden diğer sesler gibi ben de Almanya’nın güvenliği için daha fazla para harcaması gerektiği görüşündeyim. Ancak Baltık ülkelerinde istisnai bir senaryoyu önlemek için büyük ölçüde silahlanma fikrini tamamen yersiz buluyorum. Rusya’nın NATO’ya ne zaman saldırmayı planladığına dair —nisan 2029’da mı, yoksa Polonya istihbaratının iddia ettiği gibi 2026’da mı— yapılan bu tahmin yarışması, ciddi tehdit analizleri değil, hesaplanmış siyasi mesajlardır. İhtiyaç duyulan şey, inandırıcı askeri güç ile diplomatik uzlaşıya hazır olmanın birleşimidir. Kamuoyunda bu kadar baskın olan güvenlik uzmanları, Avrupa’da yeniden istikrarlı bir düzen kurmaya yönelik herhangi bir inandırıcı strateji olmaksızın sadece askeri caydırıcılıktan bahsediyor.
Alman siyasi talk show’larında uzmanlara dair çok tek taraflı bir tablo çiziliyor. Uzmanlık eksikliği mi var, yoksa bu politik olarak mı isteniyor?
Ukrayna savaşında bu uzmanların çoğu hemen her konuda yanıldı. Örneğin Carlo Masala’ya göre Rusya, 2022 yaz sonunda askeri olarak “son demlerini” yaşıyordu. Bilimsel olarak böyle bir tespitten, Rusya’nın şimdi tüm NATO bölgesi için bir tehdit olduğu yönündeki mevcut ifadelere nasıl gelinir?
Şu anda sürekli ekranlarda olan uzmanların neredeyse hiçbiri gerçekten askeri bilimler alanında araştırma yapmadı. Ancak Almanya kendi kendini uzmanlıktan mahrum bıraktı. Örneğin, şu anda askeri tarih alanında sadece tek bir kürsü bulunuyor. Bu epey manidar.
Bu tür yanlış değerlendirmelerin ne gibi et kileri oluyor?
Bu durum, Leopard 2 tanklarının teslimatı tartışmasında açıkça görüldü. Federal hükümet, Batılı tankların Ukrayna’ya “oyun değiştirici” olarak zafere yardımcı olacağını varsayan bu uzmanların değerlendirmeleriyle baskı altına alındı. Ciddi askeri bilim insanlarıyla yaptığım görüşmelerde buna aslında kimse inanmıyordu. Fakat bu tür sesler hiç dinlenmedi. Bu, Alman medyasının da sorumlu tutulması gereken bir sorumsuzluktur. Steinmeier’in “kalibre uzmanları” hakkındaki şikayeti, hükümettekilerin talk show’lardan gelen sürekli baskı karşısındaki hayal kırıklığının bir ifadesiydi.
Rusya’nın NATO’ya saldırmayacağından neden bu kadar eminsiniz?
Rusya’nın Suwałki Koridoru’ndan geçmeyeceği veya Estonya’ya saldırmayacağı konusunda mutlak bir güvence veremem. Ancak Rusya’nın bununla ne gibi bir amacı olabilir? NATO ile nükleer bir çatışmayı provoke etmek mi? Rusya’nın güvenlik hesaplamaları hakkında ne biliyoruz? Putin, 2014’te Kırım’ı zorla ilhak ettiğinde, arka plandaki düşünce muhtemelen Ukrayna’nın bir gecede NATO üyesi olabileceği korkusuydu. Bu, sonuçta onlara 2008’de kamuoyuna açıklanmıştı. Bu gerçekleştiğinde, Moskova’nın NATO ile bir çatışmaya girmeden Ukrayna ile savaşması artık mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla Putin, Kiev’deki iktidar değişikliğinin hemen ardından Kırım ve Donbass’ta harekete geçti. Büyük sorunlardan biri, politikalarımızın diğer devletlerin tehdit algılarını nasıl etkilediği gibi önemli bilimsel bulguları göz ardı etmemizdir. Bunun Putin’in saldırganlığına anlayış göstermekle hiçbir ilgisi yok. Mesele daha çok sağduyulu, stratejik analizdir. Ve bizde bu tamamen eksik.
Friedrich Merz, Ukrayna’ya Taurus seyir füzesi tedarik etmek istiyor. Bazı çevreler bunun Rusya ile doğrudan bir çatışmaya yol açabileceğinden endişe ediyor. Siz bu konuyu nasıl görüyorsunuz?
Merz’in Taurus konusunda bu kadar ileri gitmesine şaşırdım. Şimdi kendini bir çıkmaza soktu. Almanya’nın sonunda Taurus’u Ukrayna’ya teslim edeceğine ikna olmuş değilim. Seyir füzesi Rusya’ya zarar verir, ancak asla savaşın kaderini değiştirmez. Ayrıca Taurus, hâlâ kendi savunmasına inandırıcı bir şekilde katkıda bulunan son silah sistemlerinden biri. Taurus Ukrayna’da kullanılırsa, ülke savunması için ancak kısıtlı bir şekilde kullanılabilir. Kendi güvenliğinin ciddi şekilde tehdit altında olduğunu düşünenler, bu tür sistemleri kesinlikle yurt dışına vermemelidir.
Avrupalılar, Ukrayna müzakerelerinde Trump ve Putin tarafından göz ardı edildiklerini eleştiriyor. Putin’in Avrupalılara çoktan müzakere teklif etmesi gerekmez miydi?
Avrupalıların Ukrayna’ya ve Vladimir Zelenskiy’e verdiği destek, Trump yönetimi altındaki Amerikan desteğinden daha güçlü. Bu nedenle Putin, ABD ile müzakereleri Avrupalılara tercih ediyor; özellikle de ABD düzeyinde bir büyük güç olarak algılanmak istediği için. Angela Merkel, Avrupa’nın bazı kesimlerinin Rusya ile bağımsız ilişkilerini sürdürmesini sağlamıştı, bunun sonucunda Berlin bağımsız bir dış politika izleyebiliyordu. Rusya da Almanlar ve Fransızlarla diyalog halinde kalmaya istekliydi. Ancak tüm bunlar bu savaşla yok oldu: Şimdi Moskova ve Washington, diğer Avrupalıların katılımı olmadan Avrupa’nın düzeni hakkında yeniden konuşuyor. Ve bu feci sonucun yalnızca Trump’ın seçilmesinden kaynaklandığına inananlar, korkarım hiçbir şey anlamamışlardır.
Almanya ve Fransa savaşı önlemek için daha fazlasını yapabilir miydi?
Bu, tarihçileri önümüzdeki on yıllarda meşgul edecek büyük bir soru. Bu felakete yol açan süreci daha iyi anlayabilmemiz için tüm arşivlerin parça parça değil, tamamen açılmasını faydalı buluyorum. Özellikle silah sevkiyatlarını her zaman savunan çevrelerden, Rusya’nın güvenlik çıkarlarını ve ekonomik entegrasyonunu dikkate alan Merkel hükümetinin asıl sorumluluğu taşıdığı sürekli ima edildi. Bana göre bu yanlış bir analiz.
Merkel, Putin’e karşı fazla mı saftı?
Savaşın nasıl çıktığına bakıldığında, savaşın patlak vermesinden önceki aylarda aşırı bir hızlanma görülüyor. Merkezi olan, Avrupa’nın Ukrayna politikası üzerindeki önceki Alman-Fransız tekelinin ortadan kaldırılmasıydı. Bu dönüşün koşulları şu anda tamamen belirsiz; Berlin’deki iktidar değişikliğiyle pek ilgisi yoktu. Sonrasında ne Berlin ne de Paris’in kayda değer bir etkisi oldu. Amerikalılar ve İngilizler ise çok daha fazla etkiye sahipti. Bir tarihçi olarak, bu savaşı olası kılan şeyin, diğer etkenlerin yanı sıra, Merkel politikasının terk edilmesi olduğu tezini savunurum.
Koalisyon hükümetinin dış politikası yoğun eleştirilere maruz kaldı. Yeni federal hükümette bir rota değişikliği gözlemliyor musunuz?
Bunu söylemek henüz zor. Sonuçta, özellikle SPD dış politikada büyük bir değişim geçirdi. Sosyal Demokratlar geleneksel olarak Federal Almanya Cumhuriyeti’nin dış politikasında vatansever olarak adlandırılabilecek pozisyonları daha güçlü bir şekilde savundular; Egon Bahr’ı düşünün, nispeten tutarlı bir şekilde ulusal çıkarları savunduğu için Washington’daki pek çok kişi için kırmızı çizgiydi. CDU ise her zaman transatlantik geleneğe çok daha yakındı. Sonuç olarak, Avrupalılardan kıtayı barışa kavuşturabilecek bağımsız girişimler göremiyorum.
Her iki tarafta da savaş çığırtkanlığı devam ederse, bir noktada Rusya ile NATO arasında doğrudan askeri bir çatışma yaşanmasından endişe ediyor musunuz?
Evet, elbette, durum istikrarsız. Bunun sadece panik yaymak olduğu ve hiçbir savaş tehlikesi olmadığı yönündeki karşı argümanı abartılı buluyorum. Avrupalılar, en geç ağır silahların teslimatıyla bu savaşa büyük ölçüde dahil oldular. Rusya açısından bakıldığında, on binlerce Rus askerinin ölümünden Avrupalılar sorumlu tutuluyor. Bu doğrudan olmasa da dolaylı yoldan savaşa dahil olmaktır. Moskova’da Avrupalılara yönelik öfke elle tutulur düzeyde. Soru şu: Bununla nasıl başa çıkılacak? Kendi bilimsel çıkarlarınıza aykırı olsa bile Rusya ile çatışmayı kalıcı hâle getirmeye mi çalışıyorsunuz? Bundan sonra Avrupa politikasının büyük sorusu bu olacak: Rusya sorunu.
Tarihte defalarca umutsuz gibi görünen durumlar yaşandı ancak bunlar sonuçta barışla noktalandı. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında Ukrayna’da barış için bir şans görüyor musunuz?
Temel olarak, bu kadar yoğunlukla yürütülen çatışmalar, savaşan tarafların düşüncelerinde bir değişikliğe yol açabilir. Ukrayna ihtilafı, sadece kurban sayısının yüksekliğiyle değil, Birinci Dünya Savaşı’nı andırıyor. Belki de sadece umut ediyorum ama burada da kalıcı bir çatışma hâlinde yaşanamayacağının ve yaşanmak istenmediğinin kabul edilebileceğini hayal edebiliyorum. Özellikle Ukrayna toplumu uzun süre kendini Avrupa’dan Rusya’ya bir tür köprü olarak tanımladı. Belki bir gün bu role geri dönme şansı olur. Unutmayalım ki Vladimir Zelenskiy, o dönemde barış vaat ettiği için büyük bir çoğunlukla devlet başkanı seçilmişti. Şimdi ise bir savaş devlet başkanı ve Rusya’nın düşmanı oldu, bu da tarihin trajedisidir.
-
Rusya2 hafta önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Görüş2 hafta önce
Kim kazandı?
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Güçlü Amerikan Tanrıları, Trump ve Uzun Yirminci Yüzyılın Sonu
-
Söyleşi2 hafta önce
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır
-
Asya2 hafta önce
Cammu ve Keşmir: Yarım asırlık çatışmanın tarihi
-
Görüş1 hafta önce
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”
-
Amerika1 hafta önce
Zuckerberg ve AI terapistler: Aklınıza mukayyet olun!