Görüş
İspanya’dan Türkiye’ye bakmak

12-17 Mayıs 2025 tarihlerinde Avrupa Birliği’nin hayata geçirdiği ve başarıyla uyguladığı Erasmus+ programı akademik hareketliliği bursuyla İstanbul Kent Üniversitesi ile anlaşması olan İspanya’nın Murcia şehrindeki UCAM Katolik Üniversitesi’nde (Universidad Católica San Antonio de Murcia) bulunma, burada bazı dersler verme ve akademik çalışmalara katılma, üniversite görevlileriyle temaslarda bulunma ve İspanya’yı gezme fırsatı yakaladım. Bu vesileyle Murcia dışında Madrid, Granada ve Alicante gibi bazı şehirleri de gezerek İspanya’yı daha yakından tanımaya ve insanları gözlemlemeye çalıştım. Öncelikle İspanya’nın gerçekten Türkiye’ye benzer şekilde çok güzel ve gelişmiş bir ülke olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca bazı din ve kültür farklılıklarına karşın, İspanyolların yaşam tarzlarının özellikle bizim Akdeniz ve Ege bölgelerimizdeki vatandaşlarımızın yaşam biçimlerine çok benzer olduğunu da fark ettim. Yani aslında siyasal sorunları aşabilirsek, Türkiye’nin Avrupa ile toplumsal olarak bütünleşmesi ve Birliğe gelecekte tam üye olması bence kesinlikle gerçekçi ve makul bir hedef. Bu yazıda, İspanya gözlem ve deneyimlerimi Türkiye’de devam eden siyasi süreçlerle paralel şekilde değerlendirmeye çalışarak, sizler için halen İstanbul’a dönüş yolundayken özgün bir yazı kaleme almayı deneyeceğim.
Öncelikle akademik faaliyetlerimizi değerlendireyim. AB üyesi olduktan sonra hızlı bir şekilde gelişen İspanya, bugün birçok Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Avrupa ve hatta Asya ülkelerinden çok sayıda öğrenciyi kendisine çekebilen önemli bir yükseköğretim cazibe merkezi olmuş durumda. Times Higher Education raporlarına göre, dünyanın en gelişmiş 1.000 üniversitesinden 35’i İspanya’da bulunuyor. Bu rakamın eğitim alanında gayet iyi durumda bir ülke olan Türkiye için henüz 11 olduğunu düşünürsek, İspanya’nın eğitimde epey başarılı bir ülke olduğunu varsayabiliriz. UCAM da bu paralelde çok sayıda yabancı öğrenciyi bünyesine katmış ve Katolik dünyası ile sahip olduğu güçlü bağların üzerine bir de modern ve sportif bir üniversite imajı oluşturarak İspanya’nın elit üniversiteleri arasına adını yazdırmış durumda. Öyle ki, halen 15.000 civarında öğrencisi olan ve büyümeye devam eden kurum, spor bursları ile İspanya milli ve olimpiyat takımlarına çok sayıda sporcu yetiştirmesiyle biliniyor ve takdir topluyor. UCAM’da Türk ve Kıbrıslı Türk öğrencilerle de karşılaştım. İlerleyen yıllarda eminim Erasmus ve yurtdışı eğitim olanakları ile bu sayı daha da artacaktır.
Benim UCAM’da salı ve çarşamba günleri iki uzun dersim vardı. Bu derslere daha ziyade 10 civarında uluslararası öğrenci katıldı ve İspanyol öğrencilerle etkileşimde bulunma ve ders yapma olanağımız maalesef olmadı. Anlaşmalı olduğumuz programın daha ziyade uluslararası öğrencileri kabul etmesi ve üniversitede yoğun aktivitelerin düzenlendiği bir haftada olmamız sebebiyle bu şekilde daha az katılımlı ama benim açımdan oldukça başarılı geçen iki ders oldu. İlk derste Birleşmiş Milletler sistemini ve güncel sorunları, ikinci derste ise Türkiye-İspanya ilişkilerini anlattım. Özellikle ikinci gün dersine iyi hazırlanmıştım ve şansım da yaver gidince derse paralel olarak Türkiye-İspanya ilişkilerine dair üst üste iyi haberler gelmeye başladı. İlk olarak İspanya’nın önde gelen hava yolu şirketlerinden Air Europa’nın İGA İstanbul Havalimanı uçuşlarına başladığı haberi geldi. Daha sonra ise Türkiye’nin ilk milli jet eğitim ve hafif taarruz uçağı HÜRJET için TUSAŞ ile İspanya Savunma Bakanlığı arasında mutabakat anlaşmasının imzalandığı duyuruldu. Bunlara bir de UCAM’ın Dekan ve Rektör Yardımcısı ile yaptığımız ön görüşmelerde ortak bir yüksek lisans programının açılması projesi eklenince, bir anda mutluluğum daha da arttı. Derslerde ve üniversitedeki faaliyetlerde bana destek olan değerli akademisyen ve idareci dostlarımıza buradan sevgilerimi gönderiyorum. Kendilerini İstanbul’da “krallar” gibi ağırlamaya hazırız. Ayrıca umuyorum iki üniversitenin ortak bir program açması ve karşılıklı seçmeli dil derslerinin müfredata eklenmesiyle iki ülke ve toplum arasındaki bağlar ilerleyen dönemde daha da kuvvetlenecektir. İspanya’nın özellikle İspanyolca bağlamında ve AB ile ortak şekilde ileride Latin Amerika başta olmak üzere birçok farklı coğrafyada etkin önemli bir dünya gücü olacağına ve merkezi devlet statüsünü güçlendirerek devam ettireceğine de samimiyetle inanıyorum. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’i de Türkiye’ye dostane yaklaşımları ve İslam dinine saygısı nedeniyle kutluyorum.
Sert siyasi konulara girmeden biraz da turistik işlere bakalım… Turizm konusunda bizim gibi gayet endüstrileşmiş ve gelişmiş bir ülke olan İspanya’da Murcia, Granada ve Alicante’de bulunduğum günlerde gerçekten çok keyifli ve öğretici anlar geçirdim. Granada’daki El Hamra Sarayı (Elhambra), gerçekten de bir dönem İspanya’da Büyükelçilik yapan usta yazarımız Yahya Kemal Beyatlı’nın “Dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.” dediği kadar görkemli ve kutsal bir yapı. Öyle ki, Sarayı gezmek için alınan randevular bir ay öncesinden tükeniyor ve dünyanın dört bir yanından her gün binlerce turist El Hamra’ya akın ediyormuş. Arapça “kırmızı” anlamına gelen El Hamra’nın hikâyesi ise dünya tarihine İspanya’nın bir dönem nasıl yön verdiğini gösteriyor. Nitekim Katoliklerin burayı Nasrilerden fethi sonrasında Yahudilerin İspanya’dan sürülmeleri ve Kristof Kolomb’un Kilise’yi kendisine sponsor yapması sayesinde -ki biliyorsunuz aynı yıl içinde Hindistan’ı ararken Amerika’yı keşfedecektir- dünya tarihi o andan itibaren çok farklı bir yönde ilerledi. Bugün ise, El Hamra, Türkiye (Erdoğan) ve İspanya (Zapatero) hükümetlerinin başlattığı ve Birleşmiş Milletler’in sahiplendiği “Medeniyetler İttifakı” projesine benzer şekilde üç semavi dinin dostluğunu sembolize ediyor. Fakat ne kadar acıdır ki, 2000’lerin başında ABD’de baş gösteren ve Irak işgali nedeniyle İslam ve Hıristiyan dünyasını karşı karşıya getiren fanatik yaklaşımlar bugün de İsrail’e hâkim olmuş ve Yahudileri Müslüman toplumlarla karşı karşıya getiriyor. Bu konuda İspanya, İrlanda, Norveç ve Fransa gibi Hıristiyan nüfusu yoğun ülkelerin çabaları ise takdire şayan. Türkiye ise bu konuda zaten taraf durumda ve Filistin’in tanınmasını ve “iki devletli çözüm”ü savunuyor.
Ülkemizde az bilinen Alicante şehrinin de çok güzel bir turizm merkezi olduğunu belirtmek isterim. Keza Murcia da özellikle öğrenciler için harika bir seçenek. İspanya şehirlerinin uçak, tramvay, hızlı tren ve otobüs gibi gelişmiş ulaşım imkânları ile birbirlerine ve diğer ülkelere kolay erişilebilir durumda olması da bu açıdan büyük avantaj. Kabul edelim ki, bu konuda Türkiye de son yıllarda muazzam atılımlar yaptı ve özellikle havayolu trafiği anlamında gerçekten dünya çapında bir “hub” olmayı başardı. Elbette önemli bir fark, bizde nüfusun birkaç büyük şehirde toplanması nedeniyle muazzam kalabalık şehirlerimizde ulaşım şartlarının tüm atılımlara rağmen yetersiz kalabilmesi. Avrupa devletleri ise, AB’nin sponsorluğunda bölgesel eşitsizlikleri giderme mantığı ile hareket ederek, daha küçük ve rahat yaşanabilir, ulaşım imkânları kolay şehirler oluşturuyor. Bu nedenle İspanya’da başkent Madrid ve kısmen Barcelona dışında trafik sorunu o kadar da mühim bir mesele değil. Ayrıca şehirlerde yeşil alanların sıklığı ve yerlerin temizliği gibi konularda Avrupa standartlarının biraz gerisinde kaldığımızı gözlemledim. Ama inanın Türkiye’nin Avrupalı kimliği çok güçlü ve benzerliklerimiz farklılıklara kıyasla çok daha yoğun. Diyebilirim ki, karşılıklı pozitif bir ortam oluşsa, 5 yıl içerisinde, Türkiye, AB tam üyeliğine rahatlıkla hazır hale gelebilir.
İşte bu bağlamda, MHP Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin büyük bir cesaretle başlattığı ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da yürekten sahiplendiği “açılım süreci” veya “barış süreci”nin demokratikleşme öncesinde en kritik dönemeç olacağını düşünüyorum/umuyorum. Maalesef 2000’lerde AB üyeliği yolunda demokratikleşme adımlarını atarken ordu-sivil ilişkilerindeki geleneksel dengeleri bir anda bozan ve kültürel kodlarımıza fazla gelen aşırı sivilleşme mantığı yerine, günümüzde sivillerin üstünlüğünü garanti altına almak ve 15 Temmuz benzeri girişimleri önlemek adına Cumhurbaşkanı’nın tek yetkili haline geldiği aşırı merkezi bir sisteme geçmek durumunda kaldık. Ama sivil siyasetin üstünlüğünün iyice oturması, darbeci geleneğin/kültürün tamamen sonlandırılması ve son aşama olarak da PKK terörü ile Kürt sorununun bitirilmesi/çözülmesi ile, eminim ki Türkiye’de daha demokratik bir dönemin başlaması yakında mümkün olabilecek. Elbette bunun olabilmesi için bu sürecin başarıyla ve -İspanya’nın Zapatero döneminde başardığı şekilde- sonuna kadar götürülmesi gerekiyor. Bu minvalde muhalefet partilerine de büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğünü belirtmem gerekir.
Fakat kendi içerinde çok sayıda özerk bölge olan İspanya örneğinden yola çıkarak ülkemizdeki siyasal sistemde köklü ve büyük idari değişiklikler mi gerekiyor derseniz, buna yanıtım “hayır” olur. Zira Ortaçağ’dan başlayarak feodalizm etkisinde dağınık/gevşek olarak bütünleşen Avrupa devletlerinin birçoğundan farklı olarak, Türkiye, Fransız tipi merkezi yönetim geleneğini ve Bonapartist yönetim felsefesini benimsemiş merkezi özellikleri baskın bir devlettir. Hatta günümüz standartlarında merkezi bir devlet olmayan Osmanlı İmparatorluğu bile o dönem Avrupalı feodal devletlerden kendisini net şekilde ayıran tımar sistemine dayalı yönetim modeliyle öne çıkmıştır. Bu bağlamda günümüzde Kürt nüfusun ihtiyaç duyduğu şeyler, benim gözlemlediğim kadarıyla, özerklik veya federalizm değil, üniter devlet yapısı içerisinde demokratik belediyelerin işlerlik kazanması, T.C. vatandaşı olan Kürt halkının kendi yöneticilerini özgürce seçerek güneydoğudaki şehirlerini imar etmesi, Kürt kimliğinin devlet nezdinde ikincil veya alt kimlik olarak tanınması ve bu yönde bazı kültürel açılımların (Fransa’daki ELCO sistemine benzer şekilde anadilde ikincil eğitim) yapılmasıdır. Bunların yapılması gayet mümkün ve olasıdır ki, zaten hiçbir şekilde Türkiye’den kopmak istemeyen Kürtler bölünmeme konusunda en büyük garantimiz durumundadır.
Bu konularda Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilerici konumunu koruması ve derinleştirmesi, İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi partilerin de MHP’nin ve çağın gerisinde kalmamak adına yapıcı davranmaları gerekmektedir. Tesadüfe bakın ki, mülteci düşmanlığının ABD’de Donald Trump -ki ABD’de suç olgusu nedeniyle bunun haklı bazı gerekçeleri de var-, Hollanda’da Geert Wilders, Almanya’da ana muhalefet partisi AfD ve ülkemizde Ümit Özdağ ile gündeme gelen sığınmacı karşıtlığı konusuna da İspanya’dan güzel bir cevap verildi. 18 yaşındaki fakir bir aileden gelen Fas kökenli sevimli bir İspanyol çocuk (Lamine Yamal), göçün doğru yönetilirse nasıl faydalı olacağını ispatlarcasına, önceki gün -2024’te İspanya milli takımını Avrupa Şampiyonu yapmasının ardından- takımı Barcelona’yı da İspanya “La Liga” şampiyonu yaptı. Bugün spor gazetelerinde Yamal’ı manşetlerde görünce bir kez daha anladım; biz ülkemize savaş ve terörizm riskleri nedeniyle haklı ve yasal olarak gelmiş insanları (özellikle Suriyeliler) kovalamak için harcadığımız zamanı onları yetiştirip ülkemize faydalı Türk vatandaşları yapmak için harcasak, belki şimdi kendi Lamine Yamal’larımız olacaktı. Ama Türklüğü bir kültür ve hukuki statü yerine ırk temelinde görenler için, elbette Kürt de, Suriyeli de, Afgan da kalitelerine bakılmaksızın halen potansiyel tehdit gibi algılanıyor.
İspanya’dan Türkiye’ye bakınca aklıma gelenler şimdilik bunlar. İlerleyen günlerde zamanım olursa bunları akademik düzleme oturtarak daha da somut şekilde ifade edeceğim. İspanya’daki son gecemde büyük Türkiye’ye sevgiler…
Görüş
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

İran, İsrail’den ağır bir darbe aldı. Saldırının ilk 12 saati boyunca karşılık bile veremedi. Ani baskının ardından, durumu yatıştırmaya yardımcı olabilecek olası arabulucular hakkında küresel tartışmalar artıyor. Bazı görüşler, 2023’te Suudi Arabistan ile İran’ı uzlaştırmada ve 2024’te Filistinli fraksiyonlar arasında diyalog organize etmede önemli rol oynayan Çin’in, bu yeni krizde de bir barış sağlayıcı olarak devreye girebileceğini öne sürüyor.
Ancak Çin’in Orta Doğu’daki diplomatik başarıları takdiri hak etse de, Pekin’in bölgedeki her çatışmayı çözebileceği ya da çözmesi gerektiği varsayımı ciddi bir abartıdır. En azından şu anda değil. İsrail-İran çatışması kapsam, derinlik ve uluslararası karmaşıklık açısından temelden farklıdır. Nedenini anlamak için Çin’in Orta Doğu’daki rolünün hem yeteneklerini hem de sınırlamalarını incelemek gerekir.
ABD Göz Ardı Edilemez
2023’te Çin’in Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkilerin normalleşmesine aracılık etmesi diplomatik bir atılım olarak görüldü. Bu, uzun süredir ABD’nin güvenlik çıkarlarının hakim olduğu bir bölgede Pekin’in artan etkisini gözler önüne serdi. Anlaşma, Çin’in tercih ettiği diplomasi tarzını yansıtıyordu—göze batmayan, pragmatik, ekonomik teşviklere ve egemenliğe karşılıklı saygıya dayalı.
Ancak Suudi-İran yakınlaşmasının başarısı, çıkarların benzersiz bir şekilde örtüşmesiyle mümkün oldu. Hem Tahran hem de Riyad, gerilimi azaltmak için güçlü iç nedenlere sahipti. Suudi Arabistan, 2030 Vizyonu ve ekonomik dönüşüm için sakin bir ortam istiyordu; İran ise iç huzursuzluklar ve Batı’nın ekonomik yaptırımları nedeniyle baskı altındaydı. Bu durumda Çin, bir uygulayıcıdan ziyade kolaylaştırıcı rolündeydi.
Bu deneyim mevcut İsrail-İran çatışmasına doğrudan uygulanamaz. Öncelikle, İsrail ile İran arasındaki çatışma sadece ikili bir rekabet değil; vekil güçleri, ideolojik karşıtlıkları, nükleer gerilimleri ve derin tarihsel düşmanlığı içeren çok boyutlu bir çatışmadır. İkinci olarak, İsrail ABD ile yakından ittifak içindedir ve bu, Pekin’in tarafsız bir arabulucu olarak hareket etmesini zorlaştırır.
On yıllardır İsrail, ABD’nin Orta Doğu politikasının merkezi bir ayağı olmuştur—sadece bir güvenlik ortağı olarak değil, aynı zamanda İran, Irak, Mısır, hatta Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölgesel rakiplerin yükselişine karşı ileri bir mevzi olarak da. Bu bağlamda Çin’in herhangi bir arabuluculuk girişimi, Washington’da tarafsız bir barış girişimi olarak değil, ABD’nin bölgedeki önceliğine meydan okuyan jeopolitik bir hamle olarak algılanacaktır.
Çin gerçekten tarafsız davransa bile, artan katılımı kaçınılmaz olarak büyük güç rekabeti merceğinden görülecektir. Anlamlı bir müdahale ABD’yi göz ardı edemez ve muhtemelen güçlü diplomatik dirençle karşılaşır. Bu da krizi, Çin’in de dahil olduğu üçlü bir diyalogdan çıkarıp dört taraflı bir etkileşime dönüştürür—Çin, ABD, İsrail ve İran—ki her biri farklı gündem ve kırmızı çizgilere sahiptir ve bu da etkili arabuluculuk alanını daha da daraltır.
Üstelik, İsrail iç siyasetindeki durum da Çin’in—veya başka herhangi bir dış aktörün—karşı karşıya kalması gereken başka bir karmaşıklık katmanı sunuyor. Başbakan Binyamin Netanyahu, son yıllarda yolsuzluk davaları, yargı reformuna karşı kitlesel protestolar, Gazze politikası ve koalisyon içindeki bölünmeler gibi ciddi siyasi krizlerle mücadele ediyor. Dış politika kararlarının, İran’a yönelik bu saldırı da dahil, çoğu zaman kısa vadeli siyasi hesaplara dayandığı ve tutarlı bir ulusal stratejiye dayanmadığı geniş şekilde kabul görüyor. Washington Post bile böyle dedi. Bu düzeyde iç siyasi istikrarsızlık, Çin gibi dış güçlerin güvenilir muhataplarla sürekli, üst düzey diplomasi yürütmesini veya uzun vadeli taahhütlerde bulunmasını son derece zorlaştırıyor.
İran’ın İsteyişi: Ön Koşul
Çin’in potansiyel rolünü sınırlayan bir diğer faktör ise, İran’ın böyle bir arabuluculuğu kabul etmeye istekli olup olmamasıdır. İran, Çin’i ticaret, enerji ve BM’deki diplomatik destek açısından stratejik ortak olarak takdir etse de, Pekin’i askeri ya da güvenlik garantörü olarak görmüyor.
Suudi Arabistan ile İran arasında arabuluculuk yaparken güvenlik garantilerine ihtiyaç yoktu, çünkü hiçbir taraf diğerinin doğrudan saldırı başlatacağına gerçekten inanmıyordu. Üstelik Yemen’deki İran destekli güçler, Suudi Arabistan ve müttefikleriyle yürütülen asimetrik çatışmada bazı avantajlar elde etmişti. Ancak giderek daha pervasızlaşan bir İsrail karşısında, etkili arabuluculuk muhtemelen gerçek güvenlik garantileri gerektirecektir. Fakat ABD’den zaten doğrudan askeri baskı gören Çin için, yurtdışında böyle garantiler sunmak lüks olur.
Çin’in sunabileceği diplomatik baskı, ekonomik yardım veya askeri teknoloji gibi destek türleri ancak İran bunları inandırıcı ve etkili bulursa değerlidir. Gelecekte Çin’in sağlayabileceği şey, güvenlik garantisinden ziyade gelişmiş savunma sistemleri paketi olur. Ancak burada önemli bir gerçek devreye girer: İran, Çin’in askeri sistemlerinin pratik yararlılığına yeterince güvenmeyebilir.
İran hava kuvvetleri birçok yurtdışı operasyona katılmış olsa da, filosu eski ve modası geçmiş durumda. IŞİD’e karşı yürütülen terörle mücadele operasyonları, hava üstünlüğü geliştirme hedefinden sapmalarına yol açtı. İran’ın hava savunma sistemleri, çoğu ülkeden daha gelişmiş ve sayıca fazla—ve radar ile füze üretim kapasitesine de sahip—olmasına rağmen, birinci sınıf rakiplerle karşılaştığında yetersiz kalıyor. Bu sistemlerin İran Ordusu ile Devrim Muhafızları arasında bölünmüş olması da koordinasyonu ve etkinliği zorlaştırıyor.
Modern savaş hızla evrimleşti. Etkili savunma artık gelişmiş hayalet savaş uçakları, ileri radar entegrasyonu, elektronik harp, uydu verisi ve hava üstünlüğü varlıklarıyla gerçek zamanlı koordinasyon gerektiriyor—ki bu yetenekler İran’da henüz tam olarak gelişmiş değil.
Pakistan ve Hindistan arasındaki son hava çatışması, Çin’in savaş uçaklarının, uzun menzilli hava-hava füzelerinin ve entegre hava savunma-uyarı sistemlerinin etkinliğini gösterdi. J-10CE Çin’in en gelişmiş savaş uçağı olmasa da, iyi koordine edilmiş bir sistem içinde Fransız yapımı Dassault Rafale’yi PL-15 füzeleriyle düşürmeyi başardı.
Elbette İsrail Hava Kuvvetleri, Hindistan’dan çok daha ileri düzeyde ve bu kez ABD’den F-35 hayalet uçaklarını kullanma yetkisi aldı. Ancak gerçek şu ki Çin Halk Kurtuluş Ordusu, Tayvan üzerinden ABD müdahalesi ihtimaline karşı hazırlık yapıyor. ABD’nin F-22 ve F-35’lerine karşı koymak bu senaryodaki temel faktörlerden biri. İran, gelecekte İsrail’in F-35’lerine karşı etkili biçimde mücadele etmek istiyorsa, Çin dışında pek seçeneği kalmayabilir.
Yine de, Çin ile uzun süredir askeri işbirliği olan müttefik Pakistan bile birkaç yıl öncesine kadar Çin savunma sistemlerine tamamen bağımlı olmaktan kaçınmıştı. Bu durum, İran’ın Pekin’e hemen güvenerek askeri yapılandırmasını değiştireceğine inananları düşünmeye sevk etmelidir.
Bölgesel Algılar ve Yanılgılar
Genellikle göz ardı edilen bir diğer boyut ise, Çin’in diğer bölgesel aktörler tarafından nasıl algılandığıdır. Orta Doğu’nun büyük kısmında Çin ekonomik bir güç olarak saygı görüyor, ancak güvenlik aktörü olarak pek güvenilmiyor. Bölgede askeri ittifakları yok, barışı koruma geçmişi yok ve savaş zamanı diplomasisi yönetme konusunda sınırlı deneyime sahip. Cibuti’deki askeri üs, Çin’in yurtdışındaki tek askeri tesisi ve ortak tatbikatlara katılmasına rağmen Çin genel olarak çatışmalara karışmaktan kaçınıyor.
Bu düşük profil stratejisi, Çin’in genel dış politika ilkeleriyle uyumlu: iç işlerine karışmama, stratejik sabır ve ekonomik odak. Ancak aynı ilkeler, hızlı tepki, güç projeksiyonu veya sert güvenlik garantileri gerektiren krizlerde manevra kabiliyetini kısıtlıyor.
Tüm bu algılar doğru olabilir. Ancak bu algının temelindeki fikir sıklıkla yanlış anlaşılmıştır. Öncelikle, Çin kendisi de bir asırdan fazla süre Batı emperyal güçlerinden büyük acılar çekmiştir. Sonuç olarak, Batı tarzı yeni bir hegemonya kurma arzusu taşımaz—bu duruşu aynı zamanda kurucu komünist ideolojisiyle de örtüşür.
İkinci olarak, Çin’in liderliği yalnızca kendi uzun ve çalkantılı tarihinden değil, aynı zamanda Batı güçlerinin yükseliş ve çöküşlerinden de ders çıkarır. Belki de en önemli çıkarım, her büyük imparatorluğun nihayetinde aşırı yayılma yüzünden çöktüğüdür.
Binlerce kilometre ötedeki bölgelere güvenlik garantisi sunmak, bu tür bir aşırı yayılmanın tehlikeli ilk adımı olabilir. Buna karşılık, gelişmiş J-35 hayalet savaş uçakları ve en ileri hava-savunma füzelerini içeren savunma sistemleri satmak daha az riskli ve etkisini sınırlı tutar.
Bu, Çin’in tamamen pasif kalması gerektiği anlamına gelmez. Pekin, itidal çağrısı yapmak, BM aracılığıyla ateşkes girişimlerini desteklemek, Tahran ve muhtemelen İsrail ile gizli temaslar yürütmek için diplomatik ağırlığını kullanabilir. Yeniden inşa çabalarını destekleyebilir, gerekirse insani yardım sunabilir ve uzun vadeli bir barış stratejisi olarak bölgesel ekonomik entegrasyonu teşvik edebilir.
Ancak tüm bunlar, aktif bir askeri çatışmayı durdurmak için gereken yüksek riskli kriz diplomasisiyle karıştırılmamalıdır. Bu tür bir müdahale, Çin’in şu anda sahip olmadığı ve sahip olsa bile kullanmaya istekli olmayabileceği bir tür zorlayıcı araçlar gerektirir.
Özetle, Çin’in İsrail-İran çatışmasına kararlı şekilde müdahale etmesi gerektiği fikri, modern jeopolitiğin yapısal gerçeklerini göz ardı eder. Çin’in Orta Doğu’daki artan varlığı ona her zamankinden daha fazla diplomatik ağırlık kazandırsa da, bu ağırlık abartılmamalıdır.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Görüş
Trump’ın göçmen politikası Amerikan toplumunu daha da parçalıyor

ABD Batı saatiyle 13 Haziran itibarıyla, Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi gibi federal kurumların Kaliforniya’daki yasa dışı göçmen noktalarına yaptığı baskın sonucu çıkan çatışmaların üzerinden bir hafta geçti. Bu çatışma adeta yangın gibi yayılarak Kaliforniya’nın başkenti Los Angeles’tan başlayıp San Francisco, Dallas, Austin, New York ve Washington dahil olmak üzere ABD genelinde 24 şehre sıçradı. Göstericiler, federal hükümetin yasa dışı göçmenleri zorla sınır dışı etmesine şiddetle karşı çıksa da, Başkan Trump göçmen politikası kapsamında Ulusal Muhafızları ve bazı Deniz Piyadelerini devreye soktu ve protestocuları bastırmak için Ayaklanma Yasası’nı kullanmakla tehdit etti.
Aynı gün, ABD Temyiz Mahkemesi, bir federal yargıcın Trump’ın Ulusal Muhafızlar üzerindeki yetkisini iade etmesi yönündeki bir önceki geceki kararını askıya aldı ve bu şüphesiz Trump’ın sert önlemlerine hukuki bir koruma sağladı. Göçmen politikası etrafında patlak veren bu “alternatif iç savaş”, Amerikan toplumunun karmaşık yapısını ve çıkar çatışmalarını ortaya koyuyor ve Trump ile Cumhuriyetçi Parti’nin yönetim geleceğini ciddi şekilde sınamaya tabi tutuyor. Bu kriz, 2024’te gösterime giren Hollywood’un politik kehanet filmi Amerikan İç Savaşında görüldüğü gibi gerçek bir iç savaşa dönüşmeyecek gibi görünse de, Amerikan toplumunu daha da böleceği aşikâr.
6 Haziran’da federal kolluk kuvvetleri Los Angeles County’de yasa dışı göçmenlere yönelik bir operasyon başlatarak en az yedi noktaya baskın düzenledi ve 44 kişiyi gözaltına aldı. Aynı gece 500 protestocu Los Angeles şehir merkezinde toplandı; güvenlik güçleri göz yaşartıcı gaz, ses bombası ve plastik mermi kullandı. 7 Haziran’da, Kaliforniya’nın Paramount kentinde federal yetkililer ile protestocular arasında şiddetli çatışmalar patlak verdi. Gözaltıların engellenmesi üzerine Trump, Kaliforniya Valisi Newsom’u baypas ederek “Los Angeles’ı özgürleştirmek” amacıyla başkanlık notası imzaladı ve 2.000 Ulusal Muhafız askerini Los Angeles’a gönderdi.
Bu, 1965’ten bu yana bir ABD başkanının, eyalet yöneticisinin talebi olmaksızın bir eyaletin Ulusal Muhafızlarını ilk kez görevlendirmesi anlamına geliyor. 8 Haziran’da Trump, Kaliforniya’daki federal mülkiyeti “korumak” için 700 Deniz Piyadesi göndereceğini söyleyerek tehditlerini artırdı. Trump’ın Kaliforniya’ya yönelik idari baskıları, bu “iç karışıklığın” fitilini ateşledi ve yeni bir anayasal krizi tetikledi.
9 Haziran’da Vali Newsom ve Kaliforniya Başsavcısı Rob Bonta, federal hükümetin eyalet Ulusal Muhafızları ve Savunma Güçlerini kolluk kuvveti olarak kullanmasını engellemek amacıyla mahkemeye geçici tedbir talebinde bulundu. Ancak Kaliforniya’daki bir federal yargıç bu talebi reddetti ve üç gün sonrasına duruşma tarihi belirledi. 10 Haziran’da, gözaltılar devam ettiği için Los Angeles Belediye Başkanı Karen Bass, şehir merkezindeki yaklaşık bir mil karelik alanda sokağa çıkma yasağı ilan etti. Hemen ardından, Washington eyaletinin ikinci büyük şehri Spokane de Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi’ne karşı düzenlenen protestolar nedeniyle sokağa çıkma yasağı ilan etti…
Son bir haftalık kamuoyu ve açıklamalara bakıldığında, ülke genelini etkileyen bu yasa dışı göçmen krizi, derin çelişkileri ve güç mücadelelerini yansıtıyor; aynı zamanda ABD’deki siyasi kutuplaşmayı ve toplumsal parçalanmayı gözler önüne seriyor.
İlk olarak, bu durum göçmenliğin doğruluğu ya da faydası konusunda fikirlerin sert çatışmasına işaret ediyor. Amerika, göçmen hareketleriyle kurulan çok etnili bir federasyon ve sürekli göçle büyüyüp zenginleşen, yenilikçi ve dinamik bir ülke. Büyük göç dalgaları olmadan ABD doğmazdı, uzun süreli göçmen katkıları olmadan da güçlenemezdi. Trump’ın kendisi bile Alman göçmenlerin torunu. 5 Haziran’da, Almanya’nın yeni Şansölyesi Friedrich Merz ilk kez ABD’yi ziyaret ettiğinde, Trump’a anlamlı bir hediye verdi: dedesi Friedrich Trump’ın Almanya’daki doğum belgesi.
Ne Merz’in diplomatik uyarısı ne de Trump’ın göçmen kökeni, Amerikan toplumundaki göçmenlik temelli derin yarılmayı yumuşatabiliyor. Trump ve onun gibi muhafazakârlar ile Cumhuriyetçi Parti’nin temsil ettiği sosyal Darwinizm ve piyasa ekonomisi savunucuları, ABD’nin göç kriterlerinin çok düşük olduğunu; düşük nitelikli ve yasa dışı göçmenlerin ülkeye doluşarak Amerikalıların işini ve refahını çaldığını, Amerikan kimliğini ve bağlılığını zayıflattığını ve beyaz Amerikalıların statüsünü erozyona uğrattığını savunuyor. Bu nedenle Trump, ikinci başkanlık kampanyasında kazanırsa tüm yasa dışı göçmenleri sınır dışı edeceğini ve Amerikalıların—özellikle beyazların—kaybettiği işleri ve sosyal hakları geri alacağını vaat etmişti.
Ancak buna karşı çıkanlar—özellikle kültürel çoğulculuğu ve evrensel insan haklarını savunan Demokratlar—göçmenlerin ABD ekonomisini canlandırdığını savunuyor. Bu insanlar; hizmet, ulaşım, inşaat ve imalat sektörlerini ayakta tutan ucuz işgücü sağlıyorlar. Bu yüzden göçmenlere ayrımcılık yapılamaz, hele hele zorla sınır dışı edilemezler. Ayrıca, bazı göçmenler yasa dışı girmiş olsa bile, yerleşip topluma uyum sağladıktan, kendi geçimini sağladıktan ve aile kurduktan sonra Amerikan toplumunun ayrılmaz parçası haline geliyorlar. Onları zorla sınır dışı etmek sadece ekonomik yapıya zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda ailelerin parçalanmasına, insani krizlere de yol açar.
İkinci olarak, bu, federal ve yerel çıkarlar arasındaki genel mücadelede bölgesel bir satranç hamlesidir. Bu kriz ilk olarak Kaliforniya’da patlak verdi ve federal hükümet ile bu ekonomik olarak güçlü eyalet arasındaki çıkar uyumsuzluğunu ve farklı hesapları yansıttı. Daha önce, ticarete büyük ölçüde bağımlı olan Kaliforniya Trump’ın gümrük tarifesi politikasına açıkça karşı çıkmıştı; göçmenlik anlaşmazlığı ise sadece mevcut çelişkilerin devamı niteliğinde olup eski karşıtlıkları daha da derinleştirmiştir. Kaliforniya, ABD’nin en büyük ekonomik eyaletidir ve ülke GSYİH’sinin %14’ünü üretmektedir. Uzun yıllardır çeşitli göçmen türlerine dayalı büyüyen eyalet ekonomisi, yasa dışı göçmenler için adeta bir sığınak haline gelmiştir. Gayri resmi istatistiklere göre Kaliforniya’da yaklaşık 2,3 milyon yasa dışı göçmen yaşamaktadır—bu, ülke genelindeki yasa dışı göçmenlerin %20’sine ve eyalet nüfusunun %5,9’una denk gelir ve ülke ortalamasının üzerindedir; üstelik bu kişilerin %74’ü çalışma yaşındadır. Eğer yasa dışı göçmenlerin büyük bölümü sınır dışı edilirse, Kaliforniya’daki işletmelerin iş gücü maliyetleri hızla artacak veya çalışacak insan bulunamayacak, bu da ekonomik durgunluk ya da gerilemeye yol açabilecektir. Bu yüzden Kaliforniya’nın siyasi ve ticari elitleri uzun süredir federal göçmenlik düzenlemelerine direnmektedir. Ticaret savaşı Kaliforniya’ya 40 milyar dolardan fazla kaybettirdi ve göçmen işçiler ile yerel işçiler arasındaki gerilimi artırdı. Göçmenlerin sınır dışı edilmesi Kaliforniya ekonomisini daha da zora sokacaktır.
Kaliforniya hem büyük bir vergi mükellefi hem de büyük bir federal bütçe transferi alıcısıdır; yani taraflar karşılıklı yüksek derecede bağımlıdır. Ancak Trump yönetimi, bu “sığınak kaleyi” yıkmak ve ulusal ölçekte yeni göçmen politikalarını teşvik etmek amacıyla Kaliforniya’nın “enerji karşıtı, suçluları koruyan, yasa dışı göçmenleri barındıran” politikalarını gerekçe göstererek 13 Haziran’dan itibaren federal fonları büyük ölçüde kesmeyi planladı. Vali Newsom ise Kaliforniya’nın federal hükümete yılda 80 milyar doların üzerinde katkı sağladığını, aldığı fondan çok daha fazla ödediğini vurgulayarak federal vergi ödemelerini durdurma tehdidinde bulundu. Federal hükümet ile Kaliforniya arasında uzun süredir biriken çelişkiler, Trump’ın radikal göçmenlik politikasıyla iyice alevlendi ve federal ajanların zorla gözaltı uygulamalarıyla patladı.
Üçüncü olarak, bu bir federal kolluk gücü ile yerel özerklik arasında yaşanan bir yetki çatışmasıdır. Amerika, federal yapıya sahip bir devlettir ve merkez ile eyaletler arasında yetki ayrımı keskin bir biçimde tanımlanmıştır. Normal şartlarda, dış ilişkiler ve savunma federal hükümetin görev alanındadır ve sınırlar ile limanların kontrolü nedeniyle göçmenlik işleri federal yetki kapsamındadır. Ancak en büyük göçmen eyaleti olan Kaliforniya, bağımsızlık ve özerklik vurgusuyla bilinir ve federal hükümetin göçmenlik, çevre ve eğitim gibi kamu yaşamını etkileyen konularda müdahalesine karşıdır. 2017’de kabul edilen Kaliforniya Değerler Yasası, federal otoritelerle göçmen verilerinin paylaşılmasını reddetmiş ve sınır dışı işbirliğini engellemiştir.
Bu çatışma aynı zamanda duygu ile akıl, güç ile hukuk arasında yaşanan bir mücadeledir. Kaliforniyalılar, federal hükümetin tarih ve gerçeklikten uzak, insan haklarını gözetmeyen göçmen sınır dışı uygulamalarını hem duygusal hem mantıksal açıdan reddetmektedir. Ayrıca uygulama sırasında belgelerin eksikliği, yöntemlerin sertliği ve kapsamanın genişliği de eleştirilmiştir. Dikkat çekici bir gelişme olarak, Newsom Trump’ın kendisinden onay almadan Ulusal Muhafızları sevk etmesini anayasaya aykırı olarak nitelendirdi. Deniz Piyadelerinin sevki de sivillerin işlerine asker müdahalesi yasağını ihlal ettiği gerekçesiyle eleştirildi. Kaliforniya Başsavcılığı, federal hükümetin ordu kullanmasını “yasadışı” olarak tanımladı, bu eylemin eyaletin Ulusal Muhafızları üzerindeki kontrolünü gasp ettiğini ve gerilimi artırdığını ifade etti.
Dördüncü olarak, bu Trump ile Newsom arasında bir güç gösterisi savaşıdır. İkisi de demokratik toplumda “karizmatik lider” profiline sahiptir; Trump Cumhuriyetçi Parti’ye mensup başkan, Newsom ise Demokrat Parti’nin önde gelen isimlerinden biridir. Newsom soylu bir aileden gelir, iki kez San Francisco Belediye Başkanlığı yapmış ve 2018’den bu yana iki dönemdir Kaliforniya Valiliği görevini sürdürmektedir. Demokrat Parti içinde tecrübeli, geniş bağlantıları olan radikal bir figürdür ve 2028 başkanlık seçimleri için ciddi bir adaydır. Genç yaşına rağmen siyasi hırsları yüksek olan Newsom’un bir sonraki adımı Beyaz Saray’dır. Trump ile girdiği sert çatışmalar, 2028 seçimlerinin bir provası olarak görülmektedir.
Trump’ın sert liderlik tarzı biliniyor. Bazı yorumculara göre, Newsom da Trump’a benzer yöntemlerle onu alt etmeye çalışıyor. Bu iki güçlü figür arasındaki çekişme Trump’ın ilk döneminden beri sürmektedir. Trump Beyaz Saray’a geri döndüğünden beri Newsom hem karşı blokta yer alıyor hem de eyalet düzeyinde ciddi yetkilere sahip. Ocak’ta Kaliforniya’da çıkan orman yangınlarında Trump, Newsom’u ihmalkâr olmakla suçlayıp federal yardım fonlarını kesmekle tehdit etmişti. Newsom da Trump’ı “iklim sorunlarını siyasallaştırmakla” eleştirmişti. Nisan’da Trump gümrük savaşlarını başlattığında, Newsom eyalet başsavcısına federal hükümete dava açması talimatını vermiş ve diğer eyaletlerde Beyaz Saray’a karşı ilk yasal mücadeleyi başlatmıştı. Trump’ın gözaltı tehdidine karşı Newsom meydan okumuş ve hükümeti kışkırtmıştı. Gözaltına alınması hâlinde hem kendisi hem de Demokrat Parti büyük bir mağduriyet ve destek kazanacaktı.
Beşinci olarak, bu, Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında yapılacak olan ara seçimlerin bir ön cephe savaşıdır. Trump’ın yasa dışı göçmenlere yönelik sert operasyonları, çok sayıda Demokrat milletvekilinin tepkisini çekti. Kaliforniya her zaman Demokratların kalesi ve önemli oy tabanı olmuş, Cumhuriyetçiler için de en zorlu bölge olmuştur. Trump bu “kanunsuzluk yuvasını” hedef alarak hem seçim vaatlerini yerine getirmeyi, hem gücünü pekiştirmeyi hem de Demokratları moral ve oy açısından zayıflatmayı hedefliyor. Bu sayede 2026 ara seçimlerinde Cumhuriyetçilerin zaferini garantileyip, 2028 başkanlık seçiminin yolunu temizlemeyi umuyor.
Sınır güvenliği, 2024 seçimlerinde Trump’ın en popüler başlıklarından biriydi. Cumhuriyetçilerin büyük farkla galip gelmesi, hem Trump’ın hem de partisinin halk desteği gördüğünü gösteriyor. Bu destek, göçmenlik konusunda vaatlerin yerine getirilmesini ve seçmenlere neden tekrar Cumhuriyetçilere oy vermeleri gerektiğinin açıklanmasını gerektiriyor.
Başkanın valiyi baypas ederek doğrudan asker sevk etmesinin yasal olup olmadığı siyasi çizgilere göre yorumlanacaktır. Ancak gözlemciler, 1957’deki Little Rock vakasını unutmaz: siyah öğrencilerin okula girişini engellemek için Ulusal Muhafızları kullanan ayrımcı valiye karşı Başkan Eisenhower, Muhafızları federal kontrol altına almış ve II. Dünya Savaşı gazisi 101. Hava Tümeni’ni sevk ederek öğrencileri korumuştu.
Bu olay ABD’nin medeni haklar mücadelesinde simgesel ve tarihi bir dönüm noktasıydı. Fotoğrafları, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yurtdışındaki elçiliklerde teşhir edilmişti. Yarım yüzyıl sonra, Ulusal Muhafızlar ve federal ordunun rolü yine iç politika krizlerinde gündeme gelmiş durumda. Ancak bugünkü siyasi ve toplumsal bölünme, 1950’lerden çok daha keskin olabilir. ABD’nin kapsayıcılığı ve özgüveni, açıklığı ve ilericiliği, sanki artık tamamen zıt bir konuma evrilmiş gibi.
Kaliforniya’nın bu çatışmadaki en sert tepkiyi göstermesi, tüm eyaletlerin yasa dışı göçmenlere aynı gözle baktığını göstermez, ancak Kaliforniya açıkça ABD toplumunun bir mikrokozmosudur. Trump’ın sert göçmen politikası, “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” iddiasına hizmet eden sistematik bir projedir—fakat nasıl sonuçlanacağını zaman gösterecek.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Bir eyaletten fazlası: Alberta’nın ayrılıkçılığı üzerine düşünceler

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kanada’nın batısında, uçsuz bucaksız bozkırları, zengin yeraltı kaynakları ve özellikle petrol ile doğal gaz üretimindeki ağırlığıyla bilinen Alberta eyaleti, son yıllarda federal yönetime karşı yükselen seslerle yeniden gündeme geliyor. Vergi, çevre ve enerji politikaları üzerine yaşanan anlaşmazlıklar, zaman zaman “ayrılalım mı?” sorusunu dahi masaya taşıyor. 2021’de yapılan eşitlik transferleri (equalization payments) referandumu ve özellikle 2025 federal seçim sürecinde alevlenen tartışmalar, bu eğilimlerin artık marjinal bir söylem olmaktan çıkıp toplumun daha geniş kesimleri tarafından da sahiplenildiğini gösteriyor.
Ancak Alberta’daki ayrılıkçı talepleri ve çıkışları yalnızca anlık ve öfkeli tepkiler olarak görmek eksik olur. Bu tepkiler, eyaletin tarihsel, ekonomik, kültürel ve çevresel dinamiklerinin kesişim noktasında gelişen çok katmanlı bir yapının ürünü. Ayrılıkçı söylemin yükselişini anlamak için yalnızca Ottawa’ya yönelik siyasi hoşnutsuzluğa değil; Alberta içinde büyüyen gelir eşitsizliklerine, enerji zenginliğinin toplumun geneline yansımamasına ve yerli halkların sistematik dışlanmasına da bakmak gerekiyor.
Kanada, yaklaşık 10 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ikinci ülkesi. Doğudaki Halifax’tan batıdaki Vancouver’a uçuş süresi 5 ila 6 saat arasında değişiyor. Devasa bir coğrafya bu… Sadece yüzölçümüyle değil, aynı zamanda 10 eyalet ve 3 bölgeden oluşan federal yapısıyla, ekonomik ve kültürel çeşitliliğiyle de dikkat çeken bir ülke. Bu çeşitlilik yalnızca farklı etnik kökenlerden gelen toplulukları değil, aynı zamanda bölgesel kimlikleri ve siyasal yönelimleri de kapsıyor. Alberta’daki ayrılıkçılığı da, bu çok katmanlı yapının bir yansıması olarak düşünmek mümkün.
Son yıllarda bazı siyasi aktörler, Alberta’nın sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da Kanada’nın geri kalanından farklılaştığını savunmaya basladilar. Bu görüşe göre Alberta, bireysel özgürlük, girişimcilik ve düşük vergilendirme gibi değerleri önceleyen, kendine özgü bir siyasal kültür geliştirmiş durumda. İlginçtir ki, 2025 federal seçim sürecinde ayrılıkçılığı destekleyen bazı grupların kullandığı söylemler, Amerika’daki Trumpçı çevrelerle dikkat çekici paralellikler taşıyor. Bu da gösteriyor ki Alberta’daki ayrılıkçılık, artık yalnızca ekonomik değil; ideolojik ve kültürel bir kimlik ifadesine dönüşmüş durumda.
Alberta’da Ayrılık Düşüncesinin Kısa Tarihi
Kanada’da ayrılıkçılık dendiğinde akla gelen ilk örnek uzun yıllar boyunca Quebec oldu. Büyük oranda Fransızca konuşan nüfusu ve farklı tarihsel-kültürel yapısıyla Quebec, 1980 ve 1995’te iki kez bağımsızlık referandumu düzenledi. Özellikle 1995’teki referandum yalnızca %1,2 farkla reddedilmişti. Burada önemli bir farkı vurgulamak gerekiyor: Quebec’te ayrılıkçılık daha çok kültürel kimlik ve anayasal eşitlik talepleri üzerinden şekillenirken, Alberta’daki ayrılıkçılık ekonomik kaynakların paylaşımı, enerji politikaları ve siyasi temsil krizine odaklanıyor.
Alberta’da ayrılma fikri yeni değil. 1930’lu yılların Büyük Buhranı sırasında ekonomik sıkıntılar, halkın tepkisini Ottawa’daki merkezi yönetime yöneltmeye başladı. Bu dönemde iktidara gelen William Aberhart liderliğindeki Social Credit Partisi, eyaletin kendi ekonomik sistemini kurmasını savunuyordu. Merkeze karşı geliştirilen bu tutumlar açıkça “ayrılalım” demese de, Alberta’nın siyasi hafızasında iz bıraktı. (İyi bir Hristiyan olan Aberhart, yalnızca ekonomi politikalarıyla değil, gökyüzüne uzanan ahlak anlayışıyla da hatırlanıyor. Öyle ki, 1960’lara kadar Alberta semalarında uçan ticari uçaklarda, yolcular alkol servisi için eyalet sınırının dışına çıkmayı beklemek zorundaydı. Aberhart’ın etkisi bulutların bile üzerine sinmişti!)
1980’lerde dönemin Başbakanı Pierre Trudeau’nun başlattığı Ulusal Enerji Programı (NEP) Alberta’daki ayrılıkçı eğilimleri yeniden alevlendirdi. Federal hükümetin enerji kaynak ve gelirlerini ulusal ölçekte dengelemeye çalışması, Alberta’da “zenginliğimiz elimizden alınıyor” algısını doğurdu. Bu dönemde başlayan “Trudeau nefreti” bugüne dek canlılığını korudu; Pierre’in oğlu Justin Trudeau da başbakanlığı süresince bu tepkiden fazlasıyla nasibini aldı.
Bu atmosferde, Bati Kanada Konsepti (Western Canada Concept) gibi açıkça ayrılıkçı partiler sahneye çıktı. 2000’li yıllarda Alberta Bağımsızlık Partisi ve Ayrılıkçı Alberta Partisi gibi yapılar ortaya çıksa da geniş bir destek tabanı oluşturamadılar ve marjinal kaldılar.
Ancak 2019 seçimlerinden sonra tablo değişmeye başladı. Alberta’dan Liberal Parti’ye hiç milletvekili çıkmaması, “Ottawa artık bizi temsil etmiyor” söylemini yeniden canlandırdı. 2022’de iktidara gelen Birleşik Muhafazakâr Parti (United Conservative Party – UCP) lideri Danielle Smith, bu eğilimi daha da ileriye taşıdı. Anayasaya uygunluğu tartışmalı olan “Birleşik Kanada İçerisinde Alberta Egemenliği Yasası”nı çıkararak federal yasalara karşı koyma hakkını savundu ve ayrılıkçı söylemi kurumsallaştırmaya başladı.
2023 seçimlerinde UCP yeniden iktidara geldi. Kampanyada “egemenlik” teması ön plana çıkarıldı. Seçimden sonra da özellikle vergi, enerji ve sağlık politikalarında federal hükümete karşı mesafeli bir tutum sürdürüldü. Smith doğrudan bağımsızlığı savunmasa da, onu destekleyen bazı gruplar içinde ayrılık fikri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı.
Bu sürecin zeminini hazırlayan gelişmelerden biri de 2021’de yapılan eşitlik transferleri referandumuydu. Alberta halkının %61,7’si, Anayasa’nın mali eşitliği gözeten 36(2). maddesinin kaldırılmasını destekledi. Bu madde, federal hükümetin eyaletler arasında mali denge ve eşit kamu hizmeti sunumunu gözetmesini öngörüyor. Dönemin eyalet başbakanı Jason Kenney bu sonucu, Ottawa’ya karşı güçlü bir mesaj olarak yorumladı. Bu referandum, ayrılığı doğrudan getirmese de, eyaletin siyasi yöneliminde ciddi bir değişim habercisiydi.
Son olarak, 2025 seçimlerinde Liberallerin yeniden iktidara gelmesi, Alberta’daki güvensizlik duygusunu daha da keskinleştirdi. Seçimin hemen ardından ayrılıkçı söylemler daha görünür hale geldi. Mayıs ayında yayımlanan bir Angus Reid anketine göre, Albertalıların %36’sı Kanada’dan ayrılma yönünde oy vereceğini belirtti. Dahası, %17’si Alberta’nın Amerika’nın 51. eyaleti olmasını desteklediğini söyledi. Bu sonuçlar, yalnızca bir hoşnutsuzluğa değil, aynı zamanda Alberta’da aidiyet, temsil ve yönelim duygusuna dair derin bir tartışmanın varlığına işaret ediyor.
Alberta’nın Petrolü Var, Adil Paylaşım Tartışmalı
Alberta’nın ekonomik yükselişi, 1947’de Leduc’daki büyük petrol keşfiyle başladı. O tarihten bu yana eyalet, Kanada’nın enerji haritasında merkezi bir rol üstleniyor. Bugün Alberta, ülkenin petrol üretiminin yaklaşık %84’ünü gerçekleştiriyor. 2024 verilerine göre eyalette kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) 72.000 Kanada doları civarında. Ancak bu yüksek üretim ve gelir rakamları, geniş halk kesimleri için aynı oranda refah anlamına gelmiyor.
Son on yıla, yani Liberallerin Ottawa’da iktidarda olduğu döneme baktığımızda, sıradan Albertalıların şikâyetlerinde haksız olmadıklarını gösteren pek çok gösterge var. Kanada’nın TÜİK’i (ama biraz daha dürüst ve güvenilir) olan StatsCan verilerine göre Alberta, bu dönemde düşük gelirli nüfus oranındaki artışta ülke genelinde ikinci sıraya yerleşti. Reel ücretlerde, yani enflasyona göre ayarlanmış maaşlarda %10’luk bir düşüş yaşandı. Bu, Kanada’daki en büyük gerileme. Üstelik eyalette asgari ücret, yedi yıldır yerinden kıpırdamadı. Halkın sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimi zorlaştı, elektrik fiyatları, otomotiv sigortası ve okul harçları hızla yükseldi. Alberta bu kalemlerde, diğer tüm eyaletleri geride bırakmış durumda. Toplu taşıma yetersiz, kırsal bölgelerde doktor bulmak giderek güçleşiyor.
Tüm bu tablo, Alberta’da yaşanan ekonomik sıkıntıların federal hükümetin baskısıyla açıklanamayacağını da gösteriyor. Son on yılda petrol üretimi %50’den fazla arttı. TMX boru hattı gibi büyük ölçekli projeler, doğrudan federal bütçeyle finanse edilerek devreye alındı. Üretim arttı, fiyatlar yükseldi. Buna rağmen, bu büyüme istihdam yaratmadı; tam tersine petrol sektöründe 30 binden fazla kişi işini kaybetti. Ücretler düştü, kamu hizmetleri zayıfladı.
Petrol üreticileri ise aynı dönemde 192 milyar dolar gibi rekor düzeyde kâr açıkladılar. Yani Alberta’da değer üretimi sürüyor ama bu değer, eşit bir şekilde paylaşılmıyor. Sorun, dışarıdan dayatılan bir adaletsizlik değil; içeride, servetin paylaşımıyla ilgili derin bir yapısal sorun.
Egemenlik Tartışmalarında Kimin Sesi Eksik?
Alberta’da toprak ve doğal kaynaklar söz konusu olduğunda yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve çevresel adaletsizliklerden de söz etmek gerekir. Bu noktada yerli halkların durumu, son derece hassas bir boyut kazanıyor. Çünkü onlar için toprak ve çevre yalnızca birer ekonomik kaynak değil; kimliklerinin, tarihsel varlıklarının ve kültürel sürekliliklerinin ayrılmaz bir parçası. Toprak, yalnızca üzerinde yaşanılan bir alan değil; atalarla bağ kurulan, kutsal kabul edilen ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken bir yaşam alanı. Dolayısıyla çevresel yıkım ya da enerji projeleri, onlar açısından sadece ekonomik değil, doğrudan varoluşsal bir tehdit.
Alberta’daki yerli topluluklar, tarihsel olarak Kanada devletiyle imzalanan antlaşmalarla tanınmış belirli haklara sahip. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında yapılan Altıncı (Treaty 6), Yedinci (Treaty 7) ve Sekizinci Antlaşmalar (Treaty 8), belirli topraklar karşılığında sağlık, eğitim ve avlanma gibi temel hakları güvence altına almış metinler. Bugün Alberta’nın büyük bir bölgesi bu üç antlaşmanın kapsamına girmekte. Her ne kadar bazı Muhafazakâr çevreler bu hakları sorgulasa ve hatta inkar etse de, yerli halkların bu topraklar üzerinde hem yasal hem de tarihsel olarak güçlü hak iddiaları var.
Ne var ki, Kanada’daki pek çok meselede olduğu gibi, ayrılıkçılık tartışmalarında da yerli halkların konumu çoğu zaman göz ardı ediliyor. Oysa Alberta, bu antlaşmalar kapsamında olan birçok yerli topluluğa ev sahipliği yapmakta. İlk Uluslar Meclisi (Assembly of First Nations) ve birçok yerli lider, Alberta hükümetinin “egemenlik” odaklı söylemlerinde kendilerine yer verilmediğini vurguluyor. Ayrı bir Alberta senaryosunda, bu toplulukların toprak, öz yönetim ve kültürel haklarının nasıl korunacağı sorusu ise oldukca belirsiz. Bu yüzden pek çok yerli örgüt ve sol toplumsal aktör, ayrılıkçılık fikrine mesafeli ve temkinli yaklaşıyor.
Yerli halkların en güçlü endişelerinden biri de çevre meselesi. Birçok yerli lider, Alberta’daki enerji projelerinin hem kendi topraklarına zarar verdiğini hem de geleneksel yaşam biçimlerini tehdit ettiğini açıkça dile getiriyor. Bu nedenle mesele onlar için sadece siyasal temsiliyet değil, aynı zamanda hayatta kalma ve doğayla uyum içinde sürdürülebilir bir yaşam hakkı meselesi…
Zenginlik Yeraltından, Bedel Yeryüzünden
Alberta’nın ekonomik gücünün temelinde, petrol ve doğalgaz üretimi yer alıyor. Ancak bu üretim, sadece ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda ciddi çevresel tahribatları da beraberinde getiriyor. Özellikle kuzey Alberta’daki petrol kumları projeleri, dünyadaki en yoğun karbon salınımı yapan endüstriyel faaliyetler arasında sayılıyor. Ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirlenmesi, hayvan yaşam alanlarının bozulması ve aşırı su tüketimi bu faaliyetlerin doğrudan sonuçları arasinda. Bilim insanları, Alberta’nın mevcut enerji politikalarının, Kanada’nın iklim taahhütlerini yerine getirmesini imkânsız hale getirdiğini defalarca dile getirdiler ve getiriyorlar.
Ne var ki bu çevresel yıkım herkesi eşit biçimde etkilemiyor. Yerli topluluklar başta olmak üzere kırsal bölgelerde yaşayan halk, bu tahribatı hem ekonomik hem yaşamsal düzeyde doğrudan hissediyor. İçme suyuna erişim, sağlığa dair artan riskler, geleneksel avcılık ve balıkçılıkla geçinen toplulukların yaşam alanlarının daralması, mevcut üretim modelinin yol açtığı derin izlerden.
Ayrılıkçılık söylemlerinde sıkça tekrar edilen “doğal kaynaklarımızdan yeterince faydalanamıyoruz” şikâyeti, bu bağlamda oldukça dar bir perspektifi yansıtıyor. Çünkü burada kaynaklardan “faydalanmak”, yalnızca ekonomik kâr üzerinden değerlendiriliyor. Oysa bu üretim sürecinin hem insanlar hem de doğa üzerinde yarattığı tahribat, bu zenginliğin kimler tarafından ve nasıl paylaşıldığı sorusunu da beraberinde getiriyor.
Bu yüzden Alberta’daki toplumsal huzursuzlukları ve ayrılıkçı eğilimleri değerlendirirken, yalnızca siyasi ve ekonomik boyutlara değil, doğayla kurulan bu yıkıcı ilişkiye de dikkat kesilmek gerekiyor. Aksi hâlde tartışmalar sadece para ve kâr üzerinden yürür; yaşamın kendisi görünmez kalır.
Sonuç: Ayrılık Değil, Yüzleşme Zamanı
Bugün Alberta’daki ayrılıkçılık talebi, yalnızca anlık bir öfkenin ürünü değil; uzun süredir derinlerde biriken eşitsizliklerin, kimlik gerilimlerinin ve dışlanmışlık hissinin su yüzüne çıkış biçimlerinden biri.
Ancak bu taleplerin ardına dikkatle bakıldığında, ayrılıkçılığın kendi içinde barındırdığı bazı çelişkiler de yavaş yavaş belirginleşiyor. “Ottawa bizi engelliyor” diyenler, Alberta içinde artan gelir uçurumunu, petrol zenginliğinin bir azınlıkta yoğunlaştığını, kamu hizmetlerine erişimin giderek zorlaştığını ya göz ardı ediyor ya da dile getirmekten kaçınıyor.
Dahası, ayrılıkçı retorik çoğu zaman yerli halkların tarihsel ve hukuki haklarını, doğayla kurdukları yaşamsal bağları ve Alberta topraklarında süregelen çevresel yıkımı da görünmez kılıyor. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan topluluklar, yalnızca siyasi olarak değil, varoluşsal olarak da dışlanıyor. Oysa mesele, yalnızca eyaletin Ottawa ile olan ilişkisi değil; eyaletin kendi içinde kime kulak verdiği, kimi yok saydığı ve kimin pahasına büyüdüğüdür.
Bugün Alberta’da ciddi bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olunduğu inkâr edilemez. Ancak çözüm, ‘dış güçleri’ suçlamaktan değil; içerideki toplumsal eşitsizliklerle yüzleşmekten ve doğayla daha sürdürülebilir bir ilişki kurmaktan geçiyor. Bu nedenle mesele, ayrı bir Alberta kurmak değil; herkesin sesinin duyulduğu, adaletin ve ortak refahın paylaşıldığı bir Alberta’yı mümkün kılma meselesidir.
-
Görüş2 hafta önce
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?
-
Asya6 gün önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını1 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Avrupa2 hafta önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor
-
Rusya2 hafta önce
Ukrayna’dan Rus stratejik bombardıman üslerine kamyonlardan kalkan İHA’larla saldırı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya ve Ukrayna heyetleri tekrar İstanbul’da: Masada neler var?
-
Görüş1 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Dünya Basını2 hafta önce
Financial Times: Borç batağındaki ‘gelişmekte olan ülkeler’ için kayıp on yıl kapıda