Bizi Takip Edin

Görüş

Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi

Avatar photo

Yayınlanma

Orta Doğu saatiyle 16 Mayıs’ta, ABD Başkanı Trump Orta Doğu’daki üç Arap ülkesine yaptığı dört günlük resmi ziyaretini tamamladı. Bu, Trump’ın Beyaz Saray’a yeniden dönmesinden sonra gerçekleştirdiği ilk devlet ziyareti olup, Orta Doğu’nun ticari ve jeopolitik önemine verdiği değerin bir devamı niteliğindeydi. Her ne kadar Trump, ABD’nin bölgedeki bir numaralı müttefiki olan İsrail’i bu ziyarette “beklenmedik şekilde” es geçse de, “hasat turu” olarak görülen bu üç ülkelik gezi oldukça verimli geçti. Silah satışı, yatırım çekme, politika açıklama ya da düşman ve stratejik rakip “hasadı” açısından son derece parlak sonuçlar elde edildi. Trump’ın devasa “para çekme” başarısı bile tek başına ABD’nin askeri hegemon konumunu sağlamlaştırdığını, jeopolitik etki gücünü sürdürdüğünü ve diğer büyük güçlerin kısa vadede erişemeyeceği bir mali cazibe etkisine sahip olduğunu gösteriyor. Kısacası, ABD hâlâ Orta Doğu üzerinde güçlü biçimlendirme gücüne sahip tek dış güç.

13 Mayıs’ta başlayan Trump’ın Orta Doğu turu, Suudi Arabistan’dan başlayıp, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile sona erdi. Bu süreç, onun “güç diplomasisi” ve “ticaret diplomasisi” özelliklerini ön plana çıkardı. Söz konusu üç ülke Arap dünyasının en zengin ülkeleri olup, ulusal güvenlik açısından ABD’ye oldukça bağımlı. Trump’ın bu gezide büyük miktarda “para çekeceği” herkesçe bekleniyordu, ancak sonuçlar yine de şaşırtıcıydı.

Suudi Arabistan gibi “zengin ama zayıf” Körfez monarşilerinin ABD’ye büyük paralar ödeyerek güvenlik ve statü “satın alma” politikasını sürdürmesini sağlamak adına, Trump Beyaz Saray’a döner dönmez ilk dış ziyaretinin “ilk gecesini” Riyad’a vereceğini yüksek sesle duyurdu. Dahası, ABD-Rusya arasında ilk üst düzey görüşmenin ev sahipliğini yapması için Suudi Arabistan’ı özellikle seçti, bu ülkeye büyük prestij verdi. Hatta “Basra Körfezi”nin adını “Arap Körfezi” olarak değiştirmeyi bile önerdi — hazırlıklarını ve siyasi jestlerini eksiksiz yaptı.

Sekiz yıl önce Trump, Körfez’e ilk ziyaretinde Suudi Arabistan’dan 115 milyar dolardan fazla silah satışı elde etmiş, Riyad’dan 10 yıl içinde ABD’ye 400 milyar dolarlık yatırım taahhüdü almış, Katar ile de 40 milyar dolarlık silah anlaşması imzalamıştı. Bu ziyarette, Trump daha önce Beyaz Saray’da doğrudan yüzüne çıkıştığı Suudi Veliaht Prensi ve Başbakanı Muhammed bin Selman’a karşı önceki kibirli tutumunu tamamen bıraktı. 13 Mayıs’ta düzenlenen “Suudi-Amerikan Yatırım Forumu 2025”te adeta eğilerek, ev sahibi gence övgüler yağdırdı, onun “ne kadar büyük” ve “ne kadar bilge” olduğunu defalarca dile getirdi. Bu tutumu, genç liderin yüzünde tebessüm, coşkulu alkışlar ve ayakta teşekkür ile karşılık buldu.

ABD-Suudi ilişkileri yeni bir balayı dönemine girmiş durumda, hatta bu ilişkiler 21. yüzyıldaki en yüksek seviyeye ulaşmış olabilir. Bu durumun temelinde ise çıkar alışverişi ve petro-dolarlar yatıyor. Trump’ın Riyad’a vardığı gün, ABD ve Suudi Arabistan 142 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzaladı; bu, 10’dan fazla Amerikan savunma şirketini kapsayan beş ayrı savunma ekipmanı ve hizmetini içeriyor. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’ye 600 milyar dolarlık yatırım sözü verdi; stratejik ortaklığı derinleştirme, ekonomik refahı artırma ve önümüzdeki birkaç ay içinde toplam yatırımı 1 trilyon dolara çıkarma hedefiyle ortak çalışma sözü verildi. Bu, ABD-Suudi tarihinde imzalanmış en büyük silah ve yatırım anlaşmasıdır. Suudi yatırımları, ABD’nin enerji güvenliğini, savunma sanayisini, teknoloji üstünlüğünü ve küresel altyapı ile kritik maden kaynaklarına erişimini güçlendirecek.

Trump, Suudi Arabistan, BAE ve Katar gibi “dünyanın en zengin” Arap komşuları arasındaki hassas ilişkileri çok iyi biliyor. Suudi Arabistan ve BAE hem Arap Birliği’nin “yeni güç merkezleri” hem de kendi aralarında ekonomik ve siyasi rekabet içindeler. Katar ise daha önce bu iki ülkenin baskı ve dışlamasına uğramış, ancak serveti ve ABD’nin desteği sayesinde “yıkılamayan küçük Körfez gücü” unvanını kazanmıştı. Trump’ın bu üç ülkeyi birlikte ziyaret etme amacı, Suudi Arabistan’ı kaldıraç olarak kullanıp Katar ve BAE’yi sürece dâhil ederek “trilyon dolarlık hasat turu” hedefini gerçekleştirmekti.

Trump’ın ziyaretinden hemen önce, Katar kraliyet ailesi ABD yasalarını aşarak Pentagon aracılığıyla Trump’a 400 milyon dolar değerinde lüks bir Boeing 747-8 uçağı bağışladı. Bu uçak, 40 yılı aşkın süredir kullanılan “Air Force One”ın yerine geçecekti. Trump, 14 Mayıs’ta Doha’ya yaptığı ziyarette Katar Emiri Tamim ile görüşmesinde, ABD-Katar ilişkilerini “sadık bir dostluk” olarak niteledi ve iki tarafın birbirini “çok sevdiğini” söyledi. Aynı gün ABD ve Katar, toplam değeri 243,5 milyar doları aşan ekonomik iş birliği anlaşmaları imzaladı. Bunlar arasında Katar’ın 96 milyar dolar değerinde 210 adet Boeing uçağı satın alması da yer aldı — bu, Boeing tarihinin en büyük siparişi oldu. Katar ayrıca 3 milyar dolar değerinde MQ-9B insansız hava aracı ve anti-İHA sistemleri satın almayı da kabul etti.

2017’de Trump, Suudi Arabistan ve Katar’a ilk ziyaretini gerçekleştirdiğinde, önce Suudi Arabistan’ın Katar’ın “terörizmi finanse ettiği” yönündeki iddialarına destek verdi, ardından kısa sürede Katar’a “temize çıkma” yardımı yaptı. Bu fırsatçı yaklaşım — önce darbe, sonra yumuşatma — sayesinde, ABD’nin Körfez’deki en büyük hava üssüne ev sahipliği yapan Katar, ABD silahlarını çılgınca satın alarak güçlü bir koruma şemsiyesi kazandı ve sonunda Suudi Arabistan ile BAE’nin yoğun baskısından ve “kuşatmasından” kurtulmuş oldu.

Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen devasa “hediye paketleri” zemininde, 15’inde Trump son durağı olarak BAE’yi ziyaret etti. Bu ziyarette ABD ile 200 milyar doları aşan iş birliği anlaşmaları imzalandı. Ayrıca 260 bin metrekare alana kurulu, 5 GW kapasiteli bir veri merkezi ortak girişimi de duyuruldu — bu merkez, 2.5 milyon Nvidia B2000 çipini çalıştırabilecek kapasitede olacak. Aslında, bu yıl Mart ayında BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Bin Zayed’in ABD ziyareti sırasında, BAE’nin ABD’de 10 yıllık, toplam 1.4 trilyon dolarlık bir yatırım çerçevesi kurma sözü çoktan verilmişti. Yani, Trump Körfez turuna başlamadan önce bile BAE Beyaz Saray’a gönüllü olarak bol keseden hediye sunmuştu.

Trump’ın Körfez turu aynı zamanda bir politika duyuru gezisiydi. Suudi-Amerikan Yatırım Forumu’nda yaptığı bir saatlik doğaçlama konuşmada, Trump, önceki Amerikan hükümetlerinin Orta Doğu’ya müdahalelerini sahnevari bir şekilde kınadı; önceki başkanların Orta Doğu’da “inşa ettiğinden çok daha fazla ülke yıktığını” söyledi, “ABD’nin ebedi düşmanları yoktur” diyerek, “bugün en yakın dostlarımız, geçmişte savaştığımız ülkelerdi” ifadesini kullandı. Suudi Arabistan’ın kalkınma modelini örnek göstererek “kendi başına inşa etmenin” dış müdahaleye göre daha etkili olduğunu vurguladı. Analistler, para odaklı Trump’ın Amerikan değerlerini taşıyan müdahaleci diplomasi ve topyekûn güç politikalarını açıkça terk ettiğini, onun yerine “merkantilist” (ticaret merkezli) bir yaklaşımla Orta Doğu düzenini yeniden şekillendirmeyi hedeflediğini düşünüyor.

Dünya kamuoyunu asıl şaşırtan şey ise Trump’ın bu gezide sadık müttefiki İsrail’i “atlamasıydı.” Bu, ABD’nin büyük çıkarlarının İsrail’in küçük hesapları tarafından gölgelenmesini önlemek ve mevcut yönetimin Netanyahu’nun Gazze savaşındaki bataklığına daha fazla saplanmaması içindi. Daha önce Trump, İsrail’i fazla kayırdığı için Arap kamuoyundan tepki görmüştü. Ancak ABD-İsrail ilişkileri sarsılmaz olduğundan ve Trump’ın Netanyahu ile kişisel ilişkisi güçlü olduğundan, İsrail listede görünmese bile Trump içgüdüsel olarak “eski dostunu” unutmadı: Suudi Arabistan’a İsrail ile barış anlamına gelen “İbrahim Anlaşmaları”na katılması için çağrıda bulundu, Suriye ile İsrail arasında uzlaşma sağlanmasını teşvik etti ve ABD’nin Gazze’yi “alabileceği” yönündeki yanlış anlatısını sürdürdü.

Dünyayı esas sarsan ise, Trump’ın Riyad’da Suriye’nin yeni lideri Admed Şara ile ani ve kamuoyuna açık bir görüşme yapmasıydı. Bu görüşmede Trump, Şara’ya İsrail’le ilişkileri normalleştirme, ülkedeki “Filistinli teröristleri” sınır dışı etme ve kuzeydoğu Suriye’de cihatçıları hapsetmek için cezaevi kurma sorumluluğu üstlenme çağrısı yaptı. Görüşmeye Suudi Veliaht Prensi bizzat katıldı, Türkiye Cumhurbaşkanı da video bağlantısı ile iştirak etti — bu, 25 yıl sonra gerçekleşen ilk ABD-Suriye zirvesiydi. Dahası, Suudi ve Türk liderlerin çağrısıyla Trump, ABD’nin Suriye’ye uyguladığı onlarca yıllık ekonomik ve ticaret yaptırımlarını kaldırdığını açıkladı. Böylece Suriye’nin 46 yıllık uluslararası ve özellikle tek taraflı Amerikan yaptırımlarından kurtuluşu ilan edilmiş oldu.

Trump’ın Şara ile görüşmesi, “değerlerden arınmış diplomasi” ve “düşmanı dost yapma”nın tipik bir örneği sayılabilir. Zira Trump, Şara’nın geçmişte ABD tarafından uzun süre aranan “terörist” bir lider oluşunu ve Şam’daki yeni hükümetin hâlâ BM ve ABD’nin terör listesinde olan “Şam’ın Kurtuluşu” (HTŞ) örgütü tarafından yönetilmesini tamamen görmezden geldi. Hatta Suudi Arabistan’dan ayrılırken Trump, ABD medyasına bu eski “düşmanı” överek, onu “geçmişin sağlam savaşçısı, bugünün güneşli ve yakışıklı sert adamı” olarak niteledi. 16 Mayıs’ta, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Türkiye’nin Antalya kentinde Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani ile görüştü ve ABD’nin İran’dan uzak, barışçıl ve istikrarlı bir Suriye inşa edilmesine yardım edeceğini açıkça ifade etti.

Aslında Trump’ın dış politikasına aşina gözlemciler buna şaşırmadı. 2020 yılının Mart ayında, başkanlığının son döneminde, Trump Afganistan savaşını hızla sona erdirmek için ABD’nin 20 yıldır desteklediği Kabil hükümetini bir anda terk etmiş, hiçbir devlet onuru ya da siyasi etik tanımadan, düşman Taliban’la ateşkes karşılığında çekilme anlaşması imzalamıştı. Bu da Afganistan’da “iki hükümetli” bir yapı oluşturmuş ve kısa sürede Taliban’ın yeniden iktidara gelmesine yol açmıştı. Trump, devlet ciddiyetini hiçe sayarak Taliban liderlerini Beyaz Saray’a davet etmeye çalışmış, buna karşı çıkan Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’u da anında görevden almıştı.

Trump’ın bu son Orta Doğu diplomasi turundaki bir diğer önemli kazancı, “havuç ve sopa” yöntemiyle, “Direniş Ekseni”nin üç büyük gücü olan Yemen’deki Husiler, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İran’ı önemli tavizler vermeye zorlaması oldu. Trump’ın ziyareti öncesinde, Ürdün’ün başkenti Amman aracılığıyla ABD ile Husiler arasında bir ateşkes anlaşması sağlandı. Husi güçleri, Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırmama sözü verdi. Aynı zamanda Hamas, Trump’a bir “hoş geldin hediyesi” olarak son Amerikalı rehineyi serbest bıraktı — bu hareket, Trump yönetiminin İsrail’e tamamen tabi olmadığını takdir eden bir jest olarak da değerlendirildi. 15 Mayıs’ta Hamas’ın üst düzey yetkilisi Basem Naim medyaya, Hamas’ın ABD ile doğrudan müzakerelerde bulunduğunu ve Gazze çatışmasını sona erdirecek bir ateşkes anlaşması yapmaya çalıştıklarını söyledi… Kalıcı bir ateşkese ulaşılırsa, Hamas Gazze Şeridi’nin kontrolünü devredebilir.

Trump’ın ziyareti öncesinde, Amerikan temsilciler İran’la Umman’ın başkenti Maskat’ta dört tur görüşme gerçekleştirdi. Her iki taraf da bu görüşmelerde “yapıcı” ilerleme kaydedildiğini belirtti. Trump, Riyad’da bulunduğu sırada Tahran’a tekrar seslendi, İran liderlerini “yeni ve daha iyi bir yol” seçmeye ve Washington’la yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çağırdı. Bu diplomatik çözüm fırsatının “sonsuza kadar sürmeyeceğini” vurguladı ve “İran liderliği bu zeytin dalını reddederse… başka seçeneğimiz kalmaz, İran’ın petrol ihracatını sıfıra indiririz” diyerek tehditte bulundu.

Belki önceki dört görüşme Trump’ın sınırlarını ve niyetini açık etti, belki Trump’ın ilk dönemindeki “aşırı baskı” kampanyasının acı hatıraları etkili oldu, belki de “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın stratejik fiyaskosu ya da Rusya’nın ABD-İran askeri çatışmasına karışmayacağını açıkça ilan etmesi etkiliydi. Belki de Trump’ın son dönemde Husiler ve Hamas’la kurduğu olumlu temaslar… Tüm bu sert gelişmeler, İran hükümetini Trump’ın yumuşak ve sert taktiklerini harmanladığı diplomatik saldırısına karşı hızlı ve net bir yanıt vermeye itti.

14 Mayıs’ta, İran’ın dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, NBC’ye verdiği demeçte İran’ın ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında ABD ile bir anlaşma yapmaya hazır olduğunu söyledi. Şemhani, İran’ın asla nükleer silah üretmeyeceği sözünü vereceğini, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunu yok edeceğini, uranyum zenginleştirmeyi sadece sivil ihtiyaçlar için gerekli düşük düzeyde tutmayı kabul edeceğini ve bu sürecin uluslararası denetçilere açık olacağını ifade etti.

Gözlemciler, bunun İran’ın nükleer meselede şimdiye kadar sergilediği en hızlı ve en esnek taviz olduğunu düşünüyor. Daha önce İranlı müzakereciler sert bir tutum sergilese de, Trump’ın Körfez’deki “hasat turunun” bu denli başarılı geçmesi, ABD-Arap ilişkilerinin daha da güçlenmesi, ABD-Suriye ilişkilerindeki tarihi yön değişimi ve “Direniş Ekseni” üyelerinin kendi yollarına gitmesi Tahran’ı hızlıca diplomatik duruşunu ve nükleer kriz pozisyonunu değiştirmeye zorladı. 15 Mayıs’ta Trump, Doha’dan BAE’ye geçmeden önce yaptığı açıklamada, ABD ile İran’ın nükleer anlaşmaya varmaya “çok yaklaştığını” ve Tahran’ın “belirli ölçüde” şartları kabul ettiğini belirtti.

Kısacası, Trump bu Orta Doğu gezisinden çok önemli kazanımlarla döndü. Beklenmedik gelişmeler, onun güç temelli ve “anlaşma odaklı” diplomasisinin Orta Doğu jeopolitiğini dönüştürdüğünü ve şekillendirdiğini ortaya koydu. İç ve dış sorunlara rağmen, ABD’nin stratejik temeli hâlâ güçlü ve istikrarlı. Egemen varlık fonlarının büyük bölümünü zaten ABD pazarına yatırmış olan Körfez’in başlıca petrol üreten ülkeleri, gelecekteki servetlerini korumak, artırmak ve yüksek teknolojiye yönelmek için stratejik müttefik olarak yine ABD’ye güveniyor. Buna karşın, bu ülkelerin diğer büyük ekonomilere yaptığı yatırımlar yok denecek kadar az — “karabiber serpiştirmek” ya da “çiseleyen yağmur” gibi — bu da ABD’nin hâlâ sarsılamaz tek süper güç konumunu açıkça ortaya koyuyor.

Aynı zamanda, “Şii Hilali”nin giderek çökmesi, “Direniş Ekseni”nin dağılması, ABD’nin Arap ülkeleri ve Türkiye ile ilişkilerinin güçlenmesi, Arap ülkeleri ile İsrail arasında imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”nın genişlemeye devam etmesi ve bu yıl ABD-İran ilişkilerinde büyük bir değişim ihtimalinin belirmesi, yepyeni bir Orta Doğu’nun şekillenmekte olduğunu gösteriyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Görüş

Bir eyaletten fazlası: Alberta’nın ayrılıkçılığı üzerine düşünceler

Yayınlanma

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi

Kanada’nın batısında, uçsuz bucaksız bozkırları, zengin yeraltı kaynakları ve özellikle petrol ile doğal gaz üretimindeki ağırlığıyla bilinen Alberta eyaleti, son yıllarda federal yönetime karşı yükselen seslerle yeniden gündeme geliyor. Vergi, çevre ve enerji politikaları üzerine yaşanan anlaşmazlıklar, zaman zaman “ayrılalım mı?” sorusunu dahi masaya taşıyor. 2021’de yapılan eşitlik transferleri (equalization payments) referandumu ve özellikle 2025 federal seçim sürecinde alevlenen tartışmalar, bu eğilimlerin artık marjinal bir söylem olmaktan çıkıp toplumun daha geniş kesimleri tarafından da sahiplenildiğini gösteriyor.

Ancak Alberta’daki ayrılıkçı talepleri ve çıkışları yalnızca anlık ve öfkeli tepkiler olarak görmek eksik olur. Bu tepkiler, eyaletin tarihsel, ekonomik, kültürel ve çevresel dinamiklerinin kesişim noktasında gelişen çok katmanlı bir yapının ürünü. Ayrılıkçı söylemin yükselişini anlamak için yalnızca Ottawa’ya yönelik siyasi hoşnutsuzluğa değil; Alberta içinde büyüyen gelir eşitsizliklerine, enerji zenginliğinin toplumun geneline yansımamasına ve yerli halkların sistematik dışlanmasına da bakmak gerekiyor.

Kanada, yaklaşık 10 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ikinci ülkesi. Doğudaki Halifax’tan batıdaki Vancouver’a uçuş süresi 5 ila 6 saat arasında değişiyor. Devasa bir coğrafya bu… Sadece yüzölçümüyle değil, aynı zamanda 10 eyalet ve 3 bölgeden oluşan federal yapısıyla, ekonomik ve kültürel çeşitliliğiyle de dikkat çeken bir ülke. Bu çeşitlilik yalnızca farklı etnik kökenlerden gelen toplulukları değil, aynı zamanda bölgesel kimlikleri ve siyasal yönelimleri de kapsıyor. Alberta’daki ayrılıkçılığı da, bu çok katmanlı yapının bir yansıması olarak düşünmek mümkün.

Son yıllarda bazı siyasi aktörler, Alberta’nın sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da Kanada’nın geri kalanından farklılaştığını savunmaya basladilar. Bu görüşe göre Alberta, bireysel özgürlük, girişimcilik ve düşük vergilendirme gibi değerleri önceleyen, kendine özgü bir siyasal kültür geliştirmiş durumda. İlginçtir ki, 2025 federal seçim sürecinde ayrılıkçılığı destekleyen bazı grupların kullandığı söylemler, Amerika’daki Trumpçı çevrelerle dikkat çekici paralellikler taşıyor. Bu da gösteriyor ki Alberta’daki ayrılıkçılık, artık yalnızca ekonomik değil; ideolojik ve kültürel bir kimlik ifadesine dönüşmüş durumda.

Alberta’da Ayrılık Düşüncesinin Kısa Tarihi

Kanada’da ayrılıkçılık dendiğinde akla gelen ilk örnek uzun yıllar boyunca Quebec oldu. Büyük oranda Fransızca konuşan nüfusu ve farklı tarihsel-kültürel yapısıyla Quebec, 1980 ve 1995’te iki kez bağımsızlık referandumu düzenledi. Özellikle 1995’teki referandum yalnızca %1,2 farkla reddedilmişti. Burada önemli bir farkı vurgulamak gerekiyor: Quebec’te ayrılıkçılık daha çok kültürel kimlik ve anayasal eşitlik talepleri üzerinden şekillenirken, Alberta’daki ayrılıkçılık ekonomik kaynakların paylaşımı, enerji politikaları ve siyasi temsil krizine odaklanıyor.

Alberta’da ayrılma fikri yeni değil. 1930’lu yılların Büyük Buhranı sırasında ekonomik sıkıntılar, halkın tepkisini Ottawa’daki merkezi yönetime yöneltmeye başladı. Bu dönemde iktidara gelen William Aberhart liderliğindeki Social Credit Partisi, eyaletin kendi ekonomik sistemini kurmasını savunuyordu. Merkeze karşı geliştirilen bu tutumlar açıkça “ayrılalım” demese de, Alberta’nın siyasi hafızasında iz bıraktı. (İyi bir Hristiyan olan Aberhart, yalnızca ekonomi politikalarıyla değil, gökyüzüne uzanan ahlak anlayışıyla da hatırlanıyor. Öyle ki, 1960’lara kadar Alberta semalarında uçan ticari uçaklarda, yolcular alkol servisi için eyalet sınırının dışına çıkmayı beklemek zorundaydı. Aberhart’ın etkisi bulutların bile üzerine sinmişti!)

1980’lerde dönemin Başbakanı Pierre Trudeau’nun başlattığı Ulusal Enerji Programı (NEP) Alberta’daki ayrılıkçı eğilimleri yeniden alevlendirdi. Federal hükümetin enerji kaynak ve gelirlerini ulusal ölçekte dengelemeye çalışması, Alberta’da “zenginliğimiz elimizden alınıyor” algısını doğurdu. Bu dönemde başlayan “Trudeau nefreti” bugüne dek canlılığını korudu; Pierre’in oğlu Justin Trudeau da başbakanlığı süresince bu tepkiden fazlasıyla nasibini aldı.

Bu atmosferde, Bati Kanada Konsepti (Western Canada Concept) gibi açıkça ayrılıkçı partiler sahneye çıktı. 2000’li yıllarda Alberta Bağımsızlık Partisi ve Ayrılıkçı Alberta Partisi gibi yapılar ortaya çıksa da geniş bir destek tabanı oluşturamadılar ve marjinal kaldılar.

Ancak 2019 seçimlerinden sonra tablo değişmeye başladı. Alberta’dan Liberal Parti’ye hiç milletvekili çıkmaması, “Ottawa artık bizi temsil etmiyor” söylemini yeniden canlandırdı. 2022’de iktidara gelen Birleşik Muhafazakâr Parti (United Conservative Party – UCP) lideri Danielle Smith, bu eğilimi daha da ileriye taşıdı. Anayasaya uygunluğu tartışmalı olan “Birleşik Kanada İçerisinde Alberta Egemenliği Yasası”nı çıkararak federal yasalara karşı koyma hakkını savundu ve ayrılıkçı söylemi kurumsallaştırmaya başladı.

2023 seçimlerinde UCP yeniden iktidara geldi. Kampanyada “egemenlik” teması ön plana çıkarıldı. Seçimden sonra da özellikle vergi, enerji ve sağlık politikalarında federal hükümete karşı mesafeli bir tutum sürdürüldü. Smith doğrudan bağımsızlığı savunmasa da, onu destekleyen bazı gruplar içinde ayrılık fikri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı.

Bu sürecin zeminini hazırlayan gelişmelerden biri de 2021’de yapılan eşitlik transferleri referandumuydu. Alberta halkının %61,7’si, Anayasa’nın mali eşitliği gözeten 36(2). maddesinin kaldırılmasını destekledi. Bu madde, federal hükümetin eyaletler arasında mali denge ve eşit kamu hizmeti sunumunu gözetmesini öngörüyor. Dönemin eyalet başbakanı Jason Kenney bu sonucu, Ottawa’ya karşı güçlü bir mesaj olarak yorumladı. Bu referandum, ayrılığı doğrudan getirmese de, eyaletin siyasi yöneliminde ciddi bir değişim habercisiydi.

Son olarak, 2025 seçimlerinde Liberallerin yeniden iktidara gelmesi, Alberta’daki güvensizlik duygusunu daha da keskinleştirdi. Seçimin hemen ardından ayrılıkçı söylemler daha görünür hale geldi. Mayıs ayında yayımlanan bir Angus Reid anketine göre, Albertalıların %36’sı Kanada’dan ayrılma yönünde oy vereceğini belirtti. Dahası, %17’si Alberta’nın Amerika’nın 51. eyaleti olmasını desteklediğini söyledi. Bu sonuçlar, yalnızca bir hoşnutsuzluğa değil, aynı zamanda Alberta’da aidiyet, temsil ve yönelim duygusuna dair derin bir tartışmanın varlığına işaret ediyor.

Alberta’nın Petrolü Var, Adil Paylaşım Tartışmalı

Alberta’nın ekonomik yükselişi, 1947’de Leduc’daki büyük petrol keşfiyle başladı. O tarihten bu yana eyalet, Kanada’nın enerji haritasında merkezi bir rol üstleniyor. Bugün Alberta, ülkenin petrol üretiminin yaklaşık %84’ünü gerçekleştiriyor. 2024 verilerine göre eyalette kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) 72.000 Kanada doları civarında. Ancak bu yüksek üretim ve gelir rakamları, geniş halk kesimleri için aynı oranda refah anlamına gelmiyor.

Son on yıla, yani Liberallerin Ottawa’da iktidarda olduğu döneme baktığımızda, sıradan Albertalıların şikâyetlerinde haksız olmadıklarını gösteren pek çok gösterge var. Kanada’nın TÜİK’i (ama biraz daha dürüst ve güvenilir) olan StatsCan verilerine göre Alberta, bu dönemde düşük gelirli nüfus oranındaki artışta ülke genelinde ikinci sıraya yerleşti. Reel ücretlerde, yani enflasyona göre ayarlanmış maaşlarda %10’luk bir düşüş yaşandı. Bu, Kanada’daki en büyük gerileme. Üstelik eyalette asgari ücret, yedi yıldır yerinden kıpırdamadı. Halkın sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimi zorlaştı, elektrik fiyatları, otomotiv sigortası ve okul harçları hızla yükseldi. Alberta bu kalemlerde, diğer tüm eyaletleri geride bırakmış durumda. Toplu taşıma yetersiz, kırsal bölgelerde doktor bulmak giderek güçleşiyor.

Tüm bu tablo, Alberta’da yaşanan ekonomik sıkıntıların federal hükümetin baskısıyla açıklanamayacağını da gösteriyor. Son on yılda petrol üretimi %50’den fazla arttı. TMX boru hattı gibi büyük ölçekli projeler, doğrudan federal bütçeyle finanse edilerek devreye alındı. Üretim arttı, fiyatlar yükseldi. Buna rağmen, bu büyüme istihdam yaratmadı; tam tersine petrol sektöründe 30 binden fazla kişi işini kaybetti. Ücretler düştü, kamu hizmetleri zayıfladı.

Petrol üreticileri ise aynı dönemde 192 milyar dolar gibi rekor düzeyde kâr açıkladılar. Yani Alberta’da değer üretimi sürüyor ama bu değer, eşit bir şekilde paylaşılmıyor. Sorun, dışarıdan dayatılan bir adaletsizlik değil; içeride, servetin paylaşımıyla ilgili derin bir yapısal sorun.

Egemenlik Tartışmalarında Kimin Sesi Eksik?

Alberta’da toprak ve doğal kaynaklar söz konusu olduğunda yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve çevresel adaletsizliklerden de söz etmek gerekir. Bu noktada yerli halkların durumu, son derece hassas bir boyut kazanıyor. Çünkü onlar için toprak ve çevre yalnızca birer ekonomik kaynak değil; kimliklerinin, tarihsel varlıklarının ve kültürel sürekliliklerinin ayrılmaz bir parçası. Toprak, yalnızca üzerinde yaşanılan bir alan değil; atalarla bağ kurulan, kutsal kabul edilen ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken bir yaşam alanı. Dolayısıyla çevresel yıkım ya da enerji projeleri, onlar açısından sadece ekonomik değil, doğrudan varoluşsal bir tehdit.

Alberta’daki yerli topluluklar, tarihsel olarak Kanada devletiyle imzalanan antlaşmalarla tanınmış belirli haklara sahip. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında yapılan Altıncı (Treaty 6), Yedinci (Treaty 7) ve Sekizinci Antlaşmalar (Treaty 8), belirli topraklar karşılığında sağlık, eğitim ve avlanma gibi temel hakları güvence altına almış metinler. Bugün Alberta’nın büyük bir bölgesi bu üç antlaşmanın kapsamına girmekte. Her ne kadar bazı Muhafazakâr çevreler bu hakları sorgulasa ve hatta inkar etse de, yerli halkların bu topraklar üzerinde hem yasal hem de tarihsel olarak güçlü hak iddiaları var.

Ne var ki, Kanada’daki pek çok meselede olduğu gibi, ayrılıkçılık tartışmalarında da yerli halkların konumu çoğu zaman göz ardı ediliyor. Oysa Alberta, bu antlaşmalar kapsamında olan birçok yerli topluluğa ev sahipliği yapmakta. İlk Uluslar Meclisi (Assembly of First Nations) ve birçok yerli lider, Alberta hükümetinin “egemenlik” odaklı söylemlerinde kendilerine yer verilmediğini vurguluyor. Ayrı bir Alberta senaryosunda, bu toplulukların toprak, öz yönetim ve kültürel haklarının nasıl korunacağı sorusu ise oldukca belirsiz. Bu yüzden pek çok yerli örgüt ve sol toplumsal aktör, ayrılıkçılık fikrine mesafeli ve temkinli yaklaşıyor.

Yerli halkların en güçlü endişelerinden biri de çevre meselesi. Birçok yerli lider, Alberta’daki enerji projelerinin hem kendi topraklarına zarar verdiğini hem de geleneksel yaşam biçimlerini tehdit ettiğini açıkça dile getiriyor. Bu nedenle mesele onlar için sadece siyasal temsiliyet değil, aynı zamanda hayatta kalma ve doğayla uyum içinde sürdürülebilir bir yaşam hakkı meselesi…

Zenginlik Yeraltından, Bedel Yeryüzünden

Alberta’nın ekonomik gücünün temelinde, petrol ve doğalgaz üretimi yer alıyor. Ancak bu üretim, sadece ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda ciddi çevresel tahribatları da beraberinde getiriyor. Özellikle kuzey Alberta’daki petrol kumları projeleri, dünyadaki en yoğun karbon salınımı yapan endüstriyel faaliyetler arasında sayılıyor. Ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirlenmesi, hayvan yaşam alanlarının bozulması ve aşırı su tüketimi bu faaliyetlerin doğrudan sonuçları arasinda. Bilim insanları, Alberta’nın mevcut enerji politikalarının, Kanada’nın iklim taahhütlerini yerine getirmesini imkânsız hale getirdiğini defalarca dile getirdiler ve getiriyorlar.

Ne var ki bu çevresel yıkım herkesi eşit biçimde etkilemiyor. Yerli topluluklar başta olmak üzere kırsal bölgelerde yaşayan halk, bu tahribatı hem ekonomik hem yaşamsal düzeyde doğrudan hissediyor. İçme suyuna erişim, sağlığa dair artan riskler, geleneksel avcılık ve balıkçılıkla geçinen toplulukların yaşam alanlarının daralması, mevcut üretim modelinin yol açtığı derin izlerden.

Ayrılıkçılık söylemlerinde sıkça tekrar edilen “doğal kaynaklarımızdan yeterince faydalanamıyoruz” şikâyeti, bu bağlamda oldukça dar bir perspektifi yansıtıyor. Çünkü burada kaynaklardan “faydalanmak”, yalnızca ekonomik kâr üzerinden değerlendiriliyor. Oysa bu üretim sürecinin hem insanlar hem de doğa üzerinde yarattığı tahribat, bu zenginliğin kimler tarafından ve nasıl paylaşıldığı sorusunu da beraberinde getiriyor.

Bu yüzden Alberta’daki toplumsal huzursuzlukları ve ayrılıkçı eğilimleri değerlendirirken, yalnızca siyasi ve ekonomik boyutlara değil, doğayla kurulan bu yıkıcı ilişkiye de dikkat kesilmek gerekiyor. Aksi hâlde tartışmalar sadece para ve kâr üzerinden yürür; yaşamın kendisi görünmez kalır.

Sonuç: Ayrılık Değil, Yüzleşme Zamanı

Bugün Alberta’daki ayrılıkçılık talebi, yalnızca anlık bir öfkenin ürünü değil; uzun süredir derinlerde biriken eşitsizliklerin, kimlik gerilimlerinin ve dışlanmışlık hissinin su yüzüne çıkış biçimlerinden biri.
Ancak bu taleplerin ardına dikkatle bakıldığında, ayrılıkçılığın kendi içinde barındırdığı bazı çelişkiler de yavaş yavaş belirginleşiyor. “Ottawa bizi engelliyor” diyenler, Alberta içinde artan gelir uçurumunu, petrol zenginliğinin bir azınlıkta yoğunlaştığını, kamu hizmetlerine erişimin giderek zorlaştığını ya göz ardı ediyor ya da dile getirmekten kaçınıyor.

Dahası, ayrılıkçı retorik çoğu zaman yerli halkların tarihsel ve hukuki haklarını, doğayla kurdukları yaşamsal bağları ve Alberta topraklarında süregelen çevresel yıkımı da görünmez kılıyor. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan topluluklar, yalnızca siyasi olarak değil, varoluşsal olarak da dışlanıyor. Oysa mesele, yalnızca eyaletin Ottawa ile olan ilişkisi değil; eyaletin kendi içinde kime kulak verdiği, kimi yok saydığı ve kimin pahasına büyüdüğüdür.

Bugün Alberta’da ciddi bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olunduğu inkâr edilemez. Ancak çözüm, ‘dış güçleri’ suçlamaktan değil; içerideki toplumsal eşitsizliklerle yüzleşmekten ve doğayla daha sürdürülebilir bir ilişki kurmaktan geçiyor. Bu nedenle mesele, ayrı bir Alberta kurmak değil; herkesin sesinin duyulduğu, adaletin ve ortak refahın paylaşıldığı bir Alberta’yı mümkün kılma meselesidir.

Okumaya Devam Et

Görüş

Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

27 Mayıs’ta, AB’nin 27 üyesi Avrupa savunma sanayisini güçlendirmeye yönelik büyük bir planı onayladı. Bu, Avrupa’nın savunma politikasının ABD öncülüğündeki NATO sistemine bağımlılıktan uzaklaşıp bağımsızlık ve öz yeterliliğe yöneldiğini gösteriyor. Bu büyük değişim, ay sonunda yapılacak NATO zirvesinde savunma harcamalarının önemli ölçüde artırılmasıyla kısmen onaylanacak. Aynı zamanda, AB’nin hem siyasi lideri hem de ekonomik motoru konumundaki Almanya, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez büyük çapta kalıcı birliklerini yurtdışına konuşlandırıyor. Bu, Almanya’nın uzun süredir benimsediği yurtiçi savunma çizgisinden çıkıp Avrupa savunmasında öncü rol üstlenmeye başladığı anlamına geliyor. Bu üç önemli gelişme, dünyanın tanıdığı Batı bloğunun çözülmekte olduğunu simgeliyor, Avrupa güvenlik yapısının yeniden şekillendiğine işaret ediyor ve Almanya ile Rusya’nın doğrudan çatışmaya sürüklenmesi, hatta Avrupa’nın yeniden büyük çaplı bir savaşa girmesi konusunda uzun vadeli endişeleri tetikliyor.

27 Mayıs’taki Brüksel toplantısında, Avrupa Konseyi, AB tarihinin en iddialı savunma planlarından biri olan “Avrupa Güvenlik Eylemi”ni resmen onayladı; plan 29 Mayıs’ta yürürlüğe girecek. Bu plana göre, AB finans piyasalarından 150 milyar avro toplayacak ve bunu üye ülkelere savunma sanayilerini geliştirmek, askeri teçhizat üretimini artırmak ve genel AB askeri-stratejik kapasitesini iyileştirmek için kredi olarak verecek.

Bu 150 milyar avroluk yatırım sadece ilk adım; kıtanın yeniden silahlanmasına yönelik çok daha büyük bir stratejinin parçası. AB Komisyonu, önümüzdeki on yıl içinde toplamda 800 milyar avro toplama hedefinde. Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, bunu “bir nesilde bir kez görülecek bir an” ve Avrupa’nın stratejik özerkliğe doğru attığı belirleyici bir adım olarak nitelendirdi.

Plan kapsamında, üyeler ortak satın alma yoluyla silah alırken bu krediden faydalanabilecek. Krediden yararlanmak için proje bileşenlerinin en az %65’i AB’den, AB aday veya potansiyel aday ülkelerden ya da AB ile savunma anlaşması imzalamış ülkelerden (Norveç, Birleşik Krallık, Moldova, Ukrayna, İzlanda, İsviçre, Kuzey Makedonya, Arnavutluk ve Asya’dan Japonya, Güney Kore gibi) gelmeli.

Bu, ABD, Türkiye ve İngiltere gibi AB dışı üreticilerin ihalelere sınırlı şekilde katılabileceği anlamına geliyor: her projede en fazla %15, bazı sıkı şartlarla %35. Bu şartlar arasında AB yüklenicileriyle mevcut işbirliği veya iki yıl içinde AB’li yükleniciye geçiş taahhüdü yer alıyor.

AB’nin teknolojik egemenliğini korumak için merkezi bir kurum, üçüncü ülkelerin Avrupa’da üretilen teçhizata uzaktan erişimini engelleyecek. Bu, ABD yazılım şirketlerinin “Avrupa Güvenlik Eylemi” kapsamında geliştirilen insansız hava araçlarına katılımını sınırlandıracak. Ayrıca, ölçek ekonomisini artırmak, birlikte çalışabilirliği geliştirmek ve savunma sanayiinin parçalanmasını önlemek amacıyla, krediden yararlanmak için en az iki ülkenin ortak alım yapması gerekiyor. İstisnai durumlarda tek ülke de alım yapabiliyor.

İlk 150 milyar avro; top mermisi, füze, İHA, hava savunma sistemi, askeri nakliye uçağı, siber savunma ve yapay zekâya yönlendirilecek. Analistler, bu önceliğin, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle tükenen AB konvansiyonel silah stoklarını yenilemeye ve Ukrayna’nın savaş kabiliyetini desteklemeye yönelik olduğunu düşünüyor.

AB’nin bu büyük savunma bütçesi, dünyadaki tarihi değişimlere verilen kaçınılmaz bir yanıt; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücünü artırmaya yönelik önemli bir adım. Aynı zamanda Trump döneminin izolasyoncu ABD’si ile Avrupa arasındaki uzaklaşmanın da sonucu. AB liderleri, ABD’nin Rusya ile barış arayışı bahanesiyle Ukrayna’yı ve Avrupa’yı terk ettiğine inanıyor. Artık ABD’ye güvenemeyeceklerini, hatta olası bir Avrupa savaşı durumunda ABD’nin eskisi gibi kurtarıcı olmayacağını düşünüyorlar.

Buna paralel olarak, NATO Genel Sekreteri Rutte, 24–25 Haziran’da yapılacak NATO zirvesinde üyelerin 2032’ye kadar savunma harcamalarını GSYH’nin %3,5’i düzeyine çıkarması ve buna ek olarak %1,5 savaşla ilişkili harcamalar yapması konusunda anlaşmasını umuyor. Bu toplamda GSYH’nin %5’i demek—bu, ABD’nin uzun süredir talep ettiği %2 hedefinin iki katı. ABD, Kanada ve Türkiye hariç tüm NATO üyeleri Avrupa’da bulunduğundan, bu yük Avrupa’nın omuzlarında olacak ve ABD’nin bir gün NATO’dan tamamen çekilmesine karşı hazırlık anlamına geliyor.

Trump’ın ilk döneminde ABD, bazı Avrupa ülkelerini %2’ye ulaşmaları için NATO’yu dağıtmakla tehdit etmişti. İkinci döneminde ise bu oranı %5’e çıkarma baskısı arttı. Yeni Genel Sekreter Rutte’nin arabuluculuğuyla NATO dışişleri bakanları 14 Mayıs’ta bu yeni hedefi ilk kez tartıştı ve “%3,5 + %1,5” şeklinde bir uzlaşmaya vardı: İlki silahlı kuvvetler için, ikincisi savaşla ilgili altyapılar için. Bu, Avrupa NATO üyelerinin askeri harcamalarının 2024’teki 476 milyar dolardan 7 yıl içinde 1,15 trilyon dolara çıkması anlamına geliyor. En güçlü ekonomi olan Almanya’nın savunma bütçesi 52 milyar avrodan 215 milyar avroya çıkarılacak.

NATO Askeri Harcamalarının İki Katına Çıkması, Yalnızca Trump Yönetiminin Doğrudan Baskısından Kaynaklanmıyor, Aksine ABD’nin Yükü Kaydırmasının Yarattığı “Avrupa Paniğinin” Sonucu

NATO’nun askeri harcamalarının iki katına çıkması, açıkça sadece Trump yönetiminin doğrudan baskısının sonucu değil; asıl olarak ABD’nin üzerindeki yükü başkalarına kaydırması ve kendi görevini yerine getirmemesinin tetiklediği “Avrupa paniği”nin bir sonucudur. NATO’nun Avrupa’daki ortakları isteksiz olsalar da kaotik bir gerçeklik ve belirsiz bir gelecekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Dünya düzeninde büyük değişimlerin yaşanması yadsınamaz bir tarihsel süreçtir; ABD’nin gücündeki düşüş ve liderlik isteğinin azalması giderek güçlenen bir eğilimdir; Rusya’nın jeopolitik baskısı ise hem yakın hem de uzun sürelidir. Bu üç faktör, Avrupa’nın stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma öz yeterliliği yönündeki adımlarını, ideal ve slogandan bilinçli ve gönüllü stratejik tercihlere dönüştürmüştür.

Avrupa’nın savunma gücünü güçlendirmesinin üçüncü göstergesi olan ve en güçlü AB üyesi ve NATO Avrupa ortağı olan Almanya, askeri yapılanma, özerklik ve duruş açısından yeni ve tarihi adımlar atmış; II. Dünya Savaşı sonrası ilk kez zırhlı birliği tamamen yeniden yapılandırarak yurtdışına kalıcı olarak konuşlandırmak gibi çarpıcı bir adım atmıştır.

22 Mayıs’ta Almanya Federal Ordusu’nun 45. Zırhlı Tugayı, Baltık’taki NATO müttefiki ve “ön cephe ülkelerinden” biri olan Litvanya’ya resmen konuşlandırıldı. Bu tugay, özel olarak yurtdışı muharebeleri için kurulan mekanize bir birlik olup yaklaşık 5000 askerlik tam teşkilata sahiptir ve 2027’ye kadar tamamen konuşlandırılması beklenmektedir. Litvanya’nın başkenti Vilnius yakınındaki Rukla Askeri Üssü’nde konuşlanacak olan birlik, Rusya’nın müttefiki olan Belarus’a sadece 20 kilometre mesafededir. Litvanya, Belarus ve Rusya’nın Baltık bölgesindeki Kaliningrad toprağı ile sınır komşusudur; Litvanya ile Polonya’yı birbirine bağlayan Suwałki Koridoru ise NATO’nun doğu kanadındaki en zayıf savunma noktası olarak kabul edilmektedir.

Almanya Başbakanı Merz, tugayın açılış töreninde yaptığı açıklamada, bu adımın Almanya Federal Ordusu’nun “yeni bir döneme girdiğini” gösterdiğini ve “NATO’nun doğu kanadının savunmasını kendi ellerimize aldığımızı” belirtti. NATO’nun kolektif savunmasına olan bağlılığını yineleyen Merz, Almanya’nın sorumluluk üstleneceğini ve “Avrupalı müttefikleri hayal kırıklığına uğratmayacağını” söyledi. Litvanya Cumhurbaşkanı Nausėda, Almanya’nın bu hamlesini NATO güvenlik yapısı ve Avrupa açısından “kilometre taşı” olarak değerlendirdi. 26’sında Merz, Almanya ve müttefiklerinin artık Ukrayna’ya sağlanan silahların menzilini sınırlamayacaklarını açıkladı. 28’inde ise Almanya, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy’e uzun menzilli füze sistemleri geliştirme konusunda yardım sözü verdi.

Almanya’nın zırhlı birliklerini sınıra yakın konuşlandırması, ABD, İngiltere ve Fransa’yı takip ederek Ukrayna’ya sağlanan füzelerdeki menzil sınırını kaldırması ve uzun menzilli füzeler konusunda Ukrayna’ya destek vermesi üzerine, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov 28 Mayıs’ta Almanya’yı iki dünya savaşının hatalarını tekrarlamaması konusunda açıkça uyardı. Lavrov, “Almanya’nın savaşa doğrudan karıştığı açık; bu, geçen yüzyılda iki kez çöküşe götüren aynı yolda ilerlediğini gösteriyor,” dedi. Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev de, Almanya’nın ekipman ve uzmanlarının Rusya’ya karşı yürütülen operasyonlara doğrudan katıldığını belirterek, Almanya’nın fiilen Ukrayna çatışmasının tarafı ve Rusya’nın yeniden düşmanı haline geldiğini söyledi.

21 Mart’ta, Almanya Federal Meclisi 500 milyar avroluk bir mali paket onayladı. Bu, Almanya’nın uzun süredir uyguladığı “borç freni” merkezli mali disiplin politikasından vazgeçtiği anlamına geliyor. Bu paket, hükümete savunma ve altyapı yatırımları için büyük çaplı borçlanma imkânı tanıyor. Alman parlamentosu, savunma ve siber güvenlik harcamalarına yönelik anayasal kısıtlamaları kaldırarak Anayasa’da değişiklik yaptı. 2025 savunma bütçesine 100 milyar avro eklenmesi planlanıyor; önümüzdeki 10 yılda toplam savunma harcamaları 1 trilyon avroya ulaşabilir. Bu bütçe, Almanya’nın teknolojik açıdan geri kalmış olan savunma teçhizatını modernize etmek ve savunma gücünü, savaş kabiliyetini ciddi oranda artırmak için kullanılacak. Reuters’ın haberine göre NATO ayrıca Almanya’dan yaklaşık 40.000 askerlik yedi yeni tugay daha tahsis etmesini isteyecek. Bu sayede Rusya’ya karşı savunmada toplam birlik sayısı 35 ila 50 tugaya ulaşacak. Sadece bu hedef bile Almanya’nın mevcut hava savunma kapasitesini dört katına çıkarmasını gerektirecek.

Merkz Göreve Geldikten Sonra NATO-Rusya Cephe Hattına Asker Gönderdi: Tarihsel Endişeleri Artıran Adımlar

Merkz göreve geldikten hemen sonra NATO ile Rusya’nın karşı karşıya geldiği cephe bölgelerine asker sevk etme kararı aldı ve Ukrayna’nın Batı silahlarıyla Rus topraklarını vurmasına izin vereceğine dair açıklamalar yaptı. Bu tür eylem ve söylemler, sadece Almanya, Avrupa ve hatta NATO ile Rusya arasındaki askeri gerilimi artırmakla kalmıyor; aynı zamanda iki dünya savaşının acı hatıralarını—özellikle Almanya ile Rusya’nın Finlandiya Körfezi ve Baltık Denizi üzerindeki etki alanı için savaşa tutuştuğu trajik dersleri—canlandırma riski taşıyor.

Almanya, her iki dünya savaşının da çıkış noktasıydı. II. Dünya Savaşı sonrası toprakları parçalandı, militarizm ve Nazi ideolojisi kökten tasfiye edildi. ABD uzun yıllar boyunca Almanya’da ağır askeri varlık bulundurarak stratejik baskı uyguladı ve Almanya’yı NATO’nun kolektif savunma sistemine entegre etti; böylece Avrupa’da uzun süreli barış ve güvenlik sağlandı. İki dünya savaşının derslerinden hareketle, Almanya savaş sonrası dönemde düşük düzeyde silahlanmaya gitti, bağımsız bir askeri sanayi üretim sistemine sahip olmadı ve dış politikasında uzun süre pasifist bir çizgi izledi.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin stratejik geri çekilmesi ve askeri odağını Asya-Pasifik’e kaydırması, ayrıca İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla birlikte, giderek güçlenen Almanya hem Fransa ile birlikte AB’nin “siyasi ikilisi”nden biri haline geldi, hem de AB’nin benzersiz ekonomik motoru oldu. Almanya’nın büyük güç olarak konumu gittikçe yükselirken, Avrupa’nın stratejik özerkliği, diplomatik bağımsızlığı ve savunma gücü inşasındaki rolü ve farkındalığı da artmaktadır. Almanya’nın tek başına yeni bir Avrupa savaşı başlatması muhtemel olmasa da, Ukrayna’yı savunarak Avrupa savunma bağımsızlığını sağlamaya yönelik iradesi gittikçe güçleniyor ve bu da Rusya ile ilişkilerde daha fazla gerginlik ve barut kokusu yaratıyor. Eğer Merz hükümeti mevcut çizgide daha da ileri giderse, Rusya ile sıcak çatışma ihtimali dışlanamaz. Almanya ile Rusya arasında bir savaş durumu ortaya çıkarsa, NATO’nun kolektif savunmayı düzenleyen 5. maddesi devreye girecek ve tüm NATO’nun Rusya ile bir dünya savaşına sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır.

Avrupa ve Almanya uzmanı ünlü akademisyen Profesör Jiang Feng, bir zamanlar şöyle demişti: “Geçmişte ortaya çıkan ‘kültürle ikna’ fikri, Avrupa’nın uluslararası siyasete katkısıydı; ancak bugün bu neredeyse tamamen unutuldu. Yerine ise dış politika ve güvenlik politikalarının askerileşmesi eğilimi geçti. Bu eğilim artık Avrupa ve Almanya’daki siyasi tartışmaların merkezine yerleşti… Alman diplomasisinin cesarete ihtiyacı var; Kant’ın ‘ebedi barış’ vizyonuna bu çağda uygun yeni bir düşünsel alan açılmalı. Daha fazla silah ve daha büyük tatbikatlarla daha fazla güvenlik ve barış yaratmaya çalışmak, tam tersi sonuçlar doğurabilir.”

“Trump 2.0”ın sarsıcı etkisi karşısında, umutsuz Avrupa sanki “Amerikasız bir çağ”a doğru geri dönüşü olmayan bir şekilde ilerliyor; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücü üzerinden “Avrupa yolu”na yöneliyor. Avrupa, uzun süredir faydalandığı “ABD gölgesinde barış” dönemini terk etmeye hazırlanıyor; bunun yerine, Avrupa ile Rusya’nın oluşturduğu “yeni kıta”yı şekillendirmeyi ve yerle bir olmuş Ukrayna’yı onarıp onu “yeni Batı”nın bir parçası haline getirmeyi hedefliyor. Ancak bu hedef, gerçeklikten oldukça kopuk; bu nedenle yeni ve dengeli bir çözüm yolu aranmalıdır.

İki kez dünya savaşına neden olmuş ve iki kez yıkımı yaşamış Almanya da yeni bir yol ayrımında duruyor: NATO ittifakını genişleterek Rusya ile uzun süreli stratejik cepheleşmeyi mi sürdürecek, yoksa zamanında geri adım atarak Rusya ile kapsamlı bir barış mı tesis edecek? Kalıcı barış, kapsamlı güvenlik ve ortak refaha dayalı bir Avrupa’yı birlikte mi inşa edecek? Bu sadece Merz hükümetinin siyasi iradesini ve stratejik manevra kabiliyetini değil, aynı zamanda tarihsel muhakemesini ve bilgece karar alma becerisini de sınayacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Çekya’da komünizme hapis cezası: Yeni düzenlemede neler var?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Çekya Temsilciler Meclisi, Ceza Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle Nazizm ve Komünizmi ‘insan haklarını ve özgürlükleri bastırmayı amaçlayan ideolojiler’ arasında sayarak, bu ideolojilerin ‘teşvik edilmesini’ suç kapsamına aldı. 

30 Mayıs’ta kabul edilen yasa değişikliği, mecliste bulunan 160 milletvekilinden 86’sının oyuyla geçti; karşı oy ise kullanılmadı. 

Yasa, Senato ve Cumhurbaşkanı’nın onayını alması halinde 2026 yılında yürürlüğe girecek. 

Yasa tam olarak ne diyor?

Ceza Kanunu’ndaki değişikliklere göre, ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketin kurulması, desteklenmesi ve propagandası’ için bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası öngörülürken, bu ‘suçun’ basın, film, televizyon, internet üzerinden, organize bir grubun üyesi olarak işlenmesi ve devletin tehdit altında veya savaş halinde olduğu bir zamanda işlenmesi halinde ceza üç yıldan on yıla kadar hapis cezasına çıkacak. 

Suç tanımlamasında ‘organize bir şekilde’ ifadelerinin geçmesi siyasi parti organizasyonunu, ‘devletin tehdit altında olması’ ise Rusya-Ukrayna savaşını akıllara getiriyor. 

Yasa ayrıca, ‘logolar, bayraklar, rozetler, üniformalar ve bunların parçaları, sloganlar, ifadeler, açıklamalar, selamlaşma şekilleri, liderler veya bu hareketin liderlerinin konuşmalarını tasvir eden semboller’ yoluyla ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketi propagandaya yönelik eserlerin yayılmasını’ veya satılmasını da  üç yıla kadar hapis, para cezası veya malın müsaderesi (el konması) ile cezalandıracak. 

Yasanın doğrudan komünizmle ilgili kısmı ise şu ifadelerle aktarılmış:

“Kim Nazizm, Komünizm veya başka bir insanlığa karşı işlenen suçu, savaş suçunu veya barışa karşı suçu alenen inkar eder, şüpheye düşürür, onaylar ya da haklı göstermeye çalışırsa, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Yasadaki tek ‘cezasızlık’ şartı ise, bu simgelerin eğitim, araştırma, sanat, güncel veya tarihî olaylar hakkında haber verme amacı taşıması. Yasa metninde bulanık ifadelerle aktarılsa da, komünizm sembollerinin propaganda mı yoksa haber verme amacı mı taşıdığına, muhtemelen o simgeleri kimin kullandığına göre karar verilecek. 

Yasanın söz konusu ‘bulanık’ ifadeleri, ülke genelinde bir hukuk tartışması başlatmış durumda. Zira, ülkede komünist semboller yasaklanırken, tam olarak bu simgeleri kullanan dikkat çekici bir siyasi parti bulunuyor: Bohemya ve Moravya Komünist Partisi (KSČM).

Çekya’da aktif bir komünist partinin bulunması ise, “Tasarı partinin kapatılmasıyla” sonuçlanabilir mi?” sorusunu gündeme getirdi. Komünistler ise, söz konusu tasarının tam olarak KSCM’yi engelleme amacı taşıdığı görüşünde. 

Komünistler ve ‘Yeter!’ hareketi

Çekya’da komünistler, Ekim ayında düzenlenecek 2025 Çekya parlamento seçimlerine “Stačilo!” (Yeter!) adlı yeni bir siyasi oluşum çatısı altında katılmayı planlıyor. ‘Yeter’ hareketi, komünist partinin yanı sıra Birleşik Demokratlar – Bağımsızlar Birliği  (SD-SN) ve Çek Ulusal Sosyalist Partisi (CSNS) gibi diğer sol eğilimli partilerin üyelerini de içeren bir çatı örgütü. 

2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde bir seçim koalisyonu olarak kurulan bu yapı, 10 Ekim 2024’te resmi olarak siyasi parti statüsüne kavuşmuştur. Hareketin tek bir siyasi parti formuna bürünmesinin nedeni ise, seçimlerde koalisyonlara uygulanan yüzde 11’lik seçim barajı yerine, partilere uygulanan yüzde 5’lik barajdan yararlanabilmek. 

Komünist Parti kapatılabilir mi?

Anayasa hukuku uzmanı Ondřej Preuss, Çek medyasına yaptığı açıklamada, tasarının tek başına komünist partinin kapatılmasına yetmeyeceği görüşünde. 

“Bir yanda komünist hareketlerin propagandası yasaklanıyor, öte yandan bu ismi taşıyan bir parti hâlâ faaliyet gösteriyor ve hatta Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyor.” Preuss, bir siyasi partinin kapatılması için Ceza Kanunu’ndaki değişikliğin yeterli olmadığını, bunun için hükümetin girişimiyle Yüksek İdare Mahkemesi’nin kararının gerekli olduğunu ifade ediyor. 

Komünistler ise, yasa değişikliğine sert tepki gösterdi. KSČM sözcüsü ve “Yeter!” hareketinin adayı Roman Roun, bunun tamamen seçim öncesi bilinçli bir saldırı olduğunu belirterek, “Bize karşı yoğun bir baskı var. Her şey seçimden hemen önce bir araya geldi. Amaç bizi itibarsızlaştırmak” ifadelerini kullandı. 

Tasarıyla birlikte yasaklanan ‘orak çekiç’, KSČM’nin resmi logosunda bulunmasa da, çeşitli etkinliklerde sıkça kullanılan bir simge. 

Partinin önde gelen isimlerinden ve Sovyet devriminin öncüsü Vladimir Lenin’e yazdığı şiir nedeniyle gündeme gelen Petra Prokšanová ise, tasarıya “Bizi susturmaya çalışanlar, bunu en son Naziler döneminde denedi. Ancak o zaman da komünistler direndi ve Nazizm yenilgiye uğradı” ifadeleriyle tepki gösterdi. 

Yasa ne anlama geliyor?

Çekya’da komünist sembollerin yasaklanması, yalnızca iç hukuk düzenlemesinden daha fazlası. Bu yasa aynı zamanda, Avrupa’nın kökleşmiş ideolojik antikomünist reflekslerinin güncel bir yansıması olarak kabul edilebilir. 

Avrupa’da uzun yıllardır komünizm, tıpkı nazizm gibi otoriter ve totaliter bir tehdit olarak görüldü. Rusya-Ukrayna Savaşı ise bu refleksleri daha da güçlendirdi. Avrupa ülkeleri, Putin yönetimini Sovyetler’in devamı gibi algılamaya başladı. Hatta, Rusya lideri Vladimir Putin’in ‘Sovyetler’i yeniden kurmaya çalıştığı’ gibi iddialar dahi gündeme geldi. 

Bu algı, yalnızca Rusya’ya karşı değil, Rusya’yla tarihsel ve politik düzlemde benzerlik taşıdığı düşünülen akımlara karşı da bir savunma hattı örülmesine yol açtı. Çekya yasasında yer alan ‘tehdit altındaki durum’ ya da ‘savaş hali’ gibi muğlak ifadeler de, bu refleksin hukuki dile yansımasından ibaret. 

Her ne kadar yasa doğrudan Komünist Partinin kapatılmasını hedeflemese de, bu tür yasaklar komünist/sosyalist hareketlerin faaliyetlerini büyük ölçüde kısıtlayacak. 

Özellikle de Ukrayna savaşına karşı çıkan ve NATO politikalarını eleştiren bir çizgide duran komünist hareketler için, bu düzenleme doğrudan bir susturma girişimi niteliğinde. Açıktan komünizm propagandası yapan KSČM’nin, Ukrayna’da savaşın temel nedenlerinden birinin NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve ABD’nin müdahaleci politikaları olduğunu savunması, kendini ‘Rus tehdidi altında’ hisseden sağ hükümet tarafından bir ‘bilgilendirme’ olarak mı, yoksa ‘komünist propaganda’ olarak mı tanımlanacak?

Dolayısıyla, Avrupa’da komünist sembollere yönelik yasaklar, komünizmin temsil ettiği değerler kadar, güncel siyasete de müdahale edilmeye çalışıldığını gösteriyor.

https://www.aspi.cz/products/lawText/1/68040/1/2/zakon-c-40-2009-sb-trestni-zakonik/zakon-c-40-2009-sb-trestni-zakonik?utm_source=chatgpt.com

https://www.seznamzpravy.cz/clanek/domaci-politika-poslanci-zakazali-propagaci-komunismu-jak-muze-dopadnout-na-kscm-278178 

https://www.forum24.cz/komunismus-stejne-jako-nacismus-snemovna-schvalila-navrh-na-zakaz-propagace-komunismu 

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English