Ortadoğu
‘İsrail hem demokratik hem Yahudi olamaz’

Exeter Üniversitesi’nden İsrailli tarihçi Ilan Pappé, Netanyahu’nun yargı reformu girişimine karşı başlatılan ve aylardır devam eden protestoların perde arkasını yazdı.
“Yeni Tarihçiler” hareketinin önemli isimlerinden olan ve İsrail’in kuruluş efsanelerini çürüten tezleriyle bilinen Pappé, gösterilerin arkasındaki çekirdek grubun ülkenin devasa güvenlik aygıtındaki hegemon güç olduğunu söyledi: “Gazze Şeridi’nde ve daha önce Batı Şeria ve Lübnan’da sayısız savaş suçu işlemiş olan askeri yetkililer, şimdi ortaya çıkan muhalefet bloğunda önemli bir rol oynuyorlar.”
Batı medyasının protestoları İsrail demokrasisini siyasi aşırılıktan kurtarma çabası olarak tasvir etmesini eleştiren Pappé, eylemcilerin motivasyonunun bir tür “İsrail fantezisi” olduğunu söyledi: “Filistin’in işgalini içeride ve dışarıda meşrulaştırmak için yeterli ahlaki sermayeye sahip laik demokratik bir devlet.”
Pappé’ye göre Filistinlilere yönelik ayrımcı politikayı görmezden gelerek “demokrasiyi” yüceltilen protesto dalgası İsrail’in temel paradoksu gözler önüne seriyor: İsrail hem demokratik hem de Yahudi olamaz. Ya ırkçı bir Yahudi devleti olacak ya da tüm vatandaşları için demokratik bir devlet. Bunun ortası yok.
Makalenin tamamı:
***
İsrail Fantezileri
Bu ay İsrail’deki haberleri izlerken ülkenin dört bir yandan saldırı altında olduğunu düşünebilirsiniz. Üç Anglo-İsrailli yerleşimci Batı Şeria’da gerillalar tarafından öldürüldü; Tel Aviv’de muhtemelen bir araba kazası olan ancak yaygın olarak bir terör olayı olarak sunulan olayda bir İtalyan turist öldü ve yedi kişi yaralandı ve IDF 2006’dan bu yana Lübnan’dan ateşlenen en büyük roket saldırısını durdurduğunu iddia etti. Her zaman olduğu gibi bu haberlerde de İsrail askerlerinin giderek artan sayıda Filistinli genci infaz yoluyla ya da evlerini bombalayarak öldürdüğü işgal altındaki topraklarda yer alan ölüm tarlaları özenle görmezden gelindi. Yine de medyada yer alan haberlerde yeni olan şey şaşkınlık havasıydı: İsrail’in aşırı sağcı hükümeti nasıl olur da Yahudi vatandaşlarına güvenlik- ya da en azından güvenlik hissi- sağlayamazdı? Bu ihmalin suçlusu kimdi?
Binjamin Netanyahu’ya göre sorumluluk devam eden protesto hareketindeydi. Ocak ayının başından bu yana eylemciler, mahkemelerin siyasi olarak kontrolünü sağlayacak, Başbakan’ın yolsuzluk davasında mahkumiyetten kaçmasına olanak tanıyacak ve Ortodoks Yahudiliğin hem kamu hayatında hem de hukuk sisteminde etkisini artıracak olan yargı reformlarına karşı çıkmak için yüz binlerle bir araya geldi. Netanyahu kendisini eleştirenleri ulusu bölmek ve zayıflatmakla suçlarken, tasarının yasalaşması halinde göreve gelmeyecekleri tehdidinde bulunan yedek askerlere de ateş püskürdü. Kendisine yakın kişiler de ABD’nin göstericileri finanse ettiği söylentisini yaydı (bu yalan bir haberdi ancak Başkan Biden’ın reformları kamuoyu önünde kınaması göz önüne alındığında su götürür).
Son kamuoyu yoklamalarına bakılırsa Netanyahu’nun mesajı etkili olamadı. Birçok İsrailli için bu tür güvenlik risklerini yaratan bizzat Başbakan’ın kendisiydi. Popülaritesi tarihi bir dip yaşadı ve bugün yapılsa seçimleri kaybetmesi muhtemel. Eski destekçilerinin güvenini yeniden kazanma – İran ve müttefiklerinden geldiği varsayılan savaş tehdidi altında, onları Siyonist uzlaşının sıcak kucağına çekme – girişiminde başarısız olan Başbakan şimdi iki cazip olmayan seçenek arasında seçim yapmak zorunda: Ya reformlardan vazgeçecek ve sokaktaki direnişi yumuşatacak ya da reformları devam ettirecek ve Yahudi vatandaşlar arasındaki bölünmeleri derinleştirecek. Bu bölünmelerin İsrail devletini içeriden zayıflatabileceği öngörüsü şu aşamada erken görünüyor. Ancak Siyonist yapıda önümüzdeki yıllarda daha da genişleyebilecek ciddi çatlakları ortaya çıkardığına şüphe yok.
Eğer ufukta toplumsal bir çöküş görünmüyorsa, bunun nedeni büyük ölçüde ülkenin devasa güvenlik aygıtıdır. İsrail hâlâ ordusu olan bir devletten ziyade devleti olan bir ordudur. Yeni otoriter hükümet bile zorlanmadan, önde gelen askeri figürlerin onayı olmaksızın güvenlik politikasında önemli değişiklikler yapamaz. Bu zümre mevcut sistemin korunmasına yaptığı yatırımının sinyallerini açıkça vermişti. Özünde bu, Filistinlilerin ayrım gözetmeksizin öldürülmeye devam edilmesi, ev yıkımlarının uygulanması ve yerleşimci pogromlarının onaylanması anlamına geliyor. Bu, İsrail’in ifade ve toplanma özgürlüğünden mahrum bıraktığı Filistinli vatandaşlarına karşı kurumsallaşmış ayrımcılığın uygulanması demek. Ve bu Gazze’nin düzenli olarak bombalanması ve kuşatılmasının yanı sıra Suriye’ye neredeyse her hafta düzenlenen hava saldırılarını da kapsıyor.

Fanatik Yahudi yerleşimciler, 10 Nisan’da Filistin’deki yasa dışı Yahudi yerleşim birimlerini desteklemek amacıyla Batı Şeria’nın kuzeyindeki İsrail kontrol noktası “Za’tara” (Tapuah) kavşağından başlayarak kaçak inşa edilen yerleşim birimi Evyatar’a doğru yürüyüş düzenledi. Foto: Enes Canlı/AA
Bu faaliyetleri tasarlayan ve yürüten aygıtlar, son gösterilerin arkasındaki çekirdek grubu oluşturuyor. Gazze Şeridi’nde ve daha önce Batı Şeria ve Lübnan’da sayısız savaş suçu işlemiş olan askeri yetkililer, şimdi ortaya çıkan muhalefet bloğunda önemli bir rol oynuyorlar. Bu kişiler, Netanyahu’nun politikasını sadece güvenlik aygıtlarına değil, aynı zamanda finans kurumları, yargı sistemi ve akademi gibi devlet içindeki kuvvet üslerine yönelik bir saldırı olarak gören daha geniş bir Aşkenazi (Avrupalı Yahudi) elitinin bir parçasını oluşturuyor.
Reformların İsrail’i daha dindar, daha milliyetçi ve daha yayılmacı yapmak isteyen Ortodoks Yahudiler, yerleşimciler ve Mizrahi (Doğulu Yahudi) Likud destekçilerinden oluşan asi koalisyonu güçlendirirken bu kurumlar üzerindeki kontrollerini zayıflatacağını düşünüyorlar. Onlara göre bu neo-Siyonist koalisyonun zaferi, seküler yaşam tarzlarını tehdit edecek, devletin güvenliğini tehlikeye atacak ve uluslararası imajını daha da zedeleyecek.
Dolayısıyla Batı medyasının protestoları, İsrail demokrasisini siyasi aşırılıktan kurtarma çabası olarak tasvir etmesi umutsuzca çarpıtılmış bir yaklaşımdır. Hareket, bırakın yeşil hattın her iki tarafındaki Filistinlilerin haklarını, azınlıkların haklarını bile korumaya çalışmıyor (ki bu her demokrasinin ilk görevi). Yeni yönetimin ilk yüz gününde, laik İsrailli Yahudiler hegemonyalarını korumak için savaşırken, çoğu çocuk olmak üzere yüze yakın Filistinli İsrail güçleri tarafından öldürüldü. Bu öldürme çılgınlığı gösterilerin hiçbirinde yoktu. İsrail bayraklarının yanına Filistin bayrağı açmaya çalışanlar zorla dışarı çıkarıldı. Belli ki İsrail’in Yahudi aileleri arasındaki bu kan davasında, Arapların yeri yok.

İsrail güçlerinin, Batı Şeria’nın güneyindeki Akabet-ü Cebr Mülteci Kampı’na düzenlediği baskın sırasında açtığı ateş sonucu Filistinli Muhammed Bilhan’ın (15) hayatını kaybetti. Foto: Issam Rimawi / AA
Eylemciler bunun yerine, İsrail’in fantezisi olarak adlandırılabilecek bir şeyle motive oluyorlar: Filistin’in işgalini içeride ve dışarıda meşrulaştırmak için yeterli ahlaki sermayeye sahip laik demokratik bir devlet. Bir Yahudi vatanı hayalini korumak için Araplara boyun eğdirmesi gereken istisnai bir ulus olarak görülmekten mutlular ama aynı zamanda Küresel Kuzey’in ‘medeni’ standartlarına uymak için de çaresizler. Liberal Siyonizmleri bir dizi çelişki üzerine kurulu: Aydınlanmış bir işgalci, hayırsever bir etnik temizleyici, ilerici bir Apartheid devleti olarak İsrail. Netanyahu hükümeti sayesinde bu imaj artık tehdit altında; çelişkileri artık sürdürülemez. Devletin imajı sadece ülke içinde değil, aynı zamanda İsrail’i Ortadoğu’daki tek demokrasi ve Tel Aviv’i dünyanın LGBT başkenti olarak selamlarken birkaç mil güneydeki kuşatılmış Gazze gettosunu görmezden gelen ‘uluslararası toplum’ nezdinde de zedeleniyor.
Çoğu liberal, seküler ve Batı kökenli yarım milyon Yahudi’nin apartheid rejimini savunmak için sokaklara dökülmesinin nedeni bu. Netanyahu’yu önerdiği değişiklikleri ertelemeye zorlamış olsalar da nihai başarı şansları belirsizliğini koruyor. Reformlar rafa kaldırılsa bile İsrail, dindar Kudüs’ün yanında laik bir Tel Aviv’in varlığıyla yapısal olarak bölünmüş kalmaya devam edecek. Bu gerilimin siyasi olarak nasıl sonuçlanacağını kimse tahmin edemez. Ancak net olan bir şey var ki o da devletin Filistinlilere yönelik politikası üzerinde çok az somut etkisi olacağı. Tüm farklılıklarına rağmen iki İsrail kampı, ulusun üzerine inşa edildiği yerleşimci-sömürgeci projeye verdikleri destekte birleşiyor. Yerleşimci sömürgecilik, siyasi uyumun önündeki başlıca engel olarak görülen sömürgeleştirilmiş halkların her zaman insanlıktan çıkarılmasını gerektirir. Bu, soykırım, etnik temizlik ya da yerleşim bölgeleri ve gettolar yoluyla yerli nüfusu ortadan kaldırma arzusuna dayanıyor. İsrail’de her Filistinli bir vahşi ya da potansiyel terörist, her Filistin toprağı da bir savaş alanı olarak algılanmalı.
Bu temel mantık, Filistinlilerin statükoya geri dönüşten kazanacakları hiçbir şey olmadığı anlamına geliyor. Nitekim ‘merkezci’ Yair Lapid liderliğindeki önceki hükümet de şiddet içeren işgali sürdürmeye bir o kadar kararlıydı. Arap bir partinin dahil edilmesi İsrail’in Filistinli azınlığı için hiçbir somut fayda sağlamadı. Devlet görmezden gelirken suç çeteleri ya da tetikçi polis memurları tarafından vurulma olasılıkları yine vardı; yine 2018 Apartheid yasası kapsamında ikinci sınıf vatandaş olarak görülüyorlardı; yine yasal ve mali ayrımcılığa maruz kalıyorlardı ve yine Yahudi kasaba ve yerleşimlerinin çoğalmasıyla mekânsal olarak boğulmuş durumdaydılar. Bu tür ihlalleri görmezden gelerek ‘demokrasiyi’ yücelten mevcut protesto dalgası, İsrail’in temel paradoksunun altını çizdi: İsrail hem demokratik hem de Yahudi olamaz. Ya ırkçı bir Yahudi devleti olacak ya da tüm vatandaşları için demokratik bir devlet. Bunun ortası yok.
Tam da bu nedenle, artık küresel nüfusun geniş kesimleri İsrail’e olumsuz bakıyor. Şimdiye kadar Batı, Arap Dünyası ve bazen de Küresel Güney’deki hükümetlerle stratejik ittifaklar kurmayı başarmış olsa da uluslararası alanda izole olma riski taşıyor. Protestocular haklı olarak, ülkenin fantezi imajını sürdüremezse, Apartheid Güney Afrika’dakine benzer bir kadere maruz kalabileceğinden korkuyor: Güvenirlikte kademeli bir düşüş, öyle ki aşağıdan gelen siyaset yukarıdan siyaseti etkileme yeteneği kazanıyor. Bu durumda, İsrail askeri gücü nedeniyle hâlâ var olabilir, ama daha fazlası değil. Bu da Siyonist projeyi ciddi şekilde tehlikeye atabilir; yine de 1980’lerde Güney Afrika’da olduğu gibi, rejimin en kötü vahşet biçimlerine başvurarak kendini kurtarmaya çalıştığı an da olabilir.
Mevcut hükümetin muhalifleri ve destekçileri arasındaki temel farklardan biri, birincisi küresel sivil toplumun İsrail hakkında ne düşündüğünü önemserken, ikincisinin umursamamasıdır. Aşkenaz seçkinleri, aşırı sağ yönetimin giderek vazgeçmeye daha hazır olduğu bir “insani Siyonizm” biçimini savunuyor. Bu çatışmanın sonucu kısmen İsrail’in dokunulmazlık ve ayrıcalığını koruyup koruyamayacağını belirleyecek. İsrail-Filistin’in yakın tarihi boyunca, dünya kamuoyu genellikle diğer gelişmeler tarafından yönlendirildi: Önce Arap Baharı, şimdi de Ukrayna’daki savaş. Ancak Filistinlilerin davası, bu kararsız ilgiye rağmen devam etti. İsrail’i uluslararası bir paryaya dönüştürmek için şu an kullanılabilir mi?
Ortadoğu
Tom Barrack: Şam yönetimi ile SDG arasındaki anlaşmazlık aşılamadı

PKK’dan bir grubun yarın silah bırakması beklenirken, Suriye’deki yeni merkezi yönetim ile ülkenin kuzeydoğusunu ABD desteği ile kontrol eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında dün yapılan görüşmelerde çıkmaz aşılamadı. ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Şam’da kendisinin de katıldığı toplantıların ardından Şam’daki geçiş hükümeti ile Kürtlerin entegrasyon konusunda hâlâ anlaşamadıklarını söyledi.
Suriye’de Beşar Esad yönetimini devirerek geçiş hükümeti kuran Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) ile SDG arasında 8 Mart’ta bir entegrasyon anlaşması imzalanmıştı. Anlaşmada Kürtler Suriye’nin “asli bir unsuru” olarak nitelenirken, SDG’nin ve Suriye’nin kuzeydoğusundaki siyasi kurumların yıl sonuna kadar merkezi orduya ve yönetime entegre edilmesi öngörülüyordu. Türkiye ve Irak sınırındaki geçişlerin yanı sıra ülkenin kuzeydoğusundaki havalimanlarının, petrol sahalarının ve IŞİD’lilerin tutulduğu kampların da merkezi yönetime devredilmesi planlanıyordu.
Görüşmelere Fransız temsilci de katıldı
Ancak ayrıntıları tam olarak netleştirilmeyen anlaşma sonrasında SDG’nin, Suriye’nin yeni ordusuna lağvedilmeden yekpare bir blok olarak dahil olma talebi konusundaki anlaşmazlık aşılamamıştı.
Taraflar dün, PKK’nın silah bırakma sürecinin de hızlandığı sırada Şam’da bu konuyu görüşmek üzere bir araya geldi. Kendisini Suriye’nin geçici cumhurbaşkanı ilan eden HTŞ lideri Ahmed Şara (Ebu Muhammed Colani) ile SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi arasındaki görüşmelere, Barrack’ın yanı sıra Fransa’nın Suriye Özel Temsilcisi Jean-Baptiste Faivre de katıldı. Fakat Barrack, tarafların güçlerini birleştirmek konusundaki “ciddi görüş ayrılıklarının aşılamadığını” duyurdu.
‘Birleşme hâlâ büyük bir mesele’
Associated Press (AP) ajansına konuşan Barrack, SDG’nin yeni Suriye ordusunda ayrı bir birim olarak mı, yoksa lağvedilip üyelerinin bireysel olarak mı katılacağı meselesi hakkında “Bu konuda ilerleme sağlandığını düşünmüyorum” dedi. Barrack, “Bu iki taraf arasında hala büyük bir mesele” diye konuştu.
“Bence bu tip şeyler bebek adımlarıyla gerçekleşir çünkü ilerleme sağlanması güven, taahhüt ve anlayışa dayalıdır” diyen Barrack, “Bir süredir ayrı yaşayan ve belki de bir süredir düşmanca bir ilişki yaşayan iki tarafın güveni adım adım inşa etmeleri gerekir” ifadelerini kullandı.
‘SDG umarım hızlı davranacak’
Barrack’ın, Şam’daki yeni yönetimi överek “SDG’ye seçenekler sunma konusunda harika bir iş çıkardığını” söylemesi dikkat çekti. ABD’li temsilci, SDG için de “Bu seçenekleri değerlendireceklerini umuyorum. Umarım bunu çabuk yapacaklar” diye konuştu.
Barrack, yeni Suriye ordusuna güvenlerinin “tam olduğunu” söyleyip, SDG’nin de IŞİD’le mücadelede “değerli bir ortak” olduğunu belirtti. “ABD, SDG’nin yeni hükümete saygılı bir biçimde entegre olma fırsatına sahip olduğundan emin olmak istiyor” ifadelerini kullanan Barrack, Suriye’deki yaklaşık 1300 Amerikan askerini tamamen çekmek konusunda şu an için “acele etmediklerini” ekledi.
‘Suriye’de federalizm işe yaramaz’
Barrack’ın, Şam’daki görüşmeler sonrası Erbil merkezli Rudaw sitesi ile söyleşisinde “Suriye’de federalizmin işe yaramayacağını” söylemesi dikkat çekti. Barrack, Şam’daki HTŞ hükümeti ile SDG arasındaki ilişkilere dair soruya yanıtında “Benim bakış açım şu: Suriye hükümeti, DSG’yi bahsettiğimiz şu çerçeveye dahil etmek için olağanüstü ve büyük bir heves gösterdi: Tek vatan, tek millet, tek ordu, tek hükümet. Bunun nasıl uygulanacağının ayrıntılarına gelince, bence Suriye hükümeti bu çıkarları uzlaştıracak bir yol bulma konusundaki esnekliğini çok iyi ve kararlı bir şekilde gösterdi” dedi.
Tom Barrack, “Dürüst olmak gerekirse, DSG’nin bu durumu kabul etme, müzakere etme ve bu yönde adım atma konusunda ağır davrandığını düşünüyorum. Onlara tavsiyem de bu süreci hızlandırmalarıdır. Tek bir yol var, o yol da Şam’dır. Mesaj budur” ifadelerini kullandı.
‘Adaptasyon zaman alıyor ama devlet içinde devlet kurulamaz’
ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun “Kürtlerin özerkliğinin ABD’nin Irak politikasının temel direklerinden biri olduğu” açıklaması konusunda ise şu ifadeleri kullandı:
“Bakan Rubio, özerklik ve egemenlik hakkındaki sözleriyle, Irak’ın bir millet, Suriye’nin de bir millet olduğunu kastediyor. Kürtler, bu milletlerin içindeki eşsiz, seçkin ve güzel bir bileşendir. Onun (Robio’nun) bağımsız bir Kürdistan’ı kastettiğine inanmıyorum… Sorun şu ki, tüm bu ülkelerde federalizmin işlemediğini ve bir devlet içinde (başka) bağımsız bir devlet kurulamayacağını gördük. Bu yüzden herkesin bunu anlaması zaman alıyor, özellikle Suriye’nin yıllarca yaşadığı korkunç olaylardan sonra, adaptasyon zaman alıyor. Ama zamanımız tükeniyor. Dünya hızla ilerliyor, bölge çok hızlı hareket ediyor. Son üç haftada olanlara bakın, inanılmaz. Dolayısıyla fırsat bu fırsattır. Suriye için fırsat şimdidir. Dünya onlara yardım etmek istiyor. Herkes birbirini tamamlıyor. Kendi kendimizin önüne engel olmamalıyız. Hepimizin uzlaşması ve şu sonuca varması gerekiyor: Tek millet, tek halk, tek ordu, tek Suriye.”
İsrail konusunda ‘soğanın kabuğu’ benzetmesi
Öte yandan Tom Barrack, Suriye’nin yeni yönetimi ile İsrail arasında yapıldığı belirtilen görüşmeler hakkında “Mahallede yaşananlara dair hissiyatım, bunun gerçekleşmesi gerektiği ve bölge birbirine güvendikçe, soğanın kabuğunu soyar gibi yavaş yavaş gerçekleşeceği yönünde” dedi.
Ortadoğu
ABD ordusu, İsrail için yeni hava üsleri ve cephanelikler inşa ediyor

Haaretz gazetesinin 8 Temmuz’da yayımladığı belgelere göre, ABD Ordusu Mühendisler Birliği, İsrail için çeşitli askeri üslerde havaalanları, hangarlar ve mühimmat depoları gibi askeri altyapılar inşa ediyor. Şu anda devam eden projelerin toplam maliyeti 250 milyon doları aşıyor. Haziran ayında yapılması planlanan ancak İsrail’in İran’a karşı savaşı nedeniyle ertelenen ihaleye göre, gelecekteki projelerin değerinin 1 milyar doları aşması bekleniyor.
Belgelerde, ABD’nin İsrail ordusuna ait tesislerde mühimmat depoları, yakıt ikmal istasyonları ve beton yapılar inşa ettirdiği; ayrıca havaalanları dahil çeşitli bakım ve onarım işleri için müteahhit arayışında olduğu belirtiliyor.
Proje kapsamındaki önemli yatırımlardan biri, İsrail’in önümüzdeki yıllarda alması beklenen Boeing KC-46 yakıt ikmal uçakları için yapılacak hangar, bakım ve depo tesislerini kapsıyor ve bu projenin maliyeti 100 milyon doları aşıyor. CH-53K helikopterlerinin konuşlandırılması için inşa edilecek başka bir tesisin maliyetinin ise 250 milyon dolara kadar çıkabileceği belirtiliyor.
ABD ayrıca, 100 milyon dolar değerinde mühimmat depolama binaları için de teklif topluyor. İsrail Savunma Bakanlığı için belirtilmeyen lokasyonlarda yapılacak bakım, onarım, yıkım ve altyapı iyileştirmelerini kapsayan yedi yıllık bir ihale ise 900 milyon dolar tavanıyla açılmış durumda.
Tüm bu projeler, ABD’nin “yabancı askeri finansman” (FMF) programı çerçevesinde finanse ediliyor. Bu sistem kapsamında İsrail her yıl 3,8 milyar dolar askeri yardım alıyor. Harcamalar, büyük ölçüde ABD’li savunma sanayi şirketlerine yönlendiriliyor ve taraflar bu fonun nasıl kullanılacağını birlikte belirliyor.
7 Ekim 2023’te Hamas liderliğinde başlatılan Aksa Tufanı Operasyonu’ndan bu yana ise Washington, İsrail’e yaklaşık 18 milyar dolarlık ek askeri yardım daha sağladı.
ABD daha önce de askeri yardımları İsrail’in altyapısında kullanmıştı. 2012 yılında, kamu ihale belgeleri Nevatim Hava Üssü’nde ABD tarafından finanse edilen büyük ölçekli çalışmaların yapıldığını ortaya çıkardı. O dönemde Washington Post, ABD’nin burada “911” olarak bilinen gizli bir tesis inşa ettiğini bildirmişti.
Pazartesi günü ayrıntıları açıklanan projeler, İsrail’in Haziran 2025’te İran’a düzenlediği saldırıdan önce planlanmıştı. 2 Temmuz’da Reuters’a konuşan bir İsrailli yetkili, İran’a ait balistik füzelerin 12 günlük çatışma sırasında birkaç İsrail askeri noktasına isabet ettiğini doğruladı.
Haziran ayının başlarında Washington, İsrail için 510 milyon dolarlık yeni bir silah anlaşmasını onayladı. Bu paket kapsamında İsrail’e 7.000’den fazla JDAM kiti ve destek hizmetleri sağlandı. Böylece 2025 yılı itibariyle ABD’nin İsrail’e askeri desteği 9 milyar doları aştı. Tel Aviv yönetimi, 600 gün içinde ABD’den 90 bin tondan fazla silah teslim alındığını açıkladı. Başbakan Binyamin Netanyahu, İsrail’e yapılan silah sevkiyatlarını, “Beyaz Saray’daki en büyük dostumuz” diyerek övdüğü Donald Trump’ın katkısına bağladı.
Aynı dönemde, ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), Ukrayna’ya yapılması planlanan bazı silah sevkiyatlarını durdurma kararı aldı. İç denetimlerde Ukrayna için acil bir stok sıkıntısı bulunmadığı tespit edilse de İsrail’in İran’a karşı gerçekleştirdiği füze savunmasında ABD’nin aktif rol oynaması ve büyük miktarda mühimmat sağlaması nedeniyle ABD’nin kendi askeri stoklarının tükenmeye başladığına dair endişelerin bu kararda etkili olduğu düşünülüyor. Bu gelişmelerin ardından, ABD’de üst düzey yetkililer, askeri kaynakların artık daha fazla Pasifik bölgesine odaklanması gerektiğini savunmaya başladı.
Ortadoğu
Trump’ın özel temsilcisi Tom Barrack Lübnan’a Hizbullah’ı ‘silahsızlandırın’ uyarısında bulundu

ABD, Lübnan’dan Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve reform konusunda artık somut adımlar bekliyor. Trump yönetimi, bu sürecin 2026’ya sarkmasına tahammül göstermeyeceği mesajını verdi. Tom Barrack, Trump’ın, 1958’de Lübnan’a askeri müdahalede bulunan ABD Başkanı Eisenhower kadar “kararlılıkla harekete geçtiğini” söyledi.
ABD Başkanı Donald Trump’ın özel temsilcisi Tom Barrack, Lübnan hükümetine reformları hızla hayata geçirme ve Hizbullah’ı silahsızlandırma çağrısında bulundu. Barrack, Trump’ın Lübnan’a güçlü desteğine rağmen sabrının sınırlı olduğunu vurguladı.
ABD’nin aynı zamanda Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi olarak görev yapan Barrack, bir ay içinde ikinci kez geldiği Beyrut’tan konuştu. “Dwight Eisenhower’dan bu yana Lübnan için bu denli kararlılıkla harekete geçen bir başkan daha olmadı” diyen Barrack, “Trump’ın cesareti, kararlılığı ve yeteneği var. Ama sabrı yok” ifadelerini kullandı.
1958 yılında dönemin ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower, Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır’ın öncülüğünde yükselen Arap milliyetçiliğine ve Sovyet etkisine karşı koymak amacıyla, Lübnan’daki Batı yanlısı hükümeti desteklemek için ülkeye askerî müdahalede bulunmuştu. Bu müdahale, Eisenhower Doktrini kapsamında ABD’nin bölgedeki ilk doğrudan askerî müdahalesi olarak kayda geçti.
Trump’ın özel temsilcisi Tom Barrack’ın, Trump’ı Eisenhower’a benzetmesi dikkat çekti.
Barrack sözlerine şöyle devam etti: “Eğer Lübnan bu işi sürüncemede bırakmaya devam etmek istiyorsa, edebilir… ama seneye mayıs ayında hâlâ bu konuları konuşuyor olmayacağız.”
Bazı haberlerde, Lübnanlı yetkililerin reform sürecini gelecek mayıstaki parlamento seçimlerine kadar geciktirmeyi planladıkları öne sürülmüştü.
Pazartesi günü yaptığı açıklamada, Hizbullah ve diğer silahlı grupların silahsızlandırılmasını, kapsamlı reformları ve bu sürecin takvimlendirilmesini içeren yol haritasına Lübnan’ın verdiği ilk tepkiyi olumlu bulduğunu belirten Barrack, ülkenin siyasi kültürüne ise eleştiriler yöneltti.
“Lübnan’ın siyasi kültürü inkâr, oyalama ve sorumluluktan kaçmadır. 60 yıldır bu böyle. Bu durum değişmeli” diyen Barrack, yine de Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı ile yaptığı görüşmelerde samimi bir yaklaşım gördüğünü belirtti.
Hizbullah’a uyarı: Bizimle uğraşmasınlar
ABD’nin Hizbullah’a bakış açısını hatırlatan Barrack, örgütü “yabancı bir terör örgütü” olarak niteledi ve “Bu, Lübnan’ın sorunu. Tüm dünyanın değil” dedi.
LBCI televizyonuna verdiği röportajda Hizbullah’a daha açık bir uyarıda bulunan Barrack, “Eğer bizimle dünyanın herhangi bir yerinde uğraşırlarsa… bizimle ciddi bir sorun yaşarlar. Bunu istemezler” şeklinde konuştu.
Hizbullah Genel Sekreteri’nin son dönemde yaptığı “asla silah bırakmayacağız” yönündeki açıklamaya da yanıt veren Barrack, bu sözleri “tipik bir Lübnan pazarlığı” olarak değerlendirdi: “Bir pazara gidiyoruz, aynı şey. Herkes gerçekten anlaşmaya varmak isteyene kadar pazarlık devam eder.”
“Bu bir fırsat, ama zaman sınırlı”
ABD’nin Lübnan’ın Suriye ve İsrail ile olan sınırlarının belirlenmesi konusunda destek vereceğini kaydeden Barrack, sürecin hızla ilerlemesi gerektiğini vurguladı: “Zamanlama çok önemli… Bu bir fırsat. Çevremizde ne olup bittiğini hâlâ göremeyenler büyük hata yapıyor. Biz buradayız… bu fırsatın hız kazanması için buradayız. Ama yönlendirme yapamayız, etki edemeyiz. Bu Lübnan’ın kararı.”
-
Söyleşi2 hafta önce
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı
-
Ortadoğu1 hafta önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti
-
Görüş1 hafta önce
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran-İsrail savaşı ve Orta Asya
-
Avrupa2 hafta önce
Yeni MI6 şefinin dedesi, “Kasap” olarak bilinen Nazi casusu çıktı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi
-
Amerika2 hafta önce
Zohran Mamdani: Canavarın ininde bir ‘nepo bebek’
-
Dünya Basını2 hafta önce
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım