Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

İsrail’in İran’ın Şam’daki diplomatik misyonuna saldırısı bir dönüm noktası mı?

Yayınlanma

İsrail’in Şam’daki İran konsolosluğuna saldırısına İran’ın ne yapacağı sorusunun cevabını bulmaya çalışırken, perşembe günü Ankara’daki İran Büyükelçiliği’nin kapısını çaldım. İran İslam Cumhuriyeti’nin Türkiye Büyükelçisi Muhammed Hasan Habibullahzade İsrail’in kırmızı çizgileri aştığını vurgulayarak, “İran’ın bu saldırıya orantılı karşılık verme hakkı var” dedi. 

Geçen hafta İsrail, Suriye’nin Şam kentindeki İran konsolosluğunu vurmuştu ve İran, yedi askeri danışmanının öldürüldüğünü açıklamıştı. Bunların arasında üç üst düzey komutanın da yer alması, İsrail’in bölgesel düşmanlarıyla savaşında büyük bir ivmeye işaret ediyordu. Saldırıda General Zahedi, General Hossein Aminollahi ve General Mohammad Hadi Haj Rahimi öldürüldü. Bu saldırı, İran’ın Suriye’deki çıkarlarına karşı hedeflenen eylemlerde büyük bir sertleşmeyi temsil ediyor ve Gazze çatışmasının Orta Doğu’daki daha geniş yankıları arasında İsrail’in İran ve müttefiklerine karşı devam eden askeri eylemlerini yoğunlaştırıyor.

Bu, İsrail’in İran’ın Suriye’deki askeri unsurlarını ve vekil güçlerini hedef aldığı ilk saldırı değildi; fakat 1 Nisan’da, İsrail, ilk kez bir büyükelçilik yerleşkesini vurdu.

İsrail, 2010’dan bu yana İran topraklarında suikastlar da dahil olmak üzere birçok saldırı düzenledi. Hedeflerin önemli bir kısmı, İsrail’e göre varoluşsal bir tehdit olan Tahran’ın tartışmalı nükleer programıyla bağlantılıydı. Başta fizikçiler ve nükleer fizikçiler olmak üzere birçok bilim insanı suikasta kurban gitti ve İran, İsrail’i sorumlu tuttu. Bunların bazıları Tel Aviv tarafından reddedilen ancak Washington tarafından teyit edilen cinayetlerdi.

2021’den 2023 yılına kadar İran’ın nükleer, endüstriyel ve savunma üretim tesislerini çok sayıda saldırı hedef aldı. Haziran 2021’de İsrail’e ait bir drone, Kerec’de nükleer program için santrifüj üreten bir tesisi vurdu ve yangın çıktı. Altı İsrail insansız hava aracı, Kirmanşah yakınlarındaki bir üste yüzlerce insansız hava aracını imha etti. Tesis, İran’ın askeri insansız hava araçlarının üretimi ve depolanması için ana merkez olarak hizmet ediyordu. Mayıs 2022’de, İran içinden konuşlandırıldığı iddia edilen patlayıcı donanımlı helikopter, Tahran’ın 60 kilometre güneydoğusunda bulunan Perçin askeri tesisini vurdu. Ertesi ay patlayıcı taşıyan insansız hava araçları İsfahan’daki merkezi bir askeri tesisi hedef aldı. Ayrıca İslam Devrim Muhafızları’na bağlı çok sayıda üst düzey asker de hedef alındı. Bazıları kaçırıldı, bazıları vuruldu.

Bunlar İsrail’in İran topraklarında gerçekleştirdiği saldırılardan bazıları. Ancak saldırılar bununla sınırlı değildi. İran’ın İran dışındaki, özellikle Suriye’deki askeri üsleri veya vekilleri, Suriye’de birkaç kez vuruldu. Ancak gerilimi en çok tırmandıran saldırı, General Kasım Süleymani’nin öldürülmesi oldu. 2020’de ABD, Irak’ta, İran’ın Orta Doğu’daki askeri stratejilerini yönlendirmede son derece etkili olan İran’ın Kudüs Gücü liderinin ölümüyle sonuçlanan bir hava saldırısı düzenledi. Bu saldırı teknik olarak İsrail’in sicilinde yer almıyor ancak suikast emri, İran açısından İsrail’le eşdeğer tutulabilecek eski ABD Başkanı Donald Trump tarafından verilmişti. Süleymani, 3 Ocak 2020’de Irak’ta ABD’nin insansız hava aracı saldırısında suikasta kurban gitmeden önce, İran’ın dini liderden sonra en güçlü figürü olarak görülüyordu.

İsrail’i genellikle sert tepkilerle tehdit etmeye devam eden ancak aynı zamanda başka bir bölgesel savaştan kaçınmaya çalışan İran, 8 Ocak 2020’de Şehit Süleymani Operasyonu olarak bilinen askeri girişim sırasında El Anbar’daki El Esad Hava Üssü’ne bir düzineden fazla balistik füze ateşledi. Batı Irak Valiliği ve Erbil’deki başka bir hava üssünü vurdu. Bunun dışında İran’ın birçok eylemi sembolik veya “orantılı tepki” düzeyindeydi.

Peki İsrail’in İran’ın Şam’daki diplomatik misyonuna saldırısı bir dönüm noktası mı? İran bu saldırıya sert bir cevap mı verecek, yoksa bunu İran’ı savaşa sürüklemeye yönelik bir provokasyon olarak mı algılayacak? Bunlar herkesin cevabını bulmaya çalıştığı sorular.

Saldırının ardından devlet işlerinde en üst otoriteye sahip olan İran’ın Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney, “Onları suç ve benzeri eylemlerden dolayı pişman edeceğiz” diyerek İsrail’e karşı intikam sözü verdi. BM Genel Sekreteri António Guterres saldırıyı kınadı ve “ilgili herkese azami itidal göstermeleri ve gerilimi daha fazla artırmamaları” çağrısında bulundu. İsrail, İran’ın misillemesine hazırlanıyor. İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in askeri danışmanı General Rahim Safavi, yarı resmi Tasnim ajansına “İsrail rejiminin büyükelçiliklerinin hiçbiri artık güvende değil” diye konuştu. Ayrıca Lübnan’daki Hizbullah grubunun lideri, Şam’daki İran konsolosluğuna yapılan son hava saldırısını bir dönüm noktası olarak nitelendirdi ve İran’ın cevabının kaçınılmaz olduğu sözünü verdi.

Perşembe günü, İsrail dışişleri bakanlığı ile iç istihbarat ve güvenlik ofisi Shin Bet, Şam’da yedi İranlı subayın ölümünün ardından güvenlik endişeleri ve İran’dan gelebilecek potansiyel misilleme tehdidine yanıt olarak dünya çapındaki çok sayıda İsrail büyükelçiliğini geçici olarak kapatma kararı aldı. Elçiliklerin kapatılmasının ardından İsrail büyükelçilerine, büyükelçilik ofislerine rapor vermekten kaçınmaları talimatı verildi.

ABD, İran’ın İsrail’in saldırısına misilleme yapma niyetini açıklamasının ardından alarm durumunu artırdı. Üst düzey bir ABD’li yetkili Reuters’e, Amerika’nın, konsolosluğa yapılan saldırıya misilleme olarak İran’ın bölgedeki İsrail veya Amerikan üslerini hedef alabilecek potansiyel bir saldırı beklentisiyle ihtiyati tedbirler aldığını belirtti.

İran Büyükelçisi: Saldırıya orantılı karşılık verme hakkımız var

İsrail’in Şam’daki İran konsolosluğuna saldırısına İran’ın ne yapacağı sorusunun cevabını bulmaya çalışırken, perşembe günü Ankara’daki İran Büyükelçiliği’nin kapısını çaldım. İran İslam Cumhuriyeti’nin Türkiye Büyükelçisi Muhammed Hasan Habibullahzade İsrail’in müzakereden değil sadece kaba kuvvetten anladığını söyledi. Bir saatten fazla süren sohbetimizde Büyükelçi Habibullahzade, Batılıların kendilerine karşı yaptıkları katliamları durdurmak için kurdukları uluslararası sistemin işlemediğini uzun uzun anlattı. Sohbet, Vestfalya Antlaşması’na yol açan koşullardan ve İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden kitlesel ölümlerin yaşandığı tarihe kadar uzandı.

Büyükelçi Habibullahzade, “Batılılar tarih boyunca büyük savaşlar yürüttüler. 20. yüzyılda milyonlarca insan öldü. Birleşmiş Milletler’in kuruluşu ancak bu büyük katliamlardan sonra gerçekleşti. Birleşmiş Milletler sistemi barışı korumak, savaşı ve masum insanların öldürülmesini önlemek için kuruldu. Ancak kuruluş amacından sapan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, veto hakkı tanıyarak adeta dünya çapında kendi çıkarlarını koruyan, galip ülkelerin kulübü haline geldi. Dünyada barışı korumak da onların siyasi arzularının bir işlevi haline geldi” diye konuştu.

7 Ekim’den sonra BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail saldırılarının durdurulması, ateşkes sağlanması veya insani yardım sağlanmasına ilişkin bazı kararları yalnızca ABD’nin veto ettiğini hatırlatan İranlı Büyükelçi, en son “25 Mart’ta kamuoyunun baskısı altında karar çıktı; bunun bağlayıcı olmadığını söylediler. Yani uygulanmadı” dedi.

Büyükelçi Habibullahzade’ye göre Filistin halkı 70 yılı aşkın süredir işgale ve öldürmeye direniyor. Birleşmiş Milletler’in kararları tasarlandı. Birçoğu büyük güçler tarafından veto edildi. Ancak soru şu ki, bunca yıldan ve tüm bu kararlardan sonra Filistin halkının haklarını güvence altına alabildiler mi? Pek çok kişi artık Filistinlilerin kendilerini uluslararası hukuk ihlallerine ve 1948’den bu yana devam eden İsrail işgallerine karşı savunma hakkına sahip olduğu aşamaya ulaştı.

Filistinli direniş gruplarının yaptığının İsrail’in anlayacağı bir dil konuşmak olduğunu ifade eden Büyükelçi Habibullahzade, İsrail’in İran’ın Şam’daki diplomatik misyonuna saldırısı söz konusu olduğunda aynı sözleri tekrarlayarak, “İsrail uluslararası hukuku tanımıyor ve uygun bir karşılığı hak ediyor. İsrail bir dönüm noktasına geldi ve orantısız ve temelsiz saldırılarla birçok kırmızı çizgiyi aştı. Hastanelere, okullara, yerleşim yerlerine, uluslararası yardım görevlilerine, açlıktan ölen insanlara saldırıyor ve şimdi de Şam’daki İran konsolosluğuna saldırıyor. Diplomatik misyonlar uluslararası koruma altındadır ve 1961 Viyana Anlaşması çerçevesinde dokunulmazlığa sahiptir” dedi.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bu konuda bir toplantı yaptığını ancak diplomatik bir konuma saldırının uluslararası hukukun ve 1961 Viyana Sözleşmesi’nin açık bir ihlali olmasına rağmen, ne yazık ki uluslararası kuruluşlara uygulanan adil olmayan sistem nedeniyle Batılı güçlerin, basit bir suçluluk beyanının düzenlenmesinin engellediğini hatırlatan İran Büyükelçisi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin bu saldırıya orantılı bir karşılık verme hakkı vardır” dedi.

Peki, İsrail diplomatik misyon saldırısıyla ne amaçladı? İran, diplomatik misyon saldırısına aynen cevap verebilir mi?

Uluslararası hukuk profesörü aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu üyesi Mesut Hakkı Caşın’a sordum. İsrail’in savaşta bir şekilde cepheyi genişletmek istediğini ve İran’ı da savaşa çekmeyi amaçladığını söyleyen Caşın, “İsrail, İran’da nükleer silah olduğu hipotezini kanıtlamak istiyor. Bunun için de tek yol kışkırtıcı hareketlerine devam etmek” dedi. Viyana Anlaşması’na göre bir devletin diplomatik misyonuna yapılan saldırı, o devlete yapılmış sayılır. “Hukuken İran’ın mukabele etme hakkı doğar. Ancak bu devletler hukukunda tartışmalı bir konu” diyen Profesör Caşın, İran’ın İsrail’in başka bir devletteki diplomatik misyonuna saldırıda bulup bulunmayacağının belirsiz olduğunu söyledi. Caşın, “İran dini liderinin cuma namazında verdiği mesajın stratejik sabır olarak nitelendirildiğini görüyoruz. Yani İran’ın doğrudan İsrail topraklarına doğrudan bir füze saldırısı yapacağını düşünmüyorum. Ancak İran’ın hiç karşılık vermeyeceğini de söylemek mümkün değil” dedi. İran’ın kendi kamuoyunu ve özellikle Devrim Muhafızlarını yatıştırmak için bir eylem yapmasının mümkün olduğunu söyleyen Caşın, önümüzdeki bir haftanın çok kritik olduğunu belirtti.

İran araştırmacısı Adem Yılmaz da benzer bir değerlendirme yaparak İran için savaş tamtamlarını sınırdan uzak tutmanın en temel mesele olduğunu ifade etti. “Bilindiği gibi İslam’ın en temel ibadeti namazdır, devrimin kurucu lideri Ayetullah Humeyni, devrimi korumanın namazdan bile daha önemli olduğunu söylemiştir. Bu noktada İranlı yetkililer için en hayati konu mevcut düzenin devamlılığını sağlamak ve rejimi zayıflatacak bir savaştan uzak durmaktır” diyen Yılmaz, şunları ekledi: “İran’ın Şam’daki diplomatik misyonuna yönelik saldırısı doğrudan İran topraklarına yapılmış bir saldırıdır. Dahası bu saldırıda Kudüs komutanları yaşamını yitirdi. Tüm bu meydan okumalara rağmen İran’ın güçlü bir yanıt vermeyeceğini düşünüyorum. Süleymani intikamı için Ayn el Esad üssüne önceden bilgi vererek yapılan saldırının benzeri bir hamle olabilir. Bu hem iç kamuoyundaki beklentileri geçici de olsa karşılayacak hem de tansiyonun yükselmesini önleyecektir.”

Ayetullah Hamaney’in muhtelif şehirlerindeki temsilcilerinin bu hafta okudukları cuma hutbeleri de sert bir yanıt verilmeyeceğine işaret ediyor diyen Adem Yılmaz, “Bu hutbeler Hamaney’in belli bir konu hakkındaki tutumuna dair ipuçları verir. Hutbelerin ortak mesajı İsrail’e misilleme yapılırken sabırlı olunması, fevri hareket edilmemesi şeklindeydi. Keza İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan’ın bu saldırı sonrası yaptığı ilk yurt dışı ziyareti Umman’a oldu. Umman İran’ın kriz anlarında batıyla haberleştiği posta kutusudur” ifadelerini kullandı.

ABD’de yaşayan uluslararası gazeteci Serra Karaçam, ABD’deki iç atmosferin Biden’ın yeniden seçilmesi gerektiğine odaklandığını ve İran’ın nükleer kapasitesini artırma çabaları olduğuna dair uyarılarda bulunduğunu söyledi. Washington D.C.’deki İsrail lobisi, Biden’ın İran’a yönelik yaptırımların kaldırılması ve onlarca milyar varil petrolün Çin’e satılması gibi eylemlerini diline dolamaya devam ediyor. Gazze’de World Central Kitchen’da çalışan işçilerin öldürülmesinin ardından ABD’nin artık İsrail’i sivil kayıplarını en aza indirecek bir anlaşmaya ikna etmesi gerektiğine dikkat çeken Karaçam, “İran’daki cuma hutbesindeki ‘sabır’ mesajı, ABD’yi İsrail’i yeni taktiklere ikna etmeye mecbur kılmak için bir zaman tanıma niteliğinde okundu. İsrail, Hamas’ın Gazze şeridi lideri Yahya Sinwari’yi ele geçirmeden yumuşamak, yavaşlamak veya geri çekilmek istemiyor. Bu İsrail için zayıflık anlamına gelecek. Ancak İran, İsrail Gazze’den çekilir ve Gazze’de yeniden inşa süreci başlarsa Şam’daki diplomatik misyon saldırısına karşılık misilleme yapmayabilir. Bu denklemin gerçekleşmemesi halinde İran, daha önce olduğu gibi Irak’ın Kürt bölgelerindeki Mossad üslerini hedef alabilir. Kızıldeniz’de Husiler ABD ticaretini hedef almaya devam edebilir. Saldırı cevapsız kalırsa İran’ın da imajı zedelenecek. Bu tüm taraflar için bir imaj savaşı” dedi. Karaçam, “İran’in, konsolosluk saldırısına cevabını Hizbullah üzerinden vermesi bölgeyi daha da karıştırır. Fakat ABD bu ihtimali her zaman aklında tutuyor ve Hizbullah’a karşı her zaman İsrail’in arkasında olmaya, savunmaya ve desteklemeye devam etmek durumunda. İran’ın ne zaman ve ne şekilde yanıt vereceği bilinmiyor. Siber saldırıyla da cevap verebilir, üçüncü bir ülkedeki diplomatik misyonu hedef alarak da” şeklinde değerlendirmede bulundu.

SÖYLEŞİ

‘Washington Ankara’yla ilişkilerde artık yeni bir sayfa açtı’

Yayınlanma

ABD Eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Matthew Bryza Harici’ye konuştu: “Washington Ankara’yla ilişkilerde artık yeni bir sayfa açtı ve Türkiye’nin uzmanlığının ABD’ninkinden pek çok durumda daha derin olduğu Orta Doğu’daki zor konularda Ankara ile daha fazla birlikte çalışıyor.”

2001-2005 yıllarında Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Konseyi bünyesinde Avrupa ve Avrasya İlişkileri Direktörü olarak görev yapan Matthew J. Bryza, 2005-2009 arasında ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa ve Avrasya’dan Sorumlu Müsteşar Yardımcısı olarak görev yürütmüştür. Şubat 2011-Ocak 2012 arasında ABD’nin Azerbaycan Büyükelçiliği görevini üstlenen Bryza, Washington DC merkezli bir düşünce kuruluşu olan Jamestown Foundation’ın Yönetim Kurulu üyesidir. 

Matthew Bryza, Gazze savaşı, Orta Doğu’daki gelişmeler, Rusya-Ukrayna savaşı ve Türkiye-ABD ilişkilerine dair sorularımızı yanıtladı.

‘Topyekün bir savaş riskini azaltacak sınırlı bir tepki’

İsrail ile İran arasındaki son bölgesel gelişmelerden bahsetmeye başlayalım. Asıl soru İsrail’in İran’ın misilleme eylemine nasıl cevap vereceği. Ne beklemeliyiz?

Şu anda biz burada otururken, Kudüs’teki sözde savaş kabinesinde tam da bu soruyla ilgili bir tartışma sürüyor. İsrail’in karşılık vereceği kesin bir sonuç gibi görünüyor. İran’a ödenmesi gereken bir bedel olduğunu göstermek için bir şekilde karşılık vermesi gerektiğini düşünüyorlar. İsrail’e 300’den fazla hava unsuru gönderip bedelini ödemeden kalamazsınız. Bu yüzden Netanyahu’nun Başkan Biden’ın tavsiyesini dikkate almayacağını düşünüyorum. yani Biden’ın “havadan nakavt eden İran’a karşı aşağılayıcı bir darbe yediniz”, “yarışı alın” demesini dinlemeyecek. İsrail’e gönderilen (hava unsurlarının) %99’undan fazlası oraya ulaştı. Biden, “galibiyeti alın ve yola devam edin, Fısıh Bayramı’nı kutlayın ve ortalığı sakinleştirin” diyor. Sanırım İsrail’deki siyasi yelpazenin her yerinde, sol görüşteki tüm İsrailliler İsrail’in yanıt vermesini istiyor. Ama ne Netanyahu ne de bence kabine üyelerinin büyük çoğunluğunun bölgesel bir savaş istemediğini biliyoruz. İran’la savaş istemiyorlar. Sanırım İran ordusuna karşı bir tepki vermenin yolunu arayacaklar, personeli değil belki altyapıyı hedef alacaklar. Bir siber saldırı başlatabilirler, bunu geçmişte de yaptılar. Ancak İsrail’in bakış açısına göre bölgesel bir savaş veya İsrail ile İran arasında topyekün bir savaş riskini azaltacak bir tür sınırlı fiziksel tepki olacağını düşünüyorum.

‘İran Pandora’nın kutusunu açtı’ 

Herhangi bir suikast bekliyor musunuz? Çünkü İran’a, bazen politikacılara, bazen de nükleer konusunda çalışan akademisyenlere suikast düzenlemek aslında İsrail’in bir geleneği.

İsrail bunu inkar etse de bunu nükleer bilimcilere yaptılar. Aslında ne düşündükleri hakkında hiçbir fikrim yok ama bu noktada suikastları taktik olarak kullanmaya devam ederlerse şaşırırım. Çünkü artık İran’ın yeni bir emsal teşkil ettiğini ve İran topraklarından İsrail topraklarına saldırarak Pandora’nın kutusunu açtığını düşünüyorum. Bence İsrail tarafında İran’ın bu seferki tepkisinin ne kadar büyük olabileceğine dair açıkçası bir hesaplama yapılması gerekiyor. Biliyorsunuz İran bir saldırı dalgası gönderdi; üç farklı bileşenden oluşuyordu; insansız hava araçları vardı, seyir füzeleri ve balistik füzeler vardı.  Ancak hedefleme sınırlıydı ve İranlılar sivil altyapıyı hedef almış gibi görünmüyor. Ve İranlılar, İsrail’in dostları ve müttefiklerinin, İsrail’in gelen füzeleri vurmasına yardım etmeye hazır olabilmeleri için birçok uyarıda bulundu. Bir dahaki sefere ne olacağını kim bilebilir; İran çok daha büyük bir saldırı yapabilir ve bunu herhangi bir uyarı yapmadan yapabilir ve İsrail’in sivil halkına gerçekten zarar verebilir. Sanırım İsrail yönetimi bunu düşünüyor ve İran’ı gerçekten İsrail nüfusunun peşine düşmenin eşiğine itecek hiçbir şey yapmak istemiyor. Yani suikastlar tepkinin bir parçası olursa şaşırırdım.

Peki İsrail’in tepkisi olarak ne bekliyorsunuz?

Dediğim gibi İran’ın askeri altyapısına sınırlı füze saldırıları gerçekleştirebileceklerini düşünüyorum. İsrail’e saldırmak için kullanılan altyapı da olabilir ve söylentiye göre geçmişte yaptıkları gibi bir siber saldırı başlatabilirler.

Sizce verecekleri karşılığı gerçekten ertelediler mi?

Sanırım hükümetin ve savaş kabinesinin en üst düzeyinde tartışıyorlar. Biliyorsunuz, sözde savaş kabinesinin en ılımlı üyesi Benny Gantz’ın başlangıçta İsrail’in İran’a derhal ve güçlü bir fiziksel yolla karşılık vermesini istediği kamuoyuna duyuruldu. Başbakan Netanyahu’nun da “hayır, tartışalım, ve daha geniş bir savaşa yol açmadan İran’ı caydırmak için nasıl güçlü bir sinyal gönderebileceğimizi yeniden bulalım” dediği bildirildi. Sanırım ya ne yapacaklarını bulmaya çalışıyorlar ya da ne yapacakları konusunda anlaşmaya çalışıyorlar. Ve belki Fısıh yaklaşıyor diyeydi.

‘Washington Ankara ile daha fazla birlikte çalışıyor’

Türkiye aslında bu son gelişmeleri çok yakından takip ediyordu. Ekranda kimse İran’ın ne yapması gerektiğinden ya da İsrail’in ne yapması gerektiğinden bahsetmiyordu. Olayın ardından Dışişleri Bakanlığı’nın gerilimi artırmamak için aslında iki ülke arasında mesajları ilettiğini duyduk. Cumhurbaşkanı Erdoğan, olayın İran’ın İsrail topraklarını hedef almasıyla başlamadığını da söyledi. Şam’da İsrail’in İran’a ait bir diplomatik misyonu hedef alması olayı yaşandı. Uluslararası toplum ise Viyana Sözleşmelerinin ihlalini kınayacak kadar sesini yükseltmedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk vurgularından biri bu, ardından bir açıklama daha geldi. Hamas’ı, geçmişte işgalci güçlere karşı savaşan Türkiye’nin milli güçlerine benzetiyordu. Erdoğan “Bunu söylediğim için bedel ödeyeceğim” dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail yönetimini ve Netanyahu’yu “kana susamış” olarak tanımlamasını ve 13 Nisan gecesi yaşanan kaygı yaratan gerilimin asıl sorumlusu olarak onları suçlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Anladığım kadarıyla Washington, füze saldırısını başlatmadan önce Bakan Fidan ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan İran’a yüksek tesirli bir yanıt vermemesini isteyen bir mesaj iletmelerini istemişti. Ve aslında Türk hükümeti de benzer şeyleri kamuoyu önünde söyledi. Sanırım Washington Ankara’yla ilişkilerde artık yeni bir sayfa açtı ve açıkçası Türkiye’nin uzmanlığının ABD’ninkinden pek çok durumda daha derin olduğu Orta Doğu’daki zor konularda Ankara ile daha fazla birlikte çalışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hamas hakkında olumlu konuşması yeni bir şey değil. Benim 2001’den 2004’e kadar Beyaz Saray’da çalıştığım ve 2006-2009 arasında iki kez dışişleri bakanlığında çalıştığım dönemden beri bunu yapıyor. Sürekli olarak Hamas’ın bir kurtuluş hareketi olarak olumlu bir şekilde konuştuğunu söyledi.

Yani bu Türkiye-ABD ilişkilerini etkileyecek bir şey değil mi?

Hayır. Aslında ben tam tersini savunuyorum. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler artık gelişiyor. Yani Washington, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu tür açıklamalar yapmasını zaten bekliyor, hoşuna gitmese de… Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın herhangi farklı görüşe sahip olma hakkına saygı duyduklarını düşünüyorum. Bir süredir benim görüşüm, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin sadece arabuluculuk rolünü üstlenmesini değil, hatta -kim bilir ne zaman bu korkunç savaştan çıkacak- siyasi çözümün garantörü olmasını da isteyeceği yönünde. Hamas’ın İsraillilere yönelik 7 Ekim saldırısının ilk haftalarına dönersek, Hamas Türkiye’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bazı rehinelerin Tayland’dan serbest bırakılmasında önemli bir rol oynadığını bile söylemişti. Yani Türkiye’nin oynayabileceği yararlı bir rol olduğu açık. Sanırım Washington bunu takdir etmeye başlıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemi ne kadar sert olursa olsun, yeter ki Türkiye ateşkesin ve sonrasında kalıcı bir siyasi çözümün sağlanmasına yardımcı olsun. Washington’un buna değer vereceğini düşünüyorum.

‘Obama döneminde YPG’nin terör örgütü olduğunu bilerek adını Suriye Demokratik Güçleri olarak değiştirdiler’

İlişkilerin artık iyiye gittiğini söylediniz. F-16 krizini çözdük, bu Türkiye için bir numaralı meseleydi. Pentagon yetkilileri ise Türkiye’nin NATO açısından önemini sık sık vurguluyor. Ve krizlerden biri artık çözüldü. Ancak Washington’un YPG’ye desteği sürüyor. Bu da Ankara’nın gündeminde kalacak temel sorunlardan biri. Halen ikili ilişkilerin yeni bir aşamaya girdiğine dair mesajlar veriliyor. Ama bu terör meselesinde değişen bir şey yok. Yani ABD, Ankara gibi YPG’yi PKK’nın Suriye kolu olarak görmüyor. Washington, Orta Doğu’daki gerilimde Ankara’yı nasıl konumlandırıyor? YPG’nin aslında Ortadoğu’daki, yani Suriye’deki sorunlardan biri olduğunu düşünürsek ki Türkiye sınırında doğrudan problem üretiyor.

Birinin terörist örgütü, başka bir kişinin kurtuluş örgütüdür. Daha önce de belirttiğiniz gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hamas’ı bir kurtuluş gücü olarak tanımlıyor ancak Hamas’ın pek çok İsrailliye karşı açıkça terör vahşeti işlediğini görüyoruz. Hamas terör eylemleri gerçekleştirdi. Ben şahsen YPG’nin bir terör örgütü olduğuna inanıyorum. PKK’dır. Sadece Suriye’de faaliyet gösteriyor. Amerika Birleşik Devletleri, bir terörist grupla diğerine karşı çalışmama yönündeki kendi politikasını çok samimiyetsiz bir şekilde ihlal ediyor. Ve şunu kesin olarak biliyorum ki, ABD ilk kez Obama döneminde YPG ile çalışmaya karar verdi. YPG’nin terör örgütü olduğunu bilerek, samimiyetsiz bir şekilde adını Suriye Demokratik Güçleri olarak değiştirmeye karar verdiler. Bu gerçekten kötü niyetin bir örneğiydi. Peki bu neden oldu? Bunun iki nedeni var. Birincisi, Amerika Birleşik Devletleri’nde sahaya çıkıp IŞİD’le savaşmak isteyen ABD askerleri dışında kimseyi bulamadı. Ve açıkçası eğer YPG ya da PKK’lı teröristler ya da askerler, onlara ne isim vermek isterlerse istesinler, Amerikan askerleri yerine savaşıp ölmeye isteklilerse Washington’un bakış açısına göre bu iyi bir anlaşma.

Diğer sorun ise Washington’un genel olarak Türkiye hakkındaki bilgisizliği. Türkiye gibi bu kadar büyük ve güçlü bir ülke, Amerika Birleşik Devletleri’nde pek tanınmıyor. Ve bu, dış ilişkiler konusunda genel uzmanlardan çok, temelde bilirkişilerin alanıdır. Dış ilişkiler konusunda genel uzmanların hepsinin Rusya, Çin, Orta Doğu hakkında bir fikri var ama Türkiye hakkında pek bir şey bilmiyorlar. Yani Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Türkiye karşıtı tartışma, Washington’daki çeşitli diasporalar tarafından sıklıkla manipüle ediliyor. Ve dış politika elitlerini, Dışişleri Bakanlığı ya da Beyaz Saray’daki değil, düşünce kuruluşları ve gazetecilik alanındaki elitleri, Türkiye’nin YPG açısından bir terör örgütünü değil, tüm Suriyeli Kürtleri hedef aldığına ikna ettiler. Oldukça eğitimli, akıllı insanların bu derece manipüle edilmesi ve YPG ile Suriye’deki barışçıl Kürt nüfusu arasında ayrım yapmamaları akıllara ziyan. Yani bu sorun bir süre daha büyüyecek ama gerçek şu ki her iki başkent de ilişkileri iyileştirmeye karar verdi. Aklımızda tutmamız gereken şu ki F-16 meselesi kendiliğinden ortaya çıkan bir kriz değildi. Bu, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması konusunda Ankara ile Washington arasında siyasi kriz haline gelen anlaşmazlığı yumuşatmak için ABD’nin bir yol sunma girişimiydi. Ve ardından ABD, Türkiye’yi F-35 savaş uçağı programından çıkardı. Yani fikir şuydu: “Tamam, Türkiye’nin zaten sahip olduğu bir şeyi bulalım.” Çok yetenekli bir silah sistemi olan F-16’lar var ve Türkiye’nin bunlardan daha fazlasını temin etmesine yardım edin ve daha sonra F-35 programına harcadığı parayı ihtiyacı olan başka bir şeyi satın almak için kullanın. Bu ABD’nin gerilimi azaltıcı bir adımıydı.

‘Diaspora örgütleri Türkiye ile ilgili bilgileri çarpıtıyor’

Aslında sorularım arasında bu yoktu ama siz belki ABD’deki diplomatların ve bürokratların Türkiye’yi yeterince bilmediğini söylediniz. Belki de bölgede neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyorlar. Aydınlar ve gazeteciler de öyle, dediniz. Türkiye bu konuda ne yapmalı? Çünkü Türkiye sadece bir Ortadoğu ülkesi değil. Burası Suriye değil, Mısır değil. Ama olay şu ki, Türkiye ve ABD NATO’da müttefik. Nasıl oluyor da bu imaj, doğru bilgi, doğru bilgi sizin aydınlarınıza, diplomatlarınıza, devlet görevlilerinize empoze edilemiyor? Bunun nedeni nedir?

Türkiye’ye bunun için ne önerirsiniz?

Neden dış politika entelektüel halkaların elit çevrelerinde Türkiye konusunda üst düzey bir uzmanlık yok? Diğer ülkelere odaklanıyorlar. Türkiye bize göründüğü kadar bazen Washington’da o kadar önemli görünmüyor. Ve durumun böyle olmasının bir nedeni de daha önce bahsettiğim diaspora örgütlerinin çarpıtılmış bilgileri tartışmaya dahil etmesi ve manipüle etmesidir. Ve bu sorun son yıllarda daha da kötüleşti, özellikle hatırlarsınız 2020 yazında.

Esas olarak Ermeni diasporasından ve FETÖ’den bahsediyorsunuz.

FETÖ, Ermeni Amerikan diasporası ve Yunan Amerikan diasporası… Ve gerçekten FETÖ… FETÖ, Kongre üyelerini ve hatta eyalet meclis üyelerini yetiştirmek, onları Türkiye’ye gezilere getirmek ve beslemek konusunda büyük iş başardı. Onları finanse de ediyor. Yani tartışma saptırıldı ve sonra dediğim gibi, Doğu Akdeniz’de bu kadar gerilimin olduğu 2020 yazına geri dönersek, Ankara anlaşılır bir şekilde “artık yeter” dedi. “Kimse bizi dinlemiyor. Doğu Akdeniz’de elimizi taşın altına koyacağız ve haklarımızı kullanacağız.” Ardından bu örgütler ve ardından Fransa, özellikle de Başkan Macron, Türkiye’nin ülkenin haklarını kullandığını söyleyerek şunu belirtti:  “Bakın, Türkiye kışkırtıcı. Uluslararası hukuku yok sayıyor, uluslararası hukuku ihlal ediyor.” Ve bu, Angela Merkel’in Temmuz veya Ağustos 2020’de müdahale etmesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın itibarında bir yanlış anlaşılma fırtınası yarattı,  Ankara Doğu Akdeniz’de gerilimi azalttı. Hatırlanacağı üzere petrol ve gaz arama gemilerini çıkardı ve Doğu Akdeniz’e geri dönmediler. Ve sonrasında Türkiye, hepimizin bildiği Mısır, Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkileri geliştirmek için diplomatik bir açılım başlattı. Bu arada geri çekilen Rus kuvvetleriyle birlikte Barışı Koruma Gözlem Merkezi üyeliğiyle Azerbaycan’da yapıcı bir rol oynuyor. Yani bence Türkiye’nin yapması gereken şey, şu anda yaptığı şeydir: aktif ve yapıcı olun ve kendisini düşman olmasa da hasımların bundan faydalanmak ve hikayeyi manipüle etmek isteyenlerin Türkiye’yi şu duruma düşürüp şunları söylemesinden kaçının: “Bakın bu Türkiye’nin saldırgan ve güvenilmez olduğunu kanıtlıyor.” O halde Türkiye, şu anda yaptığı gibi yapıcı olmalı.

‘Erdoğan’ın söylemi İsrail’e karşı çok sert olsa da Türkiye ve ABD aynı sayfada’

Erdoğan’ın Hamas’la ilgili açıklamalarına dönecek olursak, “Bütün bunları söylüyorum ama bedelini ödeyeceğimi biliyorum” dedi. Bahsettiği bedel hakkında ne düşünüyorsunuz? ABD’nin tepkilerinden mi bahsediyor?

Bilmiyorum. O zaman aklından ne geçtiğini bilmiyorum. Ama ABD’den gelecek herhangi bir tepki konusunda endişeye mahal olduğunu düşünmüyorum. Biden Yönetimi Gazze’de sivilleri öldürmeyi bırakması için Netanyahu’ya çok baskı yapıyor. Yani, stratejik olarak şu anda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemi İsrail’e karşı çok sert veya Hamas’ı destekler nitelikte olsa da Türkiye ve ABD’nin aynı sayfada olduğunu düşünüyorum. Yani herhangi bir bedel ödeyeceğini sanmıyorum. Bilmiyorum, ne olabilir, batı ülkelerindeki medya tarafından eleştirileceğinden endişeleniyor olabilir. Ama bu onun pek umurunda değil.

‘Türkiye’nin ticaret kısıtlamaları İsrail ekonomisini etkilemez’

Türkiye’nin İsrail’e uyguladığı ticari kısıtlamalar hakkında görüşünüz nedir?

Mavi Marmara olayını tekrar düşünürsek, sanırım 2010 yılı Haziran ayıydı. Bu durum Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde gerçek bir kırılmaya yol açtı. Ancak takip eden on yılda iki ülke arasındaki ticaret seviyesi %200’ün üzerinde arttı, yani iki kattan fazla arttı. Yani diplomatik ve siyasi ilişkiler çok kötü olmasına rağmen ticaret devam etti. Aslında İsrail, ham petrolünün çoğunu Bakü-Ceyhan petrol boru hattı üzerinden ithal ediyor. Türkiye ile İsrail arasında hayati önem taşıyan ve devam eden bir ekonomik bağ var. Sanırım Türkiye’deki özel şirketler ve devlet şirketleri İsrail’le ticaretten kâr elde etmeye devam etmek istiyordu. Ama sanırım artık öyle bir noktaya gelindi ki buradaki hükümet, muhalefetten, içeriden ve hatta MHP’den, örneğin İsrail’e karşı daha sert davranmak ve işlerin her zamanki gibi yürümesine izin vermemek konusunda çok fazla baskı hissetti. Yani ticaretin her zaman olduğu gibi devam etmesine izin vermeye (karşı baskı)… Artık Türkiye’nin İsrail’e sanırım 54 kategori ürüne bu yasağı getirmesinden önce zaten İsrail’in Gazze’ye saldırılarından bu yana ticaret %20, %21, %21,5 oranına kadar azalmıştı. Artık iyice aşağı iniyor. Artık fark şu ki, özel şirketler belirli ürünleri İsrail’e ihraç edemeyecek. Bunun İsrail ekonomisi için o kadar da önemli olacağını düşünmüyorum, aklımda tüm ürünlerin hangi sektöre dahil olduğu bilgisi yok. Ama jet yakıtı var. Başka kaynaklar da var. Mermer ve başka mamul mallar var. Yani biliyorsunuz Türkiye İsrail için büyük bir ticaret ortağı değildi ve bunun tersi de geçerliydi.  İsrail Türkiye’nin küçük ticaret ortağıdır ama politik olarak bu Türkiye açısından önemli bir tavır.

‘Karadeniz’de NATO varlığı olmasa, Türkiye daha az güvende olur’

Peki, NATO ile ilgili birkaç sorum var. NATO, Romanya’da 10.000, Bulgaristan’da ise 5.000 birlikten oluşan üsler kurmayı planlıyor. Karadeniz’de ittifak varlığının artmasının riskleri nelerdir? Türkiye’nin bundaki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Ben olaya tersinden bakıyorum. Sanırım Karadeniz’de bizim NATO askeri varlığımız olmasaydı, Türkiye’nin, tüm Karadeniz ülkelerinin ve hepimizin güvenliği, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı nedeniyle çok daha az olurdu. Eğer Rusya devam edebilirse ve “kazanırsa”, bu da Kırım’a elinde tutabileceği anlamına gelir, yani Donbass’ı da elinde tutabilir ve bunun da ötesine geçerek Odesa’ya saldırabilir. Devam edecektir… Moldova’ya doğru ilerleyecektir. Daha etkili bir şekilde Gürcistan’a geri dönecektir. Ve Baltık ülkelerinden birine de ilerleyeceğine inanıyorum. Estonya’nın Talin şehrinde bir düşünce kuruluşunu yönetiyordum ve Rusya’nın 2014’teki Ukrayna işgalinden sonra, Rusya’nın Kırım ve Donbas’ta yaptığına benzer bir şeyi NATO üyesi bir ülkede de nasıl yapabileceğine odaklanmıştık. (Rusya şöyle diyordu) “Biz işgal etmiyoruz ve biz sadece bazı idari merkezleri işgal eden küçük yeşil adamlarız.” Putin, onların Rus ordusu olduğunu kabul edene kadar onların adı Rus ordusu değildi. Yani, eğer bunu diyelim ki Doğu Estonya’da yapabilseydi, NATO topraklarını kontrol altına alabilir, Rusya’nın bunu yaptığını inkâr edebilir ve daha sonra “evet öyle”, “öyle, orada olan biziz” diyebilirdi. NATO’nun karar vermesi gerekiyor: “Doğu Letonya’daki küçük bir toprak parçası üzerinde Rusya ile potansiyel olarak nükleer bir savaşa girmek istiyor muyuz?” Ve bu durumda NATO’nun 5. maddesi olan kolektif güvenlik taahhüdü geçerliliğini yitirmiş oluyor. O zaman bunun Türkiye dahil tüm NATO üzerinde büyük bir etkisi olacak. Eğer Rusya Odesa’ya saldırıp ele geçirirse Ukrayna ekonomisi perişan olacak. Ve eğer konu Moldova’ya kadar giderse, dünyanın bu bölgesindeki güvenlik riskleri çok büyük olacak. Yani ABD askeri kuvvetlerinin Romanya ve Bulgaristan’daki varlığı, Rusya’ya “Eğer devam ederseniz, biz de sizin peşinizden geliriz” diyerek güçlü bir caydırıcı etki yapacaktır.

Ukrayna’dan bahsetmişken, diğer Batılı ülkelerde de savaş yorgunluğu başladı. Sizce müzakerelerin zamanı geldi mi? Yoksa savaşın yeniden kızışmasını mı beklemeliyiz?

Putin gerçek bir müzakere istemiyor. Savaşı sürdürmek istiyor ve Zelenski de kendisini buna siyasi olarak hazır hissetmiyor. Ukraynalıların istediğinin bu olmadığını düşünüyor. Yani tarafların isteyip istemediklerine karar vermeleri gerekiyor.

Sizce Zelenski gerçekten tek başına mı karar veriyor? Kontrol ediliyor demiyorum ama çoğu zaman aslında ABD tarafından yönlendirildiğini gözlemliyoruz. Batı Ukrayna’yı finanse ettiği sürece savaş devam edecek, değil mi? 

Hayır, bu çok saçma. Bu Rus propagandası. Ve Rusya tüm ekonomisini bir ülkeyi işgal etmeye odaklamaya devam ettiği sürece savaş devam edecek. Rusya uluslararası hukuku ihlal ediyor. İstilayı durdurun. Ukrayna’yı işgal etmenin hiçbir nedeni yoktu. Hiçbir sebep yok. Yani eğer istilayı durdurursa her şey yoluna girecek. Amerika Birleşik Devletleri sizin söylediğiniz gibi Zelenski’yi kontrol etmiyor. Bu onları ilerlemeye teşvik etmiyor. Ukrayna halkının ABD’nin yardım sağlaması yönündeki istek ve talebine yanıt vermeye çalışıyor. Savaşabilmeleri ve yok edilmemeleri için, ki Putin’in yapmak istediğini söylediği de buydu. Ukrayna’yı ülke olarak yok etmek istediğini söyledi. Ve Rusya’nın halihazırda işlediği savaş suçlarını, çocukları kaçırmayı görüyoruz. Putin savaş suçlarıyla suçlanıyor, değil mi? Yani, savaşın başlangıcında Kiev’in kuzeyinde, Buça’da ve başka yerlerde çocukları kaçırmaları da dahil korkunç zulümler yaşandı. Neden insanların Ukrayna’dan “tamam, kavgayı bırakıyoruz” demesini beklediğini anlamıyorum. Rusya ‘iyi, zaten barış istiyorduk’ mu diyecek? Yola devam edecekler.

Gerçekten bunun artık donmuş bir savaş olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yoksa gerilimin artmasını mı bekliyorsunuz?

Rusya’nın tırmandırmaya devam etmesini bekliyorum. Ve Ukrayna yardımı aldığında ki yardımı alacağını düşünüyorum, o zaman Rusya’nın gerilimini durdurabilecek ve Rus askeri hedeflerine yönelik saldırılarını artırabilecektir.

‘Türkiye, Rusya’nın işini kolaylaştırmak mı istiyor yoksa ticaret merkezi olmak mı buna karar vermeli’

Peki, enerji ağırlıklı olarak Rusya ve Türkiye ilişkilerinden de bahsedelim. Rusya, Türkiye’yi Avrupa’nın enerji üssü haline getirmek için zaman zaman ortak çalışmalar yürütebileceğini söylüyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bunu birkaç kez dile getirdi. Özellikle Ukrayna Savaşı sonrasında Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı enerji darboğazı dikkate alındığında, Türkiye’nin enerji dağıtım merkezi haline gelmesi Batı’daki çatışma bakımından faydalı olmaz mı?

Bu, uzun zamandır ABD dış politikasının bir hedefiydi. 1998’den başlayarak Türkiye’nin tedarikçilerini çeşitlendirmesine yardımcı olmak için çalıştım.  (ABD), Türkiye’nin (tedarikçilerini) çeşitlendirerek Rusya’ya bağımlılığından uzaklaşmasına yardımcı oldu. Bu arada, (Rusya’dan Türkiye’ye) Mavi Akım boru hattı anlaşmasının gerçekleşmesini sağlayan da Türkiye’deki hükümette derin yolsuzluk vardı. Yolsuzluk nedeniyle Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na veya Genelkurmay’a bilgi verilmeden eski bir devlet bakanı tarafından onaylanmıştı. Gerçek olduğunu biliyorum.  Türkiye’nin Rus gazına bağımlılığını devam ettiren bu boru hattının inşası için Rusya’dan masa altında büyük meblağlar ödenen kişilerin bu işe dahil olduğunu biliyorum. Şimdi de aynı şey oluyor. Yani, benim açımdan Türkiye için gerçekten bir enerji transiti ve enerji ticaret merkezi olsaydı, Azerbaycan’dan, İran’dan birçok yönden doğal gaz, herhangi bir yerden sıvılaştırılmış doğal gaz alsaydı harika olurdu.  ABD’den, Katar’dan, Nijerya’dan, Cezayir’den ve elbette bir miktar da Rus gazı da… Bence Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vizyonu bu. Bu Putin’in vizyonu değil. Putin’in vizyonu, Türkiye’yi Rus doğalgazı için bir merkez veya geçiş rotası haline getirmek.

Bulgaristan’ın en büyük özel doğalgaz dağıtım şirketinin yönetim kurulundayım. Bu yüzden Bulgar siyasetini çok yakından izliyorum. Şu anda Bulgaristan’da çok büyük bir siyasi skandal var çünkü Bulgar hükümetinin buradaki hükümetle birlikte  Türk Akımı’nın Rusya’nın Macaristan’a ve Sırbistan’a doğal gaz ithalatını genişletmesi konusunda mutabakata varılan gizli anlaşma sızdırıldı. AB’nin Rusya’dan doğal gaz almayı bırakacağını söylediği 2027’de öncesinde… O halde Türkiye’nin bu tartışmanın neresinde olmak istediğine karar vermesi gerekiyor. Daha büyük boru hattı kapasitesi için bu gizli ve çoğunlukla yolsuz anlaşmalar yoluyla Rusya’nın işini kolaylaştırmak mı istiyor? Yoksa Avrupa Birliği’nin daha fazla Rus gazı almama yönündeki kararlarını baltalayacak şekilde değil, gerçekten herkesin rekabet edebileceği bir ticaret merkezi olmayı mı istiyor? Bu, zor bir karar. Bunu söylemek bana düşmez. Bu Türkiye’nin kararı.

İnsanlar için açık olmayan pek çok şeyden bahsediyorsunuz. Bu konuda daha fazla ayrıntı verebilir misiniz?

Evet, size makaleler gönderebilirim. Ve şu anda Bulgaristan’da yaşanan tartışma hakkında internete girip Bulgar haber servislerine bakabilirsiniz. Ya da bir tarafta BOTAŞ, ardından BulgarGaz ve Bulgartransgaz arasındaki anlaşmaya ilişkin büyük bir kamuoyu yargılaması vardı. Yani, Türkiye ile Bulgaristan arasındaki doğal gaz boru hatlarının bağlantısını tekeline alan ve gazın esasen Türkiye’den AB’ye taşınmasında hiçbir özel sektör rekabetine izin vermeyen, her şeyi yapan devlet tekelleri… Türkiye için, BOTAŞ için bu iyi çünkü BOTAŞ için iyi bir iş, devlet tekeli. Rusya için bu çok önemli. Bu, Rusya’nın 2027’den sonra AB’ye doğal gaz getirmeye devam etmek için bir arka kapıya sahip olacağı yol. Çalıştığım şirket gibi özel şirketler Rusya’ya ait olmayan doğalgazı getirmek istiyor. Rekabetçi ticaret yapmak istiyoruz, hatta bir miktar Rus doğal gazı da olabilir ama tüm bu altyapının tekelci olmayan bir şekilde kullanılması gerekiyor. Bakın, iki hafta önce Bulgaristan’da bu konuyla ilgili düşünce kuruluşları ve gazeteciler tarafından halka açık bir duruşma yapılmıştı. Ancak şu anda Bulgar siyasetinde tartışma hararetli bir şekilde devam ediyor. Yepyeni bir geçici hükümet var ve şu anda bu düzenlemeler konusunda büyük bir tartışma var.

‘Ermenistan’ın Avrupa’nın yanında olmak istiyoruz demesi çok riskli’

Siz daha önce ABD’nin Azerbaycan büyükelçisiydiniz ve Bakü’de yaşıyordunuz. Güney Kafkasya’dan ve oradaki gerilimlerden bahsetmek istiyorum. Ermenistan yönetimi AB ve ABD ile ilişkilerini genişletirken, aynı zamanda Azerbaycan şu anda konuştuğumuz gibi özellikle enerji alanında Avrupa için iyi bir ortak olmaya devam ederken, 10 Rusya ve İran, etkili faktörler olarak dikkate alındığında Washington’un Güney Kafkasya’daki temel planı nedir?

Ben aynı zamanda Azerbaycan ile Ermenistan ve Karabağ ihtilafı arasında ABD’nin arabulucusuydum ve uzun süre bölgeyle ilişkilerimizi denetledim. Bence Washington’un istediği bir numaralı şey barış, Azerbaycan ile Ermenistan arasında bir barış anlaşması. Ve ABD kamuoyuna defalarca şunu söyledi: “Washington olarak arabulucu veya kolaylaştırıcı rolünü oynamaktan mutluyuz, buna mecbur değiliz, bizim için önemli olan birisinin bu rolü oynamasıdır”. Elbette, Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel bu konuda harika bir iş çıkardı. Yani ABD’nin arzusu, Azerbaycan ile Ermenistan arasında barış anlaşması yapılması ve ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana yapılmayan uluslararası sınırlarının belirlenmesi konusunda anlaşmaya varılmasıdır.

Aynı zamanda, sizin de belirttiğiniz gibi, Başbakan Paşinyan ve Dışişleri Bakanı Mirzoyan’ın son dönemdeki açıklamalarına ABD ve AB yanıt veriyor. Birincisi: Ermenistan artık Rusya’nın askeri ittifakı olan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün içinde olmak istemiyor. Bence yanlış bir şekilde, Azerbaycan’da karada bulunan Rus barış güçlerinin 2020’deki İkinci Karabağ savaşı ve daha sonra geçen eylül ayında Azerbaycan nihayet Ermenistan tarafından işgal edilen topraklarının tamamını geri aldığı sırasında Ermenistan’ın savunmasına gelmek zorunda olduklarına inanıyor. Aslında Rus barış güçlerinin olaya karışma zorunluluğu olduğunu düşünmüyorum. Ancak siyasi açıdan Paşinyan’ın Rusya Askeri İttifakı’ndan ayrılmak istediğini söylediği noktaya gelindi. Ermenistan, Vladimir Putin’in Ermenistan topraklarına girmesi halinde onu tutuklama zorunluluğu getiren Uluslararası Adalet Divanı’na katılacak. Paşinyan ve Ermenistan Dışişleri Bakanı Avrupa Birliği’ne katılmak istediklerini söylediler. 2014’te Ukrayna’daki Meydan’ı hatırlarsanız, Ukrayna’nın Avrupa Birliği’ne katılma isteği ya da  en azından bir ortaklık anlaşması imzalaması, iki savaş ve iki Rus işgali olan bir çılgınlığı başlatmıştı. Yani Ermenistan liderliğinin şu anda “Avrupa’nın yanında olmak istiyoruz, Rusya’nın yanında olmak istemiyoruz” demesi çok riskli bir şey. Ermenistan’da pek çok insan bundan nefret ediyor, Rusya bundan nefret ediyor ve bu nedenle Rusya son birkaç gün içinde “barış güçlerimizi Azerbaycan’dan çıkaracağız” diyerek yanıt verdi.  “Ermenistan artık tek başınasın”. Yani Ermenistan liderliği, tırnak içerisinde “Batı” olmak konusunda stratejik bir seçim yapıyor. Azerbaycan yönetimi daha dikkatli. Bağlantısızlar hareketinin dört ya da beş yıldır lideriydi. Ne Rusya’yla ne İran’la ne Batı’yla herhangi bir bloğa katılmaya, herhangi bir blokla beraber hareket etmeye hevesli değil. Ve böylece Azerbaycan’da insanların neden ABD ve AB’nin “tamam Ermenistan, sen bizim yolumuza gelebilirsin ama Azerbaycan kendi başına kalmaya karar verdi” demelerine üzüldüğünü anlıyorum. Yani aslında Azerbaycan istediğini elde ediyor. Sizin de söylediğiniz gibi Avrupa Birliği’nin iyi bir ortağı olarak saygı görüyor; bağımsız, bağlantısız bir ülke olarak saygı görüyor. Ermenistan’la barış anlaşması olduğu sürece Ermenistan askeri olarak tehdit edemez. Ermenistan, Ermenistan’ı Azerbaycan’a, Ermenistan’ı da Türkiye’ye bağlayan tüm ulaşım koridorlarını açma sözünü nihayet yerine getirdiği sürece Azerbaycan mutlu olmalı. Sanırım bir barış anlaşması yapıldığında ve sınırı belirleyen bir sınır anlaşması yapıldığında bu olacak.

Artık en önemli konulardan biri Zengezur Koridoru. Bunun olacağına inanıyor musunuz? Çünkü İran’ın yanı sıra Ermenistan da bunun olmaması için direniyor.

Koridorlardan biri ve olması gerekiyor. Bence olacak. Paşinyan buna direnmiyor ama siyasi rakipleri direniyor. Sözde Karabağ klanı, Karabağ’ın eski liderleri, Azerbaycan’la çatışma isteyen milliyetçiler ve sözde Ermeni devrimci cephesi Taşnaksutyunlar ona karşı çıkıyor. Azerbaycan’la sorun çözülmediği sürece ya paradan ya da siyasi destekten kişisel olarak faydalanıyorlar. Bazıları, Türkiye’nin doğusundan, Azerbaycan’dan, İran’dan toprak almak anlamına gelen Orta Çağ Büyük Ermenistan devletini yeniden yaratmak istiyor. Bunun çılgınca olduğunu düşünüyorum ama bazıları bunu gerçekten yapmak istiyor. Ve bazıları yine fırsatçı ve Rusya’da, Fransa’da ya da Amerika Birleşik Devletleri’nde olsun, “evet, o büyük eski ortaçağ vatanı Ermenistan’ı diriltmeliyiz” diye düşünen diasporaların duygusal üyelerinden para alıyorlar. Açıkçası Ermenistan’daki intikamcı güçler gitmedi, hala oradalar ama her geçen gün daha da zayıflıyorlar.

‘Gürcistan’da mevcut hükümet AB ile değil Rusya ile güçlü ilişkiler kurmak istiyor’

Son sorum Gürcistan’la ilgili. Sizce AB Gürcistan’a adaylık statüsü vererek kapılarını açıyor mu? Güney Kafkasya ve Gürcistan Krizi’nin özel temsilcisi Toivo Klaar’la konuştum.  Bunun aslında yakın gelecekte gerçekleşmeyeceğini söylüyor. Peki sizin görüşünüz nedir? Gürcistan aynı zamanda post-Sovyet ülke ile Avrupa ülkesi arasında bir yerde sıkışmış durumda.

Yani Gürcistan 2012’den önce canlı bir demokrasiydi ve açıkça Batı yolunu seçmişti. NATO’ya üye olmak istiyordu, Avrupa Birliği’ne üye olmak istiyordu. Ve Gürcistan nüfusunun %80,5’inden fazlası hala bu iki şeyi istiyor. Ama mevcut hükümet bunları istemiyor. Mevcut hükümet, Rusya ile güçlü ilişkiler kurmak istiyor.

Bu nedenle, ister Batı Gürcistan’daki Anaklia limanı ister Kafkasya’daki çevrimiçi internet servis sağlayıcısının özelleştirilmesi olsun, Gürcistan’ın Avrupa ile bütünleşmesine yardımcı olacak bazı büyük altyapı projeleri iptal edildi. Her iki proje de Gürcistan’ın ekonomisini birçok farklı yoldan Avrupa Birliği’ne yeniden bağlamasına yardımcı olacaktı. Bir yıl kadar önce Ukrayna ve Moldova’ya AB adaylık statüsü teklif edildiğinde Gürcistan’a bu teklifi yapılmamıştı. Ve bunun nedeni Gürcistan’ın siyasi sistemindeki derin işlevsizlik. Daha sonra Gürcistan hükümeti bazı reformları hayata geçireceğine dair bazı sözler verdi ve ardından Avrupa Birliği “tamam, artık aday olabilirsin” dedi. Ancak şimdi Gürcistan hükümetinin kabul etmeye karar verdiği, Rus tarzı yabancı temsilci kayıt kuralını yasalaştırmamak veya konuya devam etmemek olan ana mesele yeniden siyasi gündeme geldi. Şimdi Gürcistan hükümeti “AB’ye bunu yapmayacağımıza söz verdik, yine de yapacağız” dedi. “Bu yabancı temsilci kayıt yasasını ileri götüreceğiz.” Yani son günlerde Avrupalı sözcüler Charles Michel bile şunu söylüyor: “Gürcistan böyle adımlar atacaksa Avrupa yolunda olamaz.” Bence bu iş bir kez daha raydan çıktı, Gürcistan’ın nüfusun ezici çoğunluğunun Avrupa Birliği’ne katılma isteği şimdilik raydan çıktı. Ve Gürcistan’da siyasi bir çıkmaz var.

‘Almanya tam bir çifte standart ülkesi’

Tahmin ettiğim kadarıyla Gürcistan, Türkiye’nin geçmişte, 40 yıldır yaşadığı süreci şimdi yaşıyor, henüz beklemede.

Beklemede ama durum farklı. Demek istediğim, Türkiye karşıtlığı nedeniyle Türkiye’nin hiçbir zaman Avrupa Birliği’ne üye olmaması gerektiğini düşünen birçok Avrupalı lider olduğunu düşünüyorum. Fransa’nın eski lideri (Jacques Delors) 70’lerin sonu ve 80’lerin başında şu ünlü sözü söylemişti: “Avrupa Birliği bir Yahudi-Hıristiyan örgütüdür.”  “Bu bir Hıristiyan Kulübü” diyorlar. Gürcistan’ın bu sorunu yok değil mi? Gürcistan çok daha az tanınıyor. Gürcistan’ın Avrupa Birliği içerisinde Avrupa Birliği’ne yakınlaşması yönünde güçlü bir genel destek olduğunu düşünüyorum. Daha tartışmalı olan ise Gürcistan’ın Almanya ile birlikte NATO üyeliğine tarihsel olarak karşı çıkılmasıdır. Çünkü Almanya Rusya’dan korkuyor. Almanya tam bir çifte standart ülkesi.  “Rusya ile toprak anlaşmazlığı olan bir ülkenin NATO’ya üye olmasını istemiyoruz çünkü bu, NATO’yu Rusya ile çatışmaya sokabilir” diyorlar. Ancak Almanya, NATO üyesi olduğunda Rusya ile toprak anlaşmazlığı yaşadı. Rus askeri kuvvetlerinin işgal ettiği bölgeye Doğu Almanya adı verilmişti (Gülüyor).

*Röportaj İsrail’in İran’a karşılık verdiği tarihten önce yapıldı.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Emperyalizm çöküyor ancak eleştirmek yetmez biz alternatif bir dünya sunmalıyız’

Yayınlanma

18-21 Nisan tarihleri arasında Afrika, Latin Amerika ve Karayipler, Asya, Orta Doğu ve Avrupa’dan yüzlerce örgüt ve toplumsal hareket, toplumsal örgütlerin bugün karşı karşıya olduğu sorunları, tehlikeleri, alternatifleri, mücadeleleri ve en önemli konuları tartışmak üzere Venezuela’nın Caracas kentinde bir araya geldi. Konferansa bölge liderleri de eşlik etti. Bu çerçevede, onların kolektif deneyimlerinin yanı sıra, bize dünyanın bugün içinde bulunduğu duruma ilişkin genel bir bakış sunan ve aynı zamanda ‘çökmekte olan hiper emperyalizm’ olarak nitelendirdiği durumla yüzleşmek için sahip olduğumuz alternatifleri anlatan Hindistanlı entelektüel Vijay Prashad’ı dinleme ve öğrenme fırsatı yakaladık.

Solda Vijay Prashad, sağda Venezuelalı siyaset bilimci Micaela Ovelar

‘Filistin’deki soykırım günümüz dünyasının barbar karakterini gösterdi’

Filistin’de yaşanan dramı nasıl tanımlarsınız?

Son derece barbar bir dünyada yaşıyoruz. Bugün dünyaya hakim olan barbarlık, apartheid devleti İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırım savaşının barbarlığı akıl almaz. 20 yıl önce, Amerikan emperyalizminin Irak halkına karşı barbarlığı, esasında yasa dışı bir savaş, Birleşmiş Milletler tüzüğünün ihlali. Belki 2 milyon insan öldürüldü, yerinden edildi, yaralandı. O savaştan etkilenmeyen tek bir Iraklı aile kalmadı. Şimdi Gazze’de en az 300 aile tarihten silindi. 300 ailenin soyadları ileriye taşınamayacak. İsrail bombardımanının acımasızlığı işte budur.

Esasında bu bombardımanın acımasızlığı oldukça çarpıcı. Savaş bölgesine gitmemiş insanlara savaşın ne kadar çirkin olduğunu anlatmak zor. Savaş gürültülüdür. Çok fazla gürültü vardır. Modern dönemde savaş çirkindir, zira yıkılan binalardan çok sayıda zehirli kimyasal madde çıkar. Ve bu kimyasallar nesiller boyu insanları zehirledi. ABD; Felluce’de, Ramadi’de, Irak’ta seyreltilmiş uranyum kullandı. Irak’ta çocuklar hala bu seyreltilmiş uranyumdan kaynaklanan kusurlarla doğuyor. İşte emperyalizmin vahşeti, barbarlığı budur. Bu Monroizm’in tutumudur.

Monroizm barbarlıktır. Acımasızdır. Bazen emperyalizm kelimesi emperyalizmin gerçekte ne kadar vahşi olduğunu, sıradan insanların hayatlarına karşı ne kadar acımasız, ne kadar barbar, ne kadar düşüncesiz olduğunu duygusal olarak yakalayamıyor. Gazze’de muhtemelen 50 bin insan öldürüldü. Kayıp 7 bin kişi var, bunların 5 bini çocuk. Gazze’de 15 bin çocuk öldü. Bir nesil yok oldu. İşte emperyalizmin acımasızlığı, vurdumduymazlığı budur.

‘İran’ı doğrudan hedef alamadılar’

İsrail saldırılarının çerçevesini diğer Orta Doğu ülkelerine doğru genişletmeye çalışıyor. Biliyorsunuz İran’ı hedef aldılar ve İran karşılık verdi. Sizce Gazze’deki savaş yayılacak mı?

İsrail, Filistin halkına karşı acımasız bir soykırım savaşının ortasında. Ve savaşı genişletmek isterken, İran halkı ve Orta Doğu’daki diğer halklar İsrail’in bunu İranlılara karşı yapamayacağını söylemek için ayağa kalktı.

İsrailliler bunu bildikleri için Suriye’deki, Şam’daki İran büyükelçiliğine saldırdılar ve İran’ın İsrail’i askeri olarak vurmak zorunda kalmasının nedeni buydu, zira ilk İsrail, Suriye’de yasa dışı bir şekilde İran büyükelçiliğini vurmuştu.

Umarım bu savaş, belki Türkiye de dahil olmak üzere diğer bölge ülkelerini de kapsayacak şekilde hızlanmaz. Umarım ortalığı sakinleştirebilir, ateşkes sağlayabilir ve Filistinlilerin toparlanmasına imkan sağlayabiliriz. Önceliğimiz bu.

‘ABD ve Batılı müttefikleri yalnızca tehlikeli değil, aynı zamanda çökmüş durumda’

Konuşmalarınızda ve yazılarınızda ‘hiper emperyalizm’den bahsediyorsunuz.  Bu ifade ne anlama geliyor?

Biz hiper emperyalizm terimini bu barbarlığın bir kısmını yakalamak için kullanıyoruz. Gördüğünüz üzere ABD tarafından ortaya konan hiper emperyalizm tehlikeli ve çökmekte olan bir şeydir. Hem tehlikeli hem de yozlaşmıştır. Hiper emperyalizmin tehlikesini ve çöküşünü fark etmemizin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Küresel askeri harcamaların yüzde 75’i ABD, NATO müttefikleri ve Japonya ve Güney Kore gibi yakın NATO müttefikleri tarafından yapılıyor.

Bunu insanların Çin’in ve Rusya’nın bir tehdit olduğunu söylediğinde aklınızda tutmanızı istiyorum. Ne söylüyorlar? Çin bir tehdit mi? Bu gerçekçi bir ifade değil. Çin dünya askeri harcamalarının yüzde 10’unu elinde tutuyor. ABD ve müttefikleri, dünya askeri harcamalarının yüzde 75’ini elinde tutuyor. Çin nasıl bir tehdit olabilir? Rusya nasıl bir tehdit? Venezuela nasıl bir tehdit? Küba nasıl bir tehdit? Gerçek tehdit ABD’dir.

Şu anda gezegene dönük tek bir tehdit söz konusu ve bu tehdit, ABD ve yakın Avrupalı müttefiklerinin başını çektiği hiper emperyal yapı. Gerçek tehdit budur. Gezegende sahip olduğumuz tek terörist ABD hükümeti ve İsrail de dahil olmak üzere yakın müttefikleridir. Teröristler, tek teröristler onlardır. Bugün gezegenimizin karşı karşıya olduğu en büyük tehdit budur.

Ama bundan daha kötüsü de var. Bu tehlikeli, evet, ama sadece tehlikeli olmaktan daha kötü. Bundan çok daha kötü. Aynı zamanda yozlaşmış. Batı’ya liderlik eden insanlara bakın: Başkan Joe Biden (ABD), Şansölye Olaf Scholz (Almanya), Başbakan Rishi Sunak (İngiltere), Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron (Fransa), bu insanlardan hiçbiri dünyanın herhangi bir yerindeki insanların saygısını kazanmış değil. Nasıl oluyor da bu muazzam zenginliğe sahip ülkeler bir tane bile akıllı dünya lideri çıkaramıyor?

Küresel Kuzey’in her bir liderinin vasat olması nasıl mümkün olabiliyor? Görüyorsunuz, mesele Biden’ın yaşı değil. Son derece aklı başında 80 yaşında, 90 yaşında bir sürü insan var. Mesele yaş değil. Donald Trump’ın acımasız tavırlarıyla da ilgili değil. Dünyada pek çok acımasız insan var. Hepsi de Donald Trump gibi değil.

Mesele görmediğimiz Olaf Scholz da değil. Olaf Scholz sahneye çıktığında, sanki bir gölge gibi. Varlığı bile yok, en azından Angela Merkel’in bir kişiliği vardı. Olaf Scholz’un bir kişiliği bile yok. Fransa nasıl oldu da Emmanuel Macron’u çıkardı? Burası Fransız Devrimi’nin ülkesi. Paris Komünü’nün ülkesi. Jean Paul Sartre gibi filozofların ülkesi.

‘Avrupa ve ABD’nin bir projesi yok, yeni fikirleri, çözümleri yok’

Görüyorsunuz Avrupa artık filozof üretmiyor. Bugün Almanya’da Hegel yok. Fransa’da Sartre yok. ABD’de gerçek entelektüeller üretilmiyor. Sorun Biden çağında. Schulz’un kişiliksizliği. Sorun, bir projelerinin olmaması. Ne yaptıklarını bilmiyorlar. Beşeriyetin ikilemlerini anlamıyorlar. Yoksulluğun nasıl aşılması gerektiğini anlamıyorlar.

Çocuklarımızı eğitmek ya da dünyaya yardım etmek için gerçek bir projeye sahip olmanın ne anlama geldiğini anlamıyorlar. Kovid pandemisi sırasında küresel Kuzey’in tamamen çöktüğüne şahit olduk, ancak Kovid pandemisinden önce, 2008’deki mali krizden sonra, bu uzun vadeli depresyonda asla iyileşemediler, küresel Kuzey’in evsizlik gibi şeylerle, ırkçılık, homofobi ve benzeri şeylerle mücadelesini izledik.

ABD ve Avrupa’nın bir projesi yok. Yeni fikirleri yok. Bu anlamda çökmüş durumdalar. Yalnızca tehlikeli değiller, aynı zamanda çökmüş durumdalar. Hiper emperyalizm tehlikelidir. Evet, öyle. Artık nasıl köprü kuracaklarını bilmiyorlar. Bu köprüleri nasıl havaya uçuracaklarını biliyorlar. Hiper emperyalizm tehlikelidir, ama aynı zamanda yozlaşmıştır da. Köprüyü havaya uçurabilirler. İnşa etmeyi sevmiyorlar. Köprü inşa etmek için halkın elinde para yok. Artık nasıl okul yapılacağını bilmiyorlar. Artık eğitimin ne olduğunu bilmiyorlar. Sağlık hizmetlerinden anlamıyorlar. Hiper emperyalizmin çökmekte olan yönü bizim açımızdan çok önemli.

Önemli, çünkü dünyayı ikna etmeye çalışıyorlar, çünkü bir projeleri yok, bir gelecekleri yok. Dünyayı, sahip olduğunuz şeyin sahip olduğunuz şey olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Şu anda sahip olduğunuz şey sonsuza kadar sahip olacağınız şeydir. Hiçbir şey geliştirilemiyor. Şu anda sahip olduklarınız için şanslı olmalısınız. Zira daha kötüsü de olabilir. Çöküş içindeler, zira insanlara sunacakları bir gelecek yok.

‘Eleştirmek yetmez, bir projemiz olmalı’

Peki çökmekte olan Batı’nın sunduklarına alternatif sunulabilir mi? Siz bir alternatif görüyor musunuz?

İnsanlara inanan bizler, bir gelecek ihtimaline inanan bizler için sadece emperyalizmi eleştirmek yeterli değil. Sadece küresel Kuzey’deki dünya liderlerinin tehlikesini ve çöküşünü eleştirmek de bizim için yeterli değil.

Biz eleştirme konusunda epey iyiyiz. Biz en iyi anti-kapitalist eleştirmenleriz. Onlara nasıl hayır diyeceğimizi biliyoruz. Onlarla nasıl mücadele edeceğimizi biliyoruz. Ancak dünya çapında en büyük hareketi inşa etmek istiyorsak, insanların evet, bir projemiz olmalı diyebilecekleri bir şeye sahip olmalıyız.

İnsanların iyimserlik inşa etmesini sağlamalıyız. İyimser olmamız lazım. Demek istediğim, insanların yalnızca gelecek için iyimser olması değil. Ama bizim projemiz konusunda da iyimser olmaları gerekiyor. Sosyalizmin mümkün ve gerekli olduğuna inanmaları gerekiyor. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylemek yeterli değil. Sosyalizmin gerekli olduğunu söylemek zorundayız. Sosyalizm sadece gerekli değil, aynı zamanda mümkün de.

Dünyanın dört bir yanından insanların bir barış ve kalkınma platformunda bir araya gelmesi ve savaşı reddetmesi son derece önemli. Yoksulluk sorunlarını, eğitim eksikliği sorunlarını, sağlık desteği eksikliği sorunlarını çözmemiz gerekiyor. Bu sorunları çözmemiz gerekiyor. Tüm zenginliğimizi savaşa harcamamalıyız. İşte bu yüzden bir araya gelmemiz son derece önemli.

Venezuela, Hugo Chavez’in devlet başkanı adayı olarak ortaya çıktığı 1998 yılından bu yana büyük bir mücadelenin ortasından bu yana, dünyanın farklı olabileceği ve şu anda karşı karşıya olduğumuz sorunların üstesinden gelinebileceği konusunda ısrar ederek toprağa bir bayrak dikmişti. Ve böylece 1998’den bu yana Venezuela, dünyanın dört bir yanından insanları bir araya gelmeye ve dünyanın sorunlarını çözme konusunda ciddi bir şekilde düşünmeye davet eden bir ülke oldu.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türkiye’de göçmen sorunu var. Afganistan’da durum daha da kötüleşirse Türkiye için ciddi bir sorun olacak’

Yayınlanma

Afganistan’ın Ankara Büyükelçisi Amir Mohammad Ramin Harici’ye konuştu. Afganistan’daki ekonomik, sosyal durumu, güvenlik sorunlarını ve siyasi sorunları değerlendiren Büyükelçi Ramin, ülkeye “bildirimde bulunmadan gelen” ve sonra da ekonomi, istikrar, güvenlik konusunda herhangi bir taahhütte bulunmadan ülkeyi terk eden ABD’nin rolüne işaret etti.

 Büyükelçi Amir Mohammad Ramin, Afganistan’daki son durum, bölge ülkeleri ile ilişkiler, güvenlik meselesi, tanınma müzakereleri ve yabancı yatırımlarla ilgili sorularımızı yanıtladı.

ABD Afganistan’dan çekildi ama büyük bir ekonomik krizi geride bıraktı ve aynı zamanda açlık, yoksulluk, salgın hastalıklar ve daha birçok sorun devam ediyor. Sizce Afganistan nasıl toparlanacak?

Ne yazık ki, genel kamuoyunun ve Afganistan halkının beklentilerinin aksine, Amerika Birleşik Devletleri, elbette bir BM Güvenlik Konseyi Kararı aracılığıyla da olsa Afganistan’a önceden herhangi bir bildirimde bulunmadan geldi, ancak aynı zamanda Afganistan’ın güvenliği, ekonomik istikrar, gelecekteki istikrar ve kalkınma konusunda herhangi bir taahhütte bulunmadan aniden Afganistan’dan ayrıldı. Afganistan’da ekonomik durum ölü. İnsanlar zor durumda. Bunun nedeni de Ağustos 2021 sonrasında gelişen durum. Yeni fiili otorite tanınmadı. Ve şu anda dünyada Afganistan’la resmi bir ekonomik ilişki yok. Ve bazı açılardan Afganistan yaptırımlar altında kalmaya devam ediyor. Örneğin SWIFT sistemi Afganistan’da çalışmıyor. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Afganistan çok zor bir dönemden geçiyor. Buna hiç şüphe yok. Konu genel kamu haklarına, insan haklarına gelince, durum çok vahim. Peki Afganistan’daki durumun iyileşmesi için ne yapılabilir? En iyisi olaya iki açıdan bakmak olacaktır. Birincisi, yerel bakış açısı. Yurt içi perspektiften bakıldığında, fiili otoritelerin açılmaları, halkla etkileşime geçmeleri, kurallara dayalı bir sistem oluşturmaya çalışmaları, bir anayasa oluşturmaya çalışmaları, kuralları, düzenlemeleri ve halkın haklarını tanımlamaya çalışmaları gerektiğini düşünüyorum. Halklara önemli hakları verilmedikçe ve insanların sesi duyulmadıkça Afganistan’daki duruma çözüm bulmak zor olacaktır. İç meşruiyet meselesi çok önemli. Ve bu ancak halkla bu fiili otorite arasında bir tür karşılıklı etkileşim ve anlayışla gerçekleşebilir. İkincisi ise, iç meşruiyet meselesi ele alınınca sıra bölgesel ve uluslararası meşruiyete geliyor. Ve eminim ki, Afganistan’ın iç meşruiyet meselesi ülke içinde gerçekleştiğinde dış meşruiyet de doğal olarak gelecektir. Ancak şu anda Afganistan’daki vahim durum göz önüne alındığında, 35 milyon veya 40 milyon insanı unutmamamız çok önemli, onların insani ihtiyaçlarını da karşılamamız gerekiyor. İşte bu yüzden tüm uluslararası aktörleri Afganistan’daki insanların insani ihtiyaçlarını karşılamaya devam etmeleri için teşvik etmeye devam ediyorum. Bu konuda Türkiye iyi gidiyor. Türkiye’nin şu anda Afganistan’a gönderdiği insani yardımlardan dolayı çok müteşekkirim. Afganistan’da 60’tan fazla kuruluş faaliyet gösteriyor. Çoğu, her ikisi de çok önemli olan insani yardım ve eğitim olmak üzere iki alanla ilgileniyor. Ancak kısa vadede insani yardım, uzun vadede ise eğitim konusu hayati önem taşıyor çünkü eğitim Afganistan için uzun vadeli bir yatırım. Durumun nasıl daha iyiye gidebileceğine ve ilerleyebileceğine dair görüşlerim bunlar.

 ABD, tabiri caizse Afganistan’ın parasına el koydu. Afganistan’ın şu anda bu paraya çok ihtiyacı olduğu aşikâr. Bununla ilgili uluslararası bir girişim olacak mı? Bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Para donmuş halde kalmaya devam ediyor. Ancak benim anladığım kadarıyla paranın insanlara ulaşmasını sağlamanın yolları var. Ve onların ihtiyaçları giderilebilir. Kullanılacak belirli yollar olması gerekir. Ben şahsen bu işin içinde değilim, New York ve Cenevre’deki bazı diplomatik misyonlarımızın bu gelişmeleri takip ettiğini biliyorum. Ama kişisel olarak takip etmiyorum. Ancak benim dileğim, paranın halkın ihtiyaçlarına yönlendirilmesini sağlayacak bir yol bulunursa çok iyi olur. Fakat uzun vadeli ve fiili çözüm Afganistan’daki durumun iyileşmesini sağlamak olacaktır.

Taliban hükümetinin tanınma çabalarından bahsedelim. İran, Rusya, Çin ve Pakistan’ın Afganistan’la iyi ilişkileri var. Ancak Taliban hükümetinin resmi olarak tanınması pek mümkün görünmüyor. Taliban hükümetinin tanınma konusundaki takvimi nedir, bilginiz var mı? Diğer hükümetlerden hangi ipuçlarını alıyorsunuz?

Benim anlayışıma göre tanınma meşruluktur, uluslararası meşruiyettir. Dolayısıyla, ülke içi meşruiyet sorunu çözülmediği sürece -ki bunun 21. yüzyılda hükümetlerin halkın desteğine sahip olmasıyla gerçekleşmesi gerekiyor ve bir hükümetin halkın desteğine sahip olduğunu nasıl belirttiğine dair bazı ilkelerin olması gerekiyor- herhangi bir gösterge olmadan basitçe halkın desteğine sahip olduğunuzu söyleyemezsiniz. Yani bir yol olması gerekiyor.

Afganistan için bu yol nedir?

En iyi şey, iç meşruiyet meselesine ilişkin belli bir dereceye kadar halkın katılımını sağlayacak bir çerçevenin mevcut olduğundan emin olmak olacaktır. Bu sorun çözülmediği sürece uluslararası tanınırlığın yakın zamanda gerçekleşeceğini görmek zor olacak. Aynı zamanda bunun yakın zamanda resmi olarak gerçekleşeceğini de düşünmüyorum. Afganistan halkının hakları, kadın hakları ve kadınların eğitime erişimi, kadınların işgücüne katılımı, kadınların topluma katılımı gibi çok önemli konular ele alınmadıkça bu olmaz. Bana göre, bu konular ele alınmadıkça tanınma meselesine hızlı bir çözüm bulunamaz. Dolayısıyla bunun için bir zaman çizelgemiz yok.

Rusya’nın Taliban hükümetini Kazan’daki İslam zirvesine davet edeceğini duyurması yönündeki girişimini yorumlayabilir misiniz? Bu ne sağlayacak? Rusya’nın amacı nedir ve bu Taliban hükümetine ne getirecek?

Sanırım bu, son birkaç yıldır olan bir şey. Çeşitli etkinliklere katılım oldu, ancak önemli bir şeye ya da büyük bir ilerlemeye yol açmadı. Mesela 2022 yılının mart ayında Taliban heyeti gelip Antalya Diplomasi Forumu’na katıldı. Ama bundan önemli bir şey çıkmadı. Yani Kazan İslam Dünyası Konferansı’na katılım sadece katılımla sınırlı olacaktır. Katılım dışında bir şey getireceğini düşünmüyorum.

Ancak Rusya’nın yapmak istediği şey Taliban’ın yanında bir duruş sergilemek. Bu doğru mu?

Yani benim anladığım kadarıyla Rusya’nın Afganistan konusunda, özellikle de IŞİD konusunda güvenlik kaygıları var, çünkü yakın zamanda Rusya’da bir IŞİD-Horasan saldırısı yaşandı. Yani Rusya için olduğu gibi diğer komşu ülkeler için de geçerli. Rusya komşu ülke olmasa da durumdan etkileniyor. İran ve Pakistan için, durumun daha da zorlaşmamasını veya daha da kötüleşmemesini sağlamak için durumu nasıl yönetebileceklerini görmeleri gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Afganistan’da güvenlik durumu kötüleşirse veya daha da kötüye giderse, bu komşu ülkeler ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bölge ülkeleri ilk etkilenenler olacak. İşte bu yüzden mevcut durumun devam ettiğinden emin olmak için bir dereceye kadar iletişimi sürdürüyorlar. Yani mevcut durumun devamı olacak. Bu büyük bir atılım olmayacak.

Afganistan’a yapılan yabancı yatırımlar ne durumda? Çin ve Rusya’nın birçok projesi var. Rusya ile Afganistan arasında bazı Türk şirketlerinin de dahil olduğu bir demiryolu projesi var. Bu projeler hakkında ne biliyoruz? Bizi bu konuda aydınlatabilir misiniz?

 Yani evet, Çinliler yatırım yaptı. İran’ın Afganistan’da bazı yatırımları var. Rusya bazı yatırımlar yaptı. Türk şirketleri Afganistan’da belirli sektörlere yatırım yaptı. Benim anladığım kadarıyla Afganistan’da yatırım yapan yaklaşık 11 farklı şirket var, Türk şirketleri. İnşaat da var, hidroelektrik de, güneş enerjisi de… Yatırım yaptıkları sektörlerden bazıları bunlar. Ruslar ve Çinliler madenlerle ilgileniyor. Petrole de yatırım yaptılar. İranlıların da maden yatırımları var. Ruslar ne yapabileceklerini görmek istiyor. Henüz büyük bir yatırımları yok. 

Rusya’nın büyük yatırımları yok mu?

 Büyük bir yatırımı yok ama şu anda demiryoluna yaptıkları yatırım ilk yatırımlardan biri. İmzalandı. Ve yavaş yavaş inşa etmeye başlayacaklar. Bu, Afganistan’dan İran’a, Batı Afganistan’a, Herat vilayetine kadar uzanan demiryolu bağlantısı olacak. Bu da gelecekte potansiyel olarak Afganistan’ı Türkiye’ye bağlayabilir. Çünkü potansiyel olarak Türkiye’ye kadar gelebilir.

Rusya ile Afganistan’ı nasıl birbirine bağlıyor?

Şu anda diğer kısımların Rusya’ya bağlanmasına başlanmış değil. Çünkü burası sadece Afganistan’ı İran’a bağlayan kısım. Gelecekte durum daha iyiye gittiğinde bu elbette Özbekistan ve Tacikistan’a bağlayacağı diğer iki ülkeye de yansıyacak. Daha sonra Özbekistan ve Tacikistan üzerinden potansiyel olarak hem Çin’e hem de Rusya’ya ulaşacak. Ancak bu acil bir plan dahilinde değil.

Takvim nedir?

Afganistan’da genellikle takvimlerden bahsetmek oldukça zordur çünkü şu anda tartıştığımız demiryolu projesi yaklaşık 15 yıl önce tartışılmıştı. Ve güvenlik olayları nedeniyle her zaman ertelendi. Kaynaklara, şirketlerin yatırımlarına ve taahhütlerine ve genel olarak güvenlik durumuna bağlı olarak, eğer durum iyi olursa, yatırım devam eder, yatırım taahhütleri devam eder, benim anlayışıma göre önümüzdeki beş yıl içinde Özbekistan ile Pakistan arasında Afganistan üzerinden ve ayrıca İran yoluyla bağlantı. Bu da Rusya, Çin ve Hindistan gibi diğer ülkeleri birbirine bağlamaya yardımcı olacak.

Pakistan’la hem göçmenlerle ilgili hem güvenlikle ilgili sorunlarınız basına yansıyor? Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Afganistan’ın güvenliğine gelince, bu aslında tüm bölgenin güvenliği açısından çok anlamlı. Ekonomik İşbirliği Örgütü Genel Sekreteri Büyükelçi Husrav Noziri bölgenin geri kalanının güvenliği için Afganistan’ın da güvenli olması gerektiğinin altını çiziyor. Afganistan bu güvenlik sorunlarıyla nasıl başa çıkacak?

Yani güvenlik sorununun bir kısmı Afganistan’da. Bir başka kısmı da bölgeseldir, özellikle Pakistan’da. Pakistan’da Veziristan’da olduğu gibi federal idari alanlar gibi yönetilmeyen alanlar var. Pakistan ordusu bu bölgelerin tam kontrolünü elinde tutar vaziyette değil. İşte bu yüzden bu bölgeler artık Pakistan topraklarının içinde ve bu bölge, aralarında TTP ve IŞİD’in de bulunduğu bazı gruplar için güvenli bir sığınak haline geldi. Komşu İran’da da aynı durumun yaşandığı bazı bölgeler olduğunu düşünüyorum. 4 Nisan’da İran’da Adalet Birlikleri olarak adlandırılan Ceyş el-Adl tarafından bize terör saldırısı düzenlendi. Dolayısıyla üç ülkenin sınır bölgelerinde ve içlerinde, üç ülke tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmeyen bazı alanlar bulunmakta. Benim anlayışıma göre, yönetilmeyen alanların azaltılmasını sağlamak için ülkelerin yakın iş birliği yapması gerekecek. Ve bu yönetilmeyen bölgeler de Pakistan’ın içinde çünkü burası Veziristan ve diğer yerler gibi çok dağlık bir bölge. Ancak Afganistan’daki güvenlik durumunun iyileşmesi komşu ülkeleri de etkileyecektir. Pakistan gibi komşu ülkelerdeki güvenlik durumunun iyileşmesi Afganistan’daki güvenlik durumunu da olumlu etkileyecektir.

Önceki hükümet tarafından Ankara’ya Büyükelçi olarak atandınız. Taliban hükümetiyle çalıştınız mı?

Afganistan’da 35 milyon vatandaşımız var. Onlara yardım etmemiz gerekiyor. Onlardan sorumluyuz. Konsolosluk işleri yapıyoruz, ekonomik kalkınma ve insani yardım için çalışıyoruz. Bu nedenle Taliban’la çalışıyoruz. Afganistan için çalışıyorum. Kabil’deki Türk misyonu da Afganistan’daki insanlar için çok aktif bir şekilde çalışıyor. Türkiye’nin Mezar-ı Şerif’teki konsolosluğu da aktif olarak çalışmakta.

Taliban hükümeti tarafından Büyükelçiliğe atanan diplomatlarınız var mı?

İki diplomatımız var. Bunlardan biri hukuk alanında çalışıyor. Örneğin Afgan vatandaşlarının hukuki sorunlarıyla ilgili olarak cezaevleri ve hukuk görevlileriyle birlikte çalışıyor. İkincisi ekonomik alanda çalışıyor. Yatırımlara ve insani yardımlara odaklanıyor.

Atatürk’ün imzasıyla Afganistan’a atanan ilk Türk Büyükelçi kararnamesi

Türk hükümeti ile Taliban hükümeti arasındaki ilişkiler nasıl? İki taraf arasında yapılan birçok görüşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye Afganistan’la son derece pragmatik bir şekilde çalışıyor. Çünkü Türkiye olaylara şöyle bakıyor: “Ben onlara yardım etmek istiyorum. Onlara destek olmak istiyorum. Aynı zamanda Afganistan’daki durumu iyileştirmek istiyorum. Çünkü Afganistan’daki durum kötüye giderse bu Türkiye için sorun olur”. Türkiye’de göçmen sorunu var. Afganistan’da durum daha da kötüleşirse Türkiye için ciddi bir sorun olacak. Aynı zamanda bölgenin istikrarı da Türkiye ile eşgüdümlü etkileniyor. Yıllar önce Türkiye’nin ekonomisi çok iyiydi. Elbette farklı faktörler vardı ama asıl önemli olan öncelikle Suriye, Irak, Libya ve Afganistan’ın istikrarlı olmasıydı. Çünkü Türkiye bölgenin istikrarından doğru orantılı olarak olumlu etkilendi. Ama şu anda ekonomik kriz var çünkü Afganistan’da kriz var, Pakistan’da kriz var, Suriye’de kriz var, Irak’ta kriz var, Libya’da kriz var. Bu durum Türkiye’yi olumsuz yönde doğrudan etkiledi.

Türkiye’nin özellikle göçmenler yüzünden ekonomik sıkıntı yaşadığını mı söylüyorsunuz?

Sadece göçmenler değil. Afganistan’da çalışan çok sayıda Türk şirketi var. NATO’dan, ABD’den, Afganistan’dan büyük projeler aldılar. Milyarlarca dolarlık projeler aldılar. Türkiye, Afganistan’daki ekonomik durumun daha önce iyi olmasından doğrudan iyi yönde etkileniyordu. Bu nedenle Türkiye bu bölgede çok olumlu, çok pragmatik çalışıyor. Bu nedenle Türkiye’de bazı kişiler diyor ki -bazen vatandaşlarımızdan da bu mesaj geliyor –  “Türkiye’nin bu ilişkileri durdurması gerekiyor”. Bunun pek mantıklı olmadığını ve aynı zamanda hiçbir işe yaramayacağını düşünüyorum. Çünkü durumun daha da kötüleşmesine neden olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin Afganistan’daki varlığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Afganistan Türkiye’den gelecek diplomatik, siyasi ve yardımlarla durumu değiştirebilir. Türkiye bu bölgede çok güzel işler yapıyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English