Bizi Takip Edin

AMERİKA

Jake Sullivan’dan kritik konuşma: Küresel ekonomide yeni bir dönemin ilanı

Yayınlanma

ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı (NSA) Jake Sullivan, Brookings Institute’ta önemli bir konuşma yaptı.

‘Amerikan İktisadi Liderliğini Tazelemek’ başlıklı konuşması, Amerikan yönetiminin küresel ekonomiye ve bu ekonomide ABD’nin rolüne ilişkin bakış açısını bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.

Sullivan’ın konuşması, bir süre önce Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde’ın konuşması ile birlikte değerlendirilebilir. Lagarde da Soğuk Savaş sonrası dünyanın sonunun geldiğini söylüyor, çok kutupluluğun artabileceğine işaret ediyor ve neoliberal dönemde tu kaka ilan edilen maliye politikalarının yeni dönemde üst sıralara geçeceğine işaret ediyordu.

Sarsılan düzen

Sullivan, ülkesinin geniş uluslararası iktisadi siyasetine ve bunun Joe Biden’ın ‘iç ve dış siyaseti birbirine derin bir biçimde bağlama’ isteğine değineceğini vurgulayarak söze başlıyor.

NSA Sullivan’a göre ABD, İkinci Dünya Savaşından sonra bölünmüş bir dünyaya liderlik ederek yeni bir uluslararası iktisadi düzen inşa etti. Bu düzen, yüz milyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı, heyecan verici teknolojik devrimleri sürdürdü ve ABD ile dünyadaki diğer birçok ülkenin yeni refah seviyelerine ulaşmasına yardımcı oldu.

Fakat bu düzen son birkaç on yılda çatlamaya başladı. Sullivan’a göre şu unsurlar verili düzeni sarstı: Değişen küresel ekonomi ve Amerikalı işçilerin zor durumda kalması; mali krizin orta sınıfları sarsması; pandeminin tedarik zincirlerinin kırılganlığını ortaya çıkarması; iklim değişikliğinin yaşam ve geçim kaynaklarını tehdit etmesi ve Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte görünür hale gelen aşırı bağımlılığının yarattığı riskler.

Yeni konsensüs zamanı

Sullivan, eski konsensüsü sarsan nedenleri sıraladıktan sonra, yeni bir konsensüs oluşturmanın zamanının geldiğine işaret ediyor.

Danışmana göre, Başkan Biden yönetimindeki ABD’nin, hem kendi ülkesinde hem de dünyanın dört bir yanındaki ortaklarıyla birlikte modern bir sanayi ve inovasyon stratejisi izlemesinin nedeni de bu.

Bazılarının buna, neoliberal dönemi ‘müjdeleyen’ eskisine atıfla, ‘yeni Washington uzlaşısı’ dediğini belirten Jake Sullivan, bu stratejinin ‘Amerika’ya ya da diğerlerini dışlayan Amerika ve Batıya ait olduğu’ fikrine itiraz ediyor, “Bu strateji, kendimizin ve her yerdeki insanların yararı için daha adil, daha dayanıklı bir küresel ekonomik düzen inşa edecektir,” diyor.

ABD’nin karşılaştığı 4 meydan okuma

Sullivan, bu yeni konsensüs arayışının nedenlerini incelemeye başlıyor. Biden iktidara geldiğinde, dünyanın ve ABD’nin Beyaz Saray’dan nasıl göründüğünü anlatarak işe başlıyor.

Danışmana göre bundan iki sene önce ABD’nin önünde 4 zorluk, 4 meydan okuma bulunuyordu.

Birincisi, ABD’nin sanayi altyapısının içi boşaltılmıştı.

Savaş sonrası yıllarda ‘Amerikan projesine’ enerji veren kamu yatırımı vizyonu, Sullivan’a göre, ortadan kalkmıştı. Bu vizyon yerini vergi indirimi ve deregülasyon, kamusal faaliyetler yerine özelleştirme ve kendi içinde bir amaç olarak ticari liberalleşmeyi savunan bir dizi fikre bırakmıştı.

Bundan sonra, Sullivan büyük bir açık yüreklilikle, neoliberal amentüye görünüşte büyük bir saldırı düzenliyor ve şöyle diyor: “Tüm bu politikaların temelinde tek bir varsayım vardı: Rakiplerimiz ne yaparsa yapsın, ortak zorluklarımız ne kadar büyürse büyüsün ve ne kadar çok parmaklık yıkarsak yıkalım, piyasalar sermayeyi her zaman verimli ve etkin bir şekilde tahsis eder.”

Sullivan, kendisi de dahil olmak üzere hiç kimsenin piyasaların gücünü küçümsemediğini hatırlatıyor. “Fakat,” diyor, “Aşırı basitleştirilmiş piyasa verimliliği adına, stratejik malların tüm tedarik zincirleri –bunları üreten endüstriler ve işlerle birlikte– denizaşırı ülkelere taşındı.”

NSA burada da kalmıyor ve derinleşmiş ticaret liberalizasyonunun ABD’nin iş ve kapasite değil mal ihraç etmesine yardımcı olacağı varsayımını ‘verilen ama tutulmayan bir söz’ olarak bir kenara bırakıyor.

Sullivan’a göre bir başka varsayım, her büyümenin iyi büyüme olacağı varsayımıydı ve bu da hatalıydı. Danışman, burada da özellikle 2008-9 krizinden sonra neoliberalizm karşıtı kimi iktisatçıların dile getirdiği bir şeyi tekrar ediyor ve ekonominin finans gibi bazı sektörlerine ayrıcalık tanınırken, yarı iletkenler ve altyapı gibi diğer temel sektörlerin göz ardı edildiğini savunuyor. Ona göre, bu nedenle, yani finansa aşırı önem verilmesi nedeniyle, “Her ülkenin inovasyona devam edebilmesi için çok önemli olan endüstriyel kapasitemiz gerçek bir darbe aldı.”

NSA’e göre ikinci büyük meydan okuma, önemli iktisadi etkileri olan, jeopolitik ve güvenlik rekabetiyle tanımlanan yeni bir ortama uyum sağlamaktı.

Sullivan, son birkaç on yılın uluslararası iktisadi siyasetindeki bir başka temel varsayımın, iktisadi entegrasyonun ulusları ‘daha sorumlu ve açık hale getireceği ve küresel düzenin daha barışçıl ve işbirlikçi yapacağı’ olduğuna dikkat çekiyor. 

Söylemeye bile gerek yok ki, Sullivan bu varsayımın da yanlış çıktığını düşünüyor. Danışman Çin’i kastederek, “Piyasa dışı büyük bir ekonominin uluslararası iktisadi düzene önemli zorluklar yaratacak şekilde entegre olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldık,” diyor.

“Çin Halk Cumhuriyeti hem çelik gibi geleneksel sanayi sektörlerini hem de temiz enerji, dijital altyapı ve gelişmiş biyoteknolojiler gibi geleceğin kilit sektörlerini büyük ölçekte sübvanse etmeye devam etti,” diyen Sullivan,  ABD’nin hem geleneksel üretim altyapısını kaybettiğini, hem de geleceği belirleyecek kritik teknolojilerdeki rekabet gücünü erozyona uğrattığını söylüyor.

İktisadi bütünleşmenin Çin ve Rusya’yı ‘askeri hırslarından’ uzaklaştırmadığını savunurken, on yıllardır devam eden liberalleşmenin yarattığı iktisadi bağımlılığı görmezden gelmenin de ‘çok vahim’ olduğunu belirtiyor: “Avrupa’daki enerji belirsizliğinden tıbbi ekipman, yarı iletkenler ve kritik minerallerdeki tedarik zinciri zayıflıklarına kadar. Bunlar iktisadi ya da jeopolitik kaldıraç olarak kullanılabilecek türden bağımlılıklardı.”

ABD’nin karşılaştığı üçüncü meydan okuma, hızlanan iklim krizi ve adil ve verimli bir enerji dönüşümüne duyulan acil ihtiyaçtı.

Biden göreve geldiğinde, diye konuşuyor Sullivan, ABD iklim hedeflerinin önemli ölçüde gerisinde kalıyordu. İnsanlar iktisadi büyüme ile iklim hedeflerine ulaşma arasında bir seçim yapılması gerektiğine inanıyordu.

Biden ise durumu ‘tamamen farklı bir şekilde’ görüyordu; ‘iklim’ denince onun aklına ‘istihdam’ geliyordu: “Yirmi birinci yüzyılın temiz enerji ekonomisini inşa etmenin, yirmi birinci yüzyılın en önemli büyüme fırsatlarından biri olduğuna inanıyor; fakat bu fırsattan yararlanmak için Amerika’nın inovasyonu öne çıkaracak, maliyetleri düşürecek ve iyi işler yaratacak bilinçli ve uygulamalı bir yatırım stratejisine ihtiyacı var.”

Biden yönetiminin karşılaştığı dördüncü zorluk ise, eşitsizlik ve onun demokrasiye yarattığı tehditti.

Sullivan’a göre, burada da hakim olan varsayım, ticarete dayalı büyümenin kapsayıcı bir büyüme olacağı, yani ticaretten elde edilen kazanımların uluslar arasında geniş bir şekilde paylaşılacağı yönündeydi.

Danışman, bu varsayımın da doğru çıkmadığına işaret ediyor. Zenginler her zamankinden daha zengin olurken Amerikan orta sınıfı geriledi. Son teknoloji endüstriler metropollere taşınırken Amerikan imalat toplulukları zemin kaybetti. Sullivan, ‘Trump’vari’ bir çıkış yaparak, küreselleşme döneminde Amerikan işçi sınıfının ve orta sınıfların kaybettiğinin altını çiziyor.

Ama Sullivan’ın buna neden olan unsurlara ilişkin analizi farklı: Regresif vergi indirimleri, kamu yatırımlarında kesintiler, kontrolsüz şirket temerküzü ve başlangıçta Amerikan orta sınıfını inşa eden emek hareketinin altını oymaya yönelik tedbirler. ‘Amerikan rüyası’, bugünün Beyaz Saray’ına göre, bu nedenle yara almıştır.

Çabalar ve engeller

Obama döneminde bu sorunları aşmaya yönelik adımlar atılmıştı. İklim değişikliğini ele alan, altyapıya yatırım yapan, sosyal güvenlik ağını genişleten ve işçilerin örgütlenme haklarını koruyan politikaları hayata geçirme çabaları, Sullivan’ın anlatımına göre, Cumhuriyetçi muhalefet tarafından akamete uğratılmıştı.

Obama döneminde içerideki iktisat siyasetiyle dışarıdaki iktisat siyaseti arasında da bir uyumsuzluk olduğunu kabul eden Sullivan, ABD’nin iamalat sanayisini sert vuran ‘Çin şoku’nun yeterince tahmin edilemediğine ve uygun cevapların verilemediğine dikkat çekiyor.

İktisadi zihniyet değişimi: Orta sınıflar için dış siyaset

Bu sorunlar, Sullivan’a göre, ABD’ye has değildi; hatta bazı ülkelerde daha şiddetli yaşanmıştı ve Biden göreve geldiğinde, bu meydan okumaların her birine cevap verilebilmesi için ‘iktisadi zihniyet’te bir değişim gerektiğini biliyordu.

Bu iktisadi zihniyet, ‘inşa etmeyi’ ön plana alacaktı ve Biden yönetiminin iktisadi yaklaşımının temelinde de bu yatıyordu: “İnşa etmek. Yurtiçinde ve yurtdışındaki ortaklarla kapasite inşa etmek, dayanıklılık inşa etmek, kapsayıcılık inşa etmek. Güçlü fiziksel ve dijital altyapı ve temiz enerji gibi kamu mallarını üretme ve yenilik yapma kapasitesi.  Doğal afetlere ve jeopolitik şoklara karşı dayanıklılık. Ve güçlü, canlı bir Amerikan orta sınıfı ve dünya çapında çalışan insanlar için daha fazla fırsat sağlamak için kapsayıcılık.”

Sullivan’a göre tüm bunlar, Beyaz Saray’ın ‘orta sınıf için dış siyaset’ olarak adlandırdığı şeyin bir parçası.

Bunun ilk adımı, içeride modern bir Amerikan sanayi stratejisi oluşturmak. Sullivan ‘modern Amerikan sanayi stratejisi’ni de açıklıyor: Modern bir Amerikan sanayi stratejisi, ekonomik büyümenin temelini oluşturan, ulusal güvenlik açısından stratejik olan ve özel sektörün kendi başına ulusal hedeflerimizi güvence altına almak için gereken yatırımları yapmaya hazır olmadığı belirli sektörleri tanımlar.

Sullivan stratejiyi açıklamaya şöyle devam ediyor: “Uzun vadeli büyümenin temelini atmak için özel piyasaların, kapitalizmin ve rekabetin gücünü ve maharetini ortaya çıkaran bu alanlara hedefe yönelik kamu yatırımları yapar. Amerikan iş dünyasının en iyi yaptığı şeyi, yani inovasyon yapmasını, ölçeklendirmesini ve rekabet etmesini sağlamaya yardımcı olur.”

Amaçlarının özel sektörün yerine almak değil, onu ‘iteklemek’ olduğunu söylüyor Sullivan. Kullandığı ‘crowding in’ terimi, iktisatta devletin yatırım harcamalarını artırarak büyümeyi teşvik etmesini ve karşılığında da özel sektörün kendi sermaye yatırımlarını ve istihdamını artırması anlamına geliyor: “Bu, ulusal refahımız için hayati önem taşıyan sektörlere uzun vadeli yatırımlar yapmakla ilgilidir; kazananları ve kaybedenleri seçmekle değil.”

Sullivan, devletin bu yol göstericiliğinin Amerikan tarihinde de önemli yeri olduğuna işaret ediyor. DARPA ve internetten NASA ve ticari uydulara kadar birçok ürün, Amerikan ‘sanayi siyasetinin’ bir sonucudur.

Ara bilanço

Sullivan, Biden yönetiminin bu yeni yöneliminin bir bilançosunu da çıkarıyor ve başarıların ‘kayda değer’ olduğunu öne sürüyor.

Sullivan’ın aktardığına göre Financial Times, yarı iletken ve temiz enerji üretimine yönelik büyük ölçekli yatırımların 2019’dan bu yana 20 kat arttığını ve Ağustos ayından bu yana açıklanan yatırımların üçte birinin ABD’de yatırım yapan yabancı bir yatırımcıyı içerdiğini bildiriyor.

Sullivan, Biden’ın gündemindeki toplam kamu sermayesi ve özel yatırımın önümüzdeki on yıl içinde yaklaşık 3,5 trilyon dolara ulaşacağını tahmin ettiklerini de aktarıyor.

ABD’nin şu anda dünyadaki yarı iletkenlerin sadece yüzde 10’unu ürettiğini hatırlatan danışman, bu durumun kritik bir iktisadi risk ve ulusal güvenlik zafiyeti yarattığını düşünüyor.

CHIPS ve Bilim Yasasının bu nedenle çıkarıldığına işaret eden NSA, Amerika’nın yarı iletken endüstrisine yapılan yatırımlarda şimdiden büyük bir artış gördüklerini öne sürüyor.

Temiz enerji için hayati önemdeki kritik minerallerin üretiminde de çok geride olduklarını kabul eden Sullivan, kritik minerallerin yüzde 80’inden fazlasının Çin tarafından işlendiğinin altını çiziyor.

Beyaz Saray’a göre, temiz enerji tedarik zincirleri, tıpkı 1970’lerde petrolün ya da 2022’de Avrupa’da doğalgazın olduğu gibi silah haline getirilme riski altındadır. Enflasyon Düşürme Yasası (IRA) ve Altyapı Yasasında öngörülen yatırımlar, ABD için ‘hücum borusu’ anlamına geliyor.

Danışman, her şeyi yurt içinde inşa etmenin mümkün ya da arzu edilir olmadığını da kabul ediyor ve “Hedefimiz otarşi değil, tedarik zincirlerimizde esneklik ve güvenliktir,” diyor.

İç siyasetten dış siyasete

Sullivan, bu ‘iç iktisadi siyaset’in dışarıda da uygulanması gerektiğini vurguluyor. Bunun için ‘ortaklar ve müttefikler’ önemlidir.

“Özür dilemeksizin sanayi stratejimizi kendi ülkemizde uygulayacağız,” diyen Sullivan, bununla birlikte ‘dostlarını geride bırakmamaya da kesin kararlı’ olduklarını belirtiyor: “Bize katılmalarını istiyoruz. Aslında, bize katılmalarına ihtiyacımız var.”

İktisadi ve jeopolitik gerçekler karşısında ‘güvenli ve sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak’ için ABD’nin tüm müttefiklerinin daha fazlasını yapmasına ihtiyaç duyacağını söyleyen Sullivan, kaybedecek zamanın da olmadığını düşünüyor ve ekliyor: “Nihayetinde hedefimiz, ABD ve onun gibi düşünen ortaklarının, hem yerleşik hem de gelişmekte olan ekonomilerin birlikte yatırım yapabileceği ve güvenebileceği güçlü, dayanıklı ve öncü bir tekno-endüstriyel temeldir.”

Dönüşüm için ‘kamu yatırımları’

Sullivan, geçen ay Joe Biden ile Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in görüşmesinden sonra yapılan ortak açıklamaya da özel bir önem atfediyor.

Açıklamanın özünde ‘enerji dönüşümünün merkezinde sanayi kapasitesine yönelik cesur kamu yatırımlarının yer alması gerektiği’ yer alıyor. Leyen ve Biden, geleceğin tedarik zincirlerinin ‘dayanıklı, güvenli ve emek de dahil olmak üzere değerlerimizi yansıtan bir yapıda olmasını’ sağlamak üzere birlikte çalışma taahhüdünde bulundular.

Açıklamada bu hedeflere ulaşmak için Atlantik’in her iki yakasındaki ilgili temiz enerji teşviklerinin uyumlaştırılması ve kritik mineraller ve piller için tedarik zincirleri konusunda bir müzakere başlatılması gibi pratik adımlar ortaya konuldu.

Daha sonra Kanada’ya giden Biden burada da benzer bir girişimde bulundu ve sonuç aldı: temiz enerji tedarikini sağlamak ve sınırın her iki tarafında da ‘orta sınıf istihdamı’ yaratmak. Bunun ardından ABD ile Japonya arasında kritik mineraller tedarik zincirleri üzerine bir anlaşma imzalandı.

Sullivan’a göre Avrupa, Güney Kore, Hindistan, Japonya ve Tayvan ile yarı iletkenler üzerine yürütülen müzakereler de bu stratejinin bir parçası.

Sullivan, bu çabalarınn yalnızca gelişmiş ekonomilerle sınırlı olmadığını, Brezilya, Hindistan ve Angola gibi ülkelerle de hidrojen, yarı iletkenler, karbon sıfır güneş enerjisi, ‘iklim dostu’ büyüme gibi alanlarda işbirliklerine gittiklerini hatırlatıyor.

Geleneksel ticaret anlaşmalarının ötesinde

Sullivan, bu stratejide önemli olan bir diğer unsurun ‘geleneksel ticaret anlaşmalarının ötesine geçerek çağımızın temel sorunlarına odaklanan yenilikçi yeni uluslararası iktisadi ortaklıklara yönelmek’ olduğunu söylüyor.

Danışman, 1990’lar ticaretinin en önemli hususunun gümrük vergilerini düşürmek olduğunu hatırlatıyor. Fakat ona göre, tüm ticaret siyasetini gümrük vergisi indirimine dayalı olarak tanımlamak ya da ölçmek önemli bir şeyi gözden kaçırmak demek.

Sullivan şöyle diyor: “Şu anda ticaret politikamızın –gümrükleri daha da düşürme planları olarak dar bir çerçevede– ne olduğunu sormak basitçe yanlış bir sorudur.  Doğru soru şudur: Ticaret, uluslararası iktisadi siyasetimize nasıl uyum sağlıyor ve hangi sorunları çözmeye çalışıyor?”

“2020’li ve 2030’lu yılların projesi 1990’lı yılların projesinden farklıdır,” diyor Sullivan. Temel hedef, çeşitlendirilmiş ve dirençli tedarik zincirlerinin oluşturulması ve temiz enerjiye geçiş ve sürdürülebilir iktisadi büyüme için kamu ve özel sektör yatırımlarının harekete geçirilmesidir.

Diğer hedefler ise şunlardır: “Süreç boyunca iyi işler, aile destekli işler yaratmak. Dijital altyapımızda güven, emniyet ve açıklığın sağlanması.  Kurumsal vergilendirmede dibe doğru yarışı durdurmak. İşgücü ve çevre için korumaları arttırmak. Yolsuzlukla mücadele.”

Sullivan, Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi, Ekonomik Refah İçin Amerikalar Ortaklığı, ABD-AB Ticaret ve Teknoloji Konseyi ve ABD-Japonya-Güney Kore üçlü diyalog mekanizmasının bu yeni iktisadi stratejide birlik için, devlet-özel sektör birlikteliğini uluslararası düzeyde güçlendirmek için kurgulandığını vurguluyor.

Bu girişimlerin bazıları tarafından ‘geleneksel serbest ticaret anlaşmalarına benzemediği’ şeklinde eleştirildiğini hatırlatan Sullivan, “Mesele de tam olarak bu.  Bugün çözmeye çalıştığımız sorunlar için geleneksel model yeterli değil,” diyor ve ekliyor: “Sonradan yapılan politika yamaları ve muğlak yeniden dağıtım vaatleri dönemi sona ermiştir. Yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız var.”

Sullivan şöyle devam ediyor: “Basitçe ifade etmek gerekirse: Günümüz dünyasında ticaret politikasının gümrük tarifelerinin azaltılmasından daha fazlasını içermesi ve ticaret politikasının hem yurtiçinde hem de yurtdışında ekonomik stratejimize tam olarak entegre edilmesi gerekmektedir.”

Yeni bir küresel emek siyaseti

Sullivan, Biden yönetiminin yalnızca ABD’de değil, küresel çapta yeni bir işgücü rejimi için de kolları sıvadığını öne sürüyor.

Bu strateji, ABD-Meksika-Kanada Anlaşmasında (USMCA) yer alan ve işçilerin örgütlenme ve toplu pazarlık haklarını güçlendiren hızlı müdahale mekanizması gibi araçlara dayanacak.

ABD bu kapsamda, şirketlere yönelik vergi indirimlerinin sona erdirilmesi için de 136 ülke ile anlaşmaya öncülük etmeye çalışıyor.

Oyun, eski oyun değil

Sullivan, Dünya Ticaret Örgütünün (DTÖ) temel kurallarına hâlâ bağlı olduklarını söylüyor ama ekliyor: Başta piyasa dışı iktisadi uygulamalar ve politikalar olmak üzere ciddi zorluklar bu temel değerleri tehdit etmektedir. Bu nedenle sürdürülebilir kalkınma ve temiz enerjiye geçiş gibi DTÖ mevzuatına henüz iliştirilmemiş konularda diğer DTÖ üyesi ülkelerle çok taraflı ticaret sisteminde reform hedeflenmektedir.

Özetle, diyor Sullivan, temiz enerjiye geçiş, dinamik gelişmekte olan ekonomiler, tedarik zinciri esnekliği arayışı, dijitalleşme, yapay zeka ve biyoteknoloji devrimi ile dönüşen bir dünyada oyun aynı değil. Bu nedenle ABD, istediği dünyayı inşa edebilmek için uluslararası iktisadi siyasetinin de dünyaya uyum sağlamasına ihtiyaç duymaktadır.

Bu kapsamda, Sullivan stratejinin bir başka unsuruna geliyor: gelişmekte olan ekonomilere trilyonlarca yatırımın seferber edilmesi.

Başta Dünya Bankası olmak üzere bölgesel kalkınma bankalarının işletme modellerini güncellemek gerektiğini düşünen Sullivan şöyle devam ediyor:  “Bilançolarını iklim değişikliği, salgın hastalıklar, kırılganlık ve çatışma konularını ele alacak şekilde genişletmemiz gerekiyor.  Ayrıca tek bir ülkenin sınırlarını aşan zorluklarla mücadele eden düşük gelirli ve orta gelirli ülkelerin imtiyazlı ve yüksek kaliteli finansmana erişimini genişletmeliyiz.”

Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı (PGII) kapsamında, 2020’lerin sonuna kadar enerji, fiziksel ve dijital altyapı finansmanında yüz milyarlarca doları harekete geçirmeyi planladıklarını kaydeden danışman, düşük ve orta gelirli ülkelerdeki altyapı açığını kapatmak istediklerini vurguluyor.

Sullivan, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında sağlanan finansmanın aksine PGII kapsamındaki projelerin ‘şeffaf ve yüksek standartlı olup uzun vadeli, kapsayıcı ve sürdürülebilir büyümeye hizmet ettiğini’ öne sürüyor.

Sullivan, gelişmekte olan ülkelerin borçluluğuna da değiniyor ve yine Çin’i eleştirerek, “Gerçek bir rahatlama görmeliyiz, sadece ‘uzatma ve rol yapma’ değil. Ve tüm iki taraflı resmi ve özel alacaklıların yükü paylaştığını görmemiz gerekiyor,” diyor.

Çin ile ilişkiler

Sullivan, Çin’e yapılan yarı iletken kısıtlamalarının da ‘ulusal güvenlik kaygılarına’ dayandığını savunuyor, ABD’nin müttefiklerinin de benzer bir değerlendirme ile aynı yolu izlediklerini ileri sürüyor.

Sullivan, Çin söz konusu olduğunda, ‘Çin ile ayrıştırma’ değil, riskleri azaltma ve çeşitlendirme taraftarı olduklarını düşünüyor. Dirençli tedarik zincirlerine yatırım yapmayı sürdüreceklerini kaydeden Sullivan,  Amerikan işçileri ve şirketleri için ‘eşit bir oyun alanı sağlamaya ve suistimallere karşı onları savunmaya’ devam edeceklerini sözlerine ekliyor.

İhracat kontrollerinin askeri dengeyi değiştirebilecek teknolojilere odaklanmaya devam edeceğini öne süren Sullivan, “Biz sadece ABD ve müttefik teknolojisinin bize karşı kullanılmamasını sağlıyoruz. Ticareti kesmiyoruz,” diyor.

ABD’nin Çin ile çok önemli bir ticaret ve yatırım ilişkisine sahip olmaya devam ettiğinin altını çizen danışman, iki ülke arasındaki ikili ticaretin geçen yıl yeni bir rekor kırdığını da hatırlatıyor.

Çin ile birçok boyutta rekabet ettiklerini fakat çatışma ya da karşı karşıya gelme arayışında olmadıklarını ileri süren Sullivan, “ Rekabeti sorumlu bir şekilde yönetmeye ve yapabildiğimiz yerlerde Çin ile birlikte çalışmaya çalışıyoruz.  Başkan Biden, ABD ve Çin’in iklim, makroekonomik istikrar, sağlık güvenliği ve gıda güvenliği gibi küresel sorunlarda birlikte çalışabileceğini ve çalışması gerektiğini açıkça ifade etti,” diyor.

Başarının kriterleri

ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, “Başarı neye benziyor?” diye soruyor ve cevap veriyor: “Dünyanın, ücretli çalışanlarımız için çalışan, endüstrilerimiz için çalışan, iklimimiz için çalışan, ulusal güvenliğimiz için çalışan ve dünyanın en yoksul ve en savunmasız ülkeleri için çalışan uluslararası bir ekonomik sisteme ihtiyacı var.”

Sullivan, basit yaklaşımlardan uzaklaşarak, piyasaların ve iktisadi entegrasyonun gücünden yararlanmaya devam ederken, piyasaların yetmediği yerlerde hedefe odaklı yatırımları teşvik eden bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiğini söylüyor.

Sullivan, bu sayede dünyanın dört bir yanındaki ortaklarına, ‘hükümetler ile seçmenleri ve çalışanları arasındaki sözleşmeleri yeniden tesis etmeleri için alan sağlanacağını’ ileri sürüyor.

Yeni yaklaşım, ABD ve ortaklarının yatırımlarının karşılıklı olarak güçlendirici ve faydalı olmasını sağlamak için ‘derin bir işbirliği ve şeffaflık temeline oturtulması’ anlamına geliyor.

Başarılı olabilmek için ABD Kongresindeki iki partinin de tam ortaklığına ihtiyaç duyduklarına dikkat çeken danışman, “Amerika’nın dünyanın dört bir yanından en parlak yetenekleri çekme ve elinde tutma konusundaki eşsiz kapasitesini yeniden canlandırmak için Kongre’nin desteğine ihtiyacımız var,” diye konuşuyor.

‘Aynı gemideyiz’

Sullivan, konuşmasının sonunda eski ABD Başkanı John F. Kennedy’nin sözlerine atıf yapıyor.

Kennedy’nin “Yükselen dalga tüm tekneleri yükseltir,” sözünün geçen yıllarda ‘damlama ekonomisini’ savunanlar tarafından istismar edildiğini savunan Sullivan, eski başkanın devamında şunları söylediğini aktarıyor: “Eğer ülkenin bir bölümü hareketsiz duruyorsa, er ya da geç gelgit tüm tekneleri alabora edecektir.”

Sullivan’a göre Başkan Kennedy zenginler için iyi olanın işçi sınıfı için de iyi olduğunu söylemiyordu. O, bu işte hep birlikte olduğumuzu söylüyordu.

Sullivan, “İktisadi, zaman içinde, ya birlikte çıkacağız ya birlikte batacağız,” diyor.

Danışman, sözlerini şöyle noktalıyor: “Ve bu, sadece hükümet olarak değil, ABD’nin her unsuruyla ve hem hükümet içindeki hem de hükümet dışındaki ortaklarımızın desteği ve yardımıyla dünya çapında yapacağımız bir iştir.”

AMERİKA

ABD’li senatör: Musk’ın Çin bağlantıları ABD ulusal güvenliği için ‘derin bir tehdit’

Yayınlanma

Elon Musk’ın yeni Donald Trump yönetimine katılımı, olası çıkar çatışmaları nedeniyle incelemeye alınırken, bir senatör Tesla ve SpaceX CEO’sunun Çin ile olan iş bağlarının ABD ulusal güvenliğini tehlikeye atabileceği uyarısında bulundu.

Senato’nun gizlilik, teknoloji ve hukuk alt komitesi başkanı Richard Blumenthal, “Bunun tehlikeli olmanın ötesinde olduğunu düşünüyorum. Bay Musk ve SpaceX’in bu pozisyonda olmasının ulusal güvenliğimiz için derin bir tehdit olduğunu düşünüyorum,” dedi.

Cumhuriyetçi Trump, Musk’ın federal kurumlarda potansiyel olarak büyük kesintilerin yanı sıra düzenlemelerde yapılacak değişiklikleri denetlemeyi amaçlayan bir hükümet verimlilik komisyonuna eş başkanlık edeceğini söyledi.

Tesla araçlarının yarısını, satışlarının da üçte birini gerçekleştirdiği Çin’de üretirken, ABD Savunma Bakanlığı ve diğer devlet kurumları da SpaceX’e giderek daha fazla bağımlı hale geliyor.

Musk’ın Çin ve Başbakan Li Qiang da dahil olmak üzere bazı üst düzey yetkilileriyle olan yakın iş ilişkileri, Pekin tarafından özellikle geçiş döneminin ilk günlerinde Trump’a bir arka kanal olarak değerlendirilebileceğine dair haberlere yol açtı.

Salı günü ABD’li teknoloji şirketleri ve bu şirketlerin Çin ile olan ilişkilerinin ele alındığı bir oturumda konuşan ve 2011 yılından bu yana Connecticut’ta Demokrat senatör olarak görev yapan Blumenthal, Musk’ın Pekin ile olan bağlarının istismar edilebileceğini savundu.

ABD’de Musk ve Ramaswamy “hükümet verimliliğini” denetleyecek

Okumaya Devam Et

AMERİKA

ABD, Filipinler’e Pekin’e karşı kullanması için insansız deniz aracı veriyor

Yayınlanma

Analistler, Washington’ın Manila’ya gelişmiş insansız hava araçları sağlamasının Filipin Donanması için bir “güç çarpanı” görevi göreceğini ve ABD’nin müttefikinin Güney Çin Denizi’nde Çin’e karşı gözetleme ve operasyonel kabiliyetlerini artıracağını söylüyor.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin salı günü Filipinler’e yaptığı iki günlük ziyaret sırasında ABD hükümetinin Filipin Donanmasına Batı Filipin Denizi’ndeki operasyonları için açıklanmayan sayıda insansız deniz aracı (USV) verdiğini açıkladı.

Biden yönetimi sona ermeden önce “çok daha fazlasının” teslim edileceği sözünü verdi.

Austin, Filipinler Savunma Bakanı Gilberto Teodoro Jnr ile birlikte Batı Filipin Denizi’ne bakan ve ABD-Filipin ortak askeri tesisine ev sahipliği yapan Puerto Princesa, Palawan’da düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi: “Temmuz ayındaki ziyaretim sırasında açıkladığım 500 milyon ABD doları tutarındaki yabancı askeri finansmanla, Filipinler’in münhasır ekonomik bölgesi (MEB) boyunca haklarını ve egemenliğini savunacak yetenek ve araçlara sahip olmasını sağlamaya yardımcı olmak için bunun gibi daha birçok platformun teslim edilmesini bekliyoruz.”

Austin, ABD’nin “Filipinler’in savunmasına derinden bağlı olduğunu” ve Manila ile olan Karşılıklı Savunma Anlaşmasının “Güney Çin Denizi’nin herhangi bir yerinde, sahil güvenlik güçlerimiz de dahil olmak üzere silahlı kuvvetlerimize, uçaklarımıza veya kamu gemilerimize yönelik silahlı saldırılar için geçerli olduğunu” yineledi.

Okumaya Devam Et

AMERİKA

ABD’nin nükleer modernizasyon planı: Pentagon’dan kritik açıklama

Yayınlanma

ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), ülkenin nükleer cephaneliğini artırma ve modernize etmeyi planlandığını açıkladı. Bu adımın, caydırıcılık kabiliyetini güçlendirmek amacıyla hayata geçirileceği ifade edildi.

Nükleer politikalardan sorumlu savunma bakan yardımcısı Richard Johnson, bu hedefin gerekirse nükleer kuvvetlerdeki stratejik ayarlamaları da içereceğini belirtti.

Johnson, Washington merkezli Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde (CSIS) düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada, “Bugün mevcut ABD kuvvetlerine ve doktrinine güveniyoruz. Fakat, eğer caydırıcılık kabiliyeti yetersiz kalırsa, bu eksikliği zamanında gidermeye hazır olmalıyız,” dedi.

Johnson, ABD’nin nükleer doktrinini, silahların modernizasyon programını ve kuvvetlerin hazır olma durumunu gerektiğinde yeniden değerlendireceğini vurguladı.

Yetkili, “Caydırıcılık başarısız olsa bile Washington, belirlediği hedeflere ulaşabilecek kapasitededir,” ifadesini kullandı.

20 Kasım’da, ABD Silahlı Kuvvetleri Stratejik Komutanı (STRATCOM) General Anthony Cotton, ABD’nin, Rusya ve Çin’e ek olarak “üçüncü taraf” tehditlerine karşı yeterli güçlere sahip olup olmadığını inceleyeceğini bildirmişti.

Cotton, günümüz tehditlerinin, nükleer modernizasyonun başladığı dönemden çok daha karmaşık hale geldiğini belirterek, “Stratejik planlama artık Rusya ve Çin’in giderek artan agresif tavırlarına uygun şekilde yeniden şekillendirilmelidir,” değerlendirmesini yapmıştı.

STRATCOM temsilcisi Tuğamiral Thomas Buchanan ise ABD’nin, potansiyel düşmanlara karşı caydırıcılık sağlayacak bir cephaneliğe sahip olması gerektiğini, aksi takdirde nükleer saldırı senaryolarının devreye girebileceğini söylemişti.

Öte yandan, 19 Kasım’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rusya’nın nükleer doktrininde önemli değişiklikler içeren güncellemeleri onayladı.

Yeni doktrine göre, insansız hava araçları veya nükleer olmayan seyir füzeleri ile yapılan saldırılarda ya da toprak kaybetme tehdidi karşısında nükleer silah kullanımının mümkün olduğu açıklandı.

Ayrıca, diğer nükleer güçlerin dolaylı olarak çatışmaya dahil olması, Moskova tarafından “saldırı” olarak değerlendirilecek.

Bu kapsamda, yalnızca Rusya’nın değil, müttefiki Belarus’un toprak bütünlüğüne yönelik tehditler de agresif bir tutumla karşılanacak.

Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’ne (SIPRI) göre, Ocak 2023 itibarıyla Rusya’nın 4 bin 500, ABD’nin ise 3 bin 700 nükleer savaş başlığı bulunuyor.

Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesi ne anlama geliyor?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English