Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

JD Vance’in “işçi sınıfı” politikaları gerçek mi?

Yayınlanma

Editörün notu: Donald Trump’ın başkan yardımcısı adayı olarak seçtiği Ohio Senatörü JD Vance’in, klasik Cumhuriyetçi iktisadi politikalar şemasından farklı bir yerde durduğu sık sık dile getiriliyor. Partiye “işçi sınıfı aşısı” olarak görülen Vance, doların küresel hakimiyetinin Amerikalıların işine yarayıp yaramadığını sorguladığı sözleriyle de dikkat çekmişti. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Vance’in eklektik popülizmi ile Cumhuriyetçi zenginlerin ve parti üst kademesinin uyuşmazlığına işaret ederken, başkan yardımcısı adayın örgütlü emeğin güçlendirilmesine veya sosyal hakların genişletilmesine yönelik herhangi bir yasama faaliyetinde bulunmadığına işaret ediyor. Yazara göre Vance’in Cumhuriyetçi ana akıma benzemesi, tersinden bir benzemeye göre daha muhtemel. metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


JD Vance’in Cumhuriyetçi Partisi işçiler için değil, patronlar için

Eric Levitz
Vox
18 Temmuz 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birçok kişi Donald Trump’ın başkan yardımcılığı görevi için Ohio senatörü J.D. Vance’i göstermesini Cumhuriyetçilerin ekonomik popülizminin yeni bir çağa girdiğinin işareti olarak değerlendiriyor.

Bu görüşe göre, Trumpçılığın ideolojik hatları bugüne kadar bir hayli bulanıktı, zira istikrarsız olsa da iyi bir demagog olan Trump, popülist sapkınlıklar ve muhafazakâr ortodoksi arasında gidip geliyordu. Mesela bir gün ilaç şirketlerine fiyat kontrolü uygulamayı vaat ederken, bir başka gün zenginler için vergileri azaltmaya veyahut [maddi kısıtlardan kaynaklı sağlık hizmetlerine erişemeyenler için devletin sigorta programı olan] Medicaid’i budamaya çalışıyordu.

Vance, Trump’ın popülist dürtülerini tutarlı bir gündeme dönüştürmeye çalışan az sayıdaki Cumhuriyetçiden biri; bu gündem “iş dünyası elitlerini tedirgin eden” ve “işçi yanlısı” muhafazakârları fazlasıyla coşkulandıran bir nitelik taşıyor.

Trump’ın 78 yaşında olduğu ve üçüncü dönem için pek de uygun olmadığı göz önüne alındığında, Vance Cumhuriyetçilerin yakın gelecekteki lideri olmak için gayet uygun görünüyor. Bu durum, bilhassa popülist hayranlarına göre, Cumhuriyetçi Parti’yi bir işçi partisine dönüştürebilme potansiyeline sahip.

Vance, geçtiğimiz çarşamba gecesi Cumhuriyetçi Ulusal Kongre’de yaptığı konuşma esnasında bu izlenimi pekiştirdi. Cumhuriyetçi Parti’yi kendisinin de içinden geldiği işçi sınıfı topluluklarına arka çıkacak ve onları satan “egemen sınıfa” karşı duracak bir hareket olarak tasvir etti.

Kısacası Vance, “Wall Street’e hizmet etmeyi bıraktık, artık işçiler için çalışacağız,” diyor: “Yabancı işgücü ithal etmeyi bırakıyoruz, Amerikan vatandaşları için, onların iyi işler yapması ve iyi ücretler alması için savaşacağız. Tedarik zincirlerini hudutsuz küresel ticarete kurban etmekten vazgeçiyoruz, giderek daha fazla ürünü o güzelim ‘Made in the USA’ etiketi ile damgalayacağız.”

Ne var ki Vance’in Cumhuriyetçi Parti’nin sınıfsal aidiyetini değiştirmeye dönük taahhüdü ve bunu gerçekleştirme olasılığı bir hayli abartılıyor.

J.D. Vance’in iktisadi bakışı Ronald Reagan ya da Paul Ryan’ın piyasa köktenciliğinden bir ölçüde farklı, evet. Vance serbest ticaret ve göç konusunda şüpheci, nitekim her ikisinin de şirketler için (yurtiçinde ve yurtdışında) ucuz işgücünü mümkün kılarak yerli işçilerin pazarlık gücünü aşındırdığına inanıyor. Ona göre, Amerikalı işverenler daha küçük bir işgücü havuzuna muhtaç kalsalardı, daha yüksek ücretler ödemekten ve üretkenliği artıran teknolojiye daha fazla yatırım yapmaktan başka çareleri kalmayacaktı.

Vance tüm bunların yanında son teknoloji ürünlerin içeride üretilmeleri için verilen devlet sübvansiyonlarını da destekliyor. Senato adayı olarak Vance, Joe Biden’ın ABD’de faaliyet gösteren “yarı iletken” üreticilerine sübvansiyon sağlayan CHIPS Yasası’na da destek vermişti. Yine Kongre’ye girdikten sonra, vergi mükelleflerinin desteğiyle yeni teknolojiler geliştiren şirketlerin bu ürünleri ABD içinde üretmesini zorunlu kılacak olan iki partili bir yasa tasarısının da ortak yazarlarından biri olmuştu.

Ayrıca zaman zaman sermaye sınıfının farklı kesimlerini karşısına almaya da istekli oldu. Elizabeth Warren ile birlikte, batan büyük bankalardaki yöneticilerin maaşlarının geri alınmasını öngören ve pervasız risk almaktan caydırmayı amaçlayan bir yasa tasarısına arka çıktı. Ve tabii Biden yönetiminin agresif anti-tröst uygulamalarına retorik düzeyinde de olsa destek verdi.

En radikal olanı ise Vance’in mevcut sendikal hareketten pek hoşnut olmamasına rağmen teorik düzeyde örgütlü emeği desteklediğini öne sürmesi. Senatör, daha fazla Amerikalı işçinin iyi ücret ve sosyal haklar konusunda toplu pazarlık yapabilmesi gerektiğini, fakat ana akım işçi hareketinin “Cumhuriyetçilere uzlaşmaz bir şekilde düşman” olduğunu ve Starbucks Workers United gibi solcu sendikaların muhafazakârlardan gelen muhalefeti hak ettiğini söylüyor.

Tüm bunlara rağmen Vance’in Cumhuriyetçi siyasetin en yüksek kademesine yükselmesi, partiyi doğrudan işçi sınıfı çıkarlarının etkili bir temsilcisi haline getirmiyor. Bunun (en azından) dört temel nedeni var:

1) Vance’in fikirlerinin Cumhuriyetçiler arasında geniş kabul gördüğü durumlarda –ticaret ve göç konularında olduğu gibi– politika tercihlerinin yerli Amerikalıların yaşam standartlarını yükseltmekten ziyade düşürmesi çok daha muhtemel.

2) Vance’in ekonomiye devlet müdahalesini artırmaya yönelik somut yasa önerileri diğer Cumhuriyetçilerden ancak cılız bir destek alıyor, bu da ABD’li işçiler üzerinde yalnızca marjinal bir etkisi olacağı anlamına geliyor.

3) Cumhuriyetçi Parti, Vance’in örgütlü emek konusundaki gerçekten radikal fikirlerini hayata geçirme konusunda yapısal olarak yetersiz, Ohio senatörü de zaten bunları geliştirmek için pek bir şey yapmadı.

4) Cumhuriyetçi Parti’nin işçi sınıfından seçmenlerine daha iyi hizmet etmek uğruna en varlıklı ve örgütlü seçmenlerinin çıkarlarına ihanet etmek için pek de bir nedeni yok. Sonuçta parti, mavi yakalı işçiler arasındaki desteğini, onların maddi çıkarlarından önemli bir taviz vermeden artırabileceğini çoktan keşfetmiş olmalı.

Vance’in ticaret ve göç konusundaki görüşleri piyasa karşıtı olabilir, ama işçi yanlısı değil

Vance’in savunduğunun iktisadi milliyetçiliğin ötesinde bir yanı yok. Göçün –özellikle de kayıtsız ve düşük vasıflı işçilerin göçünün– önemli ölçüde azaltılmasından ve Trump’ın tüm yabancı dış alımlara yüzde 10 gümrük vergisi önerisi gibi geniş gümrük tarifeleri yoluyla yerli üreticilerin korunmasından yana.

Kaç Cumhuriyetçinin bu denli radikal ticaret kısıtlamalarını desteklediği ise belirsiz. Trump, Cumhuriyetçi Parti içinde korumacılığa ve göç kısıtlamalarına dair geniş bir mutabakat oluşturmayı başarmıştı. Fakat bu türden bir milliyetçilik, tipik Amerikan işçisine maddi olarak çok çok az bir değer sunuyor.

Vance, mayıs ayında New York Times’a verdiği bir röportajda göç ve ticaret kısıtlamalarına yönelik popülist görüşünü detaylandırmıştı. Vance’e göre hem serbest ticaret hem de kitlesel göç, Amerikalı işçilerin pazarlık gücünü azaltarak yaşam standartlarını aşındırıyor: Şirketler daha yoksul ülkelerden gelen (ve dolayısıyla daha düşük ücret beklentisi olan) işçilere erişebilirse –ister onlar ABD’ye gelsin ister işverenler onlara gitsin– o zaman yerli Amerikalılar daha düşük ücretleri kabul etmedikleri sürece göçmen işçilerle rekabet etme şansları yok.

Bu bakış açısıyla ilgili iki temel sıkıntı var. Birincisi, göçün yerli işçilere önemli ölçüde zarar verdiğine dair pek az kanıt olmasıdır.

Vance, firmaların nadir bulunan çalışanlar için birbirlerine karşı teklif vermeye zorlandığı sıkı işgücü piyasalarından işçilerin kârlı çıktıkları konusunda haklı, fakat yüksek düzeydeki göçün bu tür piyasalarla bir hayli uyumlandığını göz ardı ediyor. Göçmenler Amerika’ya geldiklerinde ekonominin işgücü arzını artırdıkları gibi aynı zamanda işgücü talebini de genişletirler, zira göçmenler de (tüm insanlar gibi) mal ve hizmet tüketiyorlar.

Koronavirüs pandemisinin hafiflemesiyle göçmenlerin Amerikan işgücündeki payı arttı, 2023 yılında ise bu pay rekor düzeye ulaştı. Bu durum, birçok sektörde işgücüne olan talebin arzı aşması nedeniyle, ABD’li işçilerin nominal ücretlerinde yaşanan büyük artışları ve işsizliğin azalmasını beraberinde getirdi.

Belirli bir yerel işgücü piyasasına ani şekilde daha az vasıflı göçmen emeğinin akın etmesi, benzer vasıflara sahip yerli işçilerin pazarlık gücünü bir süreliğine düşürebilir gerçekten de. Fakat daha genel bakıldığında, yüksek göç seviyeleri yerli işçi sınıfı için ekonomik açıdan faydalı görünmektedir.

Göçmenlerin yerli işçilerin ücretlerini ve istihdam fırsatlarını düşürdüğü teorisi defalarca teste tabi tutulmuştur. Bu noktada ampirik literatürün vardığı sonuç, genellikle böyle bir etkinin olmadığını gösteriyor. Yerinden edilmiş Suriyelilerin Türkiye’ye kitlesel akını, Büyük Buhran sırasında “Dust Bowl” göçmenlerinin ABD’nin farklı bölgelerine yerleşmesi, 1999 ve 2007 yılları arasında İsveç’e kitlesel mülteci göçü, 1980’ler ve 1990’larda Danimarka’ya göç eden mülteciler, SSCB’nin çöküşünden sonra Rus Yahudilerinin İsrail’e kitlesel hareketi… Araştırmalar, bu göçlerin ücretler veya işler üzerinde hiçbir olumsuz etkisinin olmadığını söylüyor. Göçün işgücü piyasasına etkileri üzerine yapılan araştırmaların meta analizleri de yerli işçiler için ya az ya da hiç olumsuz sonuç bulunmadığını gösteriyor.

Buna karşın, ampirik kanıtlar göçün işgücü verimliliğini artırdığını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu’ndan çıkan yakın tarihli bir çalışma raporu, 2000 ile 2019 yılları arasında ABD’ye göçün, daha fazla iş gücü uzmanlaşması ve dolayısıyla üretkenlik sağlayarak üniversite eğitimi almamış yerli işçilerin ücretlerini artırdığını söylüyor. Harvard ekonomisti George Borjas’ın araştırması da benzer şekilde göçün işgücü verimliliğini artırdığını ve böylece her yıl yerli işçiler için 5 ila 10 milyar dolar arasında ekonomik değer ürettiğinin altını çiziyor.

Bu bağlamda söylenecek son şey de, göçün Birleşik Devletler’de 25-54 yaş arası (prime-age) işçilerin yaşlılara oranını arttırdığı, bunun da mevcut fayda düzeylerinde sosyal yardımların sürdürülmesini kolaylaştırdığı.

Vance’in iktisadi milliyetçilik yoluyla işçi sınıfı refahını artırma planıyla ilgili bir başka sorun da gümrük tarifelerinin imalat işçilerine diğer tüm işçilerin aleyhine fayda sağlaması. Fakat imalat işçileri, ABD işgücünün yalnızca küçük bir azınlığını oluşturuyor. Amerikalı işçilerin ancak yüzde 10’undan daha azı imalat sektöründe istihdam ediliyor. Bu durum sadece ticaret politikasının bir sonucu değildir: İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda bile ABD’li işçilerin sadece küçük bir azınlığı fabrikada çalışıyordu.

Dolayısıyla, ticari koruma imalat istihdamını marjda artırsa bile, ABD’li işçilerin çoğu malların üreticisinden ziyade tüketicisi olacaktır. Sonuç olarak gümrük tarifeleri, tipik Amerikan işçisinin pazarlık gücünü arttırmadan satın alma gücünü tırpanlayacak. Amerikalıların artan fiyatlara karşı son derece duyarlı olduğu bu dönemde, Trump ve Vance’in bu gümrük vergisi planlarını uygulamaya koymaları halinde, pek çok yerli işçinin tüm yabancı mallara yüzde 10 vergi uygulanmasına olumlu yanıt vermesi pek de olası görünmüyor.

Vance küçük ölçekli popülist reformlara açık destek veriyor, peki işçilerin gücünü radikal şekilde artırmasına?

Vance’in kendi geliştirdiği popülist önerilerinden bazıları belki daha kayda değer olabilir. Ne var ki senatörün demiryolu sanayiinde güvenlik önlemlerini artırma, pervasız bankacıları cezalandırma ve ileri teknolojilerin ülke içinde üretilmesini teşvik etme planları Cumhuriyetçi dostlarından çok sınırlı destek gördü. Sonuç olarak ise hiçbiri yasalaşmadı.

Olur da Vance başkanlığı kazanırsa Cumhuriyetçi Parti’nin bu reformlara daha açık hale gelebileceği düşünülebilir, fakat bunun nedeni olsa olsa bu reformların ABD’deki işyeri sahipleri ve işçiler arasındaki güç dengesini dramatik bir şekilde değiştirme tehdidinde bulunmuyor olmasıdır. Belki Vance liderliğindeki bir Cumhuriyetçi Parti, batan bankaların veya demiryolu şirketlerinin yöneticileri gibi Amerika’nın küçük bir kurumsal kesimini düşmanlaştırmaya istekli olabilir, fakat emeğin sermaye üzerindeki etkisini artırmak çok başka bir hikâye.

Vance bu radikal arayışa ilgi duyduğunu değişik biçimlerde ifade etti. Senatör, popülist muhafazakâr Sohrab Ahmari’ye verdiği bir demeçte, sektörel pazarlığı desteklediğini söyledi. Yani belirli bir sektördeki tüm işçilerin asgari ücret, sosyal haklar ve çalışma koşulları konusunda tüm işverenlerle toplu pazarlık yaptığı bir düzenlemeden yana olduğunu. Vance ile yakın ilişki içinde olduğu bilinen muhafazakâr politika uzmanı Oren Cass da böylesi bir sistemi destekliyor.

Sektörel pazarlık, Amerika’nın politik ekonomisini işçilerin yararına olacak şekilde kökünden değiştirecektir. Düşük ücret veren işverenler artık sendika kırma yoluyla rekabet avantajı elde edemeyecek ve herhangi bir sendikaya üye olmayan Amerikalı işçilerin ezici çoğunluğu patronlarına karşı daha büyük bir koz elde edecektir.

Fakat Vance sektörel pazarlık sistemi kurmak için herhangi bir yasa tasarısı sunmadı. Aslında, fark ettiğim kadarıyla, bu politikadan sadece gazeteciler [ülkede 1970’lerin sonundan beri baskılanan sendikal mücadelenin önünü açacak] Pro Act yasası gibi sendikal gücü artırmaya yönelik mevcut yasa tasarılarından herhangi birini neden desteklemediği sorduğunda bahsediyor (Bu arada Vance’in bu noktadaki söylemi, tasarının sektörel bir sisteme doğru ilerlemek yerine ülkenin statükocu çalışma modelini daha da sağlamlaştıracağı yönünde).

Gerçekten de Vance, çalışma hakkı yasalarına (right-to-work law) retorik olarak karşı çıkmasına ya da kimi zaman grevdeki işçilerle fotoğraflar çektirmesine rağmen, görevde olduğu süre boyunca örgütlü emeğe arka çıkmak için çok az şey yaptı ya da hiçbir şey yapmadı. Vance, 2023 yılında AFL-CIO’nun (Amerikan Emek Federasyonu ve Endüstriyel Örgütler Kongresi) desteklediği politik pozisyonların yüzde 0’ında onunla birlikte oy kullandı; bu oran tüm Senato Cumhuriyetçileri arasında ise yaklaşık yüzde 3’tü.

Sendikaları güçlendirmenin yanı sıra federal politika yapıcılar refah devletini genişleterek de işçilerin baskı gücünü artırabilir ve böylece Amerikalıların sömürücü işverenlerden uzaklaşmasını kolaylaştırabilir. Fakat Vance bu türden bir sosyal güvenlik ağını büyütmeyi pek de dert etmedi. Trump’ın Medicare ya da sosyal güvenlik kapsamındaki emeklilik yardımlarının kesilmesine yönelik retorik muhalefetini paylaşsa da herhangi bir yeni sosyal program ortaya atmadı. Vergi karşıtı Grover Norquist’e vergilerin artırılmasına yönelik her türlü öneriye karşı çıkacağına dair söz verdiği, yine Times’a da Amerika’nın “büyük yapısal açıkları süresiz olarak sürdüremeyeceğini” söylediği biliniyor. Bu, sosyal yardımların genişletilmesini fiilen engelleyen iki önemli duruşudur aslında.

Patronlar için ve patronların partisi: Cumhuriyetçi Parti

Vance’in sözde “emek yanlısı” politikalarında gerçeklik payı olsaydı bile Cumhuriyetçi Parti’nin gerçek anlamda işçi yanlısı bir gündemi benimseme olasılığı yine zayıf olurdu.

Cumhuriyetçi koalisyonun son sekiz yılda belirgin bir şekilde artık çok daha fazla işçi sınıfı kökenli olduğu doğru. 1948-2012 yılları arasındaki her başkanlık seçiminde, Amerika’nın gelir dağılımının en üst yüzde 5’lik diliminde yer alan beyaz seçmenler, en alt yüzde 95’lik diliminde yer alanlara kıyasla hep daha fazla Cumhuriyetçi olmuştur. Trump’ın yükselişinden bu yana ise bu örüntü tersine seyretti: Varsıl beyazlar hem 2016 hem de 2020’de orta sınıf ve yoksulların solunda oy kullandı. Son seçimde Trump işçi sınıfı kökenli ama beyaz olmayan seçmenler arasında kimi kazanımlar elde etti ve hatta güncel anketler kasım ayında bu kazanımlarını daha da artırabileceğini gösteriyor.

Fakat Cumhuriyetçilerin sosyal tabanının gün geçtikçe daha mavi yakalı hale geliyor olması, partinin gündeminin de kaçınılmaz olarak daha emek yanlısı olacağı anlamına gelmiyor. Bir partinin politikalarının içeriğini belirlerken, seçmenlerinin kamuoyu yoklamalarında ifade ettikleri görüşler, güçlü çıkar gruplarının notlarında belirttikleri taleplerden genelde daha az önemlidir.

Trump seçmenleri, [Cumhuriyetçi Parti’nin 2012’deki başkan adayı] Mitt Romney’nin 2012 seçmenlerine kıyasla belki biraz daha işçi yanlısı olabilir. Fakat iktisadi olarak sol eğilimli Cumhuriyetçi seçmenlerin örgütlü topluluklar olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Onlar, Cumhuriyetçi Parti vekillerinin oy verme davranışlarını izleyen ve sadakatsizliği olumsuz reklam kampanyalarıyla cezalandıran kurumları toplu olarak finanse etmiyorlar. Sağcı Cumhuriyetçi sermayedarlar ise bunu yapıyor.

Genel olarak patronlar –ve özellikle de sendika karşıtı olanları– Cumhuriyetçi Parti’nin kurumsal omurgasını oluşturuyor. Bu, New Deal’ın uzun tarihsel mirasının bir parçasıdır: Demokratlar örgütlü emekle aynı hizaya geldiğinde, faaliyetleri emek yoğun olduğu ve kâr marjları düşük olduğu için sendikalarla ittifaka tahammül edemeyen Amerikan sermayedarları kitlesel olarak Cumhuriyetçi Parti’ye yönelmişlerdi.

Ticaret Odası ve Ulusal İmalatçılar Birliği gibi sanayi lobileri tarafından finanse edilen sayısız düşünce kuruluşu ve yasal organizasyon aracılığıyla, sendika karşıtı işletmeler muhafazakâr hareketin hem somut hem de sembolik temellerini inşa etti.

Nitekim Trump döneminde de Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolünü büyük ölçüde ellerinde tutmaya devam ettiler. Başkan olduğu ilk döneminde Trump, işletmeler için büyük vergi indirimlerini yasalaştırdı ve muhafazakâr bir Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu atadı, bu da özellikle düşük ücretli fast food franchise’larında işçilerin örgütlenmesini zorlaştırdı.

Patronların Cumhuriyetçi Parti’deki üstünlüğü en çok eyalet düzeyinde kendini gösteriyor. New York Times’tan Jamelle Bouie’nin altını çizdiği gibi, son iki yılda Teksas, Florida, Kentucky ve Louisiana’daki Cumhuriyetçi vekiller, açık havada çalışanlar için zorunlu su molaları, çocuk işçilerin çalışma saatlerine getirilen kısıtlamalar ve çocuk yaştaki işçiler için öğle molaları gibi temel işçi haklarını gündeme alan yasalar geliştirdiler. Bu yasa tasarılarını destekleyen yasa yapıcılarından bazıları ise bizzat patronlardı.

Vance’in seçildiği bir senaryo Cumhuriyetçi Parti’yi oluşturan siyaset sınıfının sınıfsal yapısını veyahut muhafazakâr Amerika’daki en iyi biçimde örgütlenmiş ve en iyi kaynaklara sahip çıkar gruplarının temel maddi çıkarlarını değiştirmeyecek. Trump-Vance ikilisi Cumhuriyetçi Parti’nin mavi yakalı sosyal tabanını genişletmeyi başarsa bile, bu durum seçilmiş Cumhuriyetçilerin işverenleri önceleme yönündeki motivasyonunda bir farklılık yaratmayacak. Aksine, ola ki Trump Cumhuriyetçilerin sadece göçmen kısıtlaması ve popülist jestlerle işçi sınıfı oylarını kazanabileceğini bir kez daha kanıtlarsa, bu seçmenlere “kurumsal Amerika”nın kâr marjlarını tehdit edecek maddi iyileştirme biçimleri sunmak için artık çok çok daha az nedenleri olacaktır.

Cumhuriyetçi Parti’nin kendisini Vance’in imajına göre yeniden şekillendirmesi, tam tersi bir durumdan (yani Vance’in Cumhuriyetçi Parti’ye uyumlanmasından) çok daha az olasıdır. Ne de olsa başkan yardımcısı adayı, siyasi rüzgarlar farklı yerlerden estikçe kendisini ideolojik olarak dönüştürmeye istekli olduğunu değişik biçimlerde ama sürekli kanıtladı. Hatırlanacağı üzere, 2016 ile 2022’deki Senato yarışı arasında, Vance, bir “NeverTrump” muhafazakârından 6 Ocak isyancılarının mütereddit bir savunucusuna dönüşmüştü.

Günümüz Cumhuriyetçi Partisi’nde hırslı bir Cumhuriyetçi için en dikensiz yol, sokaklarda popülist ama parti üst yönetiminde patronların hizmetkarı olmaktır. Büyük olasılıkla hırsı, Vance’i de bu yönde hareket ettirecektir. Ya da en azından, onu başkan yardımcısı adaylığına taşıyan militan emek karşıtı teknoloji milyarderleri buna inanıyor gibi görünüyor.

DÜNYA BASINI

Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’


Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları

Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”

Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…

Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?

McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.

McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.

18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.

Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.

McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.

McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.

Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?

Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).

Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.

McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.

Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.

Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.

Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.

Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi

Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.

O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.

Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriffin “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).

McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.

Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu” olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.

Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.

Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?


Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor

Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024

Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.

Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.

Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.

Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.

Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.

Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.

Amerikan rüyası

Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.

ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.

Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.

Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.

Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.

Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.

Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.

Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.

Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.

Çöküşteki gıda sistemi

Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?

Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.

Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.

Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.

Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.

Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.

Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.

Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”

Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.

ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.

Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.

“Tanrı’yı oynamak”

Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”

Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.

Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.

Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.

Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.

Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.

Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.

“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”

Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.

“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”

Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”

Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.

Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti

Yayınlanma

Financial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.

Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.

Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.

Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.

Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.

Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.

Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.

Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.

Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.

Telegram’ın kurucusu Durov adli kontrol şartıyla serbest

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English