Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

JD Vance’in “işçi sınıfı” politikaları gerçek mi?

Yayınlanma

Editörün notu: Donald Trump’ın başkan yardımcısı adayı olarak seçtiği Ohio Senatörü JD Vance’in, klasik Cumhuriyetçi iktisadi politikalar şemasından farklı bir yerde durduğu sık sık dile getiriliyor. Partiye “işçi sınıfı aşısı” olarak görülen Vance, doların küresel hakimiyetinin Amerikalıların işine yarayıp yaramadığını sorguladığı sözleriyle de dikkat çekmişti. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Vance’in eklektik popülizmi ile Cumhuriyetçi zenginlerin ve parti üst kademesinin uyuşmazlığına işaret ederken, başkan yardımcısı adayın örgütlü emeğin güçlendirilmesine veya sosyal hakların genişletilmesine yönelik herhangi bir yasama faaliyetinde bulunmadığına işaret ediyor. Yazara göre Vance’in Cumhuriyetçi ana akıma benzemesi, tersinden bir benzemeye göre daha muhtemel. metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


JD Vance’in Cumhuriyetçi Partisi işçiler için değil, patronlar için

Eric Levitz
Vox
18 Temmuz 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birçok kişi Donald Trump’ın başkan yardımcılığı görevi için Ohio senatörü J.D. Vance’i göstermesini Cumhuriyetçilerin ekonomik popülizminin yeni bir çağa girdiğinin işareti olarak değerlendiriyor.

Bu görüşe göre, Trumpçılığın ideolojik hatları bugüne kadar bir hayli bulanıktı, zira istikrarsız olsa da iyi bir demagog olan Trump, popülist sapkınlıklar ve muhafazakâr ortodoksi arasında gidip geliyordu. Mesela bir gün ilaç şirketlerine fiyat kontrolü uygulamayı vaat ederken, bir başka gün zenginler için vergileri azaltmaya veyahut [maddi kısıtlardan kaynaklı sağlık hizmetlerine erişemeyenler için devletin sigorta programı olan] Medicaid’i budamaya çalışıyordu.

Vance, Trump’ın popülist dürtülerini tutarlı bir gündeme dönüştürmeye çalışan az sayıdaki Cumhuriyetçiden biri; bu gündem “iş dünyası elitlerini tedirgin eden” ve “işçi yanlısı” muhafazakârları fazlasıyla coşkulandıran bir nitelik taşıyor.

Trump’ın 78 yaşında olduğu ve üçüncü dönem için pek de uygun olmadığı göz önüne alındığında, Vance Cumhuriyetçilerin yakın gelecekteki lideri olmak için gayet uygun görünüyor. Bu durum, bilhassa popülist hayranlarına göre, Cumhuriyetçi Parti’yi bir işçi partisine dönüştürebilme potansiyeline sahip.

Vance, geçtiğimiz çarşamba gecesi Cumhuriyetçi Ulusal Kongre’de yaptığı konuşma esnasında bu izlenimi pekiştirdi. Cumhuriyetçi Parti’yi kendisinin de içinden geldiği işçi sınıfı topluluklarına arka çıkacak ve onları satan “egemen sınıfa” karşı duracak bir hareket olarak tasvir etti.

Kısacası Vance, “Wall Street’e hizmet etmeyi bıraktık, artık işçiler için çalışacağız,” diyor: “Yabancı işgücü ithal etmeyi bırakıyoruz, Amerikan vatandaşları için, onların iyi işler yapması ve iyi ücretler alması için savaşacağız. Tedarik zincirlerini hudutsuz küresel ticarete kurban etmekten vazgeçiyoruz, giderek daha fazla ürünü o güzelim ‘Made in the USA’ etiketi ile damgalayacağız.”

Ne var ki Vance’in Cumhuriyetçi Parti’nin sınıfsal aidiyetini değiştirmeye dönük taahhüdü ve bunu gerçekleştirme olasılığı bir hayli abartılıyor.

J.D. Vance’in iktisadi bakışı Ronald Reagan ya da Paul Ryan’ın piyasa köktenciliğinden bir ölçüde farklı, evet. Vance serbest ticaret ve göç konusunda şüpheci, nitekim her ikisinin de şirketler için (yurtiçinde ve yurtdışında) ucuz işgücünü mümkün kılarak yerli işçilerin pazarlık gücünü aşındırdığına inanıyor. Ona göre, Amerikalı işverenler daha küçük bir işgücü havuzuna muhtaç kalsalardı, daha yüksek ücretler ödemekten ve üretkenliği artıran teknolojiye daha fazla yatırım yapmaktan başka çareleri kalmayacaktı.

Vance tüm bunların yanında son teknoloji ürünlerin içeride üretilmeleri için verilen devlet sübvansiyonlarını da destekliyor. Senato adayı olarak Vance, Joe Biden’ın ABD’de faaliyet gösteren “yarı iletken” üreticilerine sübvansiyon sağlayan CHIPS Yasası’na da destek vermişti. Yine Kongre’ye girdikten sonra, vergi mükelleflerinin desteğiyle yeni teknolojiler geliştiren şirketlerin bu ürünleri ABD içinde üretmesini zorunlu kılacak olan iki partili bir yasa tasarısının da ortak yazarlarından biri olmuştu.

Ayrıca zaman zaman sermaye sınıfının farklı kesimlerini karşısına almaya da istekli oldu. Elizabeth Warren ile birlikte, batan büyük bankalardaki yöneticilerin maaşlarının geri alınmasını öngören ve pervasız risk almaktan caydırmayı amaçlayan bir yasa tasarısına arka çıktı. Ve tabii Biden yönetiminin agresif anti-tröst uygulamalarına retorik düzeyinde de olsa destek verdi.

En radikal olanı ise Vance’in mevcut sendikal hareketten pek hoşnut olmamasına rağmen teorik düzeyde örgütlü emeği desteklediğini öne sürmesi. Senatör, daha fazla Amerikalı işçinin iyi ücret ve sosyal haklar konusunda toplu pazarlık yapabilmesi gerektiğini, fakat ana akım işçi hareketinin “Cumhuriyetçilere uzlaşmaz bir şekilde düşman” olduğunu ve Starbucks Workers United gibi solcu sendikaların muhafazakârlardan gelen muhalefeti hak ettiğini söylüyor.

Tüm bunlara rağmen Vance’in Cumhuriyetçi siyasetin en yüksek kademesine yükselmesi, partiyi doğrudan işçi sınıfı çıkarlarının etkili bir temsilcisi haline getirmiyor. Bunun (en azından) dört temel nedeni var:

1) Vance’in fikirlerinin Cumhuriyetçiler arasında geniş kabul gördüğü durumlarda –ticaret ve göç konularında olduğu gibi– politika tercihlerinin yerli Amerikalıların yaşam standartlarını yükseltmekten ziyade düşürmesi çok daha muhtemel.

2) Vance’in ekonomiye devlet müdahalesini artırmaya yönelik somut yasa önerileri diğer Cumhuriyetçilerden ancak cılız bir destek alıyor, bu da ABD’li işçiler üzerinde yalnızca marjinal bir etkisi olacağı anlamına geliyor.

3) Cumhuriyetçi Parti, Vance’in örgütlü emek konusundaki gerçekten radikal fikirlerini hayata geçirme konusunda yapısal olarak yetersiz, Ohio senatörü de zaten bunları geliştirmek için pek bir şey yapmadı.

4) Cumhuriyetçi Parti’nin işçi sınıfından seçmenlerine daha iyi hizmet etmek uğruna en varlıklı ve örgütlü seçmenlerinin çıkarlarına ihanet etmek için pek de bir nedeni yok. Sonuçta parti, mavi yakalı işçiler arasındaki desteğini, onların maddi çıkarlarından önemli bir taviz vermeden artırabileceğini çoktan keşfetmiş olmalı.

Vance’in ticaret ve göç konusundaki görüşleri piyasa karşıtı olabilir, ama işçi yanlısı değil

Vance’in savunduğunun iktisadi milliyetçiliğin ötesinde bir yanı yok. Göçün –özellikle de kayıtsız ve düşük vasıflı işçilerin göçünün– önemli ölçüde azaltılmasından ve Trump’ın tüm yabancı dış alımlara yüzde 10 gümrük vergisi önerisi gibi geniş gümrük tarifeleri yoluyla yerli üreticilerin korunmasından yana.

Kaç Cumhuriyetçinin bu denli radikal ticaret kısıtlamalarını desteklediği ise belirsiz. Trump, Cumhuriyetçi Parti içinde korumacılığa ve göç kısıtlamalarına dair geniş bir mutabakat oluşturmayı başarmıştı. Fakat bu türden bir milliyetçilik, tipik Amerikan işçisine maddi olarak çok çok az bir değer sunuyor.

Vance, mayıs ayında New York Times’a verdiği bir röportajda göç ve ticaret kısıtlamalarına yönelik popülist görüşünü detaylandırmıştı. Vance’e göre hem serbest ticaret hem de kitlesel göç, Amerikalı işçilerin pazarlık gücünü azaltarak yaşam standartlarını aşındırıyor: Şirketler daha yoksul ülkelerden gelen (ve dolayısıyla daha düşük ücret beklentisi olan) işçilere erişebilirse –ister onlar ABD’ye gelsin ister işverenler onlara gitsin– o zaman yerli Amerikalılar daha düşük ücretleri kabul etmedikleri sürece göçmen işçilerle rekabet etme şansları yok.

Bu bakış açısıyla ilgili iki temel sıkıntı var. Birincisi, göçün yerli işçilere önemli ölçüde zarar verdiğine dair pek az kanıt olmasıdır.

Vance, firmaların nadir bulunan çalışanlar için birbirlerine karşı teklif vermeye zorlandığı sıkı işgücü piyasalarından işçilerin kârlı çıktıkları konusunda haklı, fakat yüksek düzeydeki göçün bu tür piyasalarla bir hayli uyumlandığını göz ardı ediyor. Göçmenler Amerika’ya geldiklerinde ekonominin işgücü arzını artırdıkları gibi aynı zamanda işgücü talebini de genişletirler, zira göçmenler de (tüm insanlar gibi) mal ve hizmet tüketiyorlar.

Koronavirüs pandemisinin hafiflemesiyle göçmenlerin Amerikan işgücündeki payı arttı, 2023 yılında ise bu pay rekor düzeye ulaştı. Bu durum, birçok sektörde işgücüne olan talebin arzı aşması nedeniyle, ABD’li işçilerin nominal ücretlerinde yaşanan büyük artışları ve işsizliğin azalmasını beraberinde getirdi.

Belirli bir yerel işgücü piyasasına ani şekilde daha az vasıflı göçmen emeğinin akın etmesi, benzer vasıflara sahip yerli işçilerin pazarlık gücünü bir süreliğine düşürebilir gerçekten de. Fakat daha genel bakıldığında, yüksek göç seviyeleri yerli işçi sınıfı için ekonomik açıdan faydalı görünmektedir.

Göçmenlerin yerli işçilerin ücretlerini ve istihdam fırsatlarını düşürdüğü teorisi defalarca teste tabi tutulmuştur. Bu noktada ampirik literatürün vardığı sonuç, genellikle böyle bir etkinin olmadığını gösteriyor. Yerinden edilmiş Suriyelilerin Türkiye’ye kitlesel akını, Büyük Buhran sırasında “Dust Bowl” göçmenlerinin ABD’nin farklı bölgelerine yerleşmesi, 1999 ve 2007 yılları arasında İsveç’e kitlesel mülteci göçü, 1980’ler ve 1990’larda Danimarka’ya göç eden mülteciler, SSCB’nin çöküşünden sonra Rus Yahudilerinin İsrail’e kitlesel hareketi… Araştırmalar, bu göçlerin ücretler veya işler üzerinde hiçbir olumsuz etkisinin olmadığını söylüyor. Göçün işgücü piyasasına etkileri üzerine yapılan araştırmaların meta analizleri de yerli işçiler için ya az ya da hiç olumsuz sonuç bulunmadığını gösteriyor.

Buna karşın, ampirik kanıtlar göçün işgücü verimliliğini artırdığını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu’ndan çıkan yakın tarihli bir çalışma raporu, 2000 ile 2019 yılları arasında ABD’ye göçün, daha fazla iş gücü uzmanlaşması ve dolayısıyla üretkenlik sağlayarak üniversite eğitimi almamış yerli işçilerin ücretlerini artırdığını söylüyor. Harvard ekonomisti George Borjas’ın araştırması da benzer şekilde göçün işgücü verimliliğini artırdığını ve böylece her yıl yerli işçiler için 5 ila 10 milyar dolar arasında ekonomik değer ürettiğinin altını çiziyor.

Bu bağlamda söylenecek son şey de, göçün Birleşik Devletler’de 25-54 yaş arası (prime-age) işçilerin yaşlılara oranını arttırdığı, bunun da mevcut fayda düzeylerinde sosyal yardımların sürdürülmesini kolaylaştırdığı.

Vance’in iktisadi milliyetçilik yoluyla işçi sınıfı refahını artırma planıyla ilgili bir başka sorun da gümrük tarifelerinin imalat işçilerine diğer tüm işçilerin aleyhine fayda sağlaması. Fakat imalat işçileri, ABD işgücünün yalnızca küçük bir azınlığını oluşturuyor. Amerikalı işçilerin ancak yüzde 10’undan daha azı imalat sektöründe istihdam ediliyor. Bu durum sadece ticaret politikasının bir sonucu değildir: İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda bile ABD’li işçilerin sadece küçük bir azınlığı fabrikada çalışıyordu.

Dolayısıyla, ticari koruma imalat istihdamını marjda artırsa bile, ABD’li işçilerin çoğu malların üreticisinden ziyade tüketicisi olacaktır. Sonuç olarak gümrük tarifeleri, tipik Amerikan işçisinin pazarlık gücünü arttırmadan satın alma gücünü tırpanlayacak. Amerikalıların artan fiyatlara karşı son derece duyarlı olduğu bu dönemde, Trump ve Vance’in bu gümrük vergisi planlarını uygulamaya koymaları halinde, pek çok yerli işçinin tüm yabancı mallara yüzde 10 vergi uygulanmasına olumlu yanıt vermesi pek de olası görünmüyor.

Vance küçük ölçekli popülist reformlara açık destek veriyor, peki işçilerin gücünü radikal şekilde artırmasına?

Vance’in kendi geliştirdiği popülist önerilerinden bazıları belki daha kayda değer olabilir. Ne var ki senatörün demiryolu sanayiinde güvenlik önlemlerini artırma, pervasız bankacıları cezalandırma ve ileri teknolojilerin ülke içinde üretilmesini teşvik etme planları Cumhuriyetçi dostlarından çok sınırlı destek gördü. Sonuç olarak ise hiçbiri yasalaşmadı.

Olur da Vance başkanlığı kazanırsa Cumhuriyetçi Parti’nin bu reformlara daha açık hale gelebileceği düşünülebilir, fakat bunun nedeni olsa olsa bu reformların ABD’deki işyeri sahipleri ve işçiler arasındaki güç dengesini dramatik bir şekilde değiştirme tehdidinde bulunmuyor olmasıdır. Belki Vance liderliğindeki bir Cumhuriyetçi Parti, batan bankaların veya demiryolu şirketlerinin yöneticileri gibi Amerika’nın küçük bir kurumsal kesimini düşmanlaştırmaya istekli olabilir, fakat emeğin sermaye üzerindeki etkisini artırmak çok başka bir hikâye.

Vance bu radikal arayışa ilgi duyduğunu değişik biçimlerde ifade etti. Senatör, popülist muhafazakâr Sohrab Ahmari’ye verdiği bir demeçte, sektörel pazarlığı desteklediğini söyledi. Yani belirli bir sektördeki tüm işçilerin asgari ücret, sosyal haklar ve çalışma koşulları konusunda tüm işverenlerle toplu pazarlık yaptığı bir düzenlemeden yana olduğunu. Vance ile yakın ilişki içinde olduğu bilinen muhafazakâr politika uzmanı Oren Cass da böylesi bir sistemi destekliyor.

Sektörel pazarlık, Amerika’nın politik ekonomisini işçilerin yararına olacak şekilde kökünden değiştirecektir. Düşük ücret veren işverenler artık sendika kırma yoluyla rekabet avantajı elde edemeyecek ve herhangi bir sendikaya üye olmayan Amerikalı işçilerin ezici çoğunluğu patronlarına karşı daha büyük bir koz elde edecektir.

Fakat Vance sektörel pazarlık sistemi kurmak için herhangi bir yasa tasarısı sunmadı. Aslında, fark ettiğim kadarıyla, bu politikadan sadece gazeteciler [ülkede 1970’lerin sonundan beri baskılanan sendikal mücadelenin önünü açacak] Pro Act yasası gibi sendikal gücü artırmaya yönelik mevcut yasa tasarılarından herhangi birini neden desteklemediği sorduğunda bahsediyor (Bu arada Vance’in bu noktadaki söylemi, tasarının sektörel bir sisteme doğru ilerlemek yerine ülkenin statükocu çalışma modelini daha da sağlamlaştıracağı yönünde).

Gerçekten de Vance, çalışma hakkı yasalarına (right-to-work law) retorik olarak karşı çıkmasına ya da kimi zaman grevdeki işçilerle fotoğraflar çektirmesine rağmen, görevde olduğu süre boyunca örgütlü emeğe arka çıkmak için çok az şey yaptı ya da hiçbir şey yapmadı. Vance, 2023 yılında AFL-CIO’nun (Amerikan Emek Federasyonu ve Endüstriyel Örgütler Kongresi) desteklediği politik pozisyonların yüzde 0’ında onunla birlikte oy kullandı; bu oran tüm Senato Cumhuriyetçileri arasında ise yaklaşık yüzde 3’tü.

Sendikaları güçlendirmenin yanı sıra federal politika yapıcılar refah devletini genişleterek de işçilerin baskı gücünü artırabilir ve böylece Amerikalıların sömürücü işverenlerden uzaklaşmasını kolaylaştırabilir. Fakat Vance bu türden bir sosyal güvenlik ağını büyütmeyi pek de dert etmedi. Trump’ın Medicare ya da sosyal güvenlik kapsamındaki emeklilik yardımlarının kesilmesine yönelik retorik muhalefetini paylaşsa da herhangi bir yeni sosyal program ortaya atmadı. Vergi karşıtı Grover Norquist’e vergilerin artırılmasına yönelik her türlü öneriye karşı çıkacağına dair söz verdiği, yine Times’a da Amerika’nın “büyük yapısal açıkları süresiz olarak sürdüremeyeceğini” söylediği biliniyor. Bu, sosyal yardımların genişletilmesini fiilen engelleyen iki önemli duruşudur aslında.

Patronlar için ve patronların partisi: Cumhuriyetçi Parti

Vance’in sözde “emek yanlısı” politikalarında gerçeklik payı olsaydı bile Cumhuriyetçi Parti’nin gerçek anlamda işçi yanlısı bir gündemi benimseme olasılığı yine zayıf olurdu.

Cumhuriyetçi koalisyonun son sekiz yılda belirgin bir şekilde artık çok daha fazla işçi sınıfı kökenli olduğu doğru. 1948-2012 yılları arasındaki her başkanlık seçiminde, Amerika’nın gelir dağılımının en üst yüzde 5’lik diliminde yer alan beyaz seçmenler, en alt yüzde 95’lik diliminde yer alanlara kıyasla hep daha fazla Cumhuriyetçi olmuştur. Trump’ın yükselişinden bu yana ise bu örüntü tersine seyretti: Varsıl beyazlar hem 2016 hem de 2020’de orta sınıf ve yoksulların solunda oy kullandı. Son seçimde Trump işçi sınıfı kökenli ama beyaz olmayan seçmenler arasında kimi kazanımlar elde etti ve hatta güncel anketler kasım ayında bu kazanımlarını daha da artırabileceğini gösteriyor.

Fakat Cumhuriyetçilerin sosyal tabanının gün geçtikçe daha mavi yakalı hale geliyor olması, partinin gündeminin de kaçınılmaz olarak daha emek yanlısı olacağı anlamına gelmiyor. Bir partinin politikalarının içeriğini belirlerken, seçmenlerinin kamuoyu yoklamalarında ifade ettikleri görüşler, güçlü çıkar gruplarının notlarında belirttikleri taleplerden genelde daha az önemlidir.

Trump seçmenleri, [Cumhuriyetçi Parti’nin 2012’deki başkan adayı] Mitt Romney’nin 2012 seçmenlerine kıyasla belki biraz daha işçi yanlısı olabilir. Fakat iktisadi olarak sol eğilimli Cumhuriyetçi seçmenlerin örgütlü topluluklar olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Onlar, Cumhuriyetçi Parti vekillerinin oy verme davranışlarını izleyen ve sadakatsizliği olumsuz reklam kampanyalarıyla cezalandıran kurumları toplu olarak finanse etmiyorlar. Sağcı Cumhuriyetçi sermayedarlar ise bunu yapıyor.

Genel olarak patronlar –ve özellikle de sendika karşıtı olanları– Cumhuriyetçi Parti’nin kurumsal omurgasını oluşturuyor. Bu, New Deal’ın uzun tarihsel mirasının bir parçasıdır: Demokratlar örgütlü emekle aynı hizaya geldiğinde, faaliyetleri emek yoğun olduğu ve kâr marjları düşük olduğu için sendikalarla ittifaka tahammül edemeyen Amerikan sermayedarları kitlesel olarak Cumhuriyetçi Parti’ye yönelmişlerdi.

Ticaret Odası ve Ulusal İmalatçılar Birliği gibi sanayi lobileri tarafından finanse edilen sayısız düşünce kuruluşu ve yasal organizasyon aracılığıyla, sendika karşıtı işletmeler muhafazakâr hareketin hem somut hem de sembolik temellerini inşa etti.

Nitekim Trump döneminde de Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolünü büyük ölçüde ellerinde tutmaya devam ettiler. Başkan olduğu ilk döneminde Trump, işletmeler için büyük vergi indirimlerini yasalaştırdı ve muhafazakâr bir Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu atadı, bu da özellikle düşük ücretli fast food franchise’larında işçilerin örgütlenmesini zorlaştırdı.

Patronların Cumhuriyetçi Parti’deki üstünlüğü en çok eyalet düzeyinde kendini gösteriyor. New York Times’tan Jamelle Bouie’nin altını çizdiği gibi, son iki yılda Teksas, Florida, Kentucky ve Louisiana’daki Cumhuriyetçi vekiller, açık havada çalışanlar için zorunlu su molaları, çocuk işçilerin çalışma saatlerine getirilen kısıtlamalar ve çocuk yaştaki işçiler için öğle molaları gibi temel işçi haklarını gündeme alan yasalar geliştirdiler. Bu yasa tasarılarını destekleyen yasa yapıcılarından bazıları ise bizzat patronlardı.

Vance’in seçildiği bir senaryo Cumhuriyetçi Parti’yi oluşturan siyaset sınıfının sınıfsal yapısını veyahut muhafazakâr Amerika’daki en iyi biçimde örgütlenmiş ve en iyi kaynaklara sahip çıkar gruplarının temel maddi çıkarlarını değiştirmeyecek. Trump-Vance ikilisi Cumhuriyetçi Parti’nin mavi yakalı sosyal tabanını genişletmeyi başarsa bile, bu durum seçilmiş Cumhuriyetçilerin işverenleri önceleme yönündeki motivasyonunda bir farklılık yaratmayacak. Aksine, ola ki Trump Cumhuriyetçilerin sadece göçmen kısıtlaması ve popülist jestlerle işçi sınıfı oylarını kazanabileceğini bir kez daha kanıtlarsa, bu seçmenlere “kurumsal Amerika”nın kâr marjlarını tehdit edecek maddi iyileştirme biçimleri sunmak için artık çok çok daha az nedenleri olacaktır.

Cumhuriyetçi Parti’nin kendisini Vance’in imajına göre yeniden şekillendirmesi, tam tersi bir durumdan (yani Vance’in Cumhuriyetçi Parti’ye uyumlanmasından) çok daha az olasıdır. Ne de olsa başkan yardımcısı adayı, siyasi rüzgarlar farklı yerlerden estikçe kendisini ideolojik olarak dönüştürmeye istekli olduğunu değişik biçimlerde ama sürekli kanıtladı. Hatırlanacağı üzere, 2016 ile 2022’deki Senato yarışı arasında, Vance, bir “NeverTrump” muhafazakârından 6 Ocak isyancılarının mütereddit bir savunucusuna dönüşmüştü.

Günümüz Cumhuriyetçi Partisi’nde hırslı bir Cumhuriyetçi için en dikensiz yol, sokaklarda popülist ama parti üst yönetiminde patronların hizmetkarı olmaktır. Büyük olasılıkla hırsı, Vance’i de bu yönde hareket ettirecektir. Ya da en azından, onu başkan yardımcısı adaylığına taşıyan militan emek karşıtı teknoloji milyarderleri buna inanıyor gibi görünüyor.

DÜNYA BASINI

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde “kent uzlaşısı ile teröre destek” ve “yolsuzluk” iddiaları ile gözaltına alınmasının yankıları sürüyor.

Batı medyasında İmamoğlu’nun gözaltısı, genel olarak olası Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibine yönelik bir hamle olarak görülüyor.

Örneğin Financial Times, “Türk polisi Erdoğan’ın başlıca siyasi rakibini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Devlet medyası İmamoğlu’nun çarşamba günü gözaltına alınmasının terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla yürütülen bir soruşturmanın parçası olduğunu belirtirken, muhalefet bu hamleyi bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi ve tutuklama Türk para biriminin ve piyasalarının düşmesine neden oldu,” dedi.

Yatırım yönetimi zinciri T Rowe Price analisti Tomasz Wieladek FT’ye verdiği demeçte, gözaltıyı “herkes için bir uyandırma çağrısı” olarak nitelendirdi.

Wieladek, Türkiye Merkez Bankası’nın TL’yi savunmak için ‘sınırlı bir ateş gücüne sahip olduğunu’ öne sürerek, “Varlıklar muhtemelen daha fazla satılmaya devam edecek,” dedi.

Bloomberg, sabahtan öğle saatlerine kadar Türk bankalarının TL’ye destek için 8 milyar dolar sattığını yazmıştı.

Piyasalarda sabah saatlerinden itibaren yaşanan çalkantılara dikkat çeken Bloomberg, bir başka haberinde ise, “Türkiye piyasaları çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibinin gözaltına alınmasının ardından, siyasi kargaşanın son dönemdeki yatırımcı dostu ekonomi politikalarını baltalama riski taşıdığı endişesiyle sarsıldı,” dedi.

Haberde görüşlerine yer verilen Londra’daki Monex Europe’un makro araştırma müdürü Nick Rees, “Bu sistem için biraz şok oldu. Piyasalar giderek daha kayıtsız hale gelmişti ve şimdi bu büyü bozuldu, tüccarlar Türkiye’nin siyasi risk primlerini yeniden fiyatlandırırken dramatik sonuçlar ortaya çıktı,” diye konuştu.

Coex Partners’tan Henrik Gullberg, hamlenin büyüklüğünün “şaşırtıcı” olduğunu, fakat siyasi baskı haberlerinin daha az şaşırtıcı olduğunu söyledi ve “Pratikte, bunun piyasaya duyarlı ekonomik politikalar açısından pek bir şey değiştireceğinden emin değilim,” dedi.

Haberde, Borsa İstanbul 100 Endeksi’nin de açılışta yaklaşık %7 düştüğü, 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisinin ise 139 baz puan artarak %29,58’e yükseldiği belirtildi.

Alman Der Spiegel, “Türk yetkililer en önemli Erdoğan muhalifini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Türk makamları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskıcı önlemlerini genişletiyor,” denildi.

Haberde İmamoğlu’nun, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile birlikte Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor.

DW Türkçe’nin aktardığına göreİmamoğlu’nun gözaltına alınması Alman siyasetinde de geniş yankı buldu. Gelişme, “Erdoğan’ın baş rakibini devre dışı bırakma girişimi” diye değerlendirildi, ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapıldı.

SPD Eş Genel Başkanı Lars Klingbeil da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını ‘Türkiye’deki demokrasiye ağır saldırı” sözleriyle sert bir şekilde eleştirdi.

Klingbeil, “Türk hükümeti böylece artık adil seçimler ve bağımsız bir hukuk devleti istemediğini göstermiş oluyor. Atılan adımlar orantısızdır, güven ve inandırıcılığı yok etmektedir. Bunun tüm ülke açısından dramatik sonuçları olacaktır,” ifadelerini kullandı.

Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanı Max Lucks da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını Cumhurbaşkanlığı seçimleri ışığında adil seçim ve adil rekabete yönelik bir saldırı diye nitelendirdi.

İngiliz The Times ise, “Erdoğan seçim rakiplerine baskı yaparken İstanbul Belediye Başkanı gözaltına alındı” başlıklı haberinde, “Türk liderin başkanlık için en büyük tehdidi olarak görülen Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından şehir genelinde protestolar yasaklandı,” ifadeleri kullanıldı.

Tokyo merkezli Nikkei Asia’daki haberde de Türk yetkililerin “Erdoğan’ın ana rakibini” gözaltına aldığı ileri sürülürken, muhalefetin bu hamleyi “darbe” olarak nitelendirdiğine dikkat çekildi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English