Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

JD Vance’in “işçi sınıfı” politikaları gerçek mi?

Yayınlanma

Editörün notu: Donald Trump’ın başkan yardımcısı adayı olarak seçtiği Ohio Senatörü JD Vance’in, klasik Cumhuriyetçi iktisadi politikalar şemasından farklı bir yerde durduğu sık sık dile getiriliyor. Partiye “işçi sınıfı aşısı” olarak görülen Vance, doların küresel hakimiyetinin Amerikalıların işine yarayıp yaramadığını sorguladığı sözleriyle de dikkat çekmişti. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Vance’in eklektik popülizmi ile Cumhuriyetçi zenginlerin ve parti üst kademesinin uyuşmazlığına işaret ederken, başkan yardımcısı adayın örgütlü emeğin güçlendirilmesine veya sosyal hakların genişletilmesine yönelik herhangi bir yasama faaliyetinde bulunmadığına işaret ediyor. Yazara göre Vance’in Cumhuriyetçi ana akıma benzemesi, tersinden bir benzemeye göre daha muhtemel. metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


JD Vance’in Cumhuriyetçi Partisi işçiler için değil, patronlar için

Eric Levitz
Vox
18 Temmuz 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birçok kişi Donald Trump’ın başkan yardımcılığı görevi için Ohio senatörü J.D. Vance’i göstermesini Cumhuriyetçilerin ekonomik popülizminin yeni bir çağa girdiğinin işareti olarak değerlendiriyor.

Bu görüşe göre, Trumpçılığın ideolojik hatları bugüne kadar bir hayli bulanıktı, zira istikrarsız olsa da iyi bir demagog olan Trump, popülist sapkınlıklar ve muhafazakâr ortodoksi arasında gidip geliyordu. Mesela bir gün ilaç şirketlerine fiyat kontrolü uygulamayı vaat ederken, bir başka gün zenginler için vergileri azaltmaya veyahut [maddi kısıtlardan kaynaklı sağlık hizmetlerine erişemeyenler için devletin sigorta programı olan] Medicaid’i budamaya çalışıyordu.

Vance, Trump’ın popülist dürtülerini tutarlı bir gündeme dönüştürmeye çalışan az sayıdaki Cumhuriyetçiden biri; bu gündem “iş dünyası elitlerini tedirgin eden” ve “işçi yanlısı” muhafazakârları fazlasıyla coşkulandıran bir nitelik taşıyor.

Trump’ın 78 yaşında olduğu ve üçüncü dönem için pek de uygun olmadığı göz önüne alındığında, Vance Cumhuriyetçilerin yakın gelecekteki lideri olmak için gayet uygun görünüyor. Bu durum, bilhassa popülist hayranlarına göre, Cumhuriyetçi Parti’yi bir işçi partisine dönüştürebilme potansiyeline sahip.

Vance, geçtiğimiz çarşamba gecesi Cumhuriyetçi Ulusal Kongre’de yaptığı konuşma esnasında bu izlenimi pekiştirdi. Cumhuriyetçi Parti’yi kendisinin de içinden geldiği işçi sınıfı topluluklarına arka çıkacak ve onları satan “egemen sınıfa” karşı duracak bir hareket olarak tasvir etti.

Kısacası Vance, “Wall Street’e hizmet etmeyi bıraktık, artık işçiler için çalışacağız,” diyor: “Yabancı işgücü ithal etmeyi bırakıyoruz, Amerikan vatandaşları için, onların iyi işler yapması ve iyi ücretler alması için savaşacağız. Tedarik zincirlerini hudutsuz küresel ticarete kurban etmekten vazgeçiyoruz, giderek daha fazla ürünü o güzelim ‘Made in the USA’ etiketi ile damgalayacağız.”

Ne var ki Vance’in Cumhuriyetçi Parti’nin sınıfsal aidiyetini değiştirmeye dönük taahhüdü ve bunu gerçekleştirme olasılığı bir hayli abartılıyor.

J.D. Vance’in iktisadi bakışı Ronald Reagan ya da Paul Ryan’ın piyasa köktenciliğinden bir ölçüde farklı, evet. Vance serbest ticaret ve göç konusunda şüpheci, nitekim her ikisinin de şirketler için (yurtiçinde ve yurtdışında) ucuz işgücünü mümkün kılarak yerli işçilerin pazarlık gücünü aşındırdığına inanıyor. Ona göre, Amerikalı işverenler daha küçük bir işgücü havuzuna muhtaç kalsalardı, daha yüksek ücretler ödemekten ve üretkenliği artıran teknolojiye daha fazla yatırım yapmaktan başka çareleri kalmayacaktı.

Vance tüm bunların yanında son teknoloji ürünlerin içeride üretilmeleri için verilen devlet sübvansiyonlarını da destekliyor. Senato adayı olarak Vance, Joe Biden’ın ABD’de faaliyet gösteren “yarı iletken” üreticilerine sübvansiyon sağlayan CHIPS Yasası’na da destek vermişti. Yine Kongre’ye girdikten sonra, vergi mükelleflerinin desteğiyle yeni teknolojiler geliştiren şirketlerin bu ürünleri ABD içinde üretmesini zorunlu kılacak olan iki partili bir yasa tasarısının da ortak yazarlarından biri olmuştu.

Ayrıca zaman zaman sermaye sınıfının farklı kesimlerini karşısına almaya da istekli oldu. Elizabeth Warren ile birlikte, batan büyük bankalardaki yöneticilerin maaşlarının geri alınmasını öngören ve pervasız risk almaktan caydırmayı amaçlayan bir yasa tasarısına arka çıktı. Ve tabii Biden yönetiminin agresif anti-tröst uygulamalarına retorik düzeyinde de olsa destek verdi.

En radikal olanı ise Vance’in mevcut sendikal hareketten pek hoşnut olmamasına rağmen teorik düzeyde örgütlü emeği desteklediğini öne sürmesi. Senatör, daha fazla Amerikalı işçinin iyi ücret ve sosyal haklar konusunda toplu pazarlık yapabilmesi gerektiğini, fakat ana akım işçi hareketinin “Cumhuriyetçilere uzlaşmaz bir şekilde düşman” olduğunu ve Starbucks Workers United gibi solcu sendikaların muhafazakârlardan gelen muhalefeti hak ettiğini söylüyor.

Tüm bunlara rağmen Vance’in Cumhuriyetçi siyasetin en yüksek kademesine yükselmesi, partiyi doğrudan işçi sınıfı çıkarlarının etkili bir temsilcisi haline getirmiyor. Bunun (en azından) dört temel nedeni var:

1) Vance’in fikirlerinin Cumhuriyetçiler arasında geniş kabul gördüğü durumlarda –ticaret ve göç konularında olduğu gibi– politika tercihlerinin yerli Amerikalıların yaşam standartlarını yükseltmekten ziyade düşürmesi çok daha muhtemel.

2) Vance’in ekonomiye devlet müdahalesini artırmaya yönelik somut yasa önerileri diğer Cumhuriyetçilerden ancak cılız bir destek alıyor, bu da ABD’li işçiler üzerinde yalnızca marjinal bir etkisi olacağı anlamına geliyor.

3) Cumhuriyetçi Parti, Vance’in örgütlü emek konusundaki gerçekten radikal fikirlerini hayata geçirme konusunda yapısal olarak yetersiz, Ohio senatörü de zaten bunları geliştirmek için pek bir şey yapmadı.

4) Cumhuriyetçi Parti’nin işçi sınıfından seçmenlerine daha iyi hizmet etmek uğruna en varlıklı ve örgütlü seçmenlerinin çıkarlarına ihanet etmek için pek de bir nedeni yok. Sonuçta parti, mavi yakalı işçiler arasındaki desteğini, onların maddi çıkarlarından önemli bir taviz vermeden artırabileceğini çoktan keşfetmiş olmalı.

Vance’in ticaret ve göç konusundaki görüşleri piyasa karşıtı olabilir, ama işçi yanlısı değil

Vance’in savunduğunun iktisadi milliyetçiliğin ötesinde bir yanı yok. Göçün –özellikle de kayıtsız ve düşük vasıflı işçilerin göçünün– önemli ölçüde azaltılmasından ve Trump’ın tüm yabancı dış alımlara yüzde 10 gümrük vergisi önerisi gibi geniş gümrük tarifeleri yoluyla yerli üreticilerin korunmasından yana.

Kaç Cumhuriyetçinin bu denli radikal ticaret kısıtlamalarını desteklediği ise belirsiz. Trump, Cumhuriyetçi Parti içinde korumacılığa ve göç kısıtlamalarına dair geniş bir mutabakat oluşturmayı başarmıştı. Fakat bu türden bir milliyetçilik, tipik Amerikan işçisine maddi olarak çok çok az bir değer sunuyor.

Vance, mayıs ayında New York Times’a verdiği bir röportajda göç ve ticaret kısıtlamalarına yönelik popülist görüşünü detaylandırmıştı. Vance’e göre hem serbest ticaret hem de kitlesel göç, Amerikalı işçilerin pazarlık gücünü azaltarak yaşam standartlarını aşındırıyor: Şirketler daha yoksul ülkelerden gelen (ve dolayısıyla daha düşük ücret beklentisi olan) işçilere erişebilirse –ister onlar ABD’ye gelsin ister işverenler onlara gitsin– o zaman yerli Amerikalılar daha düşük ücretleri kabul etmedikleri sürece göçmen işçilerle rekabet etme şansları yok.

Bu bakış açısıyla ilgili iki temel sıkıntı var. Birincisi, göçün yerli işçilere önemli ölçüde zarar verdiğine dair pek az kanıt olmasıdır.

Vance, firmaların nadir bulunan çalışanlar için birbirlerine karşı teklif vermeye zorlandığı sıkı işgücü piyasalarından işçilerin kârlı çıktıkları konusunda haklı, fakat yüksek düzeydeki göçün bu tür piyasalarla bir hayli uyumlandığını göz ardı ediyor. Göçmenler Amerika’ya geldiklerinde ekonominin işgücü arzını artırdıkları gibi aynı zamanda işgücü talebini de genişletirler, zira göçmenler de (tüm insanlar gibi) mal ve hizmet tüketiyorlar.

Koronavirüs pandemisinin hafiflemesiyle göçmenlerin Amerikan işgücündeki payı arttı, 2023 yılında ise bu pay rekor düzeye ulaştı. Bu durum, birçok sektörde işgücüne olan talebin arzı aşması nedeniyle, ABD’li işçilerin nominal ücretlerinde yaşanan büyük artışları ve işsizliğin azalmasını beraberinde getirdi.

Belirli bir yerel işgücü piyasasına ani şekilde daha az vasıflı göçmen emeğinin akın etmesi, benzer vasıflara sahip yerli işçilerin pazarlık gücünü bir süreliğine düşürebilir gerçekten de. Fakat daha genel bakıldığında, yüksek göç seviyeleri yerli işçi sınıfı için ekonomik açıdan faydalı görünmektedir.

Göçmenlerin yerli işçilerin ücretlerini ve istihdam fırsatlarını düşürdüğü teorisi defalarca teste tabi tutulmuştur. Bu noktada ampirik literatürün vardığı sonuç, genellikle böyle bir etkinin olmadığını gösteriyor. Yerinden edilmiş Suriyelilerin Türkiye’ye kitlesel akını, Büyük Buhran sırasında “Dust Bowl” göçmenlerinin ABD’nin farklı bölgelerine yerleşmesi, 1999 ve 2007 yılları arasında İsveç’e kitlesel mülteci göçü, 1980’ler ve 1990’larda Danimarka’ya göç eden mülteciler, SSCB’nin çöküşünden sonra Rus Yahudilerinin İsrail’e kitlesel hareketi… Araştırmalar, bu göçlerin ücretler veya işler üzerinde hiçbir olumsuz etkisinin olmadığını söylüyor. Göçün işgücü piyasasına etkileri üzerine yapılan araştırmaların meta analizleri de yerli işçiler için ya az ya da hiç olumsuz sonuç bulunmadığını gösteriyor.

Buna karşın, ampirik kanıtlar göçün işgücü verimliliğini artırdığını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu’ndan çıkan yakın tarihli bir çalışma raporu, 2000 ile 2019 yılları arasında ABD’ye göçün, daha fazla iş gücü uzmanlaşması ve dolayısıyla üretkenlik sağlayarak üniversite eğitimi almamış yerli işçilerin ücretlerini artırdığını söylüyor. Harvard ekonomisti George Borjas’ın araştırması da benzer şekilde göçün işgücü verimliliğini artırdığını ve böylece her yıl yerli işçiler için 5 ila 10 milyar dolar arasında ekonomik değer ürettiğinin altını çiziyor.

Bu bağlamda söylenecek son şey de, göçün Birleşik Devletler’de 25-54 yaş arası (prime-age) işçilerin yaşlılara oranını arttırdığı, bunun da mevcut fayda düzeylerinde sosyal yardımların sürdürülmesini kolaylaştırdığı.

Vance’in iktisadi milliyetçilik yoluyla işçi sınıfı refahını artırma planıyla ilgili bir başka sorun da gümrük tarifelerinin imalat işçilerine diğer tüm işçilerin aleyhine fayda sağlaması. Fakat imalat işçileri, ABD işgücünün yalnızca küçük bir azınlığını oluşturuyor. Amerikalı işçilerin ancak yüzde 10’undan daha azı imalat sektöründe istihdam ediliyor. Bu durum sadece ticaret politikasının bir sonucu değildir: İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda bile ABD’li işçilerin sadece küçük bir azınlığı fabrikada çalışıyordu.

Dolayısıyla, ticari koruma imalat istihdamını marjda artırsa bile, ABD’li işçilerin çoğu malların üreticisinden ziyade tüketicisi olacaktır. Sonuç olarak gümrük tarifeleri, tipik Amerikan işçisinin pazarlık gücünü arttırmadan satın alma gücünü tırpanlayacak. Amerikalıların artan fiyatlara karşı son derece duyarlı olduğu bu dönemde, Trump ve Vance’in bu gümrük vergisi planlarını uygulamaya koymaları halinde, pek çok yerli işçinin tüm yabancı mallara yüzde 10 vergi uygulanmasına olumlu yanıt vermesi pek de olası görünmüyor.

Vance küçük ölçekli popülist reformlara açık destek veriyor, peki işçilerin gücünü radikal şekilde artırmasına?

Vance’in kendi geliştirdiği popülist önerilerinden bazıları belki daha kayda değer olabilir. Ne var ki senatörün demiryolu sanayiinde güvenlik önlemlerini artırma, pervasız bankacıları cezalandırma ve ileri teknolojilerin ülke içinde üretilmesini teşvik etme planları Cumhuriyetçi dostlarından çok sınırlı destek gördü. Sonuç olarak ise hiçbiri yasalaşmadı.

Olur da Vance başkanlığı kazanırsa Cumhuriyetçi Parti’nin bu reformlara daha açık hale gelebileceği düşünülebilir, fakat bunun nedeni olsa olsa bu reformların ABD’deki işyeri sahipleri ve işçiler arasındaki güç dengesini dramatik bir şekilde değiştirme tehdidinde bulunmuyor olmasıdır. Belki Vance liderliğindeki bir Cumhuriyetçi Parti, batan bankaların veya demiryolu şirketlerinin yöneticileri gibi Amerika’nın küçük bir kurumsal kesimini düşmanlaştırmaya istekli olabilir, fakat emeğin sermaye üzerindeki etkisini artırmak çok başka bir hikâye.

Vance bu radikal arayışa ilgi duyduğunu değişik biçimlerde ifade etti. Senatör, popülist muhafazakâr Sohrab Ahmari’ye verdiği bir demeçte, sektörel pazarlığı desteklediğini söyledi. Yani belirli bir sektördeki tüm işçilerin asgari ücret, sosyal haklar ve çalışma koşulları konusunda tüm işverenlerle toplu pazarlık yaptığı bir düzenlemeden yana olduğunu. Vance ile yakın ilişki içinde olduğu bilinen muhafazakâr politika uzmanı Oren Cass da böylesi bir sistemi destekliyor.

Sektörel pazarlık, Amerika’nın politik ekonomisini işçilerin yararına olacak şekilde kökünden değiştirecektir. Düşük ücret veren işverenler artık sendika kırma yoluyla rekabet avantajı elde edemeyecek ve herhangi bir sendikaya üye olmayan Amerikalı işçilerin ezici çoğunluğu patronlarına karşı daha büyük bir koz elde edecektir.

Fakat Vance sektörel pazarlık sistemi kurmak için herhangi bir yasa tasarısı sunmadı. Aslında, fark ettiğim kadarıyla, bu politikadan sadece gazeteciler [ülkede 1970’lerin sonundan beri baskılanan sendikal mücadelenin önünü açacak] Pro Act yasası gibi sendikal gücü artırmaya yönelik mevcut yasa tasarılarından herhangi birini neden desteklemediği sorduğunda bahsediyor (Bu arada Vance’in bu noktadaki söylemi, tasarının sektörel bir sisteme doğru ilerlemek yerine ülkenin statükocu çalışma modelini daha da sağlamlaştıracağı yönünde).

Gerçekten de Vance, çalışma hakkı yasalarına (right-to-work law) retorik olarak karşı çıkmasına ya da kimi zaman grevdeki işçilerle fotoğraflar çektirmesine rağmen, görevde olduğu süre boyunca örgütlü emeğe arka çıkmak için çok az şey yaptı ya da hiçbir şey yapmadı. Vance, 2023 yılında AFL-CIO’nun (Amerikan Emek Federasyonu ve Endüstriyel Örgütler Kongresi) desteklediği politik pozisyonların yüzde 0’ında onunla birlikte oy kullandı; bu oran tüm Senato Cumhuriyetçileri arasında ise yaklaşık yüzde 3’tü.

Sendikaları güçlendirmenin yanı sıra federal politika yapıcılar refah devletini genişleterek de işçilerin baskı gücünü artırabilir ve böylece Amerikalıların sömürücü işverenlerden uzaklaşmasını kolaylaştırabilir. Fakat Vance bu türden bir sosyal güvenlik ağını büyütmeyi pek de dert etmedi. Trump’ın Medicare ya da sosyal güvenlik kapsamındaki emeklilik yardımlarının kesilmesine yönelik retorik muhalefetini paylaşsa da herhangi bir yeni sosyal program ortaya atmadı. Vergi karşıtı Grover Norquist’e vergilerin artırılmasına yönelik her türlü öneriye karşı çıkacağına dair söz verdiği, yine Times’a da Amerika’nın “büyük yapısal açıkları süresiz olarak sürdüremeyeceğini” söylediği biliniyor. Bu, sosyal yardımların genişletilmesini fiilen engelleyen iki önemli duruşudur aslında.

Patronlar için ve patronların partisi: Cumhuriyetçi Parti

Vance’in sözde “emek yanlısı” politikalarında gerçeklik payı olsaydı bile Cumhuriyetçi Parti’nin gerçek anlamda işçi yanlısı bir gündemi benimseme olasılığı yine zayıf olurdu.

Cumhuriyetçi koalisyonun son sekiz yılda belirgin bir şekilde artık çok daha fazla işçi sınıfı kökenli olduğu doğru. 1948-2012 yılları arasındaki her başkanlık seçiminde, Amerika’nın gelir dağılımının en üst yüzde 5’lik diliminde yer alan beyaz seçmenler, en alt yüzde 95’lik diliminde yer alanlara kıyasla hep daha fazla Cumhuriyetçi olmuştur. Trump’ın yükselişinden bu yana ise bu örüntü tersine seyretti: Varsıl beyazlar hem 2016 hem de 2020’de orta sınıf ve yoksulların solunda oy kullandı. Son seçimde Trump işçi sınıfı kökenli ama beyaz olmayan seçmenler arasında kimi kazanımlar elde etti ve hatta güncel anketler kasım ayında bu kazanımlarını daha da artırabileceğini gösteriyor.

Fakat Cumhuriyetçilerin sosyal tabanının gün geçtikçe daha mavi yakalı hale geliyor olması, partinin gündeminin de kaçınılmaz olarak daha emek yanlısı olacağı anlamına gelmiyor. Bir partinin politikalarının içeriğini belirlerken, seçmenlerinin kamuoyu yoklamalarında ifade ettikleri görüşler, güçlü çıkar gruplarının notlarında belirttikleri taleplerden genelde daha az önemlidir.

Trump seçmenleri, [Cumhuriyetçi Parti’nin 2012’deki başkan adayı] Mitt Romney’nin 2012 seçmenlerine kıyasla belki biraz daha işçi yanlısı olabilir. Fakat iktisadi olarak sol eğilimli Cumhuriyetçi seçmenlerin örgütlü topluluklar olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Onlar, Cumhuriyetçi Parti vekillerinin oy verme davranışlarını izleyen ve sadakatsizliği olumsuz reklam kampanyalarıyla cezalandıran kurumları toplu olarak finanse etmiyorlar. Sağcı Cumhuriyetçi sermayedarlar ise bunu yapıyor.

Genel olarak patronlar –ve özellikle de sendika karşıtı olanları– Cumhuriyetçi Parti’nin kurumsal omurgasını oluşturuyor. Bu, New Deal’ın uzun tarihsel mirasının bir parçasıdır: Demokratlar örgütlü emekle aynı hizaya geldiğinde, faaliyetleri emek yoğun olduğu ve kâr marjları düşük olduğu için sendikalarla ittifaka tahammül edemeyen Amerikan sermayedarları kitlesel olarak Cumhuriyetçi Parti’ye yönelmişlerdi.

Ticaret Odası ve Ulusal İmalatçılar Birliği gibi sanayi lobileri tarafından finanse edilen sayısız düşünce kuruluşu ve yasal organizasyon aracılığıyla, sendika karşıtı işletmeler muhafazakâr hareketin hem somut hem de sembolik temellerini inşa etti.

Nitekim Trump döneminde de Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolünü büyük ölçüde ellerinde tutmaya devam ettiler. Başkan olduğu ilk döneminde Trump, işletmeler için büyük vergi indirimlerini yasalaştırdı ve muhafazakâr bir Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu atadı, bu da özellikle düşük ücretli fast food franchise’larında işçilerin örgütlenmesini zorlaştırdı.

Patronların Cumhuriyetçi Parti’deki üstünlüğü en çok eyalet düzeyinde kendini gösteriyor. New York Times’tan Jamelle Bouie’nin altını çizdiği gibi, son iki yılda Teksas, Florida, Kentucky ve Louisiana’daki Cumhuriyetçi vekiller, açık havada çalışanlar için zorunlu su molaları, çocuk işçilerin çalışma saatlerine getirilen kısıtlamalar ve çocuk yaştaki işçiler için öğle molaları gibi temel işçi haklarını gündeme alan yasalar geliştirdiler. Bu yasa tasarılarını destekleyen yasa yapıcılarından bazıları ise bizzat patronlardı.

Vance’in seçildiği bir senaryo Cumhuriyetçi Parti’yi oluşturan siyaset sınıfının sınıfsal yapısını veyahut muhafazakâr Amerika’daki en iyi biçimde örgütlenmiş ve en iyi kaynaklara sahip çıkar gruplarının temel maddi çıkarlarını değiştirmeyecek. Trump-Vance ikilisi Cumhuriyetçi Parti’nin mavi yakalı sosyal tabanını genişletmeyi başarsa bile, bu durum seçilmiş Cumhuriyetçilerin işverenleri önceleme yönündeki motivasyonunda bir farklılık yaratmayacak. Aksine, ola ki Trump Cumhuriyetçilerin sadece göçmen kısıtlaması ve popülist jestlerle işçi sınıfı oylarını kazanabileceğini bir kez daha kanıtlarsa, bu seçmenlere “kurumsal Amerika”nın kâr marjlarını tehdit edecek maddi iyileştirme biçimleri sunmak için artık çok çok daha az nedenleri olacaktır.

Cumhuriyetçi Parti’nin kendisini Vance’in imajına göre yeniden şekillendirmesi, tam tersi bir durumdan (yani Vance’in Cumhuriyetçi Parti’ye uyumlanmasından) çok daha az olasıdır. Ne de olsa başkan yardımcısı adayı, siyasi rüzgarlar farklı yerlerden estikçe kendisini ideolojik olarak dönüştürmeye istekli olduğunu değişik biçimlerde ama sürekli kanıtladı. Hatırlanacağı üzere, 2016 ile 2022’deki Senato yarışı arasında, Vance, bir “NeverTrump” muhafazakârından 6 Ocak isyancılarının mütereddit bir savunucusuna dönüşmüştü.

Günümüz Cumhuriyetçi Partisi’nde hırslı bir Cumhuriyetçi için en dikensiz yol, sokaklarda popülist ama parti üst yönetiminde patronların hizmetkarı olmaktır. Büyük olasılıkla hırsı, Vance’i de bu yönde hareket ettirecektir. Ya da en azından, onu başkan yardımcısı adaylığına taşıyan militan emek karşıtı teknoloji milyarderleri buna inanıyor gibi görünüyor.

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English