Dünya Basını
JD Vance’in “işçi sınıfı” politikaları gerçek mi?

Editörün notu: Donald Trump’ın başkan yardımcısı adayı olarak seçtiği Ohio Senatörü JD Vance’in, klasik Cumhuriyetçi iktisadi politikalar şemasından farklı bir yerde durduğu sık sık dile getiriliyor. Partiye “işçi sınıfı aşısı” olarak görülen Vance, doların küresel hakimiyetinin Amerikalıların işine yarayıp yaramadığını sorguladığı sözleriyle de dikkat çekmişti. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Vance’in eklektik popülizmi ile Cumhuriyetçi zenginlerin ve parti üst kademesinin uyuşmazlığına işaret ederken, başkan yardımcısı adayın örgütlü emeğin güçlendirilmesine veya sosyal hakların genişletilmesine yönelik herhangi bir yasama faaliyetinde bulunmadığına işaret ediyor. Yazara göre Vance’in Cumhuriyetçi ana akıma benzemesi, tersinden bir benzemeye göre daha muhtemel. metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
JD Vance’in Cumhuriyetçi Partisi işçiler için değil, patronlar için
Eric Levitz
Vox
18 Temmuz 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birçok kişi Donald Trump’ın başkan yardımcılığı görevi için Ohio senatörü J.D. Vance’i göstermesini Cumhuriyetçilerin ekonomik popülizminin yeni bir çağa girdiğinin işareti olarak değerlendiriyor.
Bu görüşe göre, Trumpçılığın ideolojik hatları bugüne kadar bir hayli bulanıktı, zira istikrarsız olsa da iyi bir demagog olan Trump, popülist sapkınlıklar ve muhafazakâr ortodoksi arasında gidip geliyordu. Mesela bir gün ilaç şirketlerine fiyat kontrolü uygulamayı vaat ederken, bir başka gün zenginler için vergileri azaltmaya veyahut [maddi kısıtlardan kaynaklı sağlık hizmetlerine erişemeyenler için devletin sigorta programı olan] Medicaid’i budamaya çalışıyordu.
Vance, Trump’ın popülist dürtülerini tutarlı bir gündeme dönüştürmeye çalışan az sayıdaki Cumhuriyetçiden biri; bu gündem “iş dünyası elitlerini tedirgin eden” ve “işçi yanlısı” muhafazakârları fazlasıyla coşkulandıran bir nitelik taşıyor.
Trump’ın 78 yaşında olduğu ve üçüncü dönem için pek de uygun olmadığı göz önüne alındığında, Vance Cumhuriyetçilerin yakın gelecekteki lideri olmak için gayet uygun görünüyor. Bu durum, bilhassa popülist hayranlarına göre, Cumhuriyetçi Parti’yi bir işçi partisine dönüştürebilme potansiyeline sahip.
Vance, geçtiğimiz çarşamba gecesi Cumhuriyetçi Ulusal Kongre’de yaptığı konuşma esnasında bu izlenimi pekiştirdi. Cumhuriyetçi Parti’yi kendisinin de içinden geldiği işçi sınıfı topluluklarına arka çıkacak ve onları satan “egemen sınıfa” karşı duracak bir hareket olarak tasvir etti.
Kısacası Vance, “Wall Street’e hizmet etmeyi bıraktık, artık işçiler için çalışacağız,” diyor: “Yabancı işgücü ithal etmeyi bırakıyoruz, Amerikan vatandaşları için, onların iyi işler yapması ve iyi ücretler alması için savaşacağız. Tedarik zincirlerini hudutsuz küresel ticarete kurban etmekten vazgeçiyoruz, giderek daha fazla ürünü o güzelim ‘Made in the USA’ etiketi ile damgalayacağız.”
Ne var ki Vance’in Cumhuriyetçi Parti’nin sınıfsal aidiyetini değiştirmeye dönük taahhüdü ve bunu gerçekleştirme olasılığı bir hayli abartılıyor.
J.D. Vance’in iktisadi bakışı Ronald Reagan ya da Paul Ryan’ın piyasa köktenciliğinden bir ölçüde farklı, evet. Vance serbest ticaret ve göç konusunda şüpheci, nitekim her ikisinin de şirketler için (yurtiçinde ve yurtdışında) ucuz işgücünü mümkün kılarak yerli işçilerin pazarlık gücünü aşındırdığına inanıyor. Ona göre, Amerikalı işverenler daha küçük bir işgücü havuzuna muhtaç kalsalardı, daha yüksek ücretler ödemekten ve üretkenliği artıran teknolojiye daha fazla yatırım yapmaktan başka çareleri kalmayacaktı.
Vance tüm bunların yanında son teknoloji ürünlerin içeride üretilmeleri için verilen devlet sübvansiyonlarını da destekliyor. Senato adayı olarak Vance, Joe Biden’ın ABD’de faaliyet gösteren “yarı iletken” üreticilerine sübvansiyon sağlayan CHIPS Yasası’na da destek vermişti. Yine Kongre’ye girdikten sonra, vergi mükelleflerinin desteğiyle yeni teknolojiler geliştiren şirketlerin bu ürünleri ABD içinde üretmesini zorunlu kılacak olan iki partili bir yasa tasarısının da ortak yazarlarından biri olmuştu.
Ayrıca zaman zaman sermaye sınıfının farklı kesimlerini karşısına almaya da istekli oldu. Elizabeth Warren ile birlikte, batan büyük bankalardaki yöneticilerin maaşlarının geri alınmasını öngören ve pervasız risk almaktan caydırmayı amaçlayan bir yasa tasarısına arka çıktı. Ve tabii Biden yönetiminin agresif anti-tröst uygulamalarına retorik düzeyinde de olsa destek verdi.
En radikal olanı ise Vance’in mevcut sendikal hareketten pek hoşnut olmamasına rağmen teorik düzeyde örgütlü emeği desteklediğini öne sürmesi. Senatör, daha fazla Amerikalı işçinin iyi ücret ve sosyal haklar konusunda toplu pazarlık yapabilmesi gerektiğini, fakat ana akım işçi hareketinin “Cumhuriyetçilere uzlaşmaz bir şekilde düşman” olduğunu ve Starbucks Workers United gibi solcu sendikaların muhafazakârlardan gelen muhalefeti hak ettiğini söylüyor.
Tüm bunlara rağmen Vance’in Cumhuriyetçi siyasetin en yüksek kademesine yükselmesi, partiyi doğrudan işçi sınıfı çıkarlarının etkili bir temsilcisi haline getirmiyor. Bunun (en azından) dört temel nedeni var:
1) Vance’in fikirlerinin Cumhuriyetçiler arasında geniş kabul gördüğü durumlarda –ticaret ve göç konularında olduğu gibi– politika tercihlerinin yerli Amerikalıların yaşam standartlarını yükseltmekten ziyade düşürmesi çok daha muhtemel.
2) Vance’in ekonomiye devlet müdahalesini artırmaya yönelik somut yasa önerileri diğer Cumhuriyetçilerden ancak cılız bir destek alıyor, bu da ABD’li işçiler üzerinde yalnızca marjinal bir etkisi olacağı anlamına geliyor.
3) Cumhuriyetçi Parti, Vance’in örgütlü emek konusundaki gerçekten radikal fikirlerini hayata geçirme konusunda yapısal olarak yetersiz, Ohio senatörü de zaten bunları geliştirmek için pek bir şey yapmadı.
4) Cumhuriyetçi Parti’nin işçi sınıfından seçmenlerine daha iyi hizmet etmek uğruna en varlıklı ve örgütlü seçmenlerinin çıkarlarına ihanet etmek için pek de bir nedeni yok. Sonuçta parti, mavi yakalı işçiler arasındaki desteğini, onların maddi çıkarlarından önemli bir taviz vermeden artırabileceğini çoktan keşfetmiş olmalı.
Vance’in ticaret ve göç konusundaki görüşleri piyasa karşıtı olabilir, ama işçi yanlısı değil
Vance’in savunduğunun iktisadi milliyetçiliğin ötesinde bir yanı yok. Göçün –özellikle de kayıtsız ve düşük vasıflı işçilerin göçünün– önemli ölçüde azaltılmasından ve Trump’ın tüm yabancı dış alımlara yüzde 10 gümrük vergisi önerisi gibi geniş gümrük tarifeleri yoluyla yerli üreticilerin korunmasından yana.
Kaç Cumhuriyetçinin bu denli radikal ticaret kısıtlamalarını desteklediği ise belirsiz. Trump, Cumhuriyetçi Parti içinde korumacılığa ve göç kısıtlamalarına dair geniş bir mutabakat oluşturmayı başarmıştı. Fakat bu türden bir milliyetçilik, tipik Amerikan işçisine maddi olarak çok çok az bir değer sunuyor.
Vance, mayıs ayında New York Times’a verdiği bir röportajda göç ve ticaret kısıtlamalarına yönelik popülist görüşünü detaylandırmıştı. Vance’e göre hem serbest ticaret hem de kitlesel göç, Amerikalı işçilerin pazarlık gücünü azaltarak yaşam standartlarını aşındırıyor: Şirketler daha yoksul ülkelerden gelen (ve dolayısıyla daha düşük ücret beklentisi olan) işçilere erişebilirse –ister onlar ABD’ye gelsin ister işverenler onlara gitsin– o zaman yerli Amerikalılar daha düşük ücretleri kabul etmedikleri sürece göçmen işçilerle rekabet etme şansları yok.
Bu bakış açısıyla ilgili iki temel sıkıntı var. Birincisi, göçün yerli işçilere önemli ölçüde zarar verdiğine dair pek az kanıt olmasıdır.
Vance, firmaların nadir bulunan çalışanlar için birbirlerine karşı teklif vermeye zorlandığı sıkı işgücü piyasalarından işçilerin kârlı çıktıkları konusunda haklı, fakat yüksek düzeydeki göçün bu tür piyasalarla bir hayli uyumlandığını göz ardı ediyor. Göçmenler Amerika’ya geldiklerinde ekonominin işgücü arzını artırdıkları gibi aynı zamanda işgücü talebini de genişletirler, zira göçmenler de (tüm insanlar gibi) mal ve hizmet tüketiyorlar.
Koronavirüs pandemisinin hafiflemesiyle göçmenlerin Amerikan işgücündeki payı arttı, 2023 yılında ise bu pay rekor düzeye ulaştı. Bu durum, birçok sektörde işgücüne olan talebin arzı aşması nedeniyle, ABD’li işçilerin nominal ücretlerinde yaşanan büyük artışları ve işsizliğin azalmasını beraberinde getirdi.
Belirli bir yerel işgücü piyasasına ani şekilde daha az vasıflı göçmen emeğinin akın etmesi, benzer vasıflara sahip yerli işçilerin pazarlık gücünü bir süreliğine düşürebilir gerçekten de. Fakat daha genel bakıldığında, yüksek göç seviyeleri yerli işçi sınıfı için ekonomik açıdan faydalı görünmektedir.
Göçmenlerin yerli işçilerin ücretlerini ve istihdam fırsatlarını düşürdüğü teorisi defalarca teste tabi tutulmuştur. Bu noktada ampirik literatürün vardığı sonuç, genellikle böyle bir etkinin olmadığını gösteriyor. Yerinden edilmiş Suriyelilerin Türkiye’ye kitlesel akını, Büyük Buhran sırasında “Dust Bowl” göçmenlerinin ABD’nin farklı bölgelerine yerleşmesi, 1999 ve 2007 yılları arasında İsveç’e kitlesel mülteci göçü, 1980’ler ve 1990’larda Danimarka’ya göç eden mülteciler, SSCB’nin çöküşünden sonra Rus Yahudilerinin İsrail’e kitlesel hareketi… Araştırmalar, bu göçlerin ücretler veya işler üzerinde hiçbir olumsuz etkisinin olmadığını söylüyor. Göçün işgücü piyasasına etkileri üzerine yapılan araştırmaların meta analizleri de yerli işçiler için ya az ya da hiç olumsuz sonuç bulunmadığını gösteriyor.
Buna karşın, ampirik kanıtlar göçün işgücü verimliliğini artırdığını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu’ndan çıkan yakın tarihli bir çalışma raporu, 2000 ile 2019 yılları arasında ABD’ye göçün, daha fazla iş gücü uzmanlaşması ve dolayısıyla üretkenlik sağlayarak üniversite eğitimi almamış yerli işçilerin ücretlerini artırdığını söylüyor. Harvard ekonomisti George Borjas’ın araştırması da benzer şekilde göçün işgücü verimliliğini artırdığını ve böylece her yıl yerli işçiler için 5 ila 10 milyar dolar arasında ekonomik değer ürettiğinin altını çiziyor.
Bu bağlamda söylenecek son şey de, göçün Birleşik Devletler’de 25-54 yaş arası (prime-age) işçilerin yaşlılara oranını arttırdığı, bunun da mevcut fayda düzeylerinde sosyal yardımların sürdürülmesini kolaylaştırdığı.
Vance’in iktisadi milliyetçilik yoluyla işçi sınıfı refahını artırma planıyla ilgili bir başka sorun da gümrük tarifelerinin imalat işçilerine diğer tüm işçilerin aleyhine fayda sağlaması. Fakat imalat işçileri, ABD işgücünün yalnızca küçük bir azınlığını oluşturuyor. Amerikalı işçilerin ancak yüzde 10’undan daha azı imalat sektöründe istihdam ediliyor. Bu durum sadece ticaret politikasının bir sonucu değildir: İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda bile ABD’li işçilerin sadece küçük bir azınlığı fabrikada çalışıyordu.
Dolayısıyla, ticari koruma imalat istihdamını marjda artırsa bile, ABD’li işçilerin çoğu malların üreticisinden ziyade tüketicisi olacaktır. Sonuç olarak gümrük tarifeleri, tipik Amerikan işçisinin pazarlık gücünü arttırmadan satın alma gücünü tırpanlayacak. Amerikalıların artan fiyatlara karşı son derece duyarlı olduğu bu dönemde, Trump ve Vance’in bu gümrük vergisi planlarını uygulamaya koymaları halinde, pek çok yerli işçinin tüm yabancı mallara yüzde 10 vergi uygulanmasına olumlu yanıt vermesi pek de olası görünmüyor.
Vance küçük ölçekli popülist reformlara açık destek veriyor, peki işçilerin gücünü radikal şekilde artırmasına?
Vance’in kendi geliştirdiği popülist önerilerinden bazıları belki daha kayda değer olabilir. Ne var ki senatörün demiryolu sanayiinde güvenlik önlemlerini artırma, pervasız bankacıları cezalandırma ve ileri teknolojilerin ülke içinde üretilmesini teşvik etme planları Cumhuriyetçi dostlarından çok sınırlı destek gördü. Sonuç olarak ise hiçbiri yasalaşmadı.
Olur da Vance başkanlığı kazanırsa Cumhuriyetçi Parti’nin bu reformlara daha açık hale gelebileceği düşünülebilir, fakat bunun nedeni olsa olsa bu reformların ABD’deki işyeri sahipleri ve işçiler arasındaki güç dengesini dramatik bir şekilde değiştirme tehdidinde bulunmuyor olmasıdır. Belki Vance liderliğindeki bir Cumhuriyetçi Parti, batan bankaların veya demiryolu şirketlerinin yöneticileri gibi Amerika’nın küçük bir kurumsal kesimini düşmanlaştırmaya istekli olabilir, fakat emeğin sermaye üzerindeki etkisini artırmak çok başka bir hikâye.
Vance bu radikal arayışa ilgi duyduğunu değişik biçimlerde ifade etti. Senatör, popülist muhafazakâr Sohrab Ahmari’ye verdiği bir demeçte, sektörel pazarlığı desteklediğini söyledi. Yani belirli bir sektördeki tüm işçilerin asgari ücret, sosyal haklar ve çalışma koşulları konusunda tüm işverenlerle toplu pazarlık yaptığı bir düzenlemeden yana olduğunu. Vance ile yakın ilişki içinde olduğu bilinen muhafazakâr politika uzmanı Oren Cass da böylesi bir sistemi destekliyor.
Sektörel pazarlık, Amerika’nın politik ekonomisini işçilerin yararına olacak şekilde kökünden değiştirecektir. Düşük ücret veren işverenler artık sendika kırma yoluyla rekabet avantajı elde edemeyecek ve herhangi bir sendikaya üye olmayan Amerikalı işçilerin ezici çoğunluğu patronlarına karşı daha büyük bir koz elde edecektir.
Fakat Vance sektörel pazarlık sistemi kurmak için herhangi bir yasa tasarısı sunmadı. Aslında, fark ettiğim kadarıyla, bu politikadan sadece gazeteciler [ülkede 1970’lerin sonundan beri baskılanan sendikal mücadelenin önünü açacak] Pro Act yasası gibi sendikal gücü artırmaya yönelik mevcut yasa tasarılarından herhangi birini neden desteklemediği sorduğunda bahsediyor (Bu arada Vance’in bu noktadaki söylemi, tasarının sektörel bir sisteme doğru ilerlemek yerine ülkenin statükocu çalışma modelini daha da sağlamlaştıracağı yönünde).
Gerçekten de Vance, çalışma hakkı yasalarına (right-to-work law) retorik olarak karşı çıkmasına ya da kimi zaman grevdeki işçilerle fotoğraflar çektirmesine rağmen, görevde olduğu süre boyunca örgütlü emeğe arka çıkmak için çok az şey yaptı ya da hiçbir şey yapmadı. Vance, 2023 yılında AFL-CIO’nun (Amerikan Emek Federasyonu ve Endüstriyel Örgütler Kongresi) desteklediği politik pozisyonların yüzde 0’ında onunla birlikte oy kullandı; bu oran tüm Senato Cumhuriyetçileri arasında ise yaklaşık yüzde 3’tü.
Sendikaları güçlendirmenin yanı sıra federal politika yapıcılar refah devletini genişleterek de işçilerin baskı gücünü artırabilir ve böylece Amerikalıların sömürücü işverenlerden uzaklaşmasını kolaylaştırabilir. Fakat Vance bu türden bir sosyal güvenlik ağını büyütmeyi pek de dert etmedi. Trump’ın Medicare ya da sosyal güvenlik kapsamındaki emeklilik yardımlarının kesilmesine yönelik retorik muhalefetini paylaşsa da herhangi bir yeni sosyal program ortaya atmadı. Vergi karşıtı Grover Norquist’e vergilerin artırılmasına yönelik her türlü öneriye karşı çıkacağına dair söz verdiği, yine Times’a da Amerika’nın “büyük yapısal açıkları süresiz olarak sürdüremeyeceğini” söylediği biliniyor. Bu, sosyal yardımların genişletilmesini fiilen engelleyen iki önemli duruşudur aslında.
Patronlar için ve patronların partisi: Cumhuriyetçi Parti
Vance’in sözde “emek yanlısı” politikalarında gerçeklik payı olsaydı bile Cumhuriyetçi Parti’nin gerçek anlamda işçi yanlısı bir gündemi benimseme olasılığı yine zayıf olurdu.
Cumhuriyetçi koalisyonun son sekiz yılda belirgin bir şekilde artık çok daha fazla işçi sınıfı kökenli olduğu doğru. 1948-2012 yılları arasındaki her başkanlık seçiminde, Amerika’nın gelir dağılımının en üst yüzde 5’lik diliminde yer alan beyaz seçmenler, en alt yüzde 95’lik diliminde yer alanlara kıyasla hep daha fazla Cumhuriyetçi olmuştur. Trump’ın yükselişinden bu yana ise bu örüntü tersine seyretti: Varsıl beyazlar hem 2016 hem de 2020’de orta sınıf ve yoksulların solunda oy kullandı. Son seçimde Trump işçi sınıfı kökenli ama beyaz olmayan seçmenler arasında kimi kazanımlar elde etti ve hatta güncel anketler kasım ayında bu kazanımlarını daha da artırabileceğini gösteriyor.
Fakat Cumhuriyetçilerin sosyal tabanının gün geçtikçe daha mavi yakalı hale geliyor olması, partinin gündeminin de kaçınılmaz olarak daha emek yanlısı olacağı anlamına gelmiyor. Bir partinin politikalarının içeriğini belirlerken, seçmenlerinin kamuoyu yoklamalarında ifade ettikleri görüşler, güçlü çıkar gruplarının notlarında belirttikleri taleplerden genelde daha az önemlidir.
Trump seçmenleri, [Cumhuriyetçi Parti’nin 2012’deki başkan adayı] Mitt Romney’nin 2012 seçmenlerine kıyasla belki biraz daha işçi yanlısı olabilir. Fakat iktisadi olarak sol eğilimli Cumhuriyetçi seçmenlerin örgütlü topluluklar olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Onlar, Cumhuriyetçi Parti vekillerinin oy verme davranışlarını izleyen ve sadakatsizliği olumsuz reklam kampanyalarıyla cezalandıran kurumları toplu olarak finanse etmiyorlar. Sağcı Cumhuriyetçi sermayedarlar ise bunu yapıyor.
Genel olarak patronlar –ve özellikle de sendika karşıtı olanları– Cumhuriyetçi Parti’nin kurumsal omurgasını oluşturuyor. Bu, New Deal’ın uzun tarihsel mirasının bir parçasıdır: Demokratlar örgütlü emekle aynı hizaya geldiğinde, faaliyetleri emek yoğun olduğu ve kâr marjları düşük olduğu için sendikalarla ittifaka tahammül edemeyen Amerikan sermayedarları kitlesel olarak Cumhuriyetçi Parti’ye yönelmişlerdi.
Ticaret Odası ve Ulusal İmalatçılar Birliği gibi sanayi lobileri tarafından finanse edilen sayısız düşünce kuruluşu ve yasal organizasyon aracılığıyla, sendika karşıtı işletmeler muhafazakâr hareketin hem somut hem de sembolik temellerini inşa etti.
Nitekim Trump döneminde de Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolünü büyük ölçüde ellerinde tutmaya devam ettiler. Başkan olduğu ilk döneminde Trump, işletmeler için büyük vergi indirimlerini yasalaştırdı ve muhafazakâr bir Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu atadı, bu da özellikle düşük ücretli fast food franchise’larında işçilerin örgütlenmesini zorlaştırdı.
Patronların Cumhuriyetçi Parti’deki üstünlüğü en çok eyalet düzeyinde kendini gösteriyor. New York Times’tan Jamelle Bouie’nin altını çizdiği gibi, son iki yılda Teksas, Florida, Kentucky ve Louisiana’daki Cumhuriyetçi vekiller, açık havada çalışanlar için zorunlu su molaları, çocuk işçilerin çalışma saatlerine getirilen kısıtlamalar ve çocuk yaştaki işçiler için öğle molaları gibi temel işçi haklarını gündeme alan yasalar geliştirdiler. Bu yasa tasarılarını destekleyen yasa yapıcılarından bazıları ise bizzat patronlardı.
Vance’in seçildiği bir senaryo Cumhuriyetçi Parti’yi oluşturan siyaset sınıfının sınıfsal yapısını veyahut muhafazakâr Amerika’daki en iyi biçimde örgütlenmiş ve en iyi kaynaklara sahip çıkar gruplarının temel maddi çıkarlarını değiştirmeyecek. Trump-Vance ikilisi Cumhuriyetçi Parti’nin mavi yakalı sosyal tabanını genişletmeyi başarsa bile, bu durum seçilmiş Cumhuriyetçilerin işverenleri önceleme yönündeki motivasyonunda bir farklılık yaratmayacak. Aksine, ola ki Trump Cumhuriyetçilerin sadece göçmen kısıtlaması ve popülist jestlerle işçi sınıfı oylarını kazanabileceğini bir kez daha kanıtlarsa, bu seçmenlere “kurumsal Amerika”nın kâr marjlarını tehdit edecek maddi iyileştirme biçimleri sunmak için artık çok çok daha az nedenleri olacaktır.
Cumhuriyetçi Parti’nin kendisini Vance’in imajına göre yeniden şekillendirmesi, tam tersi bir durumdan (yani Vance’in Cumhuriyetçi Parti’ye uyumlanmasından) çok daha az olasıdır. Ne de olsa başkan yardımcısı adayı, siyasi rüzgarlar farklı yerlerden estikçe kendisini ideolojik olarak dönüştürmeye istekli olduğunu değişik biçimlerde ama sürekli kanıtladı. Hatırlanacağı üzere, 2016 ile 2022’deki Senato yarışı arasında, Vance, bir “NeverTrump” muhafazakârından 6 Ocak isyancılarının mütereddit bir savunucusuna dönüşmüştü.
Günümüz Cumhuriyetçi Partisi’nde hırslı bir Cumhuriyetçi için en dikensiz yol, sokaklarda popülist ama parti üst yönetiminde patronların hizmetkarı olmaktır. Büyük olasılıkla hırsı, Vance’i de bu yönde hareket ettirecektir. Ya da en azından, onu başkan yardımcısı adaylığına taşıyan militan emek karşıtı teknoloji milyarderleri buna inanıyor gibi görünüyor.
Dünya Basını
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.
Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:
***
Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde
Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.
Yuval Yoaz / Times of Israel
Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.
Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.
Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.
Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.
Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.
Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.
Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.
Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.
Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.
Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:
- Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
- Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
- Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
- Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
- Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.
Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.
Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.
Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:
Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.
İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.
Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.
Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.
Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.
Dünya Basını
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.
Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor
David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.
Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.
Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.
Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.
Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.
Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.
Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur. Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.
Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.
Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.
Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.
Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.
Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.
Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.
Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.
Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.
Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.
Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.
Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.
Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.
Dünya Basını
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015
Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.
Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.
Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?
Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.
Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.
Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)
Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.
Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.
Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.
ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.
Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.
Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.
Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.
Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.
Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.
Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.
Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.
ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.
Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.
Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.
Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.
Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.
Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.
-
Söyleşi2 hafta önce
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?
-
Ortadoğu1 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trump’ın anti-sosyal devleti
-
Dünya Basını2 hafta önce
Beyaz Saray’da “İran” çekişmesi
-
Dünya Basını1 hafta önce
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’