Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
Dünya Basını
FP: Rubio’nun Asya Ziyareti Neden Tam Bir Fiyaskoydu?

ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da düzenlenen Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN) Dışişleri Bakanları Toplantısı’na katıldı ve ikili görüşmeler gerçekleştirdi. Ulusal güvenlik ve Hint-Pasifik analisti, Güney Kaliforniya Üniversitesi siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler profesörü Derek Grossman’a göre Rubio’nun Asya ziyareti tam bir “fiyaskoydu” ve ABD’nin Hint-Pasifik çıkarlarına “zarar verdi” ve Washington’un odağının Asya’da değil, Ortadoğu’da olduğuna işaret etti.
Foreign Policy’de yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
**
Rubio’nun Asya Ziyareti Neden Tam Bir Fiyaskoydu?
Derek Grossman, Foreign Policy
15 Temmuz 2025
ASEAN liderleri, Washington’un Orta Doğu ve Batı Yarımküre’ye artan ilgisini mutlaka fark etmiştir.
Marco Rubio’nun geçen hafta dışişleri bakanı olarak Hint-Pasifik bölgesine yaptığı ilk ziyaret, tamamen unutulabilir ve üzücü bir olaydı. Orijinal plan, Rubio’nun, özellikle Başkan Donald Trump’ın 1 Ağustos’a kadar iki ülke yeni ikili ticaret anlaşmalarına varmazsa felç edici gümrük vergileri uygulayacağı tehdidi nedeniyle giderek gerginleşen ilişkileri güçlendirmek için ABD’nin önemli güvenlik müttefikleri olan Japonya ve Güney Kore’ye seyahat etmesiydi. Ancak Rubio, aynı zamanda ulusal güvenlik danışmanı olarak da görev yaptığı için, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun ziyareti nedeniyle Beyaz Saray’da kalmak zorunda kaldı ve bu gezileri ertelemek zorunda kaldı. Böylece, bölgesel turu kapsamında ziyaret etmesi planlanan ülkelerden sadece Malezya’ya gidebildi.
Rubio evde kalsaydı da fark etmezdi. Ülkedeki ziyaretini sadece 36 saat sürdürdü, bu da Malezya Başbakanı Enver İbrahim’in “pasaportuna el koyabilir mitim?” diye şaka yapmasına neden oldu. İkili ilişkiler cephesinde Rubio ve Malezya Dışişleri Bakanı Mohamad Hasan, “stratejik sivil nükleer işbirliği” için bir mutabakat zaptı imzaladı. Övgüye değer olsa da, iki lider, gümrük vergileri, Çin ve 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlenen terör saldırıları sonrasında Malezya’nın Hamas’a verdiği destek gibi daha ciddi ikili meseleleri ele alabilecek bir ortak bildiri yayınlamadı. Ancak bu görüşmelerin yapıldığı ve bilinçli olarak gizli tutulduğu da mümkün, ancak bu tür bir çekingenlik, ABD-Malezya ilişkilerindeki önemli uçurumu doğrudan ortaya koyacaktır.
Trump yönetimi, Rubio’nun ziyaretini, Malezya’nın 2025 yılı başkanlığı döneminde ev sahipliği yaptığı Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) dışişleri bakanları toplantısıyla aynı zamana denk getirdi. Rubio, bu toplantıda da ABD politikalarını iyi temsil edemedi. Örneğin, Hint-Pasifik’i Washington için “odak noktası” olarak değil, “odak noktalarından biri” olarak bahsetti ve yönetimin Hint-Pasifik’i hala öncelikli bölge olarak görüp görmediğine dair şüpheler uyandırdı. “Dikkatin başka yöne çekilmesi imkansız” ve “bu yüzyıl ve önümüzdeki yüzyıl, önümüzdeki 50 yılın hikayesi büyük ölçüde bu bölgede yazılacak” diyerek endişeleri yatıştırmaya çalıştı. Mevkidaşları muhtemelen, Trump yönetiminin yakın zamanda İsrail’e katılarak Orta Doğu’da İran’a saldırdığını ve Batı Yarımküre politikasına giderek daha fazla odaklandığını fark etmiş olmalı.
Daha da kötüsü, Rubio ASEAN üyelerine ticaret tarifeleri konusunda karışık mesajlar verdi. Bir yandan, tarifelerle ilgili nihai kararın Trump ve ticaret ekibine ait olduğunu açıkça belirtirken, perde arkasında yürütülen müzakerelerden kendini etkili bir şekilde uzaklaştırdı. Öte yandan, tutamayacağı bir söz verdi ve “Sonuçta, Güneydoğu Asya’daki birçok ülkenin gümrük vergileri, dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelerden daha iyi olacak” dedi. Trump’ın aşırı değişkenliği göz önüne alındığında, bu son yorum özellikle gülünçtü; ABD politikaları şu anda son derece belirsiz ve her an değişebilir. Nitekim, Rubio’nun Malezya ziyaretinden bir hafta önce Trump, yeni bir ticaret anlaşması için birdenbire bir gümrük vergisi oranı getirerek bir başka ASEAN üyesi olan Vietnam’ı gafil avladı ve Hanoi’yi öfkelendirdi ve hayal kırıklığına uğrattı. Bu yıl ASEAN başkanlığını yürüten Malezya, Trump’ın oyunlarının farkında. İbrahim, dışişleri bakanları toplantısının başında, “Bu geçici bir fırtına değil” diye konuştu.
Rubio’nun Kuala Lumpur ziyaretinin bir başka sorunu da, Güneydoğu Asya’ya odaklanmak yerine, bazıları Japonya ve Güney Kore gibi müttefiklerle, diğerleri Çin ve Rusya gibi düşmanlarla, konuyla ilgisi olmayan ikili görüşmelerle dolu bir program hazırlamış olmasıydı. Sonuç olarak, ABD medyası, Malezya veya ASEAN ile elde edilen sonuçlardan çok, Rubio’nun Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile yaptığı görüşmeleri öne çıkardı. Elbette bu müzakereler önemliydi. Örneğin, ABD-Çin görüşmelerinde Rubio, Trump ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in yakında bir araya gelme olasılığının “yüksek” olduğunu söyledi. Bu ne kadar önemli olsa da, Rubio’nun ASEAN ile olan ilişkilerinden dikkatleri büyük ölçüde uzaklaştırdı. Washington’un dikkatini çekmeye ve korumaya çalışan Güneydoğu Asya liderleri veya üst düzey yetkililer için bu, kötü bir sonuçtu.
Son olarak, bir dizi başka talihsiz olay da Rubio’nun ziyaretini daha da zayıflattı. Bunlardan biri, elbette, Rubio’nun gezisi öncesinde Trump’ın Malezya’ya, Washington ve Kuala Lumpur’un 1 Ağustos’a kadar yeni bir ticaret anlaşması üzerinde anlaşamazlarsa, karşılıklı gümrük vergilerinin yüzde 24’ten yüzde 25’e çıkarılacağına dair tehditkar bir bildirim göndermesiydi. (Çeşitli oranlar içeren benzer mektuplar, diğer yedi ASEAN üyesi ülkeye, Japonya ve Güney Kore’ye de gönderildi.) Ayrıca, Rubio Washington’dan ayrılırken, Trump, Nick Adams’ı aday gösterdi. Bu seçim, Trump’ın diplomatik deneyimden çok sadakati önemsediğini düşünen Malezyalılar ve bölge genelindeki yetkililer için endişe verici. Adams, “alfa erkek” kişiliği ve kadın düşmanı sosyal medya yorumlarıyla da tanınıyor. Benzer şekilde, Trump’ın bir başka ASEAN üyesi olan Singapur’un yeni büyükelçisi olarak seçtiği kişi, son Senato onay oturumunda Singapur hakkında temel bilgiden yoksun olduğunu kanıtladı. Ve her ne kadar söylenti olarak kalsa da, saygın bir kaynağa göre Rubio, belki de daha geniş kapsamlı bakanlık kesintilerinin bir parçası olarak, Dışişleri Bakanlığı’ndaki ASEAN hazırlık ekibini kovmuş olabilir. Her halükarda, bu durum Washington’un bölgeyle diplomatik ilişkiler kurma konusunda ciddi olmadığı, hatta diplomasiye hiç önem vermediği yönündeki Güneydoğu Asya’nın görüşünü destekleyecektir.
Ancak Trump yönetiminin lehine olan bir nokta, Rubio’nun ziyaretinin, yönetimin ASEAN gibi çok taraflı kuruluşlarla ilişkilerine gerçekten değer verdiğini vurgulamış olmasıdır. Trump yönetimi ayrıca Quad (iki ayrı toplantıda), G-7 ve NATO toplantılarına da katılmıştır. Rubio, Malezya’da bulunduğu sırada, Biden yönetimi tarafından güçlendirilen üçlü işbirliği olan ABD-Japonya-Filipinler güvenlik işbirliğini de övmüştür. Ancak genel olarak, Rubio’nun gezisinin tonu ve içeriği, net politika sonuçlarının olmaması nedeniyle, özellikle ABD’nin kendilerine öncelik vermeye devam etmesini isteyen bölge sakinlerinin gözünde, olabileceğinden çok daha az etkili oldu.
Dünya Basını
Economist, zengin ülkelere yeni bir iltica sistemi çağrısında bulundu

Britanya’nın ünlü dergisi Economist, zengin ülkelere yeni ve daha iyi bir iltica sistemi kurmalarını ve iltica hakkını işgücü göçünden ayırmalarını önerdi.
BM Mülteciler Sözleşmesinin tarihinden kısaca bahseden dergi, günümüzde bu sözleşmeye uyan ülke sayısının gitgide azaldığına işaret etti.
Batının tutumunun sertleştiğini, Avrupa’da sosyal demokratların ve sağcı popülistlerin görüşlerinin yakınlaştığını belirten Economist, iltica sisteminin artık işlemediğini savundu.
“Savaş sonrası Avrupa için tasarlanan sistem, çatışmaların yaygınlaştığı, seyahatin ucuzladığı ve ücret eşitsizliklerinin büyük olduğu bir dünyayla başa çıkamıyor,” diyen dergi, yaklaşık 900 milyon insanın kalıcı olarak göç etmek istediğini, yoksul bir ülkenin vatandaşının zengin bir ülkeye yasal olarak göç etmesi neredeyse imkansız olduğundan, çoğunun izinsiz olarak göç ettiğini yazdı.
Economist, “Son yirmi yılda birçok kişi, sığınma hakkının bir arka kapı olduğunu keşfetti. Eskiden olduğu gibi gizlice sınırı geçmek yerine, sınır muhafızlarına yaklaşıp sığınma talebinde bulunuyorlar. Bu talebin karara bağlanmasının yıllar alacağını ve bu süre zarfında gölgelere karışıp iş bulabileceklerini biliyorlar,” dedi.
“Seçmenlerin”, sistemin suistimal edildiğini düşünmekte haklı olduğunu savunan Economist, Avrupa Birliği’nde sığınma taleplerinin çoğununu artık doğrudan reddedildiğini hatırlattı.
“Sınır kaosundan duyulan korku”ya işaret eden dergi, Brexit’ten Donald Trump’a kadar bu korkunun “popülizmin yükselişini beslediğini” ve “yasal göçle ilgili tartışmaları zehirlediğini” ileri sürdü.
Economist, “İhtiyacı olanlara güvenlik ve aynı zamanda makul bir işgücü göçü akışı sağlayan bir sistem oluşturmak için, politika yapıcılar bu iki konuyu birbirinden ayırmalı,” diye yazdı.
Çatışma, afet veya zulüm nedeniyle yaklaşık 123 milyon insan yerinden edildiğini ve bu rakamın, “kısmen savaşların daha uzun sürmesi nedeniyle” 2010’a göre üç kat daha fazla olduğunu belirten Econonmist, tüm bu insanların güvenli bir yaşam arayışında olma hakkına sahip bulunduğunu, fakat bunun “güvenlik” zengin bir ülkenin işgücü piyasasına erişim anlamına gelmediğini savundu.
Economist’e göre, “Zengin ülkelere yeniden yerleşim, çözümün çok küçük bir parçası olmaktan öteye geçemez. 2023 yılında OECD ülkeleri 2,7 milyon sığınma başvurusu aldı. Bu rakam rekor düzeyde olsa da, sorunun büyüklüğüyle karşılaştırıldığında çok küçük bir rakam.”
Bu noktada dergi, özellikle AB ülkelerinin bir süredir uygulamaya çalıştığı “üçüncü ülkelerle geri kabul anlaşması” seçeneğinin “en pragmatik seçenek” olduğunu yazdı.
“Daha fazla mülteciye evlerine yakın bir sığınak sunmak” olarak nitelendirilen bu plan kapsamında, sığınmacılar “ayak bastıkları ilk güvenli ülke veya bölgesel blokta” kalacak.
Economist şöyle devam etti:
“Daha kısa mesafeler kat eden mültecilerin bir gün evlerine dönme olasılığı daha yüksek. Ayrıca, kültürel olarak kendilerine yakın olan ve bir felaketten kaçarak ilk buldukları sığınağa sığındıklarının farkında olan ev sahipleri tarafından daha kolay kabul edilme olasılıkları da daha yüksek. Bu nedenle Avrupalılar Ukraynalıları büyük ölçüde kabul etmiş, Türkler Suriyelilere ve Çadlılar Sudanlılara cömert davranmıştır.”
“Evlerine yakın yerlerdeki mültecilere bakmak genellikle çok daha ucuz,” iddiasında bulunan dergi, BM mülteci ajansının, Çad’daki her mülteciye günde 1 dolardan az harcadığına işaret ederek, “Sınırlı bütçeleri göz önüne alındığında, zengin ülkeler mültecileri birinci dünya ülkelerindeki pansiyonlarda barındırmak veya davalarını savunmak için ordularca avukat tutmak yerine, mülteci ajanslarına yeterli finansman sağlayarak çok daha fazla insana yardım edebilirler,” iddiasında bulundu.
Dergi ayrıca, ev sahibi ülkelere “cömertçe yardım etmeyi” ve mültecilerin giderek artan bir şekilde yaptığı gibi, “çalışarak kendilerini geçindirmelerine izin vermelerini teşvik etmesini” istedi.
“Şefkatli Batılıların”, kıyılarına gelen mültecilere “yardım etme dürtüsü” hissedebileceğini yazan Economist, “Fakat yolculuk uzun, zorlu ve maliyetliyse, bu yolculuğu tamamlayanlar genellikle en çaresiz olanlar değil, erkek, sağlıklı ve nispeten varlıklı olanlardır,” iddiasında bulundu.
Economist şöyle devam etti:
“Suriye savaşından kaçarak komşu ülke Türkiye’ye ulaşan mülteciler, Suriyelilerin geniş bir kesimini temsil ediyordu; Avrupa’ya ulaşanların ise üniversite diplomasına sahip olma olasılığı 15 kat daha yüksekti. Almanya 2015-16’da Suriyelilere kapılarını açtığında, Türkiye’de güvenli bir yaşam kurmuş 1 milyon mülteci, daha yüksek ücretler için Avrupa’ya göç etmeye karar verdi. Birçoğu üretken bir yaşam sürdürdü, fakat aynı fırsatı değerlendirmek isteyen, bazen daha nitelikli olan diğer mültecilere göre neden öncelikli oldukları açık değil.”
“Seçmenlerin” kimi kabul edeceklerini kendilerinin seçmek istediklerini açıkça belirttiğini ve bunun, “gelen ve sığınma talebinde bulunan herkesi kabul etmek” anlamına gelmeyeceğini savunan dergi, zengin ülkelere bir öneride bulunarak, bu tür göçleri durdurmak istiyorlarsa, teşvikleri değiştirmeleri gerektiğini vurguladı.
Güvenli bir ülkeden daha zengin bir ülkeye göç edenlerin sığınma hakkı için değerlendirilmemesi gerektiğini ve gelenlerin de işlemleri için üçüncü bir ülkeye gönderilmesini savunan Economist, “Hükümetler uzak yerlerden gelen mültecileri barındırmak istiyorsa, BM’nin savaş bölgelerinden kaçanları kaydettiği kaynaklarda onları seçebilirler,” dedi.
Üçüncü ülke hükümetlerinin işbirliğini kazanmak için anlaşmalar yapılabileceğini kaydeden Economist, zengin ülkelerin AB’nin başlattığı gibi birlikte hareket etmelerini tavsiye etti ve “Davetsiz olarak gelenlerin hiçbir avantajı olmadığı anlaşıldığında, bu şekilde gelenlerin sayısı düşecektir,” diye ekledi.
Bunu “mümkün olanın siyaseti” olarak nitelendiren dergi, bu şekilde sınırda düzenin yeniden sağlanacağını ve böylece işgücü göçünün daha sakin bir şekilde tartışılması için siyasi alan yaratılacağını ileri sürdü.
Zengin ülkelerin daha fazla yabancı beyinden faydalanacağını da savunan dergi, bu ülkelerin çoğunun “çiftliklerde ve bakım evlerinde çalışacak genç işgücü” istediğini, düzenli bir “yetenek akışının”, hem ev sahibi ülkeleri hem de göçmenlerin kendilerini daha müreffeh hale getireceğini öne sürdü.
Economist değerlendirmesi şöyle son buldu:
“Daha önce gelen düzensiz göçmenlerin birikmiş sorunlarıyla başa çıkmak yine de zor olacaktır. Trump’ın toplu sınır dışı etme politikası hem acımasız hem de pahalıdır. Kök salmış olanların kalmasına izin verirken, sınırları güvenli hale getirmek ve gelecekteki göçmenler için teşvikleri değiştirmek çok daha iyi bir çözüm olacaktır. Liberaller daha iyi bir sistem kurmazlarsa, popülistler daha kötü bir sistem kuracaktır.”
Dünya Basını
Hayır, Hindistan dünyanın dördüncü en eşit ülkesi değil: İşte gerçek veriler

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız Surbhi Kesar imzalı yazı, Hindistan’ın küresel eşitlik sıralamasında dördüncü sırada yer aldığı yönündeki temelsiz iddianın izini sürerken yalnızca istatistiksel bir çarpıtmayı düzeltmekle yetinmiyor; aynı zamanda verinin nasıl ideolojik bir aygıt olarak işlev görebileceğini de gözler önüne seriyor. Nitekim tüketim ve gelir gibi niteliksel olarak farklı göstergelerin birbirinin yerine ikame edilmesi, burada teknik bir hesaplama hatası olmaktan çıkıp, toplumsal eşitsizliklerin üzerini örten bir temsil stratejisine dönüşüyor. Veri okuma ve üretme pratiklerinin yalnızca metodolojik değil, aynı zamanda etik ve politik boyutları olduğuna dikkat çeken Kesar, istatistiksel temsillere yönelik eleştirinin, eşitsizliklerin maddi zeminiyle bağını kurmadan eksik kalacağını, nüanslı da olsa, hatırlatmış oluyor.
Hayır, Hindistan dünyanın dördüncü en eşit ülkesi değil: İşte gerçek veriler
Surbhi Kesar
The Wire
6 Temmuz 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Hindistan’daki birkaç büyük gazete – The Hindu, Business Standard, The Times of India ve The Indian Express de dâhil – Dünya Bankası’nın son raporuna atıfta bulunarak Hindistan’ın dünyanın en eşit ülkeleri arasında dördüncü sırada yer aldığını iddia eden bir haberi manşetlerine taşıdı. Fakat bu iddia bütünüyle yanlış: 2019 verilerine göre Hindistan, 216 ülke arasında dördüncü değil, 176. sırada yer alıyor. Peki bu ciddi çarpıtma nasıl ortaya çıktı? Gelin, adım adım inceleyelim.
Söz konusu iddia, Dünya Bankası’na ait kısa bilgilendirme metnini epey çarpıtan Hindistan Basın Enformasyon Bürosu’nun (PIB) yaptığı bir basın açıklamasına dayanıyor. Ne yazık ki birçok medya kuruluşu da bu metni herhangi bir doğrulama ya da veri incelemesi yapmadan haberleştirdi.
Oysa Dünya Bankası’nın ilgili metninde gerçekte şu ifadeler yer alıyordu:
“Hindistan’ın tüketime dayalı Gini endeksi, 2011–12’deki 28,8 seviyesinden 2022–23’te 25,5’e geriledi, fakat veri kısıtları nedeniyle eşitsizlik, olduğundan daha düşük görünüyor olabilir. Buna karşılık Dünya Eşitsizlik Veritabanı (World Inequality Database), gelir eşitsizliğinin 2004’teki 52 düzeyinden 2023’te 62’ye yükseldiğini gösteriyor. Ücret eşitsizliği de oldukça yüksek bir düzeyde seyretmektedir; 2023–24 itibarıyla en üstteki yüzde 10’luk kesimin medyan geliri, en alttaki yüzde 10’un medyan gelirinin 13 katıdır.”
İşte PIB bu metinden yalnızca 25,5 sayısını, yani tüketim temelli eşitsizlik oranını, alarak Hindistan’ı, eşitlik sıralamaları gelir eşitsizliğine göre yapılmış olan diğer ülkelerle karşılaştırarak temel bir istatistik hatası yapıyor.
Şunun altını çizmek gerekir ki, tüketim eşitsizliği endeksi, gelir eşitsizliğine kıyasla genellikle ve zaten daha düşük çıkar. Bunun nedeni, zenginlerin gelirlerinin büyük bir kısmını biriktirmeleri ve dolayısıyla tüketimde görünen düzeyin, gerçekte olduğundan daha eşit görünmesidir. Dolayısıyla, PIB’nin Hindistan’ın 25,5’lik tüketim Gini endeksini, başka ülkelerin gelir Gini endeksleriyle karşılaştırması, elmalarla armutları kıyaslamak gibidir. Nitekim Dünya Bankası metni de bu türden karşılaştırmalardan özellikle kaçınılır, zira söz konusu veriler kıyaslanabilir değildir. Fakat PIB, bu kıyaslamayı bizzat Dünya Bankası’nın yaptığı gibi bir izlenim yaratıyor.
Adil bir karşılaştırma yapmak için ya Hindistan’ın gelir eşitsizliğini diğer ülkelerin gelir Gini endeksleriyle, ya da Hindistan’ın tüketim eşitsizliğini diğer ülkelerin tüketim Gini endeksleriyle kıyaslamak gerekir – tabii Dünya Bankası metni bu türden bir karşılaştırmayı hiç yapmıyor.
Dünya Eşitsizlik Veritabanı’na göre – ve yine Dünya Bankası metninde de belirtildiği üzere – Hindistan’ın gelir eşitsizliği Gini endeksi 2019 ve 2023 itibarıyla 61 seviyesinde. Nitekim bu eşitsizlik 1990’lardan bu yana düzenli biçimde artarak Hindistan’ı dünyadaki en eşitsiz ülkelerden biri konumuna getiriyor. (Gini endeksi ne kadar yüksekse, eşitsizlik o kadar fazladır). Gelir Gini endeksine göre yapılan sıralamalarda Hindistan, 2019 yılında 216 ülke arasında 176. sırada; 2009 yılında ise 115. sıradaydı. Bu da Hindistan’ın, zaman içerisinde diğer ülkelere nazaran çok daha eşitsiz bir hale geldiğini gösteriyor. Dahası, servet eşitsizliği açısından Gini endeksi 2019’da 74, 2023’te ise 75’tir – ki bu oran da, gelir eşitsizliğinden bile daha yüksek bir eşitsizlik düzeyini işaret ediyor.
Şimdi dikkatlerimizi karşılaştırılabilir tüketim eşitsizliği verilerine çevirelim. İlk olarak, Dünya Bankası Hindistan’ın tüketim Gini endeksini başka herhangi bir ülkeninkiyle kıyaslamıyor. Ve daha da önemlisi, Dünya Bankası’nın ilgili metni, “Hindistan’ın tüketim eşitsizliği verileri, veri kısıtları nedeniyle olduğundan daha düşük tahmin ediliyor olabilir” diye açıkça uyarıyor.
Nitekim metin özellikle şu hususa dikkat çekiyor: “Hindistan’a ilişkin uluslararası yoksulluk tahminleri, 2011–12 Tüketim Harcaması Anketi (CES) ile 2022–23 Hanehalkı Tüketim Harcaması Anketi verilerine dayanmaktadır. Bu tahminlerde, değiştirilmiş karma referans dönemi ile mekânsal ve zamansal olarak düzeltilmiş bir refah toplamı kullanılmaktadır 2022–23 anketindeki anket tasarımındaki, uygulama süreci ve örnekleme yöntemlerinde yapılan değişiklikler önemli gelişmeler olsa da, zaman içinde karşılaştırma yapmayı güçleştirmektedir. Ayrıca örnekleme ve veri kısıtları, tüketim eşitsizliğinin olduğundan düşük tahmin edilmesine yol açabilir.”
Kaldı ki bu sınırlılıklar küçümsenecek türden değildir. 2022-23 Hanehalkı Tüketim Harcaması Anketi’nin yöntemsel çerçevesi, 2011-12 CES’e kıyasla kayda değer biçimde değişmiş olup, bu da doğrudan karşılaştırmaları daha da güvenilmez hale getirmektedir. Nitekim bu sorun, Hindistanlı ekonomistler ve istatistikçiler tarafından enine boyuna tartışılmıştır.
Tüketim eşitsizliğine ilişkin daha makul karşılaştırmalar yapabilmek için kişi başına düşen kalori tüketimi gibi başka göstergelere bakabiliriz; bu, gıda tüketimindeki eşitsizlikleri yansıtacaktır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine ve Verilerdeki Dünyamız (Our World in Data – OWID) tarafından yapılan analizlere göre, Hindistan 2019 yılında 185 ülke arasında 102. sıradaydı. Bu, 2009’daki 82. sıraya kıyasla çok daha kötü bir sıralama. Yani bu ölçüt baz alındığında da Hindistan’ın göreli performansı son on yılda kötüleşmiştir.
Verilere hangi açıdan bakarsak bakalım, ortaya çıkan tablo net: Hindistan son derece eşitsiz bir ülke ve bu eşitsizlik giderek derinleşiyor. Zenginleri vergilendirmek de dahil olmak üzere kapsamlı bir yeniden dağıtım politikasına acil ihtiyaç var. Bu gerçekliği çarpıtmak yalnızca yanıltıcı değil, aynı zamanda tehlikeli de. Ulusal ölçekte güven duyulan medya kuruluşları, istatistiksel hataları sorgulamadan yayımladıklarında, ülkenin karşı karşıya olduğu acil meselelerin üzerini örtmüş ve milyonlarca insanın yaşadığı gerçekleri görünmez kılmış oluyorlar. Oysa eşitsizlikle mücadele, ancak doğru verilerle mümkün.
-
Ortadoğu1 hafta önce
Trump’ın Ankara ve Şam’daki jokeri: Thomas Barrack kimdir?
-
Görüş2 hafta önce
Kazananı Olmayan Kontrol Edilebilir Bir Çatışma
-
Görüş2 hafta önce
Küresel savaş ekonomisinin aleni beyanı: Lahey’deki NATO Zirvesi Sonuç Bildirgesi
-
Dünya Basını2 hafta önce
Vergi Cennetleri: Birleşik Krallık’ın Küresel Mali İmparatorluğu
-
Asya2 hafta önce
Güney Kore, tarihindeki en büyük savunma anlaşması için görüşmeleri tamamladı
-
Asya2 hafta önce
Güney Kore Devlet Başkanı Lee, Çin ve Rusya ile ilişkilerini ‘hızla’ iyileştireceğini söyledi
-
Asya1 hafta önce
Paşinyan, Ermeni Kilisesi’ni ‘özgürleştireceğini’ ilan etti
-
Dünya Basını1 hafta önce
Çalışanları kovan şirketler yapay zekanın hatalarını düzeltmek için servet ödüyor