Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Kissinger: Tüm suçun Putin’de olduğunu düşünmüyorum

Yayınlanma

Çeviren: Gülçin Akkoç

Almanya’nın en etkili gazetelerinden Die Zeit gazetesinin muhabirlerinden Matthias Naß ve Heinrich Wefing’in 24 Mayıs’ta Henry Kissinger ile yaptığı röportajın tamamını sizler için çevirdik.  

Devlet adamları akıllı olsaydı…

Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, 27 Mayıs’ta 100 yaşına basacak. Röportajda Rusya Devlet Başkanı ile karşılaşmaları, Çin ile nükleer savaş tehlikesi, yapay zeka ve savaş suçlusu olduğu iddiaları üzerine konuşuyor.

New York, Madison Caddesi. Henry Kissinger, 33. kattaki ofisinde neredeyse mavi koltuğuna gömülmüş halde karşılıyor. Ama tamamen uyanık, kesinlikle konsantre olmuş durumda ve akıcı Franken İngilizcesiyle konuşuyor. Henry Kissinger’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı iki Başkan Richard Nixon ve Gerald Ford’un imzalanmış büyük fotoğrafları, hemen omzunun üstünde bulunuyor. Pencere kenarındaki başka bir fotoğrafta da 1972’de Pekin’de Mao Zedong ile ilk karşılaşmasının fotoğrafı bulunuyor. Burada iki saat bulunacağız. Sonunda doğum günü için yapılan kutlama planlarından bahsediyor, toplamda 4 kutlama yapılacak. Biri ailesiyle Connecticut’taki kır evinde, biri New York’ta, biri Londra’da ve son olarak da memleketi Fürth’te.

DIE ZEIT: Bay Kissinger, sizinle uzun yaşamınız hakkında konuşmak istiyoruz ancak güncel politikadan başlamak isteriz.

Henry Kissinger: Yalnızca bir saatim var. (Gülüyor)

ZEIT: Güzel. Bir yılı aşkın süredir Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’da başlattığı savaşa tanık oluyoruz. Putin’i tanıyorsunuz ve onunla sık sık görüştünüz. Putin nasıl biri?

Kissinger: Putin’i Gerhard Schröder’den daha farklı bir şekilde tanıyorum. Onların kişisel bir ilişkisi var…

ZEIT: … ve mali çıkarlar…

Kissinger: Schröder’in davranışını yargılamayacağım ama onunla konuşmalarımızdan Putin’e karşı kişisel bir sevgi beslediğini hatırlıyorum. Benim Putin ile ilişkilerim tamamen stratejik. Başlangıçta görüşmelerimiz Yugoslavya’daki duruma, 1999’da NATO’nun Kosova’ya müdahalesine ilişkindi ve bu görüşmelerin bir yönü her zaman Rusya’nın onurunun korunmasına ilişkindi. Sonrasında onu düzenli olarak yılda bir kez, çoğunlukla ofisinde, bir iki kez de kulübesinde gördüm. Ama asla akşam yemeği gibi sosyal bir ortamda görüşmedim, görüşmelerimiz her zaman sadece konuşma odaklıydı.

ZEIT: Özel olarak mı konuştunuz?

Kissinger: Evet, yalnızca ikimiz.

ZEIT: Saldırı başladığından beri görüştünüz mü?

Kissinger: Hayır. Bir fırsat oluşmuştu ancak hükümetimin tavsiyesiyle bunu değerlendirmedim.

ZEIT: Putin sizinle iletişime geçmeye mi çalıştı?

Kissinger: Bu şekilde yorumlamamıza sebep olacak ipuçları vardı.

ZEIT: Moskova ya da Kiev sizden aracılık etmenizi isteseler, yapar mıydınız?

Kissinger: ABD hükümeti kabul ederse, evet. Ama ben de bir zamanlar Dışişleri Bakanıydım ve o zamanlar dışarıdan biri sorunlarımı çözmeye çalışsaydı çok kızardım. Yani durum çok kritik olsaydı bunu düşünebilirdim ama bu olmayacak.

ZEIT: Sizce Putin’in Ukrayna’ya saldırısındaki stratejik hedefi neydi?

Kissinger: Bence kendini aştı. Sanırım ciddiye alınmadığı izlenimine kapıldı. Onun için Ukrayna, Rusya’nın aşağılanmasının bir simgesi. Yıllar önce Putin daha St. Petersburg Belediye Başkanı yardımcısıyken, onunla ilk tanıştığımda, bana Sovyetler Birliği’nin çöküşünün dünya tarihindeki en büyük trajedilerden biri olduğunu söylemişti. Bu arada bugünkü durumda tüm suçun Putin’de olduğunu düşünmüyorum. Savaşın kendisi ve savaşın gidişatı son derece acımasız ve saldırı püskürtülmeli. Ben de Ukrayna ve Batı direnişini destekliyorum, ancak 2014 gibi erken bir tarihte bir makalemde Ukrayna’yı NATO’ya katılmaya davet etme planı hakkında ciddi şüphelerimi dile getirmiştim. Savaşla sonuçlanan bir dizi olay bununla başladı. Bu savaşı haklı çıkarmaz ancak o zaman tüm eski Doğu Bloku ülkelerinin NATO’ya kabulü ile Ukrayna’nın NATO’ya katılma davetini birleştirmenin akıllıca olmadığına inanıyordum, hala da böyle düşünüyorum.

ZEIT: Ancak NATO, Angela Merkel’in baskısıyla da olsa Ukrayna’yı kabul etmeme kararı aldı.

Kissinger: Biliyorum ancak yine de seçenekler açık bırakılmıştı. O zamanki değerlendirmem, Ukrayna’nın Finlandiya’ya benzer şekilde tarafsız bırakılmasının en iyisi olacağı yönündeydi. Çünkü Avrupa ve Rusya’nın güvenlik bölgeleri arasındaki sınırın, Ukrayna’nın batı sınırında yani Varşova’dan üç yüz mil uzakta olması veya Ukrayna’nın doğu sınırında yani Moskova’dan üç yüz mil uzakta olması, önemli bir fark yaratıyor. O dönemde birçok makalemde de bahsettiğim gibi Ukrayna, Batı’nın veya Moskova’nın ileri karakolu konumunda değil, iki taraf arasında bir köprü konumunda bulunmalıydı. Bu daha iyi bir stratejik hedef olurdu.

ZEIT: Ukrayna 2014’teki Rus saldırısına kadar tarafsızdı. Peki sizce Ukrayna bugün NATO’ya kabul edilmeli mi?

Kissinger: Bugün savaş bittikten sonra kesinlikle Ukrayna’nın NATO’ya kabulünden yanayım. Ukrayna artık NATO ve Rusya arasında tarafsız bölge olmadığına göre, Batı açısından Ukrayna’nın NATO’ya kabul edilmesinin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bu sayede savaş sona erdikten sonra çıkacak çatışmaların ya da barış anlaşmasından kaynaklanabilecek çatışmaların, Rusya ve Ukrayna tarafından tek taraflı saldırılarla çözülemeyeceği garanti edilmiş olur.

“Nükleer silah kullanılması, Rusya için son derece tehlikeli olur”

ZEIT: Putin defalarca nükleer silah kullanmakla tehdit etti. Bu tehditleri ciddiye alıyor musunuz?

Kissinger: Nükleer silah kullanılması, Rusya için son derece tehlikeli olur. Çünkü Batı, nükleer silahların bir savaşta belirleyici faktör olmasına izin veremez.

ZEIT: Putin, nükleer silah kullanmaya karar verirse, Batı nasıl tepki vermeli?

Kissinger: Batı’nın hangi spesifik karşı önlemleri alması gerektiğini önermeyi benim rolüm olarak görmüyorum. Ancak nükleer silahların siyasi sorunlara asla çözüm olamayacağını açıkça gösterecek kadar güçlü olmalılar. Bir kez bile kullanılmış olsalar bunun geri dönüşü olmaz. Bu, tüm devletlerin nükleer silah kuşanmasına yol açacaktır. O zaman nükleer silahlar konvansiyonel hale gelirdi. Putin’in nükleer silahları Ukrayna’da taktik amaçlarla kullanmayacağını varsayıyorum. Ama Rus toprakları tehdit edilir edilmez, ya da Sivastopol

ZEIT: … Rus Karadeniz Filosunun Kırım’daki ana limanı.

Kissinger: Bakın bu benim Rus tehditlerine karşı kişisel değerlendirmem. Putin’in Ukrayna’daki fetihlerini savunmak için nükleer silah kullanacağını düşünmüyorum. Ancak Rus kimliğinin özüne ne kadar inerse, bunu yapma olasılığı da o kadar artar.

ZEIT: Kırım’ın Rus kimliğinin merkezinde olduğunu söyleyebilir misiniz?

Kissinger: Sivastopol’ün Ukrayna’nın kimliğiyle şu anda tartışılan diğer birçok alandan daha az ilgisi olduğunu söyleyebilirim. Sivastopol Potemkin tarafından kurulduğundan beri Rusya ile ilişkilendirilmiştir…

ZEIT: … Çariçe Büyük Catherine’in sırdaşı ve sevgilisi…

Kissinger: … ve Sivastopol, Ukrayna bağımsızlığını kazandıktan sonra bile bir Rus deniz üssü olarak kaldı. Yani bariz farklar var. Ama ben Batı siyasetiyle ilgileniyorum, Rusya’nın bunlara tepkisiyle değil.

ZEIT: O zaman Batı’nın tutumu hakkında bir soru soralım. Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi, savaş suçlarından dolayı Devlet Başkanı Putin hakkında tutuklama emri çıkardı.

Kissinger: Putin mahkemede mi? Olmasa daha iyi!

ZEIT: Neden daha iyi?

Kissinger: Çünkü savaşın sonucunu bir siyasi liderin kişisel kaderine bağlarsanız savaşı kontrol altına almak imkânsız ve çok daha zor hale gelir. Putin’in yaptıkları yasa dışı ve yanlış ben onun eylemlerini haklı çıkarmak istemiyorum, ancak savaşın tırmanmasını önlemek için her şeyi yapmalıyız. Ve savaşın bitiminden sonra düşmanlıkların süresiz olarak devam etmemesi sağlanmalıdır. Batı’nın siyasi hedefi, Ukrayna’nın askeri güvenliğini sağladıktan sonra Avrupa ve Rusya arasındaki ilişkileri yeniden inşa etmek olmalıdır.

ZEIT: ABD Avrupa’da barış için hala belirleyici rolde. Ülke aşırı derecede kutuplaşmış durumda, Amerika’nın dünyadaki rolü konusunda ABD’de hala ortak bir fikir var mı?

Kissinger: Bu, önümüzdeki on yılın en büyük siyasi meselesi olacak. Yargılamak benim için zor çünkü entelektüel ve siyasi varlığım, ABD’nin tüm uluslararası gelişmelere derinden dahil olduğu bir zamanda oluştu. Zorluklar bugün, o zamankinden daha büyük. 1950’lerde Batı için tek bir zorluk vardı, Stalin. Bugün ise dünya çok kutuplu ve bazı Avrupalı olmayan devletler de güvenliğimize yönelik potansiyel tehditler oluşturuyor.

ZEIT: On yıllardır Cumhuriyetçi Parti ile iç içesiniz. Donald Trump partiyi bu şekilde rehin almayı nasıl başardı?

Kissinger: Ben o kelimeyi kullanmazdım. Donald Trump, ülkedeki iyi tanımlanmış azınlığa hitap etme konusunda büyük ve benzersiz bir yeteneğe sahip. Bunu daha önce kimse yapamamıştı. Bu nedenle de Trump’ın partide muazzam bir etkisi var. Asıl soru Amerika’nın, Trump ve destekçilerinin acil ulusal çıkar olarak görmediği, dünyadaki güvenlik risklerini umursayıp umursamadığı olacaktır.

“Askeri bir çatışma, korkunç bir felaket olur”

ZEIT: Ukrayna’daki gibi mi?

Kissinger: Evet. Bu konuda Trump’a katılmıyorum. Putin’in Ukrayna’ya saldırısı başarılı olsaydı, tüm NATO kavramı alt üst olurdu. Bu ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun olmaz.

ZEIT: Donald Trump’ın Amerika’da yeniden seçilmesi durumunda, Ukrayna ve Avrupa’nın güvenliği için Biden hükümetinden daha azını yapacağına dair Avrupa’da büyük endişeler olduğunu farkında mısınız?

Kissinger: Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Henüz başlamamış bir seçim kampanyasında tercihlerimi bir Alman gazetesinde konuşmak istemiyorum. Trump da dahil olmak üzere herhangi bir Cumhuriyetçi başkan, Amerika’nın Avrupa’nın güvenliğini savunmadaki rolünden fiilen vazgeçmeye çalışırsa, hiç kimse buna müsamaha göstermez. Ne benim gibiler ne önceki Cumhuriyetçi yönetimlerden insanlar ne de Demokrat dış politika yetkilileri.

ZEIT: Yani Cumhuriyetçi Parti’de hala ılımlı bir kanat var mı?

Kissinger: Evet. Ama Trump’tan farklı konuşan insanlar için bile sorun Avrupa değil, Asya.

ZEIT: O halde Çin hakkında konuşalım. Çin ile ABD arasındaki ilişki, son elli yılın en kötü dönemini yaşıyor gibi görünüyor.

Kissinger: Şu anda Biden yönetimi Çin ile yeniden diyaloğa girmek için gerçek bir çaba harcıyor gibi görünüyor ve Çin de buna ılımlı bakıyor gibi görünüyor. Ben bu çabayı destekliyorum. Elbette bu girişimin hesaplaşma öncesi taktik bir mola mı yoksa kalıcı bir şey mi olduğunu söylemek çok zor.

ZEIT: Sizce Çin ve ABD arasındaki çatışma ne kadar tehlikeli?

Kissinger: İki güç arasındaki askeri çatışma Birinci Dünya Savaşı’ndan daha kötü, korkunç bir felaket olur. Her ikisi de ileri teknolojiye sahip güçler ve her ikisinin de sınırsız yıkıcı gücü olan silahları bulunuyor. Ve şimdi, anlamakta bile zorlandığımız olasılıklar sunan yeni teknolojiler ortaya çıkıyor. Bu yüzden her iki taraf da çok dikkatli hareket etmelidir.

ZEIT: Sizce artış riski var mı?

Kissinger: Tayvan üzerindeki çatışma kimsenin kontrol edemeyeceği düzeyde tırmanabilir. Bu tehlike mevcuttur.

ZEIT: En büyük siyasi başarılarınızdan biri, yaklaşık elli yıl önce Başkan Nixon ve sizin Pekin’e yaptığınız ziyaretler sayesinde Çin ile doğrudan görüşmelerin başlamasıydı. Washington’da, o dönemin açılış politikası tüm taraflarca bir hata olarak görülüyor.

Kissinger: Bu son derece dar görüşlü bir değerlendirme. O zamanlar ABD ve Çin birbirinden tamamen izole edilmişti. Amacımız barışçıl gelişmeler için yeni umutlar yaratmaktı. O zamanlar Çin hala fakir bir ülkeydi ve Mao, Çin’i dünyaya açmak için stratejik bir karar almıştı. Biz açılmaya çalışmasaydık, bunu diğerleri yani Avrupalı güçler veya Japonya yapacaktı. Bugün Washington’da bu konuda söylenenler yanlıştır.

ZEIT: Joe Biden, ABD’nin Çin ile stratejik rekabetini demokrasi ve otokrasi arasındaki bir çatışma olarak tanımladı.

Kissinger: Ben farklı görüyorum. Belki de demokrasi ve otokrasi arasındaki çatışma altta yatan sebeptir, ancak her iki taraf da yeni teknolojiler nedeniyle bu çelişkiyi en uç noktaya taşıyamaz. Bu, insanlık tarihinde yeni bir temadır. Birinci Dünya Savaşı öncesi gibi bir dünyada yaşıyoruz, ancak yeni teknolojilerin yıkıcı gücünün farkındayız, yeni teknolojiler derken sadece nükleer silahları kastetmiyorum.

“Yapay zekâ çok ilgimi çekiyor”

ZEIT: Yapay zekadan mı bahsediyorsunuz?

Kissinger: Evet, yapay zekâ çok ilgimi çekiyor. Bu konuda bir kitap yazdım ve şu anda da yapay zekanın insan bilinci üzerindeki etkisi üzerine daha kısa ikinci bir kitap üzerinde çalışıyorum. İnsanlık hiçbir zaman bu problemle uğraşmak zorunda kalmamıştır. Bilim, şimdiye kadar çoğunlukla tekrarlanabilir deneylere veya matematiksel olarak temsil edilebilen hipotezlere dayanıyordu. Bugün artık makinelerin bildiklerinden daha fazlasını bilmiyoruz. Bizimle nasıl akıcı bir dille konuşabildiklerini bilmiyoruz. Başka bir deyişle, yeni bir gizeme erişimimiz var. Bunun çok büyük siyasi sonuçları var.

ZEIT: Ne gibi sonuçlar?

Kissinger: Bu teknolojilere erişimi olan bütün devletler, yeni durumu yansıtmalılar. Savaşın nasıl olacağını bilselerdi, 1914’te hiçbir Avrupalı lider savaş başlatmazdı. Bugün ikisi de dünyayı tamamen yok etme yeteneğine sahip iki güç, tarihte ilk kez, doğrudan karşı karşıya geliyor. Peki bu güce sahip iki lider, “bu sorunu çözmeliyiz” diyebilecek kadar akıllılar mı? Ki iki tarafın da kesinlikle bunu demeye ihtiyacı var. İki devlet adamı da gerçekten akıllı olsalardı, “biz ikimiz, insanlığın geleceği için en büyük tehdidiz” derlerdi.

ZEIT: Joe Biden ve Xi Jinping bu bilgeliğe sahipler mi?

Kissinger: Joe Biden’ı kırk yılı aşkın süredir tanıyorum ve siyasi geleceği Çin’le ilişkilere bir çözüm bulup bulamayacağına veya bulmak için en azından çabalamasına bağlı. Xi bunu diyebilir, evet yapabilirdi, ama bu yapacağı anlamına gelmiyor. Ancak bir şeyler yapılması gerekiyor, çünkü kriz tırmanmaya devam ederse Birinci Dünya Savaşı öncesine benzer bir duruma geleceğiz. İşte o zaman bazı saçma olaylar krizin önü alınamaz şekilde tırmanmasına yol açacaktır.

ZEIT: Yapay zekâ üzerine kitabınız seneye mi basılacak?

Kissinger: Şu anda üzerinde çalışıyorum. Eski Google CEO’su Eric Schmidt ile birlikte çalışıyoruz, kendisi teknoloji alanında bilgi sahibidir. Bu arada süremiz doldu. (Gülüyor) Ama yine de birkaç soruya daha cevap vereceğim. (Kissinger hiç yorgun görünmüyor, belli ki sohbetten keyif alıyor)

ZEIT: Bay Kissinger, 1938’de ailenizle birlikte Nazilerden, Almanya’dan, kaçmak zorunda kaldınız. Bir keresinde ailenize yapılan onca şeye rağmen Almanya’ya karşı hiçbir kin beslemediğinizi söylemiştiniz. Nazi döneminden sonra mı Almanya ile barıştınız?

Kissinger: Evet. Haziran’da Avrupa’ya, Londra’ya gideceğim ve ardından büyükbabamın mezarını ziyaret etmek için doğduğum şehir olan Fürth’e (Almanya) gideceğim. Orada bir etkinlik olacak ve belki bu sorunuzun da cevabı olabilir.

ZEIT: Sizin de dostunuz olan Helmut Schmidt gibi bazı Almanlar, Nazi döneminden sonra bir daha Almanlara asla tam anlamıyla güvenmediler. Siz bugünkü Almanya’ya ve Alman demokrasisine güveniyor musunuz?

Kissinger: Alman demokrasisine ve kurumlarına güveniyorum. Ancak Almanya, Avrupalı komşularının aksine kırılmalarla dolu bir tarihe sahip. Almanya’da beraber çalıştığım insanların hepsi Birinci Dünya Savaşı sırasında doğdu. Bugün, farklı bir nesil iktidarda ve tamamen yeni zorluklarla karşı karşıyalar. Onlara güvenmediğimi söylemeyeceğim ama karşı karşıya oldukları zorluklar benzersiz.

ZEIT: Ne gibi zorlukları kastediyorsunuz?

Kissinger: Güvenliğimize yönelik yeni tehditlerle başa çıkmak için stratejiler geliştirmemiz gerektiğini daha önce söylemiştim.  Buna yönelik sorulardan biri Atlantik topluluğunun nasıl bir rol oynayacağı olacaktır. Avrupa ve ABD birlikte mi hareket edecekler yoksa farklı yaklaşımlar mı izleyecekler? Ben Avrupalılar için özerkliği savunuyorum.

ZEIT: Gerçekten mi? Neden?

Kissinger: Atlantik çerçevesinde özerklik, evet. Çünkü Avrupa ülkeleri ABD’nin ortağı olurlarsa, dünyadaki rolleri hakkında kendi konseptlerini ve fikirlerini geliştiremezler. Yalnızca böylesine samimi şekilde milli bir bakış açısına sahip olanlar fedakârlık yapmaya istekli olacaktır. Almanya savaş sonrası dönemde hiçbir zaman, Fransa ve İngiltere’nin aksine, böyle bir fedakârlık göreviyle karşı karşıya kalmadı. O yüzden de şu anda Almanya’daki gelişmeler son derece önemlidir.

ZEIT: Olaf Scholz’un bahsettiği “milat” hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kissinger: Eskiden Alman kabinesindeki bütün bakanları tanıyordum, hatta çoğunu şahsen tanıyordum. Bugün ise hepsi, benim için yeni insanlar.

ZEIT: Olaf Scholz ile tanıştınız mı?

Kissinger: Evet. O zamanlar Hamburg Belediye Başkanıydı. Ondan hoşlanıyordum ama o zamanlar bir gün şansölye olup olmayacağını düşünmemiştim. Onun hakkında iyi şeyler duyuyorum. Kendisi ve bakanları benzersiz bir görevle karşı karşıyalar, Atlantik birliğini tehlikeye atmadan Amerika ile ilişkilerinde daha fazla özerklik için çaba göstermeliler. Bu dengeyi bulmak son derece zordur.

“Gerçekleşmemiş hedeflerim yüzünden kendimi üzmüyorum”

ZEIT: Az önce Almanya’yla ve ZEIT ile, her zaman yakın temaslarınız olduğundan bahsettiniz.

Kissinger: ZEIT’in redaksiyon toplantısına davet edilmem ve alkışlarla karşılanmam çok etkileyiciydi. Hatırlıyor musunuz?

ZEIT: Evet, iyi hatırlıyorum. Temmuz 2006 tarihindeydi. Her şeyden önce ZEIT’in uzun süre boyunca baş editörü ve yayıncısı olan Marion Gräfin Dönhöff ile yakın arkadaştınız. Sizin için bu ne ifade ediyordu? Arkadaşlığınızın nasıl bir önemi vardı?

Kissinger: Marion olağanüstü biriydi, nadiren karşılaşabileceğiniz bir insandı. Prensiplerine, Prusya değerlerine olan bağlılığına hayrandım. Ancak bu Prusya değerlerini, demokratik inançlarıyla birleştirmeyi başardı. Bu olağanüstüydü.

ZEIT: Hamburg’da Dönhöff’ü ziyaret ettiğinizde Helmut Schmidt de sık sık bulunuyordu.

Kissinger: Doğru.

ZEIT: Schmidt’le ilişkiniz nasıldı?

Kissinger: İkimiz de birbirimizden bağımsız şekilde nükleer savaşın dünya için yeni bir gerçeklik olacağı ve dayanılmaz sonuçları olacağı kanısına çok erken vardık. O sırada Harvard’daydım ve Foreign Affairs dergisine bununla ilgili bir makale yazmıştım. Schmidt ile bundan kısa bir süre sonra Hamburg’da savaşın bitiminden hemen sonra, muhtemelen 1956 veya 1957’de, Almanya’ya yaptığım ilk ziyarette tanıştım.

ZEIT: Gräfin Dönhöff ve Schmidt ile ne hakkında konuştunuz? Her zaman siyaset mi konuştunuz yoksa kişisel meselelerle ilgili de konuştunuz mu?

Kissinger: Ölümünden kısa bir süre önce Dönhöff’ün evinde küçük bir grup yemeğine davet edildim. Öleceğini biliyorduk ve tabii kendisi de biliyordu… (çok uzun bir sessizlik. Kissinger yutkundu ve boğazını temizledi sonrasında sesini yeniden buldu, öncesine göre sesi biraz daha boğuk geliyor.) Ama ölümü hakkında hiç konuşmadı, her şey her zamanki gibi olmalıydı.

ZEIT: Henry Kissinger, uzun yaşamınıza dönüp baktığınızda neyi farklı yapmak isterdiniz?

Kissinger: Gerçekleşmemiş hedeflerim yüzünden kendimi üzmüyorum. (Gülüyor) Elimden geleni yaptım ve şimdi yapılması gerekenleri de anlattım. Daha fazla katkıda bulunamam, yine de çözümlerin başlangıcına katkıda bulunabilirim.

ZEIT: Hala eskisi kadar çalışıyor musunuz?

Kissinger: Evet, günde on beş saat çalışıyorum. Buradaki asistanlarım da size anlatabilir. (Gülüyor)

ZEIT: 2015’de Hamburg’da St. Michael Kilisesi’nde Helmut Schmidt için Almanca bir ağıt okudunuz. Orada Schmidt’in suçlu olduğundan bahsetmiştiniz. Ne demek istediniz?

Kissinger: Helmut Schmidt savaşın içindeydi, Nazi rejimi sırasında Almanya’da yaşıyordu ve o dönemde herhangi bir şekilde destek vermeden bu düzende hayatta kalamazdınız. Ama Schmidt’e yalnızca büyük saygı duyuyorum.

ZEIT: Onun bir politikacı, şansölye olarak bulunduğu zamanı kastetmemiş miydiniz?

Kissinger: Hayır! İç siyasetini detaylı olarak takip etmedim ancak bu bağlamda asla suçluluktan bahsetmem.

ZEIT: Onu suçladınız mı?

Kissinger: Bakın, yalnızca ahlak ve insan eylemleri üzerine uzun bir konuşma yapabiliriz. Sınırlı bir süre içinde uzun vadeli çözümler üzerinde çalışmak zorunda olmak, her devlet adamının ikilemidir. Mutlak prensiplerinde sürekli ısrar ederse toplumun imkanlarını alt üst eder, toplumu radikalleştirir. Toplumu destekleyemiyorsa, geleceğe de hazırlayamayacaktır. Bu ikilemle başa çıkmak ve dengeyi bulmak zordur.

“Dünya çok çalkantılı olacak”

ZEIT: Görevde olduğunuz süre boyunca Amerika’nın ulusal çıkarları ile demokratik bir toplumun değerleri arasındaki dengeyi bulabildiniz mi?

Kissinger: O zamanki şartlar altında, evet.

ZEIT: Örneğin insan hakları gibi ABD’nin demokratik değerleri için daha fazlasını yapmalı mıydınız?

Kissinger: Bunu yargılayacak olan ben değilim. Ama sonuç olarak söyleyebilirim ki, insan haklarını savunmanın diğer zorunluluklarla uyumlu olduğu fırsatları değerlendirdim. Ama elbette insanlar geçmiş hakkında istediklerini söyleyebilirler.

ZEIT: Pek çok eleştirmen, Vietnam Savaşı sırasında Kamboçya’nın bombalanmasındaki rolünüz nedeniyle sizi savaş suçlusu olarak görüyorlar. Bu sizi hala rahatsız ediyor mu?

Kissinger: Evet, ama bu her şeyden önce medya çalışanlarını rahatsız etmeli…

ZEIT: Neden?

Kissinger: Böyle bir propaganda nasıl olabilir… (lafını keserek) Bunun hakkında konuşmak istemiyorum, kendimi savunmak zorunda değilim. Ve bu konuşmamız Kamboçya konusuyla biterse çok üzülürüm…

ZEIT: Başka sorularımız var…

Kissinger: Beni savaş suçlusu olarak görmek, konunun özüne inmeden tartışmanın kolay bir yoluydu. O yüzden bu soruya, bu suçlamaya genellikle hiç cevap vermedim. Beni rahatsız ediyor mu, evet tabii ki beni rahatsız ediyor.

ZEIT: Bugün Vietnam’daki savaşa ve Kamboçya’ya yapılan saldırılara dönüp baktığınızda, farklı yapmam gerekirdi diyeceğiniz bir şey görmüyor musunuz?

Kissinger: Komşu bir ülkenin sınırlarının hemen ötesinde gerilla üslerine müsamaha gösterilen bir gerilla savaşı söyleyin bana! Bir örnek verin! Hava saldırımızda neredeyse hiç sivil kaybı olmadı çünkü Kamboçya’da saldırdığımız bölgelerde neredeyse hiç insan yaşamıyordu.

ZEIT: Kamboçya o dönemde tarafsızdı. Tarafsız bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Kissinger: Özetle, tarafsız bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu düşünmüyorum. Ancak topraklarında Güney Vietnam’ın ve orada konuşlanmış ABD birliklerinin saldırıya uğradığı askeri üslerin bulunduğu bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu düşündüm ve hala da düşünüyorum. Durum bundan ibaretti, bunların hepsi iyi şekilde belgelendi.

ZEIT: Neredeyse bundan yüz yıl öncesine uzanıyorsunuz. Korkunç bir yüzyılda, 20.yüzyılda yaşadınız. İleriye, geleceğe baktığınızda her şeyden önce endişeli misiniz? Yoksa güven ve umut için sebep görüyor musunuz?

Kissinger: Uğraştığımız sorunların çözülebilir olduğu konusunda iyimserim. Ama bunlar acil sorunlar ve kendimize acımayı politikamızın yol gösterici ilkesi haline getirirsek onlarla ilgilenemeyiz. Yapay zekâ, tahmin ettiğim gibi, makineler ve insanlar arasında bir diyaloğa dönüşürse bu her şeyi değiştirir. Aydınlanma Çağı’nda da benzer sorunlarla uğraşıldı, ancak Kant ve Leibniz’in felsefi kavramlarını geliştirmeleri üç yüz yıl sürdü. Yaşayacak bir yüz yılım daha olsaydı, böyle insanlar bulmaya çalışırdım.

ZEIT: Yapay zekâ çağı için bir Immanuel Kant mı?

Kissinger: Kesinlikle.

ZEIT: Bu rolü doldurabilecek birini görüyor musunuz?

Kissinger: Şu anda değil. Ancak Aydınlanma öncesi dönem de karanlık bir dönemdi, Otuz Yıl Savaşlarını düşünün. Yani evet, dünya çok çalkantılı olacak.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English