Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Kissinger: Tüm suçun Putin’de olduğunu düşünmüyorum

Yayınlanma

Çeviren: Gülçin Akkoç

Almanya’nın en etkili gazetelerinden Die Zeit gazetesinin muhabirlerinden Matthias Naß ve Heinrich Wefing’in 24 Mayıs’ta Henry Kissinger ile yaptığı röportajın tamamını sizler için çevirdik.  

Devlet adamları akıllı olsaydı…

Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, 27 Mayıs’ta 100 yaşına basacak. Röportajda Rusya Devlet Başkanı ile karşılaşmaları, Çin ile nükleer savaş tehlikesi, yapay zeka ve savaş suçlusu olduğu iddiaları üzerine konuşuyor.

New York, Madison Caddesi. Henry Kissinger, 33. kattaki ofisinde neredeyse mavi koltuğuna gömülmüş halde karşılıyor. Ama tamamen uyanık, kesinlikle konsantre olmuş durumda ve akıcı Franken İngilizcesiyle konuşuyor. Henry Kissinger’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı iki Başkan Richard Nixon ve Gerald Ford’un imzalanmış büyük fotoğrafları, hemen omzunun üstünde bulunuyor. Pencere kenarındaki başka bir fotoğrafta da 1972’de Pekin’de Mao Zedong ile ilk karşılaşmasının fotoğrafı bulunuyor. Burada iki saat bulunacağız. Sonunda doğum günü için yapılan kutlama planlarından bahsediyor, toplamda 4 kutlama yapılacak. Biri ailesiyle Connecticut’taki kır evinde, biri New York’ta, biri Londra’da ve son olarak da memleketi Fürth’te.

DIE ZEIT: Bay Kissinger, sizinle uzun yaşamınız hakkında konuşmak istiyoruz ancak güncel politikadan başlamak isteriz.

Henry Kissinger: Yalnızca bir saatim var. (Gülüyor)

ZEIT: Güzel. Bir yılı aşkın süredir Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’da başlattığı savaşa tanık oluyoruz. Putin’i tanıyorsunuz ve onunla sık sık görüştünüz. Putin nasıl biri?

Kissinger: Putin’i Gerhard Schröder’den daha farklı bir şekilde tanıyorum. Onların kişisel bir ilişkisi var…

ZEIT: … ve mali çıkarlar…

Kissinger: Schröder’in davranışını yargılamayacağım ama onunla konuşmalarımızdan Putin’e karşı kişisel bir sevgi beslediğini hatırlıyorum. Benim Putin ile ilişkilerim tamamen stratejik. Başlangıçta görüşmelerimiz Yugoslavya’daki duruma, 1999’da NATO’nun Kosova’ya müdahalesine ilişkindi ve bu görüşmelerin bir yönü her zaman Rusya’nın onurunun korunmasına ilişkindi. Sonrasında onu düzenli olarak yılda bir kez, çoğunlukla ofisinde, bir iki kez de kulübesinde gördüm. Ama asla akşam yemeği gibi sosyal bir ortamda görüşmedim, görüşmelerimiz her zaman sadece konuşma odaklıydı.

ZEIT: Özel olarak mı konuştunuz?

Kissinger: Evet, yalnızca ikimiz.

ZEIT: Saldırı başladığından beri görüştünüz mü?

Kissinger: Hayır. Bir fırsat oluşmuştu ancak hükümetimin tavsiyesiyle bunu değerlendirmedim.

ZEIT: Putin sizinle iletişime geçmeye mi çalıştı?

Kissinger: Bu şekilde yorumlamamıza sebep olacak ipuçları vardı.

ZEIT: Moskova ya da Kiev sizden aracılık etmenizi isteseler, yapar mıydınız?

Kissinger: ABD hükümeti kabul ederse, evet. Ama ben de bir zamanlar Dışişleri Bakanıydım ve o zamanlar dışarıdan biri sorunlarımı çözmeye çalışsaydı çok kızardım. Yani durum çok kritik olsaydı bunu düşünebilirdim ama bu olmayacak.

ZEIT: Sizce Putin’in Ukrayna’ya saldırısındaki stratejik hedefi neydi?

Kissinger: Bence kendini aştı. Sanırım ciddiye alınmadığı izlenimine kapıldı. Onun için Ukrayna, Rusya’nın aşağılanmasının bir simgesi. Yıllar önce Putin daha St. Petersburg Belediye Başkanı yardımcısıyken, onunla ilk tanıştığımda, bana Sovyetler Birliği’nin çöküşünün dünya tarihindeki en büyük trajedilerden biri olduğunu söylemişti. Bu arada bugünkü durumda tüm suçun Putin’de olduğunu düşünmüyorum. Savaşın kendisi ve savaşın gidişatı son derece acımasız ve saldırı püskürtülmeli. Ben de Ukrayna ve Batı direnişini destekliyorum, ancak 2014 gibi erken bir tarihte bir makalemde Ukrayna’yı NATO’ya katılmaya davet etme planı hakkında ciddi şüphelerimi dile getirmiştim. Savaşla sonuçlanan bir dizi olay bununla başladı. Bu savaşı haklı çıkarmaz ancak o zaman tüm eski Doğu Bloku ülkelerinin NATO’ya kabulü ile Ukrayna’nın NATO’ya katılma davetini birleştirmenin akıllıca olmadığına inanıyordum, hala da böyle düşünüyorum.

ZEIT: Ancak NATO, Angela Merkel’in baskısıyla da olsa Ukrayna’yı kabul etmeme kararı aldı.

Kissinger: Biliyorum ancak yine de seçenekler açık bırakılmıştı. O zamanki değerlendirmem, Ukrayna’nın Finlandiya’ya benzer şekilde tarafsız bırakılmasının en iyisi olacağı yönündeydi. Çünkü Avrupa ve Rusya’nın güvenlik bölgeleri arasındaki sınırın, Ukrayna’nın batı sınırında yani Varşova’dan üç yüz mil uzakta olması veya Ukrayna’nın doğu sınırında yani Moskova’dan üç yüz mil uzakta olması, önemli bir fark yaratıyor. O dönemde birçok makalemde de bahsettiğim gibi Ukrayna, Batı’nın veya Moskova’nın ileri karakolu konumunda değil, iki taraf arasında bir köprü konumunda bulunmalıydı. Bu daha iyi bir stratejik hedef olurdu.

ZEIT: Ukrayna 2014’teki Rus saldırısına kadar tarafsızdı. Peki sizce Ukrayna bugün NATO’ya kabul edilmeli mi?

Kissinger: Bugün savaş bittikten sonra kesinlikle Ukrayna’nın NATO’ya kabulünden yanayım. Ukrayna artık NATO ve Rusya arasında tarafsız bölge olmadığına göre, Batı açısından Ukrayna’nın NATO’ya kabul edilmesinin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bu sayede savaş sona erdikten sonra çıkacak çatışmaların ya da barış anlaşmasından kaynaklanabilecek çatışmaların, Rusya ve Ukrayna tarafından tek taraflı saldırılarla çözülemeyeceği garanti edilmiş olur.

“Nükleer silah kullanılması, Rusya için son derece tehlikeli olur”

ZEIT: Putin defalarca nükleer silah kullanmakla tehdit etti. Bu tehditleri ciddiye alıyor musunuz?

Kissinger: Nükleer silah kullanılması, Rusya için son derece tehlikeli olur. Çünkü Batı, nükleer silahların bir savaşta belirleyici faktör olmasına izin veremez.

ZEIT: Putin, nükleer silah kullanmaya karar verirse, Batı nasıl tepki vermeli?

Kissinger: Batı’nın hangi spesifik karşı önlemleri alması gerektiğini önermeyi benim rolüm olarak görmüyorum. Ancak nükleer silahların siyasi sorunlara asla çözüm olamayacağını açıkça gösterecek kadar güçlü olmalılar. Bir kez bile kullanılmış olsalar bunun geri dönüşü olmaz. Bu, tüm devletlerin nükleer silah kuşanmasına yol açacaktır. O zaman nükleer silahlar konvansiyonel hale gelirdi. Putin’in nükleer silahları Ukrayna’da taktik amaçlarla kullanmayacağını varsayıyorum. Ama Rus toprakları tehdit edilir edilmez, ya da Sivastopol

ZEIT: … Rus Karadeniz Filosunun Kırım’daki ana limanı.

Kissinger: Bakın bu benim Rus tehditlerine karşı kişisel değerlendirmem. Putin’in Ukrayna’daki fetihlerini savunmak için nükleer silah kullanacağını düşünmüyorum. Ancak Rus kimliğinin özüne ne kadar inerse, bunu yapma olasılığı da o kadar artar.

ZEIT: Kırım’ın Rus kimliğinin merkezinde olduğunu söyleyebilir misiniz?

Kissinger: Sivastopol’ün Ukrayna’nın kimliğiyle şu anda tartışılan diğer birçok alandan daha az ilgisi olduğunu söyleyebilirim. Sivastopol Potemkin tarafından kurulduğundan beri Rusya ile ilişkilendirilmiştir…

ZEIT: … Çariçe Büyük Catherine’in sırdaşı ve sevgilisi…

Kissinger: … ve Sivastopol, Ukrayna bağımsızlığını kazandıktan sonra bile bir Rus deniz üssü olarak kaldı. Yani bariz farklar var. Ama ben Batı siyasetiyle ilgileniyorum, Rusya’nın bunlara tepkisiyle değil.

ZEIT: O zaman Batı’nın tutumu hakkında bir soru soralım. Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi, savaş suçlarından dolayı Devlet Başkanı Putin hakkında tutuklama emri çıkardı.

Kissinger: Putin mahkemede mi? Olmasa daha iyi!

ZEIT: Neden daha iyi?

Kissinger: Çünkü savaşın sonucunu bir siyasi liderin kişisel kaderine bağlarsanız savaşı kontrol altına almak imkânsız ve çok daha zor hale gelir. Putin’in yaptıkları yasa dışı ve yanlış ben onun eylemlerini haklı çıkarmak istemiyorum, ancak savaşın tırmanmasını önlemek için her şeyi yapmalıyız. Ve savaşın bitiminden sonra düşmanlıkların süresiz olarak devam etmemesi sağlanmalıdır. Batı’nın siyasi hedefi, Ukrayna’nın askeri güvenliğini sağladıktan sonra Avrupa ve Rusya arasındaki ilişkileri yeniden inşa etmek olmalıdır.

ZEIT: ABD Avrupa’da barış için hala belirleyici rolde. Ülke aşırı derecede kutuplaşmış durumda, Amerika’nın dünyadaki rolü konusunda ABD’de hala ortak bir fikir var mı?

Kissinger: Bu, önümüzdeki on yılın en büyük siyasi meselesi olacak. Yargılamak benim için zor çünkü entelektüel ve siyasi varlığım, ABD’nin tüm uluslararası gelişmelere derinden dahil olduğu bir zamanda oluştu. Zorluklar bugün, o zamankinden daha büyük. 1950’lerde Batı için tek bir zorluk vardı, Stalin. Bugün ise dünya çok kutuplu ve bazı Avrupalı olmayan devletler de güvenliğimize yönelik potansiyel tehditler oluşturuyor.

ZEIT: On yıllardır Cumhuriyetçi Parti ile iç içesiniz. Donald Trump partiyi bu şekilde rehin almayı nasıl başardı?

Kissinger: Ben o kelimeyi kullanmazdım. Donald Trump, ülkedeki iyi tanımlanmış azınlığa hitap etme konusunda büyük ve benzersiz bir yeteneğe sahip. Bunu daha önce kimse yapamamıştı. Bu nedenle de Trump’ın partide muazzam bir etkisi var. Asıl soru Amerika’nın, Trump ve destekçilerinin acil ulusal çıkar olarak görmediği, dünyadaki güvenlik risklerini umursayıp umursamadığı olacaktır.

“Askeri bir çatışma, korkunç bir felaket olur”

ZEIT: Ukrayna’daki gibi mi?

Kissinger: Evet. Bu konuda Trump’a katılmıyorum. Putin’in Ukrayna’ya saldırısı başarılı olsaydı, tüm NATO kavramı alt üst olurdu. Bu ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun olmaz.

ZEIT: Donald Trump’ın Amerika’da yeniden seçilmesi durumunda, Ukrayna ve Avrupa’nın güvenliği için Biden hükümetinden daha azını yapacağına dair Avrupa’da büyük endişeler olduğunu farkında mısınız?

Kissinger: Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Henüz başlamamış bir seçim kampanyasında tercihlerimi bir Alman gazetesinde konuşmak istemiyorum. Trump da dahil olmak üzere herhangi bir Cumhuriyetçi başkan, Amerika’nın Avrupa’nın güvenliğini savunmadaki rolünden fiilen vazgeçmeye çalışırsa, hiç kimse buna müsamaha göstermez. Ne benim gibiler ne önceki Cumhuriyetçi yönetimlerden insanlar ne de Demokrat dış politika yetkilileri.

ZEIT: Yani Cumhuriyetçi Parti’de hala ılımlı bir kanat var mı?

Kissinger: Evet. Ama Trump’tan farklı konuşan insanlar için bile sorun Avrupa değil, Asya.

ZEIT: O halde Çin hakkında konuşalım. Çin ile ABD arasındaki ilişki, son elli yılın en kötü dönemini yaşıyor gibi görünüyor.

Kissinger: Şu anda Biden yönetimi Çin ile yeniden diyaloğa girmek için gerçek bir çaba harcıyor gibi görünüyor ve Çin de buna ılımlı bakıyor gibi görünüyor. Ben bu çabayı destekliyorum. Elbette bu girişimin hesaplaşma öncesi taktik bir mola mı yoksa kalıcı bir şey mi olduğunu söylemek çok zor.

ZEIT: Sizce Çin ve ABD arasındaki çatışma ne kadar tehlikeli?

Kissinger: İki güç arasındaki askeri çatışma Birinci Dünya Savaşı’ndan daha kötü, korkunç bir felaket olur. Her ikisi de ileri teknolojiye sahip güçler ve her ikisinin de sınırsız yıkıcı gücü olan silahları bulunuyor. Ve şimdi, anlamakta bile zorlandığımız olasılıklar sunan yeni teknolojiler ortaya çıkıyor. Bu yüzden her iki taraf da çok dikkatli hareket etmelidir.

ZEIT: Sizce artış riski var mı?

Kissinger: Tayvan üzerindeki çatışma kimsenin kontrol edemeyeceği düzeyde tırmanabilir. Bu tehlike mevcuttur.

ZEIT: En büyük siyasi başarılarınızdan biri, yaklaşık elli yıl önce Başkan Nixon ve sizin Pekin’e yaptığınız ziyaretler sayesinde Çin ile doğrudan görüşmelerin başlamasıydı. Washington’da, o dönemin açılış politikası tüm taraflarca bir hata olarak görülüyor.

Kissinger: Bu son derece dar görüşlü bir değerlendirme. O zamanlar ABD ve Çin birbirinden tamamen izole edilmişti. Amacımız barışçıl gelişmeler için yeni umutlar yaratmaktı. O zamanlar Çin hala fakir bir ülkeydi ve Mao, Çin’i dünyaya açmak için stratejik bir karar almıştı. Biz açılmaya çalışmasaydık, bunu diğerleri yani Avrupalı güçler veya Japonya yapacaktı. Bugün Washington’da bu konuda söylenenler yanlıştır.

ZEIT: Joe Biden, ABD’nin Çin ile stratejik rekabetini demokrasi ve otokrasi arasındaki bir çatışma olarak tanımladı.

Kissinger: Ben farklı görüyorum. Belki de demokrasi ve otokrasi arasındaki çatışma altta yatan sebeptir, ancak her iki taraf da yeni teknolojiler nedeniyle bu çelişkiyi en uç noktaya taşıyamaz. Bu, insanlık tarihinde yeni bir temadır. Birinci Dünya Savaşı öncesi gibi bir dünyada yaşıyoruz, ancak yeni teknolojilerin yıkıcı gücünün farkındayız, yeni teknolojiler derken sadece nükleer silahları kastetmiyorum.

“Yapay zekâ çok ilgimi çekiyor”

ZEIT: Yapay zekadan mı bahsediyorsunuz?

Kissinger: Evet, yapay zekâ çok ilgimi çekiyor. Bu konuda bir kitap yazdım ve şu anda da yapay zekanın insan bilinci üzerindeki etkisi üzerine daha kısa ikinci bir kitap üzerinde çalışıyorum. İnsanlık hiçbir zaman bu problemle uğraşmak zorunda kalmamıştır. Bilim, şimdiye kadar çoğunlukla tekrarlanabilir deneylere veya matematiksel olarak temsil edilebilen hipotezlere dayanıyordu. Bugün artık makinelerin bildiklerinden daha fazlasını bilmiyoruz. Bizimle nasıl akıcı bir dille konuşabildiklerini bilmiyoruz. Başka bir deyişle, yeni bir gizeme erişimimiz var. Bunun çok büyük siyasi sonuçları var.

ZEIT: Ne gibi sonuçlar?

Kissinger: Bu teknolojilere erişimi olan bütün devletler, yeni durumu yansıtmalılar. Savaşın nasıl olacağını bilselerdi, 1914’te hiçbir Avrupalı lider savaş başlatmazdı. Bugün ikisi de dünyayı tamamen yok etme yeteneğine sahip iki güç, tarihte ilk kez, doğrudan karşı karşıya geliyor. Peki bu güce sahip iki lider, “bu sorunu çözmeliyiz” diyebilecek kadar akıllılar mı? Ki iki tarafın da kesinlikle bunu demeye ihtiyacı var. İki devlet adamı da gerçekten akıllı olsalardı, “biz ikimiz, insanlığın geleceği için en büyük tehdidiz” derlerdi.

ZEIT: Joe Biden ve Xi Jinping bu bilgeliğe sahipler mi?

Kissinger: Joe Biden’ı kırk yılı aşkın süredir tanıyorum ve siyasi geleceği Çin’le ilişkilere bir çözüm bulup bulamayacağına veya bulmak için en azından çabalamasına bağlı. Xi bunu diyebilir, evet yapabilirdi, ama bu yapacağı anlamına gelmiyor. Ancak bir şeyler yapılması gerekiyor, çünkü kriz tırmanmaya devam ederse Birinci Dünya Savaşı öncesine benzer bir duruma geleceğiz. İşte o zaman bazı saçma olaylar krizin önü alınamaz şekilde tırmanmasına yol açacaktır.

ZEIT: Yapay zekâ üzerine kitabınız seneye mi basılacak?

Kissinger: Şu anda üzerinde çalışıyorum. Eski Google CEO’su Eric Schmidt ile birlikte çalışıyoruz, kendisi teknoloji alanında bilgi sahibidir. Bu arada süremiz doldu. (Gülüyor) Ama yine de birkaç soruya daha cevap vereceğim. (Kissinger hiç yorgun görünmüyor, belli ki sohbetten keyif alıyor)

ZEIT: Bay Kissinger, 1938’de ailenizle birlikte Nazilerden, Almanya’dan, kaçmak zorunda kaldınız. Bir keresinde ailenize yapılan onca şeye rağmen Almanya’ya karşı hiçbir kin beslemediğinizi söylemiştiniz. Nazi döneminden sonra mı Almanya ile barıştınız?

Kissinger: Evet. Haziran’da Avrupa’ya, Londra’ya gideceğim ve ardından büyükbabamın mezarını ziyaret etmek için doğduğum şehir olan Fürth’e (Almanya) gideceğim. Orada bir etkinlik olacak ve belki bu sorunuzun da cevabı olabilir.

ZEIT: Sizin de dostunuz olan Helmut Schmidt gibi bazı Almanlar, Nazi döneminden sonra bir daha Almanlara asla tam anlamıyla güvenmediler. Siz bugünkü Almanya’ya ve Alman demokrasisine güveniyor musunuz?

Kissinger: Alman demokrasisine ve kurumlarına güveniyorum. Ancak Almanya, Avrupalı komşularının aksine kırılmalarla dolu bir tarihe sahip. Almanya’da beraber çalıştığım insanların hepsi Birinci Dünya Savaşı sırasında doğdu. Bugün, farklı bir nesil iktidarda ve tamamen yeni zorluklarla karşı karşıyalar. Onlara güvenmediğimi söylemeyeceğim ama karşı karşıya oldukları zorluklar benzersiz.

ZEIT: Ne gibi zorlukları kastediyorsunuz?

Kissinger: Güvenliğimize yönelik yeni tehditlerle başa çıkmak için stratejiler geliştirmemiz gerektiğini daha önce söylemiştim.  Buna yönelik sorulardan biri Atlantik topluluğunun nasıl bir rol oynayacağı olacaktır. Avrupa ve ABD birlikte mi hareket edecekler yoksa farklı yaklaşımlar mı izleyecekler? Ben Avrupalılar için özerkliği savunuyorum.

ZEIT: Gerçekten mi? Neden?

Kissinger: Atlantik çerçevesinde özerklik, evet. Çünkü Avrupa ülkeleri ABD’nin ortağı olurlarsa, dünyadaki rolleri hakkında kendi konseptlerini ve fikirlerini geliştiremezler. Yalnızca böylesine samimi şekilde milli bir bakış açısına sahip olanlar fedakârlık yapmaya istekli olacaktır. Almanya savaş sonrası dönemde hiçbir zaman, Fransa ve İngiltere’nin aksine, böyle bir fedakârlık göreviyle karşı karşıya kalmadı. O yüzden de şu anda Almanya’daki gelişmeler son derece önemlidir.

ZEIT: Olaf Scholz’un bahsettiği “milat” hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kissinger: Eskiden Alman kabinesindeki bütün bakanları tanıyordum, hatta çoğunu şahsen tanıyordum. Bugün ise hepsi, benim için yeni insanlar.

ZEIT: Olaf Scholz ile tanıştınız mı?

Kissinger: Evet. O zamanlar Hamburg Belediye Başkanıydı. Ondan hoşlanıyordum ama o zamanlar bir gün şansölye olup olmayacağını düşünmemiştim. Onun hakkında iyi şeyler duyuyorum. Kendisi ve bakanları benzersiz bir görevle karşı karşıyalar, Atlantik birliğini tehlikeye atmadan Amerika ile ilişkilerinde daha fazla özerklik için çaba göstermeliler. Bu dengeyi bulmak son derece zordur.

“Gerçekleşmemiş hedeflerim yüzünden kendimi üzmüyorum”

ZEIT: Az önce Almanya’yla ve ZEIT ile, her zaman yakın temaslarınız olduğundan bahsettiniz.

Kissinger: ZEIT’in redaksiyon toplantısına davet edilmem ve alkışlarla karşılanmam çok etkileyiciydi. Hatırlıyor musunuz?

ZEIT: Evet, iyi hatırlıyorum. Temmuz 2006 tarihindeydi. Her şeyden önce ZEIT’in uzun süre boyunca baş editörü ve yayıncısı olan Marion Gräfin Dönhöff ile yakın arkadaştınız. Sizin için bu ne ifade ediyordu? Arkadaşlığınızın nasıl bir önemi vardı?

Kissinger: Marion olağanüstü biriydi, nadiren karşılaşabileceğiniz bir insandı. Prensiplerine, Prusya değerlerine olan bağlılığına hayrandım. Ancak bu Prusya değerlerini, demokratik inançlarıyla birleştirmeyi başardı. Bu olağanüstüydü.

ZEIT: Hamburg’da Dönhöff’ü ziyaret ettiğinizde Helmut Schmidt de sık sık bulunuyordu.

Kissinger: Doğru.

ZEIT: Schmidt’le ilişkiniz nasıldı?

Kissinger: İkimiz de birbirimizden bağımsız şekilde nükleer savaşın dünya için yeni bir gerçeklik olacağı ve dayanılmaz sonuçları olacağı kanısına çok erken vardık. O sırada Harvard’daydım ve Foreign Affairs dergisine bununla ilgili bir makale yazmıştım. Schmidt ile bundan kısa bir süre sonra Hamburg’da savaşın bitiminden hemen sonra, muhtemelen 1956 veya 1957’de, Almanya’ya yaptığım ilk ziyarette tanıştım.

ZEIT: Gräfin Dönhöff ve Schmidt ile ne hakkında konuştunuz? Her zaman siyaset mi konuştunuz yoksa kişisel meselelerle ilgili de konuştunuz mu?

Kissinger: Ölümünden kısa bir süre önce Dönhöff’ün evinde küçük bir grup yemeğine davet edildim. Öleceğini biliyorduk ve tabii kendisi de biliyordu… (çok uzun bir sessizlik. Kissinger yutkundu ve boğazını temizledi sonrasında sesini yeniden buldu, öncesine göre sesi biraz daha boğuk geliyor.) Ama ölümü hakkında hiç konuşmadı, her şey her zamanki gibi olmalıydı.

ZEIT: Henry Kissinger, uzun yaşamınıza dönüp baktığınızda neyi farklı yapmak isterdiniz?

Kissinger: Gerçekleşmemiş hedeflerim yüzünden kendimi üzmüyorum. (Gülüyor) Elimden geleni yaptım ve şimdi yapılması gerekenleri de anlattım. Daha fazla katkıda bulunamam, yine de çözümlerin başlangıcına katkıda bulunabilirim.

ZEIT: Hala eskisi kadar çalışıyor musunuz?

Kissinger: Evet, günde on beş saat çalışıyorum. Buradaki asistanlarım da size anlatabilir. (Gülüyor)

ZEIT: 2015’de Hamburg’da St. Michael Kilisesi’nde Helmut Schmidt için Almanca bir ağıt okudunuz. Orada Schmidt’in suçlu olduğundan bahsetmiştiniz. Ne demek istediniz?

Kissinger: Helmut Schmidt savaşın içindeydi, Nazi rejimi sırasında Almanya’da yaşıyordu ve o dönemde herhangi bir şekilde destek vermeden bu düzende hayatta kalamazdınız. Ama Schmidt’e yalnızca büyük saygı duyuyorum.

ZEIT: Onun bir politikacı, şansölye olarak bulunduğu zamanı kastetmemiş miydiniz?

Kissinger: Hayır! İç siyasetini detaylı olarak takip etmedim ancak bu bağlamda asla suçluluktan bahsetmem.

ZEIT: Onu suçladınız mı?

Kissinger: Bakın, yalnızca ahlak ve insan eylemleri üzerine uzun bir konuşma yapabiliriz. Sınırlı bir süre içinde uzun vadeli çözümler üzerinde çalışmak zorunda olmak, her devlet adamının ikilemidir. Mutlak prensiplerinde sürekli ısrar ederse toplumun imkanlarını alt üst eder, toplumu radikalleştirir. Toplumu destekleyemiyorsa, geleceğe de hazırlayamayacaktır. Bu ikilemle başa çıkmak ve dengeyi bulmak zordur.

“Dünya çok çalkantılı olacak”

ZEIT: Görevde olduğunuz süre boyunca Amerika’nın ulusal çıkarları ile demokratik bir toplumun değerleri arasındaki dengeyi bulabildiniz mi?

Kissinger: O zamanki şartlar altında, evet.

ZEIT: Örneğin insan hakları gibi ABD’nin demokratik değerleri için daha fazlasını yapmalı mıydınız?

Kissinger: Bunu yargılayacak olan ben değilim. Ama sonuç olarak söyleyebilirim ki, insan haklarını savunmanın diğer zorunluluklarla uyumlu olduğu fırsatları değerlendirdim. Ama elbette insanlar geçmiş hakkında istediklerini söyleyebilirler.

ZEIT: Pek çok eleştirmen, Vietnam Savaşı sırasında Kamboçya’nın bombalanmasındaki rolünüz nedeniyle sizi savaş suçlusu olarak görüyorlar. Bu sizi hala rahatsız ediyor mu?

Kissinger: Evet, ama bu her şeyden önce medya çalışanlarını rahatsız etmeli…

ZEIT: Neden?

Kissinger: Böyle bir propaganda nasıl olabilir… (lafını keserek) Bunun hakkında konuşmak istemiyorum, kendimi savunmak zorunda değilim. Ve bu konuşmamız Kamboçya konusuyla biterse çok üzülürüm…

ZEIT: Başka sorularımız var…

Kissinger: Beni savaş suçlusu olarak görmek, konunun özüne inmeden tartışmanın kolay bir yoluydu. O yüzden bu soruya, bu suçlamaya genellikle hiç cevap vermedim. Beni rahatsız ediyor mu, evet tabii ki beni rahatsız ediyor.

ZEIT: Bugün Vietnam’daki savaşa ve Kamboçya’ya yapılan saldırılara dönüp baktığınızda, farklı yapmam gerekirdi diyeceğiniz bir şey görmüyor musunuz?

Kissinger: Komşu bir ülkenin sınırlarının hemen ötesinde gerilla üslerine müsamaha gösterilen bir gerilla savaşı söyleyin bana! Bir örnek verin! Hava saldırımızda neredeyse hiç sivil kaybı olmadı çünkü Kamboçya’da saldırdığımız bölgelerde neredeyse hiç insan yaşamıyordu.

ZEIT: Kamboçya o dönemde tarafsızdı. Tarafsız bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Kissinger: Özetle, tarafsız bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu düşünmüyorum. Ancak topraklarında Güney Vietnam’ın ve orada konuşlanmış ABD birliklerinin saldırıya uğradığı askeri üslerin bulunduğu bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu düşündüm ve hala da düşünüyorum. Durum bundan ibaretti, bunların hepsi iyi şekilde belgelendi.

ZEIT: Neredeyse bundan yüz yıl öncesine uzanıyorsunuz. Korkunç bir yüzyılda, 20.yüzyılda yaşadınız. İleriye, geleceğe baktığınızda her şeyden önce endişeli misiniz? Yoksa güven ve umut için sebep görüyor musunuz?

Kissinger: Uğraştığımız sorunların çözülebilir olduğu konusunda iyimserim. Ama bunlar acil sorunlar ve kendimize acımayı politikamızın yol gösterici ilkesi haline getirirsek onlarla ilgilenemeyiz. Yapay zekâ, tahmin ettiğim gibi, makineler ve insanlar arasında bir diyaloğa dönüşürse bu her şeyi değiştirir. Aydınlanma Çağı’nda da benzer sorunlarla uğraşıldı, ancak Kant ve Leibniz’in felsefi kavramlarını geliştirmeleri üç yüz yıl sürdü. Yaşayacak bir yüz yılım daha olsaydı, böyle insanlar bulmaya çalışırdım.

ZEIT: Yapay zekâ çağı için bir Immanuel Kant mı?

Kissinger: Kesinlikle.

ZEIT: Bu rolü doldurabilecek birini görüyor musunuz?

Kissinger: Şu anda değil. Ancak Aydınlanma öncesi dönem de karanlık bir dönemdi, Otuz Yıl Savaşlarını düşünün. Yani evet, dünya çok çalkantılı olacak.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English