Bizi Takip Edin

DİPLOMASİ

Körfez güvenliğinde Türkiye’nin rolü ne olacak?

Yayınlanma

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 17-19 Temmuz tarihlerinde Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) ziyaret etti. 200’den fazla iş insanı ve bürokrasinin önemli isimlerinin de eşlik ettiği ziyaretlerde 3 ülkede 26 anlaşma imzalandı.

Ziyaretin Türkiye-Körfez ticaret hacmini artırması bekleniyor. İlişkileri derinleştirme arzusundaki katalizör olarak ekonominin önemi Türkiye’nin koşulları göz önüne alındığında ortada.

Ancak diğer önemli nokta Türkiye’nin Körfez güvenliğindeki rolünü artırma hedefi ile ilgili. Başta ABD’nin değişen öncelikleri olmak üzere bir dizi sebep Körfez ülkelerini güvenlik garantilerini çeşitlendirmeye itti. Bölgede ABD’nin dışında Rusya, Çin gibi uluslararası güçlerin yanı sıra Hindistan ve Türkiye gibi bölgesel güçlerin ağırlığı hissediliyor.

Türkiye, önemli oranda yerlileştirdiği yerli savunma sanayi için Körfezi önemli bir pazar olarak görüyor. Nitekim Suudi Arabistan’la imzalanan Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük savunma ve havacılık ihracatı anlaşması bu anlamda öne çıkıyor.

Peki Körfez ülkeleri, Türkiye’nin Körfez güvenliğindeki rolünü artırma talebine ne yanıt verecek?

Londra’dan yayın yapan Suudi sermayeli El-Majalla’da yayınlanan bir analiz bu soruya yanıt vermeye çalışıyor:

***

Türkiye KİK’in yeni çok kutuplu güvenlik yapısında yerini alıyor

Erdoğan, hızla değişen dünya düzeni hakkında diğer liderlerle konuşmak için ilk olarak Suudi Arabistan’ı seçti. Her iki ülke de iş birliğinden kazançlı çıkacak.

Khaled Hamadeh

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Körfez turuna geçen hafta başında Suudi Arabistan Krallığı’na yaptığı ziyaretle başladı. Bu, Türkiye ve Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerde dönüşüm sürecinin başlangıcını simgeliyor. Riyad bu yeni dönemin başlangıç noktası oldu.

Bu yeni aşamanın kapsamı ekonomik ve yatırım iş birliğini aşıyor. İki ülke arasında kapsamlı bir ortaklık kurulması hedefleniyor.

Toplantı sonrasında yayınlanan ortak açıklama, çeşitli uluslararası ve bölgesel konulara değinerek, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın küresel ekonominin zorluklarıyla başa çıkmada bir dizi iddialı yöntemle ortak sorumluluğunu vurguluyor.

Bu konular arasında ekonomik entegrasyon, enerji piyasalarının istikrara kavuşturulması ve sürdürülebilir büyümenin sağlanması için endüstri ve dijital sektörlerde iş birliğinin artırılması yer alıyor.

Her iki taraf da güvenlik ve savunma konularının önemini vurgulayarak nükleer enerjinin barışçıl kullanımına odaklandı ve kabiliyetler, savunma sanayileri, araştırma ve geliştirme alanlarında iş birliğine yönelik yürütme planını imzaladı.

İHA üretim anlaşması

Özellikle dikkat çekici olan, Savunma Bakanlığı ve Türk şirketi Baykar arasında imzalanan satın alma anlaşmalarıydı. Bu anlaşmalar, insansız hava araçları ve sistemlerinin Krallık içinde yerelleştirilerek teknoloji transferinin ve ortak üretiminin sağlanmasını amaçlıyor.

İki ülke yakın bir uyum içinde görünüyordu. Başta Yemen krizi, İran’ın nükleer dosyası, Filistin davası, Sudan’daki istikrarsız durum ve Ukrayna’daki savaş olmak üzere bölgesel konularda uyumlu pozisyonlar aldılar.

Diplomatik tutumları ve söylemleri uluslararası normlara uygun olmasına özen gösterdiler ve uluslararası güvenliği ve barışı korumayı amaçladılar.

Peki, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Arap Körfezi turunun bağlamı neydi ve Türkiye bölgenin güvenlik sisteminde bir ortak rolü üstlendi mi?

Ankara’nın bu rolden beklentileri neler ve bunu yerine getirmek için gerekli kapasitesi ne kadar? Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri ve İran gibi etkili bölgesel aktörler Türkiye’nin Körfez’in güvenliğine artan ilgisine nasıl bakıyor?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Birleşik Arap Emirlikleri Devlet Başkanı Şeyh Muhammed Bin Zayed Al Nahyan tarafından El Vatan Sarayı’nda resmi törenle karşılandı. 19 Temmuz 2023. Foto: Murat Kula / AA

Değişen güç dinamikleri

1970’lerin başında Körfez, güvenlik açısından bir dönüşüm geçiriyordu. İngiliz etkisi azalıyordu ve bu durum Birleşik Krallık’ın askeri varlığının sona ermesine ve yerine ABD’nin rolünün artmasına yol açacaktı.

İran Şahı’nın devrilmesi ve radikal İslamcı bir rejimin iktidara gelmesi ile Sovyetlerin aynı yıl Afganistan’ı işgalini de içeren 1979 olaylarından sonra, ABD’nin Körfez bölgesi üzerindeki kontrolü, daha sonra Carter Doktrini olarak bilinen doktrinin geliştirilmesiyle daha da pekiştirildi.

Doktrinin birkaç temel hedefi vardı: İran devriminin yayılmasına karşı koymak, Sovyetler Birliği’nin Körfez’deki sıcak sulara erişimini engellemek, bölgenin petrol kaynaklarını korumak ve Amerikan şemsiyesinin koruması altında bölgesel iş birliğini teşvik etmek.

ABD’nin doğrudan askeri müdahalesi ve Amerikan çıkarlarını korumak için nükleer silah kullanma düşüncesi bu dönemde ortaya çıktı.

21’inci yüzyılın ilk on yılı boyunca Arap Körfezi’nin güvenliği üç sabit unsura tabi olmaya devam etti.

İlk olarak, Körfez Arap devletlerine ve bölgesel güvenliğe yönelik süregelen İran tehdidi, bu devletlerin dış politikalarını Körfez İş birliği Konseyi çatısı altında şekillendirmelerine yol açtı.

İkincisi, Körfez ülkeleri özellikle askeri ve savunma alanlarında çok sayıda zayıflık ve zafiyetle karşı karşıyaydı. Üçüncüsü, ABD kendisini Körfez ülkeleri ve bölge için kilit güvenlik garantörü olarak ortaya koydu.

2011’de birçok Arap ülkesinde patlak veren protestolara paralel ortaya çıkan yeni tehdit biçimleri, elverişsiz uluslararası koşullar ve ABD’nin değişen öncelikleri daha fazla güvenlik teminatına ihtiyaç duyulmasına yol açtı.

Körfez’deki Arap hükümetleri uzun süredir devam eden İran tehdidine ek terörizmin tırmanması, aşırıcılık, deniz korsanlığı ve sınırlarına yakın milislerin çoğalması gibi yeni zorluklarla karşılaştı.

Dahası, ABD’nin Orta Doğu’daki azalan müdahalesi bölgesel bir boşluğa neden olurken Arap ayaklanmaları KİK ülkeleri arasında farklı tutumlara yol açıyordu.

Bu da her biri farklı dış politikalar izleyen ve bölgedeki askeri angajmanlarını genişleten İran, İsrail ve Türkiye gibi kilit güçler arasında nüfuz için yoğun bir rekabeti körükledi.

Rusya askeri varlığını ve müdahalesini artırırken, Çin ve Hindistan ekonomik varlıklarını güçlendirdi.

Körfez’de güvenin azalması

Tüm bu gelişmeler, KİK devletlerinin güvenliklerinin ana teminatçısı olarak Washington’a duyduğu güvenin eşi benzeri görülmemiş bir şekilde azalmasına neden oldu. Özellikle 2009-2017 yılları arasında Barack Obama ve 2017’den 2021’e kadar Donald Trump yönetimleri sırasında ABD politikasında yaşanan önemli gelişmeler ve çeşitli değişiklikler bu güven kaybına katkıda bulundu.

Körfez Arap devletlerinin artan tehditlerle birlikte azalan ABD güvenlik taahhütleri arasındaki uçurumu kapatmak için yeni yöntemler keşfetmesi gerekli görünüyordu.

Buna karşılık KİK ülkeleri geleneksel olmayan dış politikalar ve askeri faaliyetler benimsemeye başladı. ABD bu gelişmeyi, yüklerini hafifletmek ve KİK arasında kolektif güvenliği güçlendirmek için olumlu bir araç olarak görmüş olabilir.

Bölgesel çalkantıların yansımaları ve ABD’nin güvenlik taahhütlerindeki azalmayı telafi etme ihtiyacı Körfez Arap ülkelerini, stratejilerini üç düzeyde değiştirmeye itti: silah tedarik kaynaklarını, ortaklıkları ve ittifakları çeşitlendirmek.

Her ne kadar ABD Körfez’deki en önemli güvenlik aktörü olmaya devam etse de çeşitlendirme stratejileri hem bölgede bulunan hem de yeni giren Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye gibi bölgesel ve uluslararası aktörlerin bölgeye müdahil olmasına kapı açtı.

Artık Körfez’de çok kutuplu bir güvenlik söz konusu ve bu da bölgedeki güç dengesinin geleceği ve bölgeye yeni giren aktörlerin potansiyel rolleri ile ilgili bazı soruları gündeme getiriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Katar Emiri Al Sani nezaretinde Türkiye Cumhuriyeti ile Katar Devleti arasında diplomatik ilişkilerin 50. yıl dönümü dolayısıyla ikili anlaşma imzalandı. Anlaşmaya, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Katarlı mevkidaşı Şeyh Muhammed bin Abdurrahman bin Jassim Al Thani imza attı. 18 Temmuz 2023.

Türkiye’nin istekleri

2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye’de iktidara geldiğinde, Türkiye’nin statüsünü, rolünü ve etkisini hem bölgesel hem de küresel olarak yükseltmeyi amaçlayan çok yönlü yeni bir dış politika benimsedi.

Yeniden şekillendirilen bu dış politika, Türkiye’yi küresel bir oyuncu ve dünyanın ilk on ekonomisinden biri olarak konumlandırmak gibi iddialı bir vizyondan hareketle, kapsamlı bir coğrafya ve tarih anlayışına dayanıyordu.

Bu vizyon stratejik düzeyde değişmeden kalırken, Türkiye’nin dış politikası 2011’deki Arap protestolarının ardından bir dönüşüm geçirdi. Artan bölgesel tehditler Ankara’yı daha iddialı ve kararlı adımlar atmaya, bölgede daha büyük bir güvenlik rolü üstlenmeye ve yurtdışındaki doğrudan askeri varlığını genişletmeye zorladı.

Türkiye’nin Körfez bölgesinde daha büyük bir güvenlik rolü üstlenme arzusu, Türkiye dışında türünün ilk örneği olan Katar’daki Türk askeri üssünün kurulmasıyla belirginleşti.

Çalkantılı dönemler

Bu hırs, Türkiye ve Katar’ın ikili bir savunma anlaşması imzaladığı en az 2014 yılına kadar geri götürülebilir. Türkiye 2015 yılında Tarık bin Ziyad üssüne bazı güçlerini konuşlandırdı. Birçok uzman ve gözlemci bu hamleyi bir dayanışma göstergesi olarak görürken, Türkiye’nin Katar Büyükelçisi Ahmet Demirok üssün eğitim ve ortak tehditlere karşı koyma gibi birçok amaca hizmet ettiğini doğruladı.

Nisan 2016’da Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu üssün geniş misyonunu açıklayarak Katar’ın güvenliğiyle ilişkisini ve Türkiye’nin Körfez’in istikrarı ve güvenliğine katkıda bulunma hedefini vurguladı.

2017’deki Körfez krizi sırasında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Mısır Katar’a uygulanan ablukanın kaldırılması için 13 talep sunarken, bu taleplerden biri de Katar’daki Türk askeri üssünün derhal kapatılması ve Türkiye ile askeri iş birliğinin sonlandırılmasıydı.

Ankara, üssün tüm Körfez bölgesi için bir güvenlik garantörü olarak hizmet verdiğini ve herhangi bir Körfez ülkesine yönelik olmadığını ileri sürerek bu talebi reddetti.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Haziran 2017’de Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında Bahreyn Dışişleri Bakanı ile görüşerek bu mesajı iletmiş ve Türkiye’nin öncelikli olarak Körfez’in güvenlik ve istikrarına bağlı olduğunu vurgulamıştı

Eski Savunma Bakanı Fikri Işık da Körfez’deki barışın Orta Doğu’daki genel istikrar için önemini vurgulamış ve Katar’da görev yapan Türk askerlerine seslenerek varlıklarının sadece Katar’da değil Körfez bölgesinde de barış ve istikrara katkıda bulunduğu mesajını vermişti.

Türk yetkililerin Körfez güvenliğine ilişkin bu açıklamaları Ankara’nın Körfez bölgesinde güvenlik ortağı olma arzusunun açık bir kanıtı.

Ayrıca, Katar’daki Türk askeri üssünün, bazı acil ve geçici güvenlik gelişmelerine bir yanıt olmadığını, aksine yıllar önce yapılmış rasyonel ve stratejik bir tercih olduğunu vurguluyorlar.

Bazıları bu açıklamaları o dönemdeki krize bağlasa da Türkiye’nin Körfez güvenliği konusundaki pozisyonu ve Katar’a yönelik ablukayı sona erdiren ve daha geniş bir bölgesel uzlaşmanın önünü açan Ocak 2021’deki el-Ula Anlaşması’nın ardından Ankara’nın Körfez güvenliğinde daha büyük bir rol oynamaya hazır olması sistematik olarak incelendiğinde bunun aksi görülüyor.

Şubat 2022’de BAE’nin Gulf Times gazetesinde yayımlanan bir makalesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Körfez bölgesindeki tüm kardeş ülkelerin güvenlik ve istikrarını kendimizinkinden ayrı görmüyoruz” ifadesini kullanmıştı.

Değişen strateji

Suriye krizi Türkiye’nin stratejik değişimine katkıda bulundu. ABD’nin başını çektiği Batılı müttefiklerin Esad rejimine yönelik tereddütlü tutumunu, Suriye’nin kuzeyinde Suriyeli Kürt milislerin yükselişini, Batı’nın Kürt Halk Savunma Birlikleri’ne (YPG) verdiği desteği ve Rusya’nın Suriye’deki çatışmalara askeri müdahalesini gördü.

Ankara, durumun aciliyetinin ve yalnızca dış aktörlere bel bağlamak yerine proaktif önlemler alma ihtiyacının farkına vardı.

Sonuç olarak, Türkiye’nin dış politikası karşılıklı bağımlılığı kabul eden, arabulucu ve bütünleştirici rolünü arayan bir politikadan, kararlı bir diplomatik yaklaşım ve gerektiğinde askeri müdahaleye hazır, kendi kendine yeterliliğe öncelik veren bir alternatife dönüştü.

2016’daki darbe- geniş kapsamlı sonuçlar

Türkiye’de 2016 yılında yaşanan darbe girişiminin yanı sıra 2017 anayasa referandumu ve 2018 seçimleri gibi dönüm noktaları ülkenin siyasi manzarası üzerinde geniş kapsamlı sonuçlar doğurdu.

Bu olaylar, önemli yürütme yetkilerine sahip bir başkanlık sisteminin kurulması ve karar alma süreçlerinde merkezileşmenin artmasıyla sonuçlandı. Bu büyük siyasi dönüşüm, daha kendinden emin bir dış politika perspektifinin oluşturulmasında ve küresel sahnede stratejik bağımsızlığın peşinde koşulmasında önemli rol oynadı.

Orta Doğu’da ortaya çıkan güç boşluğu, Türkiye’nin aşırıcılık, terörizm ve vekalet savaşları yoluyla Batı müdahalelerinin yükselişiyle karşı karşıya kalması nedeniyle Ankara’yı bölgede kendi gücünü ortaya koyma motivasyonuyla baş başa bıraktı.

Türkiye, bölgesel sınırlarının ötesinde askeri operasyonlar, yabancı topraklarda askeri konuşlanmalar, ileri askeri üsler ve Levant, Körfez, Afrika Boynuzu, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz ve Güney Kafkasya gibi kritik bölgesel alanlarda kara, deniz ve hava yeteneklerini sergilemek gibi çeşitli yollarla gücünü göstermeye başladı.

Yerli savunma

Ankara aynı zamanda kendi savunma sektörünü de geliştirerek, 18 yıldan kısa bir sürede savunma alanında dışa bağımlılığını yaklaşık %70’ten %30’a düşürdü.

2016-2020 yılları arasındaki dört yıllık dönemde ithal edilen silahlar 2011-2015 yıllarına kıyasla %59 oranında azalırken, ABD silahlarının Ankara’ya transferinde %81 oranında önemli bir düşüş yaşandı.

Türkiye’nin savunma ve havacılık sanayilerindeki satışlar 2002’de 1 milyar dolar iken 2020’de 11 milyar doların üzerine çıktı. Aynı dönemde ihracat da 248 milyon dolardan 4 milyar dolara ulaştı.

Bu büyümenin ölçeği, hızı ve Türkiye’nin sektördeki yeteneklerinin giderek daha sofistike hale gelmesi, Ankara’da Türkiye’nin tehditlere karşı koymada, yeni güvenlik ortaklıkları kurmada, savunma ihracatını artırmada ve Orta Doğu’da barış, güvenlik ve istikrarı korumada lider bir güvenlik rolü oynayabileceğine dair güvene yol açtı.

Körfez bölgesindeki bölgesel ve uluslararası siyasetin doğası gereği üç KİK ülkesi 2016-2020 yılları arasında en büyük 10 silah ithalatçısı arasında yer alıyor. Suudi Arabistan ilk sırada yer alırken, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri sırasıyla sekizinci ve dokuzuncu sırada.

2011-2016 yılları arasında KİK ülkelerinin Ankara ile savunma ve askeri ilişkilerini geliştirmeye ilgileri arttı bu da Türkiye’nin büyüyen yerli savunma sanayi yeteneklerinin Körfez ülkelerinin büyük savunma bütçeleri ve silah ithal etme istekleriyle bütünleşmesine yol açtı.

Türk silahlarına yönelik bölgesel talep

Türkiye ve KİK ülkeleri birçok anlaşma imzaladı ve Ankara, Körfez Arap ülkelerine yaptığı savunma ihracatını önemli ölçüde artırdı.

Bu dönemde, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, Türkiye’nin Körfez bölgesine yaptığı savunma ihracatı açısından sırasıyla ikinci ve üçüncü sırada yer alan önemli ortaklar olarak ortaya çıktı. Bu iki ülkenin her biri, Türkiye’nin Körfez bölgesine yaptığı savunma ihracatının yaklaşık %20’sini oluşturdu.

Katar ve Türkiye, 2014 yılında Katar topraklarında Türk kuvvetlerine ev sahipliği yapacak bir askeri üssün kurulmasını da içeren ilişkilerini derinleştirdi.

2017-2021 yılları arasında Türkiye’nin toplam silah ihracatının %16’sını yaptığı ülke olarak Umman, en büyük Türk silah alıcısı oldu. Türkiye’nin silah ihracatının %14’lük payı olan Katar ise üçüncü sırada yer aldı. Bu rakamlar, özellikle Türkiye’nin yerli savunma sanayisini geliştirme konusundaki hızlı temposunu sürdürmesi halinde, gelecekte daha fazla iş birliği potansiyeli olduğunu gösteriyor.

El-Ula anlaşması ilişkileri yeniden rayına oturttu

Türkiye ile bazı Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri arasındaki ilişkiler 2017-2020 yılları arasında zorluklar, gerilemeler ve hatta krizlerle karşılaştı.

Ancak 2021 yılında Suudi Arabistan ve Katar’ın başını çektiği bir grup ülke arasında varılan ve 2017’deki Körfez krizini sona erdiren el-Ula anlaşması, bir yandan Birleşik Arap Emirlikleri ile Türkiye arasındaki, diğer yandan da Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin önünü açtı.

Bu olumlu gelişme, Türkiye ile bazı KİK ülkeleri arasındaki kırılmaların ve anlaşmazlıkların, farklı ülkeler arasında iş birliği ve koordinasyon gerektiren ortak çıkarlarından ve bölgesel stratejik zorunluluklardan daha ağır basmadığını gösterdi.

Deneyimler, Körfez ülkelerinin, Türkiye’nin Körfez’de gelişmiş bir güvenlik rolü oynama arzusu da dahil dış politika konularında genellikle hemfikir olmadıklarını gösteriyor.

Farklılıklar devam ediyor

Sonuç olarak, bu ülkelerin Türkiye’ye yönelik tutumları koşullara ve zamanlamaya bağlı olarak değişecek. Türkiye 2014’ten bu yana Katar ile nitelikli bir ilişkiye sahip ve bu durum Katar’ı Türkiye’nin Körfez’de daha önemli bir rol oynamasını destekler hale getirirken Kuveyt ve Umman’ın kabulü şu temel koşullara bağlı:

  • Türkiye ile mevcut ilişkilerin gelecekte de aynı yörüngede devam etmesi.
  • Türkiye ile ABD arasında büyük çelişkiler olmaması.
  • Suudi Arabistan Krallığı’nın açık ve ilkeli itirazlarından kaçınılması.

Bu koşullara ek, Ankara’nın bölgesel rakiplerinden biri olarak görülen Tahran ile ilişkilerinin niteliği ve kapsamı göz önüne alındığında, Umman’ın İran’a yönelik özel tutumu da dikkate alınmalı.

Yabancı askeri üsler- bir güç göstergesi mi yoksa zayıflık mı?

Her iki ülkenin de Ankara ile iyi ilişkileri olmasına rağmen hem Kuveyt hem de Muskat kendi güvenlikleri için ek garantör olarak Birleşik Krallık’a başvurmayı tercih ediyor.

Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’a gelince, Suudi Arabistan’ın uluslararası sahnedeki ileri konumu ve küresel güçlerle kurduğu stratejik ilişkiler gibi faktörler göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin güvenlik rolünün artırılmasını kabul etmek daha hassas ve duruma göre değerlendirmeyi gerektiriyor. Türkiye’nin İran’a yönelik tutumları da dikkate alınmalı.

Ancak Abu Dabi, en azından teorik olarak, ideolojik kaygıların olmamasının yanı sıra güven artırıcı önlemler alınması koşuluyla, Türkiye’nin Körfez’e daha fazla güvenlik katılımı fikrine daha açık görünüyor.

Birleşik Arap Emirlikleri yabancı üsleri bir güç olarak algılarken, Suudi Arabistan bunları yöneticilerinin meşruiyetine zarar veren bir zayıflık işareti olarak görüyor.

Bu farklılıklara rağmen Birleşik Arap Emirlikleri ABD, İngiltere, Fransa, Avustralya ve İtalya’dan askerleri barındıran çok sayıda yabancı üsse ev sahipliği yapıyor. Ancak bu üslerin varlığı Türkiye’nin olası müdahalesine ilişkin endişelere yol açabilir.

Türkiye ve İran: İş birliği yapan rakipler

Türkiye’nin bölgedeki tarihi rakibi İran’a gelince, iki ülke son zamanlarda bazı bölgesel konularda iş birliği yapmayı başardı. Ancak diğer pek çok konuda da kendilerini çatışan pozisyonlarda buldular.

2017’deki Körfez krizi, Ankara’yı Katar’a ablukayı aşmasında yardımcı olması için İran’a yaklaşmaya zorlarken, Tahran Türkiye’nin Katar ve Körfez’de daha büyük bir ekonomik ya da güvenlik rolü üstlenmesine olumlu bakmayabilir.

Katar ile Körfez krizinin ilk aşamalarında İranlı yetkililer, bürokratik prosedürleri gerekçe göstererek Katar’a gıda ve mal taşıyan Türk tırlarının geçişini engelledi.

Bu durum, üç ülke -Türkiye, Katar ve İran- Ağustos 2017’de sözlü bir anlaşmaya varana ve daha sonra Kasım 2017’de resmileşene kadar devam etti. Bununla birlikte İran, Türkiye’nin Katar’daki doğrudan askeri varlığını kabul etmedi ve Türk uçaklarının Doha’da konuşlandırılması ihtimaline ilişkin endişelerini dile getirdi.

Türkiye ve İran arasındaki bu karmaşık ilişkinin tezahürleri, diğer alanların yanı sıra Irak, Suriye, Güney Kafkasya ve Orta Asya’da açıkça görülebilir.

İran’ın Orta Doğu’da Türkiye’ye yönelik stratejisi, Ankara’nın Körfez bölgesine erişimini engelleyerek kara yollarını kesmek ve kendi nüfuzunu Irak ve Suriye üzerinden Lübnan’a kadar uzatmak üzerine kurulu ve burada Türkiye’nin çabalarına karşı koymak için büyük yatırımlar yapıyor.

Dönüşüm, hırs ve iyi bir itibar

Türkiye’nin Körfez’de güvenlik sağlayıcı rolü son on yılda dönüştürücü bir boyuta ulaştı.

Bu süreç, İran ve KİK ülkeleriyle değişen ilişkilerin yanı sıra Washington’un küresel önceliklerindeki değişimleri de takip etti.

Aynı zamanda Türkiye’nin bağımsız dış politikası, yerli savunma sanayisinin yükselişi ve proaktif savunma politikası, Ankara’daki karar alıcıları Körfez’de daha aktif bir rol üstlenme konusunda cesaretlendirdi.

Ancak tüm bunlar bazı çevrelerde Türkiye’nin kabiliyetleri konusunda soru işaretleri yarattı.

Türkiye’nin böyle bir rolü ne ölçüde yerine getirebileceği, Körfez’in güvenlik meselelerine arzu edilen müdahalenin özel niteliğine ve kapsamına bağlı. Dahası, yerleşik bölgesel ve dış güçlerin tercihlerinin yanı sıra yeni ortaya çıkan güçlerin çıkarları da Türkiye’nin bölgedeki hedeflerine potansiyel olarak zorluk çıkarabilir.

Son derece değişken ve istikrarsız bir bölgede geleceği tahmin etmek doğası gereği zor. Ancak bazı eğilimler kalıcı.

ABD bölgeden çekildikçe ve Türkiye’nin savunma sanayinde kayda değer bir ilerleme kaydederken bölgedeki ağırlığının artması, Ankara’ya konumunu güçlendirmek ve daha güçlü bir güvenlik rolü aramak için fırsat yaratmış olacak.

Bununla birlikte, iç, bölgesel ve uluslararası dinamikleri göz önünde bulundurmak her zaman önemli. Türkiye, Körfez bölgesinde gelişmiş bir güvenlik rolü elde etmek istiyorsa iç politikasında istikrarı sağlamalı, ekonomik gücünü ve Körfez ülkeleriyle ticari ilişkilerini önemli ölçüde artırmalı.

Türkiye’nin Körfez’e coğrafi yakınlığı ve savunma teknolojisini paylaşmaya istekli olması bu konuda yardımcı olacaktır. Ayrıca 2017’de Körfez’de, 2019’da Kuzey Afrika’da ve 2020’de Levant ve Güney Kafkasya’da kurulan çeşitli jeopolitik alanlarda güvenilir, kararlı, inanılır ve yetenekli bir ortak olarak itibar kazandı.

Bu da potansiyel müttefiklerin gözünde olumlu görüldüğü ve Körfez bölgesinde olası güvenlik rolüne doğru ilerlemesine katkıda bulunduğu anlamına geliyor.

DİPLOMASİ

Polonya medyası: Belarus, ticaret önlemlerinden endişeli

Yayınlanma

Polonya basınında yer alan haberlere göre Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko, Polonya’nın Belarus’tan mal akışını yavaşlatmak için uygulamaya koyduğu yeni derinlemesine kontrollerle nasıl başa çıkılacağını görüşmek üzere hükümete yakın toplantılar yaptı.

Dziennik Gazeta Prawnanın (DGP) haberine göre Varşova yeni önlemle Belarus’un mali durumuna darbe vurmayı ve en büyük demiryolu geçidinden ülkeye giren malların kaçakçılığını engellemeyi amaçlıyor.

Gazetenin çarşamba günkü haberine göre, Polonya’ya giren her mal sevkiyatı detaylı bir kontrole tabi tutulacak ve bu da Belarus’tan gelen mal akışını yavaşlatacak ve birçok suiistimali ortaya çıkarabilecek.

DGP’ye konuşan Belarus’un eski Polonya Büyükelçisi ve şimdi Lukaşenko muhalifi Pavel Latuşka, “Bildiğimiz kadarıyla Lukaşenko konuyla ilgili iki kapalı (hükümet) toplantısı ve bir Güvenlik Konseyi toplantısı yaptı,” iddiasında bulundu.

Latuşka, Litvanya ve Letonya’nın da aynı şeyi yapması halinde, Belarus ile AB arasındaki mal akışının engelleneceğini ve bunun da Lukaşenko’nun farkında olduğu ciddi iktisadi sonuçları olacağını sözlerine ekledi.

Çin’in de, Polonya-Belarus sınırındaki kontrollerin Uzak Doğu’dan AB’ye mal akışını yavaşlatacağı için Belarus hükümetine baskı yaptığı öne sürülüyor.

Latuşka’ya göre Pekin iki kez Lukaşenko’dan Polonya sınırında neler olduğunu açıklamasını istedi. Eski diplomat, Lukaşenko’yu da sınır kaçakçılarından rüşvet almakla suçladı.

Göç tartışması sürüyor: Belarus’tan geri adım yok

Polonya 2021’den bu yana doğu sınırında ciddi bir göçmen baskısıyla karşı karşıya ve hem Varşova hem de Brüksel bunu Minsk ve Kremlin’in “hibrid faaliyetlerinin” bir unsuru olarak görüyor.

Geçtiğimiz hafta Polonya ve Baltık ülkeleri, Belarus ve Rusya’dan gelebilecek hibrid tehditler de dâhil olmak üzere tehditlere karşı AB’nin doğu kanadında yeni bir savunma hattı oluşturulması çağrısında bulundu.

Fakat AB liderleri bu tür projelerin AB tarafından finanse edilip edilmemesi konusunda bölünmüş durumda: Berlin ve Lahey, bloğun savunma girişimlerini finanse etmek için Eurobond kullanılması fikrine karşı çıkıyor.

Çin resmi olarak Varşova ve Minsk’in göç meselesini ikili görüşmeler yoluyla çözmeye çalışmasını önerdi ki iki ülke arasındaki ilişkilerdeki soğukluk göz önüne alındığında bu pek olası görünmüyor.

Salı günü Lukaşenko geri adım atmayacağını ve göçmenleri AB sınırından uzak tutmayacağını açıkladı.

Rus yayın kuruluşu NTV’nin aktardığına göre Lukaşenko, “Sınır muhafızlarına ve diğer sivillere Belarus ve Polonya sınırında Avrupa Birliği’ni koruma emri verme gibi bir niyetim yok,” dedi.

Belaruslu lider, Avrupa Birliği’ne hitaben, “Boynumuza bir ilmik (yaptırım) geçirdiniz ve hâlâ bizi sizi bu zavallı adamlardan korumaya zorluyorsunuz,” ifadelerini kullandı.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Putin: Güvenliği korumak ŞİÖ’nün ana görevlerinden biri

Yayınlanma

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Astana’da düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirvesi kapsamındaki Devlet Başkanları Konseyi toplantısında yaptığı konuşmada gündemi ve zirveyi değerlendirdi.

RİA Novosti‘nin haberine göre Putin, “Hepinize ve tabii ki Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Grigoryeviç Lukaşenko’ya Belarus Cumhuriyeti’nin ŞİÖ’nün resmi üyeliğine kabul edilmesine ilişkin prosedürün tamamlanması dolayısıyla hoş geldiniz demek istiyorum,” dedi.

Günün erken saatlerinde Kazakistan Devlet Başkanı Kasım Cömert Tokayev, zirvede Belarus’un ŞİÖ üyeliğine resmen kabul edildiğini bildirmişti.

Belarus resmen ŞİÖ’ye katıldı

‘ŞİÖ’deki yakın ekonomik bağlar tüm katılımcılara bariz kazanımlar getiriyor’

ŞİÖ’deki yakın ekonomik bağların tüm katılımcılara bariz kazanımlar getirdiğini kaydeden Putin, “Yakın ekonomik bağlar tüm katılımcılara bariz kazanımlar getiriyor. Gerçekler kendini ispat ediyor. Nitekim geçen yıl örgütümüze üye ülkelerin ortalama GSYİH büyümesi yüzde 5’in üzerinde, sanayi üretimi yüzde 4,5, enflasyon oranı ise sadece yüzde 2,4 olarak gerçekleşti. Aynı zamanda Rusya’nın ŞİÖ ülkeleriyle ticareti dörtte bir oranında arttı,” ifadelerini kullandı.

Putin, ŞİÖ’nün stratejisinin 2035 yılına kadar geliştirilmesine ilişkin karar taslağının sadece siyaset ve güvenlik alanında değil ekonomi, enerji, tarım, yüksek teknolojiler ve inovasyon alanlarında da işbirliğinin daha da derinleştirilmesine yönelik beklentileri ortaya koyduğunu da sözlerine ekledi.

‘Rusya’nın ŞİÖ ülkeleri ile işlemlerinde ulusal para birimlerinin payı yüzde 92’yi aştı’

Putin, ŞİÖ ülkelerinin karşılıklı ödemelerde ulusal para birimlerinin kullanımını arttırdığını, Rusya’nın örgüt katılımcılarıyla yaptığı ticari işlemlerdeki payının 2024 yılının ilk dört ayında yüzde 92’yi aştığını belirtti.

Devlet Başkanı, “Ülkelerimiz karşılıklı ödemelerde ulusal para birimlerinin kullanımını arttırıyor. Örneğin, bu yılın ilk dört ayında Rusya’nın örgüt katılımcılarıyla yaptığı ticari işlemlerdeki payı yüzde 92’yi aşmış durumda,” diye konuştu.

‘Güvenliği korumak ŞİÖ’nün ana görevlerinden biri’

Ayrıca Putin, üye ülkelerin güvenliğinin ŞİÖ’nün çalışmalarında öncelik olmaya devam ettiğini ve örgütün bölgesel terörle mücadele yapısının bu görevi yerine getirecek şekilde dönüştürüleceğini vurguladı.

Putin, “Elbette ŞİÖ’nün faaliyetlerindeki önceliklerden biri de dış sınırların çevresi boyunca devlet katılımcılarının güvenliğinin sağlanması oldu ve olmaya devam ediyor. Bugün ŞİÖ’nün bölgesel terörle mücadele yapısının tüm güvenlik tehditlerine yanıt verecek evrensel bir merkeze dönüştürülmesi ve Duşanbe’de bir uyuşturucuyla mücadele merkezinin kurulmasına ilişkin alınan kararlar da tam olarak bunu ifade ediyor,” değerlendirmesini yaptı.

Rusya lideri, ŞİÖ ülkelerinde ayrılıkçılık ve aşırıcılıkla mücadelenin, örgütün Kazakistan’daki zirvesinde kabul edilen bu alandaki işbirliği programıyla da kolaylaştırılacağına dikkat çekti.

ŞİÖ’nün kritik gündemi ‘güvenlik’ olacak

‘Moskova, ŞİÖ bünyesinde ortaklığa önem veriyor’

Ülkesinin ŞİÖ bünyesindeki ortaklık işbirliğine önem verdiğini ve bu işbirliğinin eşitlik ve çıkarların gözetilmesi ilkeleri temelinde geliştiğini dile getiren Putin, şöyle devam etti.

“Rusya, ŞİÖ bünyesindeki ortaklık işbirliğine önem veriyor. Bu işbirliğinin eşitlik, birbirinin çıkarlarını göz önünde bulundurma, kültür ve medeniyet çeşitliliğine saygı ve acil güvenlik sorunlarına ortak çözümler arama ilkeleri temelinde istikrarlı bir şekilde gelişmeye devam ettiğini görmekten memnuniyet duyuyoruz.”

Kazakistanlı meslektaşlarının aktif katılımı sayesinde ‘mevcut konseyde onaylanmak üzere gerçekten sağlam bir belge ve karar paketi hazırlandığını’ da sözlerine ekleyen Putin, “Bunların uygulanması şüphesiz ŞİÖ’nün rolünün ve etkisinin güçlendirilmesine katkıda bulunacaktır. ŞİÖ ülkelerinin küresel ve bölgesel gündemin kilit yönlerine ilişkin yaklaşımları, zirvede onaylanmak üzere sunulan Astana Deklarasyonu’nda yansıtılıyor. Deklarasyon, ayrıca tüm ŞİÖ katılımcılarının Birleşmiş Milletler’in merkezi rolüne, uluslararası hukuka ve egemen devletlerin karşılıklı fayda sağlayan ortaklık arzusuna dayanan çok kutuplu adil bir dünya düzeninin oluşturulmasına olan bağlılığını vurguluyor,” diye konuştu.

‘ŞİÖ-Afganistan temas grubunun çalışmalarına yeniden başlama fikrini destekliyoruz’

Öte yandna Putin, ülkesinin ŞİÖ-Afganistan temas grubunun çalışmalarına yeniden başlama fikrini desteklediğini ve bunun ülkedeki durumun daha da normalleşmesine yardımcı olacağını belirtti.

Rusya lideri, “ŞİÖ’nün geleneksel olarak Afganistan sorunlarıyla yakından ilgilenmesini doğru buluyoruz. ŞİÖ-Afganistan temas grubunun faaliyetlerine yeniden başlaması fikrini destekliyoruz. Bunun bu ülkedeki durumun daha da normalleşmesine katkıda bulunacağını düşünüyoruz,” ifadesini kullandı.

Lavrov: Taliban, Afganistan’da gerçek güç

‘Avrasya’daki potansiyel çatışma yuvalarının yayılması kaos getirecek’

Bununla beraber Putin, Avrasya kıtasında potansiyel çatışma yuvalarının bulunduğunu ve bunların yayılmasının kaos ve istikrarsızlık getireceğini vurguladı.

Putin, “Ne yazık ki Avrasya kıtasında, Büyük Avrasya’da, yayılması kaos ve istikrarsızlıkla dolu başka potansiyel çatışma yuvaları da var. Bunların başında elbette Orta Doğu ve özellikle de Gazze Şeridi’ndeki durum geliyor,” diye ekledi.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Belarus resmen ŞİÖ’ye katıldı

Yayınlanma

Belarus’un Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) resmen üye olduğu ve ülkenin uluslararası örgüte kabulüne ilişkin belgelerin Astana’da düzenlenen zirvede imzalandığı bildirildi.

Kazakistan Devlet Başkanı Kasım Cömert Tokayev, örgütün zirvesinde Belarus’un resmen üyeliğe kabul edildiğini duyurdu.

Rusya Devlet Başkanlığı Milletlerarası İlişkiler Konseyi üyesi ve siyaset bilimci Bogdan Bezpalko, RİA Novosti‘ye verdiği demeçte, Belarus’un ŞİÖ’ye katılmasının Belarus’un dünya arenasındaki statüsünü yükselteceğini, zira örgütün büyük Batılı örgütlerin alternatiflerinden biri olduğunu, özellikle de dünya gelişiminin merkezinin Asya’ya kaymakta olduğunu söyledi.

Bezpalko, “Bu adım Belarus’un statüsünü yükseltiyor. ŞİÖ başlangıçta Asya-Pasifik bölgesinin güvenliği için kurulmuştu, ancak giderek Batılı örgütlere bir alternatif haline geldi. Kalkınma artık Güneydoğu Asya bölgesine kaydığı için pek çok ülke örgüte katılmaya çalışıyor,” ifadelerini kullandı.

Minsk’in tam üyeliği uzun zamandır istediğini vurgulayan Bezpalko, “Belarus’un ŞİÖ’ye katılımı esas olarak kendisi için önemli. ŞİÖ için bu bir kazanım, Çin için ise Avrupa’ya, Avrupa pazarlarına yaklaşma, üretimi Avrupa Birliği’ne yakınlaştırma anlamına geliyor,” değerlendirmesini yaptı.

ŞİÖ zirvesi 3-4 Temmuz tarihlerinde Astana’da gerçekleştiriliyor. Zirveye Rusya, Azerbaycan, Belarus, Hindistan, İran, Kazakistan, Katar, Kırgızistan, Çin, Moğolistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan, Tacikistan, Türkmenistan, Türkiye, Katar ve Özbekistan liderleri katılıyor.

Zirvede ŞİÖ Genel Sekreteri Zhang Ming ve BM Genel Sekreteri António Guterres de yer alıyor.

ŞİÖ’nün kritik gündemi ‘güvenlik’ olacak

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English