DÜNYA BASINI
Maden zengini ülkeler neden Körfez yatırımlarını tercih ediyor?
Yayınlanma
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, yenilenebilir enerjiye geçiş sürecinde ekonomilerini çeşitlendirmek isteyen petrol zengini Körfez ülkelerinin küresel madencilik yarışına nasıl ve hangi araçlarla dahil olduğuna odaklanıyor. Makale, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği Körfez yatırımcıları Afrika, Asya ve Latin Amerika’da peş peşe anlaşmalar imzalarken sektörde bu ülkelerin ellerini güçlendiren kozlara ve kaynak zengini ülkelerin bu yatırımlara dair endişelerine de dikkat çekiyor.
***
Körfez ülkeleri madenciliğe yatırımı nasıl yapıyor?
Ekonomilerini fosil yakıtların ötesinde çeşitlendirmek isteyen Orta Doğulu güçler, temiz enerji üretmek için gereken kaynaklara yatırım yapıyor
Harry Dempsey ve Chloe Cornish
2023 yazında, Zambiya hükümeti için çalışan Rothschild bankacıları, değerli bir bakır madeni için kısa bir alıcı listesini sonuçlandırmaya yakındı.
Daha önce kaynak devi Glencore’a ait olan sorunlu ama az bulunan bir servet olan Mopani, geleceğin temiz enerji teknolojileri için hayati önem taşıyan metale erişim elde etmek isteyen madencilik dünyasının büyük isimlerinden yüz milyonlarca dolar değerinde teklifler almıştı.
Liste Çinli Zijin Mining ve Güney Afrikalı derin kazı uzmanı Sibanye-Stillwater’a kadar daraltılmıştı ki birdenbire üçüncü bir rakip ortaya çıktı: Birleşik Arap Emirlikleri’nden International Resources Holding (IRH) adlı duyulmamış bir şirket.
Ancak perde arkasında IRH’nin ana şirketi, güçlü Abu Dabi kraliyet ailesinden Şeyh Tahnoun bin Zayed el-Nahyan’ın 240 milyar dolarlık iş imparatorluğu olan International Holding Company (IHC), yaklaşık iki yıldır Zambiya hükümetinin en üst kademelerine kur yapıyordu.
Aralık ayına gelindiğinde IRH, madenin yüzde 51 hissesini 1,1 milyar dolara satın almayı kabul etti ve bir gecede sektörün on yıllardır en hızlı hareket eden yeni oyuncusu haline geldi. Gelişmekte olan ilişkiyi geliştirmekle görevlendirilenler arasında yer alan Zambiyalı bir yetkili, “Öne çıkan şey … madencilik sektörüne yatırım yapma niyetleriydi” diyor: “Kolaylaştırabildikleri şeyler açısından çok üstündüler.”
Mart sonunda tamamlanan Mopani anlaşması, küresel madencilik sektörünü kasıp kavuran yeni bir güce işaret ediyor. Ekonomilerini fosil yakıtların ötesinde çeşitlendirmek isteyen Körfez ülkeleri, petro-dolarlarını enerji nakil hatları, elektrikli arabalar ve yenilenebilir enerjide kullanılan bakır, nikel ve diğer madenleri güvence altına almaya yönlendiriyor.
BAE’nin ötesinde, madenciliğin ekonomisine katkısını 2035 yılına kadar 17 milyar dolardan 75 milyar dolara çıkarmak isteyen Suudi Arabistan öne çıkıyor. Umman ise Kamerun’dan demir cevheri kullanmayı planlayan dünyanın en büyük yeşil çelik tesisinin inşaatına başlarken, doğal gaz zengini devletin varlık fonu olan Katar Yatırım Otoritesi şu anda Glencore’un en büyük ikinci hissedarı konumunda.
Körfez ülkeleriyle çalışan bir madencilik danışmanlık şirketi olan Dragoman’ın genel müdürü Tom Harley, “Bölge, büyük bir madencilik endüstrisi yaratmak için büyük bir potansiyele sahip” diyor: “Suudiler gözle görülür derecede hırslı: hedeflediklerinin yüzde 60’ını elde etseler bile, bu muazzam olacaktır.”
Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki kaynak zengini ülkeler için, bu orta güçlerin kritik maden savaş alanına girmesi, Batı sömürgeciliği ya da Çin borcu tarafından desteklenen onlarca yıllık sömürücü düzenlemelere hoş bir alternatif. Zambiya Devlet Başkanı Hakainde Hichilema Mart ayında Financial Times’a verdiği demeçte “risk yönetiminin ne olduğunu bilen herkes yumurtalarımızı tek bir sepete koymadığımızı görmek ister” demişti.
Bu ülkeler, Körfez ülkelerine satış yapmanın, ekonomilerini canlandırmak için ihtiyaç duyduğu bakır, demir cevheri ve lityum kaynakları konusunda ABD ile Çin arasında yaşanan gerilimi önlemeye yardımcı olabileceğine inanıyor. Zambiyalı yetkili, “Orta Doğu’dan yatırım almak, şu ya da bu ülkeden yana görünmekten kurtulmayı sağlıyor” diye açıklıyor.
Ancak sektördekiler, Körfez yatırımının riskleri de beraberinde getirdiği konusunda uyarıyor. Madencilik projelerinin ve yerel toplulukların umutsuzca ihtiyaç duyduğu şey daha fazla hesap verebilirlik ve şeffaflık iken, devlet yaptırımları belirsizlik ve karmaşıklık getirebilir.
Buna rağmen Washington, Pekin’in kritik minerallerin işlenmesi üzerindeki tekelini kırmaya yardımcı olduğu için Körfez’in madencilikteki genişleyen rolünü memnuniyetle karşıladı.
Madencilik şirketlerinin ve ticaret kuruluşlarının yöneticilerinin yanı sıra üst düzey bir ABD hükümet yetkilisine göre ABD, Çin’i dışarıda tutmak için batılı şirketlerin girmekte zorlandığı Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi daha riskli bölgelerde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar yatırımlarına aktif olarak aracılık ediyor.
Doğal kaynaklar konusunda ABD-Çin gerilimini aşmak isteyen uluslararası madencilik girişimleri için de Orta Doğu, maden işleme, sermaye ve şirket merkezleri için tarafsız bir alan sunuyor. Çin’in C-One şirketiyle işbirliği yapma planının başarısız olması üzerine Kanada’da siyasi bir fırtınaya yakalanan grafit madencisi SRG Mining, Şubat ayında BAE’ye taşınacağını duyurdu.
Suudi Arabistan’ın geçen yıl 2,6 milyar dolara yüzde 10 hissesini satın aldığı bakır ve nikel üreticisi Vale Base Metals’in başkanı Mark Cutifani, “[Körfez ülkeleri] ABD ve Çin ile açıkça ticaret yapıyor. Kartlar açık” diyor: “Biz Kanada’dan ayrılan, Endonezya’da Çinlilerle ortak girişimde bulunan Brezilyalı bir şirketiz ve Suudilerin bizde yüzde 10 hissesi var. İçinde yaşadığımız dünyanın siyasi karmaşıklığının bir sonraki aşamasına hoş geldiniz.”
Körfez ülkelerinin yılda 400 milyar dolar fosil yakıt geliri elde ettiği, ancak hidrokarbonların kullanımdan kaldırılacağı bir gelecekle karşı karşıya olduğu düşünüldüğünde, madenciliğe yönelmek mantıklı bir adım. Aynı zamanda Suudi Arabistan ve BAE yeni teknolojilere büyük yatırımlar yapıyor ve hammadde kaynaklarına istikrarlı erişime ihtiyaç duyacaklar.
IRH anlaşmasında Zambiya’yı temsil eden hukuk firması Baker McKenzie’nin ortağı Richard Blunt, “Orta Doğu çeşitlenmek istiyor ve ganimet var” diyor: “Hükümetler arası anlaşmalar yapabildikleri ve sabırlı bir sermayeye sahip oldukları ve Çinli veya batılı yatırımcılar arasında seçim yapma konusunda diplomatik zorluklar yaşamadıkları için bu büyük avantaja sahipler.”
Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın Suudi Arabistan ekonomisini modernleştirmeye yönelik ‘Vizyon 2030’u kapsamında madencilik ve maden işleme; petrol, gaz ve petrokimyanın yanında üçüncü endüstriyel ‘direk’ olacak şekilde tasarlandı. Umman Yatırım Otoritesi’nin eski madencilik müdürü Tim Keating, Suudi Arabistan’ın bu hamlesinin ardındaki ana itici gücün “ulus inşası” olduğunu söylüyor.
Suudi Arabistan, devlet madencilik şirketi Ma’aden’in yanı sıra dünyanın en büyük petrol ihracatçısı Saudi Aramco’nun yardımıyla 2,5 milyar dolar olduğunu tahmin ettiği yerli maden varlıklarını işletmeye hazırlanıyor. Ancak keşif çalışmalarının meyvelerini toplamak on yıldan fazla olmasa da yıllar alacak. Çoğunlukla çöl olan ülkede su kıtlığı, az sayıda eğitimli maden mühendisi ve yetersiz yüksek kaliteli maden yatağı gibi engeller var.
Suudi Kamu Yatırım Fonu Başkanı Yasir al-Rumayyan Ocak ayında Riyad’da düzenlenen Future Minerals Forum madencilik konferansında “Şu anda dünyanın en büyük arama programına sahibiz” dedi: “Ancak gelecekteki girişimlerimiz için ihtiyaç duyduğumuz tüm maden türlerine sahip değiliz.”
Bu sorunu çözmek için Krallık, geçen yıl Ma’aden ve Kamu Yatırım Fonu arasında kurulan bir ortak girişim olan Manara Minerals aracılığıyla yurt içinde işlenmek üzere denizaşırı ülkelerden bakır, demir cevheri, lityum ve nikel temin etmeyi hedefliyor. BHP ve Rio Tinto gibi alanında lider şirketler tarafından yürütülen yerleşik operasyonlara yapılan azınlık yatırımları karşılığında metal tedarik etmeyi hedefliyor ki bu model Japon ticaret şirketlerinin onlarca yıldır başarıyla uyguladığı bir model.
Körfez’den gelen nakit para ve siyasi örtü, endüstri devlerinin daha riskli yatırımlar yapmasına olanak tanıyacak. Örneğin, dünyanın ikinci büyük altın üreticisi Barrick Gold, Pakistan’ın batısında, çoğu yatırımcının uzak duracağı türden tehlikeli bir ortamda, isyancılarla boğuşan bir eyalette 7 milyar dolarlık bir bakır projesine Suudi ve Katarlıların ilgisini çekmeye çalışıyor.
Barrick Gold’un CEO’su Mark Bristow, batılı fon yöneticilerinin temettü taleplerinin sektörün büyüme iştahını “kıstığını” ve madencilik sektörünü uzun vadeli finansman konusunda çaresiz bıraktığını söylüyor. Körfez’in katılımı “önümüzü açmamıza yardımcı olacak” diye ekliyor.
Krallık bu tür yatırımlarla kendisini Afrika, Orta Asya ve Güney Asya’yı kapsayan bir “süper bölgenin” merkezinde konumlandırmayı umuyor. Suudi Arabistan Ocak ayında Mısır, Rusya, Fas ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile madencilik projeleri için anlaşmalar imzaladı. Ucuz ve bol enerjisini kullanarak, örneğin Hindistan’da hızla büyüyen tüketici pazarları için çelik veya elektrikli araba gibi ürünler üretmek üzere finansman açlığı çeken kaynak zengini ülkelerden gelen hammaddeleri işleyebilir.
BAE ayrıca madencilik yoluyla stratejik hedeflerini ilerletmeye de hevesli. BAE’nin dış ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Thani bin Ahmed Al Zeyoudi, madenler konusunda “hükümetler arası” angajman peşinde olduklarını ve “Afrika kıtasına çok fazla odaklandıklarını” söylüyor.
Önemli bir değerli metal ticaret merkezi olan Dubai Emirliği, halihazırda, serveti hammedelere sıkı sıkıya bağlı olan Afrika limanlarında ve lojistik ağında geniş bir yere sahip. Dubai hükümetine ait DP World, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ve son olarak Zimbabve ve Zambiya’dan gelen bakır için çok önemli bir nakliye noktası olan Tanzanya’nın Darüsselam kentinde liman imtiyazları kazandı.
“Bu kaynakların çoğu karayla çevrili. Tedarik zincirinin maliyetini düşürmek için büyük bir fırsat var” diyen DP World Sahra Altı Afrika Başkanı Mohammed Akoojee, önümüzdeki üç ila beş yıl içinde terminal işletmesinin kapasitesini, dökme yük taşımacılığını genişletmek de dahil iki katına çıkarmayı umuyor.
Çinliler gibi Körfez ülkeleri de kaynak zengini ülkelere madenciliği merkeze alan bir yatırım paketi vaat ediyor; Zambiya BAE’nin tarım, turizm ve enerjiye yatırım yapmasını bekliyor.
Mopani’deki atık malzemeden bakır işlemek üzere IRH ile ortaklık kuran Londra’da kayıtlı madenci Jubilee Metals’in CEO’su Leon Coetzer, “Madenciliğin yanı sıra altyapı, enerji, sağlık ve lojistik alanlarında yatırımları da içeren konsorsiyumunu bir araya getirebileceklerini” söylüyor. “Bir yatırım ekosistemi” oluşturmanın Afrika ülkeleri için özellikle önemli olduğunu da sözlerine ekliyor.
Ancak Körfez ülkelerinin, Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla geliştirdiği ve küresel güneyde karışık sonuçlar doğuran altyapı için kaynak anlaşmalarını tekrarlayabileceğine dair endişeler var. Pek çok ülke ağır borç yükü altında kaldı ve bazı projeler durdu.
Kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olan Doğal Kaynak Yönetişim Enstitüsü’nde kıdemli ekonomist olan Thomas Scurfield, “IRH anlaşmasının hızı, bu karmaşıklıkların üstesinden gelmek için iyiye işaret değil” diyor: “Çin modeline bir alternatif olması gerekiyordu ama sonuçta pek çok benzerliği olabilir.”
Mopani ocaklarına ve kritik bir izabe tesisine ev sahipliği yapan Mufulira’da eski bir madenci olan Ebrony Peteli, bir zamanlar bölgesel refahı sağlayan ancak tahminlerine göre 1990’lardaki işgücünün üçte biri olan sadece 4.000 kişiyi istihdam eden bir madeni yeniden canlandırmak için yeni yatırımcıların geldiğini duyunca çok sevindi.
IRH’nin henüz 2022 yılında kurulmuş, denenmemiş bir oyuncu olduğunu öğrendikten sonra bu mutluluk yerini şüpheciliğe bıraktı. “Şeffaflık yok” diyor: “Kiminle iş yapıyoruz?”
Onun endişeleri, IRH’de Mopani’den kimin sorumlu olduğunu, yerel taşeronları çalıştırıp çalıştırmayacaklarını ve yıllardır izabe tesisinin kirliliğinden muzdarip olan yerel halkı koruma planlarının ne olduğunu bilmek isteyen Mufulira’daki diğer kişiler tarafından da paylaşılıyor.
IRH dünya çapında muazzam bir büyüme planıyla ilerlerse bu konu daha da acil hale gelecek. IRH’nin FT’ye gönderdiği bir şirket profilinde “Endonezya, Angola, Kenya, Tanzanya, Şili [ve] Peru’da” operasyonlar kurmak istediği belirtiliyor.
IRH, Zambiya’da Mopani madeninin yanı sıra Çinli JCHX Mining’in sahibi olduğu Lubambe bakır madeninin hisseleri için de teklif vermeyi planladığını açıkladı.
IRH’nin stratejisini bilen kaynaklara göre IRH, hükümetin Eylül ayında Hindistan’ın Vedanta’sına geri verdiği Konkola Bakır Madenleri’ndeki çoğunluk hissesini almayı planlıyor. Vedanta çoğunluk sahibi olarak kalmak istediğini ancak yüzde 20 hisseyi satmaya da açık olacağını söyledi. Zambiya hükümeti de KCM’ye üçüncü bir yatırımcıya açık olduğunu söyledi.
Zambiyalı yetkililer, IRH’nin Mopani’yi yeniden canlandırmak için IHC’nin şirketler ağından teknik uzmanlık alabileceğine inanıyor. Ancak yerel bir maden yöneticisi, bir projenin başarısı için çok önemli olan halka iyi ilişkiler kurma konusuna “çok fazla odaklanıldığını görmediklerini” söylüyor. Örneğin Sibanye, endişelerini dinlemek için yerel halka danışıyordu. Yönetici, “Sanırım bu onları yakalayacak” diye ekliyor.
Halkın IRH ile ilgili çekincelerinin altında, şirkete kimlerin yer aldığı, kayıtları ve iş bağlantıları konusunda şeffaf olmaması yatıyor.
Mopani anlaşması tamamlandığında şirket, icra kurulu başkanının BAE’de bir altın rafinerisi olan Auric Hub’ı da işleten Ali Alrashdi olduğunu açıkladı. Konuya aşina olan kişilere göre, IRH’nin çeşitli paydaşlar için yüzü olan Sibtein Alibhai, küresel strateji başkanı. Alibhai daha önce kurumsal kayıtlara ve BM’ye göre, Auric’e Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden altın sevkıyatı sağlayan Abu Dabi merkezli bir altın tüccarı olan Primera Group’un başkanıydı.
Geçen yıl, Primera’ya Kongo Demokratik Cumhuriyeti hükümeti tarafından “zanaatkar” yani elle kazılan tüm altın tedarikleri için 25 yıllık bir tekel verildi. Hükümetin, illegal madencilik gelirlerinin çatışmayı finanse etmesini ve komşu Ruanda’ya girmesini engelleyeceğini söylediği anlaşma uyarınca diğer ihracatçılar yüzde 6 vergi öderken Primera yalnızca yüzde 0,25 vergi ödüyor.
Bu alışılmadık düzenleme tartışmalara yol açtı. Bir BM uzman grubu “Primera’nın yükümlülüklerindeki eksiklikleri” tespit etti, “fiili tekeline” yönelik eleştirileri not etti ve kaçakçılığın devam ettiğini söyledi. Primera Group yorum talebine yanıt vermedi.
IRH’nin 2022 yılında kurulmadan önceki adının “Auric Hub Holdings” olması dikkat çekiciydi. Web sitesinde Demokratik Kongo Cumhuriyeti de dâhil 7 Afrika ülkesinde faaliyet gösterdiği ya da faaliyet göstermeyi planladığı belirtilen IRH, Primera Group’u ya da bünyesindeki diğer şirketleri bünyesine katıp katmadığı konusunda yorum yapmayı reddetti. Bunun yerine IRH yaptığı açıklamada “sürdürülebilir madenciliğin ekonomik büyümeyi destekleyebileceğine, toplumlarda anlamlı bir etki yaratabileceğine ve BAE’yi kaynak yönetiminde küresel lider olarak konumlandırabileceğine” inandığını söyledi.
Zambiya ve diğer kaynak zengini ülkeler için Körfez yatırımının başarılı olup olmayacağı sadece teknik uzmanlık, toplumsal fayda ve daha geniş altyapı yatırımlarının sağlanıp sağlanamayacağına bağlı olmayacak. Bu aynı zamanda Orta Doğu’nun kendi ekonomik ve stratejik hedeflerine ulaşıp ulaşamayacağına da bağlı olacak.
Körfez’in madenciliğe katılımının kapsamı konusundaki en büyük sorulardan biri devlet kurumlarının ne kadar hızlı hareket edebileceği. Büyük siyasi anlaşmalar ve bölgesel rekabet faaliyetleri hızlandıracak, ancak danışmanlar Körfez ülkelerinin – özellikle de Suudi Arabistan’ın – strateji, kontrolün kimde olduğu ve hangi varlıkların satın alınacağı konusunda bürokratik çekişmeler nedeniyle zor durumda olduğunu söylüyor.
Mopani’yi satan Zambiya kuruluşu ZCCM-IH’nin başkanı Kakenenwa Muyangwa, “Uzun vadede sorun, bu yatırımlardan yeterli endüstrilere sahip olup olmayacakları ya da sanayileşme ve kendi ekonomilerini çeşitlendirme isteklerini desteklemeyen başka bir yatırım haline gelip gelmeyeceği” diyor.
“Bir trend var; sanki bir gelgit gibi” diye uyarıyor: “Fakat trendler gelir ve gider.”
İlginizi Çekebilir
-
Alman devleti Volkswagen’i desteklemenin yollarını arıyor
-
Sultan İbrahim, Malezya Kralı olarak ilk kez Çin’i ziyaret ediyor
-
FT: Avrupa’nın batarya umudu Northvolt hayatta kalmak için savaşıyor
-
Japonya’nın Ishiba’sının Asya NATO’su önerisi ABD’de ‘fantezi’ olarak görüldü
-
ABD ve Hindistan, Hint Okyanusu konusunda ilk diyaloğu gerçekleştirecek
-
10 yaşındaki Japon çocuğun bir Çinli tarafından öldürülmesi iki ülke ilişkilerini daha da gerdi
DÜNYA BASINI
The National: İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor
Yayınlanma
23 saat önce19/09/2024
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Lübnan’da iletişim cihazları üzerinden geçekleştirdiği saldırıların tarihsel gelişimine ışık tutuyor. Makalenin yazarı, bu saldırıların Hizbullah’ın uzun vadede dijital misillemesini tetikleyebileceği görüşünde.
***
İbrahim Al-Marashi
Lübnan genelinde meydana gelen bir dizi çağrı cihazı patlaması ve ertesi gün telsizlere yönelik ikincil saldırılar çok sayıda Hizbullah mensubunun yanı sıra aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivilin ölümüne ve sakat kalmasına neden oldu. Saldırılarda aralarında İran’ın Beyrut Büyükelçisi’nin de bulunduğu binlerce kişi de yaralandı.
Genelde yabancı topraklardaki saldırıların sorumluluğunu üstlenmeyen İsrail bu saldırıları da üstlenmedi ancak Savunma Bakanı Yoav Gallant çarşamba günü yaptığı bir konuşmada Mossad’ın sabotajdaki rolüne dair güçlü işaretler verdi.
Gallant ayrıca neredeyse bir yıldır Gazze’de Hamas’la mücadele eden İsrail’in savaşta yeni bir aşamaya geçtiğini söyledi. “Ağırlık merkezi kuzeye doğru kayıyor, yani güçlerimizi, kaynaklarımızı ve enerjimizi giderek daha fazla kuzeye yönlendiriyoruz” diye ekledi.
Lübnan saldırıları İsrail’in uzak mesafeden vurma yeteneğini gösteriyor; bu da bir tür caydırıcılık sağlarken makul bir inkâr olasılığı yaratıyor ve Washington’un Başbakan Binyamin Netanyahu’ya Hizbullah’a saldırmaması yönünde baskı yaptığı bir dönemde ABD’nin tepkisinden kaçınma imkânı sunuyor. Bununla birlikte, Lübnanlı grubun da dijital dünyayı silahlandırma yeteneği var, bu da şiddet yanlısı devlet dışı aktörlerin düşmanlarına misilleme yapma ve dijital savaşı yapay zekâ alanına taşıma olasılığını artırıyor.
Son birkaç gündeki saldırılara yönelik belirsiz imalar bir yana, tarihsel örnekler, iletişimin silahlandırılmasının İsrail devletinin bir çalışma yöntemi olduğunu gösteriyor.
1972 yılında Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli sporcunun öldürülmesine misilleme olarak Mossad ajanları Filistinli yetkili Mahmud Hamşari’nin Paris’teki evinde telefonuna yerleştirdikleri bir patlayıcıyı infilak ettirmişlerdi. O telefon analog bir cihazdı, ancak dijital devrim İsrail için uzun mesafeli suikastları daha kolay hale getirdi. Başka bir telefon 1996 yılında silah haline getirildi; bu sefer İsrail’in iç güvenlik servisi Şin Bet, Hamas’ın bombacısı Yahya Ayyaş’ın Motorola Alpha cep telefonunu hedef aldı. Bir Filistinli işbirlikçisiyle çalışan Şin Bet, cihaza 50 gram patlayıcı yerleştirerek, Ayyaş telefonu kulağına götürdüğünde onu öldürmeyi başardı.
Son dönemde Lübnan’da yaşanan ölümler, postmodernizmin bir örneğidir; dijital kültürün, bilgiyi kolayca düzenleme olanağı sunan bir dönemin ürünü. Bilim ve teknoloji, mesafeleri neredeyse yok eden bir şekilde bilgiyi değiştirme ve kodlar üzerinden kolayca manipüle etme imkânı sağlıyor.
Countdown to Zero Day: Stuxnet and the Launch of the World’s First Digital Weapon kitabı, İsrail’in 2010 yılında Stuxnet olarak bilinen kötü amaçlı bir dijital kod ile İran’ın Natanz nükleer tesisinin bazı bölümlerini yok etme yeteneğine atıfta bulunuyor. Bir USB sürücüsüne gizlice yerleştirilen bu kod, nükleer santrifüjlerin kendilerini imha edecek kadar hızlanmasına neden oldu.
Buna karşılık, 1981’de İsrail F-15 ve F-16 uçakları, Irak’ın Osirak nükleer tesisini yok etmek için uzun mesafeler kat etmek, havada yakıt ikmali yapmak ve bombalar atmak zorundaydı; bazıları hedefi bile ıskaladı. İsrailli pilotlar vurulma veya kaza yapma riski taşıyordu ki bu, Bağdat dışındaki hedeflerine giderken telefon tellerine takılmaktan kıl payı kurtulduklarında bu risk neredeyse gerçekleşiyordu.
Stuxnet, İran’ın nükleer tesisini hedef alırken hiçbir İsrailli ajanı riske sokmadı. Bu kod, geleneksel bir bombanın aksine kolayca düzenlenebilir, bir USB sürücüsüne yüklenebilir, uzun mesafeler kat edebilir, hedefine ulaşabilir ve İsrail’in sorumluluğunu inkâr etmesine olanak sağlayabilirdi.
Binlerce haberleşme cihazına müdahale etmenin teknolojik zorluğuna rağmen, İsrail son iki gün içinde Lübnan’ın dört bir yanındaki, hatta komşu Suriye’deki hedefleri nispeten kolaylıkla vurabildi, zira bireyleri hedef almak için hiçbir ajanının orada bulunması gerekmiyordu. Bu, uzaktan kumandayla gerçekleştirilen bir suikasttı.
Caydırıcılık oluşturmak, bir düşmana zarar verebilme yeteneğini göstererek ve sinyaller vererek sağlanır. Can kaybı nispeten düşük olmasına rağmen, İsrail, Lübnan’ın egemenliğini ihlal etmek zorunda kalmadan, Hizbullah’a üyelerinin ülkelerinde hiçbir yerde güvende olmadığı mesajını verdi.
Ne yazık ki bu saldırıların bir başka etkisi daha oldu: sivillerin ontolojik güvenliğini bozdu. Bu, gündelik yaşamın düzeninden ve sürekliliğinden, hatta sıradanlığından kaynaklanan zihinsel durumu ifade eder. Elektrik kesintileri nedeniyle ülkede tıbbi çalışanlar bile çağrı cihazları kullanıyor ve her vatandaş cep telefonunun silah haline getirilip getirilmediğini merak ediyor.
Ancak caydırıcılık ölçülemez. İsrail, Hizbullah’ı caydırmak yerine, grubun misilleme yaparak itibarını koruma baskısı altında kalmasına yol açabilir. İsrail’in 1970’lerde bölgeye getirdiği ve temmuz ayında İsrail’i uzun mesafeli bir insansız hava aracıyla doğrudan vuran Husiler de dahil düşmanları arasında yaygınlaşmasına neden olan insansız hava aracı teknolojisinden ders alması gerekirdi.
Ortadoğu’da insansız hava araçlarını ilk kez 1973 yılında İsrail kullanmış ve bölgede bu konuda tekel olmuştu. Ancak Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörü Rami Khouri’nin bir keresinde insansız hava araçları konusunda dünyanın en önde gelen uzmanı Peter W Singer’a söylediği gibi “İHA’lara verilecek yanıt kendi İHA’larınızı elde etmektir. Onlar sadece savaş araçlarıdır. Her araç bir karşı tepki doğurur.” Nitekim, 2024’e gelindiğinde Hizbullah, İHA’larının İsrail’in egemenliğini ihlal ettiğini ve Hayfa kentine ulaştığını gösteren videolar yayımladı.
Yapay zekâ destekli İHA’ların kullanılıp kullanılmadığı belirsiz olsa da İsrail’in Gazze’deki askeri harekâtı için Gospel adlı bir yapay zeka programını hedef belirlemek amacıyla kullandığı biliniyor.
Dijital alanın silah haline getirilmesiyle birlikte Hizbullah misilleme yapma ihtiyacı hissedecektir. Ancak bu misillemenin İsrail’in önleyebileceği kaba bir roket ya da füze saldırısı olması pek olası değil. Grup, kendi dijital zaferini kazanmak için uzun vadeli bir strateji izleyebilir ve belki de bu hedefe ulaşmak için yapay zekayı silahlandırma yoluna başvurabilir.
DÜNYA BASINI
Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı
Yayınlanma
1 gün önce19/09/2024
Çevirmenin notu: 20. yüzyılda, ABD’deki siyah hakları için kafasıyla ve vücuduyla mücadele edenleri saymaya kalksak, James Baldwin bunlar arasında nadide bir yerde duracaktır. O medeni haklar hareketi, siyahların ötesinde, dünyadaki tüm ezilenlerle de kendilerini aynı yerde görmüş ve “canavarın ağzında”, ABD’de mücadele etmenin bilinciyle kendilerini aynı davanın bir parçası olarak hissetmişlerdi. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı bitiminde, ezilen bir siyah, ataları kölelik zulmünü, plantasyonları görmüş bir siyah, “bir zenci”, demişti, “kendini Yahudi ile özdeşleştirir.” Aynı Baldwin’in, 1961’de İsrail’e gidince, Arapların Yahudiler tarafından “kontrol edildiğini” ve “mülksüzleştirildiğini” görerek İsrail devletine karşı tutum almaya başlaması da bu nedenle şaşırtıcı değildir. Baldwin, İsrail devletinin şahsında, acılı Yahudi halkının kurtuluşunu değil, batılı sömürgecilerin koçbaşını görüyordu. Dolayısıyla ezilen siyahların kendini özdeşleştirdiği “kimlik”, tersine dönüyordu: Baldwin, Amerika’da Yahudiyi, beyaz adam olarak teşhis ediyor ve yeni siyasetini buna göre düzenliyordu. İsrail, Avrupa’nın “suçlu Hıristiyan vicdanı” ile Filistinlilere çektirdiği acının adıydı. Aşağıdaki mektup da, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, BM Büyükelçisi Andrew Young’ı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) temsilcisiyle görüştüğü için kovmasına yönelik öfkesinin bir ürünüdür. Mektup, yayınlandığı andan itibaren büyük tartışma yaratmıştı. Malum antisemitizm suçlamalarına Baldwin’in ironiyle verdiği cevap ise, “siyahların antibeyaz oldukları için antisemitik de oldukları” yönündeydi. The Nation, tam 45 yıl sonra, Baldwin’in mektubunu yeniden yayınladı.
Yeniden Doğmuşlara Açık Mektup
James Baldwin
The Nation
29 Eylül 1979
Bu makale ilk olarak The Nation dergisinin 29 Eylül 1979 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Andrew Young’la tanışmadan önce Martin Luther King Jr. ile tanışmıştım. Andy ile tanışmamızın Martin sayesinde olduğunu biliyorum. Andy bana göre Martin’in “sağ kolu” idi, kendisini öyle tanımladığı için değil. O oradaydı, kesinlikle oradaydı. Neler olduğunu gördü. Bildiklerini bilme ve gördüklerini görme sorumluluğunu kendi üzerine aldı. Andy’nin kendisini tanımlamaya çalıştığını sadece bir kez duydum: o da benimle ilgili bir şeyi bir başkasına açıklamaya çalışırken. Böylece, bir akşam, Hıristiyan ibadetinin onun için ne anlama geldiğini öğrendim. Bunu biraz açıklayayım.
Metin Matta İncilinden, 25:40: En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz.
Batı dünyasına iletmem gereken haberler olduğu için yorucu ve sıkıcı olmaktan uzak bir konumdayım – örneğin: siyah, köle ile eşanlamlı değildir. Size tavsiyem, bu çarpıcı, hantal ve istenmeyen mesaja karşı kendinizi savunmaya kalkışmayın. Bunu tekrar duyacaksınız: gerçekten de Batı dünyasının bundan sonra duyacağı tek mesaj bu olacaktır.
Bunu biraz sert bir üslupla ifade ediyorum çünkü gerekli ve çünkü şimdi bir kölenin torunu, yeniden doğmuş bir Hıristiyan’ın soyundan gelen biri olarak konuşuyorum. Countee Cullen’ın dediği gibi, benim ihtidam pahalıya mal oldu / Ben İsa Mesih’e aitim. Ayrıca Müjde’nin eski bir hizmetkârı ve dolayısıyla yeniden doğanlardan biri olarak konuşuyorum. Bana açları doyurmam, çıplakları giydirmem ve hapistekileri ziyaret etmem emredilmişti. Gençliğimden ve babamın evinden çok uzaktayım ama bu talimatları unutmadım ve asla unutmamam için ruhumla dua ediyorum. Bugün kendilerini “yeniden doğmuş” olarak adlandıran insanlar, dünyanın en zengin, en seçkin özel kulübünün, Celileli adamın girmeyi umamayacağı ya da istemeyeceği bir kulübün üyeleri haline gelmişlerdir.
En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz. Bu zor bir söz. Bununla yaşamak zor. Birbirimize karşı sorumluluğumuzun acımasız bir tanımı. İnsanın ahlaki seçimini yaptığı o sert ışık. Batı dünyasının ahlaki seçim diye bir şeyin var olduğunu unutmuş olması, benim tarihim, bedenim ve ruhum için bir ibret vesikasıdır. Dünyanın en ünlü yeniden doğmuş Hıristiyan’ının Bay Andrew Young’ı içine atmayı başardığı çıkmaz da öyle.
Batı dünyasının “enerji” krizi olarak adlandırdığı şeyin, piyasaları artık kontrol edemediğinizde, sömürgelerinize zincirlendiğinizde (tam tersi yerine), köleleriniz tükendiğinde (ve hâlâ sahip olduğunuzu düşündüklerinize güvenemediğinizde) neler yaşandığını, titizlikle düşündüğünüzde Deniz Piyadelerini ya da Kraliyet Donanmasını herhangi bir yere gönderemeyeceğinizi ya da küresel bir savaşı göze alamayacağınızı, müttefikiniz olmadığını, sadece iş ortaklarınız ya da “uydularınız” olduğunu ve herhangi bir yerde, herhangi birine verdiğiniz her sözü tutmadığınızı beceriksizce gizlediği bariz gerçekler olduğunun üzerinde fazla durmayalım. Neden bahsettiğimi biliyorum: büyükbabam vaat edilen “kırk dönümlük araziyi ve bir katırı” asla alamadı, o soykırımdan kurtulan Kızılderililer ya rezervasyonlarda ya da sokaklarda ölüyorlar ve Birleşik Devletler ile Kızılderililer arasında yapılan tek bir antlaşmaya bile uyulmadı. Bu büyük bir rekor.
Yahudiler ve Filistinliler verilen sözlerin tutulmadığını bilirler. Balfour Deklarasyonundan bu yana (I. Dünya Savaşı sırasında) Filistin beş İngiliz mandası altındaydı ve İngiltere hangi atın önde göründüğüne bağlı olarak toprakları Araplara ya da Yahudilere vaat etti. Siyonistler –Yahudi olarak bilinen insanlardan farklı olarak– birinin deyimiyle “mevcut siyasi mekanizmayı”, yani sömürgeciliği, örneğin İngiliz İmparatorluğunu kullanarak İngilizlere, bölgenin kendilerine verilmesi halinde İngiliz İmparatorluğunun sonsuza kadar güvende olacağı sözünü verdiler.
Fakat kimse Yahudileri umursamıyordu ve Yahudi olmayan Siyonistlerin sıklıkla antisemitik olduğunu gözlemlemek ilginçtir. Siyah köleleri Liberya’ya (Firestone Kauçuk Fabrikası için hâlâ köle olarak çalıştıkları yere) göndermekten sorumlu olan beyaz Amerikalılar bunu onları özgür bırakmak için yapmadılar. Onları adam yerine koymuyor ve onlardan kurtulmak istiyorlardı. Lincoln’ün niyeti köleleri “özgürleştirmek” değil, kölelerine “kaçmaları” için bir neden vererek Konfederasyon Hükümetinin “istikrarını bozmaktı.” Özgürlük Bildirisi, tam olarak, henüz bir Birlik olarak teminat altına alınamayan bir ülkenin Başkanının yetkisi altında olmayan köleleri serbest bıraktı.
Örneğin Franco’nun İspanya’sı ile İspanyol Engizisyonu; Hıristiyan kilisesinin ya da daha açık bir ifadeyle Katolik Kilisesi’nin Avrupa tarihindeki rolü ile Yahudilerin kaderi; Yahudilerin Hıristiyan dünyasındaki rolü ile Amerika’nın keşfi arasındaki bağlantıyı kimsenin kuramaması beni her zaman hayrete düşürmüştür. Çünkü Amerika’nın keşfi, Engizisyon ve Yahudilerin İspanya’dan kovulmasıyla aynı döneme denk gelmiştir. Hiçkimse Venedik Taciri ile Tefeci(*) arasındaki bağı görmüyor mu? Bu iki eserde de, sanki zaman hiç geçmemiş gibi, Yahudi, Hıristiyan’ın çıkar amaçlı pis işlerini yapıyor olarak tasvir edilir. Gördüğüm ilk beyaz adam kirayı tahsil etmek için gelen Yahudi yöneticiydi ve binanın sahibi olmadığı için kirayı o tahsil ediyordu. Aslında, yetişkin ve ünlü bir adam olana kadar, içinde uzun süre temizlik yaptığımız ve acı çektiğimiz binaların sahiplerinden hiçbirini görmedim. Hiçbiri Yahudi değildi.
Ve aptal değildim: örneğin bakkal ve eczacı Yahudiydi ve bana ve bize karşı çok çok iyiydiler. Polisler beyazdı. Şehir beyazdı. Tehdit beyazdı ve Tanrı da beyazdı. Hayatımda bir an bile “İsa’yı Yahudiler öldürdü” gibi aşağılık ve korkakça bir suçlama yankılanmadı. Bir katili gördüğümde tanırdım ve beni öldürmeye çalışan insanlar Yahudi değildi.
Fakat İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı; Batının çıkarlarının kurtuluşu için kuruldu. Artık netleşen şey budur (benim için her zaman net olduğunu söylemeliyim). Filistinliler otuz yılı aşkın bir süredir İngiliz sömürgeciliğinin “böl ve yönet” politikasının ve Avrupa’nın suçlu Hıristiyan vicdanının bedelini ödüyorlar.
Nihayet: Avrupa’nın olanca kibriyle Orta Doğu (Avrupa ne anlar ki? Hindistan’a bir geçit bulmakta bu kadar başarısız olduktan sonra) olarak adlandırdığı yerde Filistinlilerle muhatap olmadan barışı kurmak katiyen –tekrar: katiyen– umut edilemez. İran Şahı’nın çöküşü sadece dindar Carter’ın “insan hakları” konusundaki endişelerinin derinliğini ortaya çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’e kimin petrol ve İsrail’in kime silah sağladığını da ortaya çıkardı. Hecelemek gerekirse, bu beyaz Güney Afrika idi.
Pekâlâ. Yahudi, Amerika’da beyaz bir adamdır. Öyle olmak zorunda, çünkü ben siyah bir adamım ve onun varsaydığı gibi, onu Amerika’ya sürükleyen kadere karşı tek korumasıyım. Ama hâlâ Hıristiyanların kirli işlerini yapıyor ve siyahlar bunu biliyor.
Arkadaşım Bay Andrew Young, muazzam bir sevgi ve cesaretle ve sessiz, kusursuz, tarif edilemez bir asaletle, bir soykırımı önlemeye çalıştı ve ben onu korkakların ihanetine uğramış bir kahraman olarak ilan ediyorum.
(*) Tefeci (The Pawnbroker) Sidney Lumet’in 1964 yapımı filmi. Filmde Rod Steiger, Doğu Harlem’de küçük bir rehinci dükkânı işleten, Holokost’tan sağ kurtulan bir Alman-Yahudi’yi canlandırır ve çaresiz müşterilerle olan günlük etkileşimleri ile gitgide kararan bir kişi haline gelir. (ç.n.)
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”
Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]
Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.
Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?
Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.
Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?
Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.
Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.
Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.
Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?
Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.
Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?
Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.
Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.
Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.
Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.
Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.
Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?
Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?
Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?
Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.
Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?
Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.
Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.
Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.
BASF, bazı birimlerini elden çıkarmayı planlıyor
BAE liderinin ilk Washington ziyaretinde önceliği ekonomi
Putin: Bu yıl birliklere 2023’e kıyasla 10 kat daha fazla İHA teslim edilecek
Zelenskiy ABD’de Biden, Harris ve Trump ile görüşecek
Sovyet basınında 12 Eylül – 3
Çok Okunanlar
-
ASYA1 hafta önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Hedef Finlandiya’nın NATO içinde yerini sağlamlaştırmak’
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 2
-
RUSYA2 hafta önce
Lavrov, Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba ile Antalya’da yaptığı görüşmeyi anlattı