Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Modi’nin yeni “koalisyon” kabinesi politika sürekliliğinin sinyali

Yayınlanma

Hindistan’da 4 Haziran Salı günü akşam saatlerinde oyların sayım işleminin tamamlanmasının ardından çıkan seçim sonuçları, Başbakan Narendra Modi’nin sürpriz bir şekilde üçüncü dönemi de ele aldığını gösteriyordu. Sürpriz, Modi’nin üçüncü dönemi ele alması değil; bu zaten bekleniyordu. Sürpriz, üçüncü dönem hükümetini kurmak için koalisyon ortaklarına ihtiyaç duyacak biçimde ele almasıydı. 73 yaşındaki Modi, üst üste üç dönemi de kazanarak ilk başbakan Nehru’nun rekoruna ulaştı ama ilk iki dönem partisinin tek başına elde ettiği “ezici” zaferlere karşın üçüncü dönem çıktıları -daha da büyük bir beklenti olmasına karşın- net çoğunluk olan 272 sandalye sınırının çok altında kalarak Modi ve ekibini hüsrana uğrattı. Modi her ne kadar oy sayım günü X platformunda “tarihi / büyük bir zafer kazandık” paylaşımı yapmış olsa da aslında durum öyle değildi. Partisi BJP 240 sandalye elde ederken başını çektiği Ulusal Demokratik İttifak NDA sayesinde gelen 53 sandalye ile hükümeti kurma hakkı korunmuş oldu. Ancak bu, Modi’nin ilk kez koalisyon hükümetinin başında olma deneyimi kazanacağı anlamına geliyor. Modi’nin partisi BJP zemin kaybetti ve artık Ulusal Demokratik İttifak ortaklarına, özellikle de Janata Dal (Birleşik) Partisi’ne ve Telugu Desam Partisi’ne (TDP) güvenmek zorunda. Bununla beraber BJP, yaşadığı aksaklıklara karşın ülkedeki oyların yüzde 36,56’sını kazandı; bu, 2019 seçimlerine göre yalnızca yüzde bir daha az bir rakam. Ancak her ne olursa olsun Hindistan’da bu seçim sonuçlarının, ülkenin tek parti yönetimine sürüklenmesi olasılığına karşı demokratik canlılığı ortaya koyması açısından önemli olduğunu başta söylemek gerek.

Muhalefetin oylarını neredeyse ikiye katlaması Hindistan’da herkesi şaşırttı, Hindistan dışında da şaşırttı, hatta muhalefetin kendisini dahi. Rahul Gandhi’nin Kongre Partisi liderliğindeki muhalefetteki INDIA ittifakı 232 sandalye kazandı; Kongre bu sandalyelerin 99’unu kazandı; bu, Kongre’nin müttefikleri ile birlikte 91 seçim bölgesinde yalnızca 52 sandalye kazandığı 2019’a göre çok keskin bir artış. Nehru-Gandhi siyasi hanedanının varisi 53 yaşındaki Rahul Gandhi, BJP’ye karşı büyük bir yenilgiye uğradığı ve 2017’de atandığı Kongre başkanlığından istifa ettiği 2019’a karşın bu seçimlerde dünyanın en büyük demokrasisinde uzun süredir siyasetin merkezinde yer alan bir partiyi ve aile ismini yeniden canlandırmak için yeni bir şans yakalamış gibi gözüküyor. Eski Başbakan annesi Indira Gandhi’nin iki koruma tarafından vurularak öldürülmesinin ardından siyasete itilen ticari pilot babası Rajiv Gandhi gibi, Rahul Gandhi de aslında isteksiz bir politikacıydı. Her ikisi de başbakanlık görevi yapmış büyükannesi Indira Gandhi ve babası Rajiv Gandhi’nin suikasta kurban gitme mirası Rahul Gandhi’yi ve üst düzey Kongre liderlerinden İtalyan doğumlu annesi Sonia Gandhi’yi sıkı güvenlik altında yaşamaya zorluyor. Yani bu şans, Kongre tarafından veya genel olarak pek de umut vaat etmiyormuş gibi gözüken muhalefet tarafından nasıl kullanılacak, kullanılabilecek mi, ciddi merak konusu… Doğrusu Kongre beklenenden çok daha iyi bir performans gösterse de BJP’nin ardından ikinci sırada geliyor ve Rahul Gandhi de başbakan olarak Modi’nin bir alternatifi olarak görülmüyor. Modi’nin oldukça popüler, dünya çapında tanınan, hitabeti güçlü ve daha da önemlisi Hint toplumu genelinde kaynaklara, bağlantılara ve nüfuza sahip devasa bir partinin başında yer alan bir lider olduğu dikkate alınmalı. Seçim kampanyası sırasında bir haber kanalına konuşan Modi’nin, “Hayatımda eksik olan bir şey varsa o da iyi bir muhalefettir” ifadesini de buraya iliştireyim. Yani kartlarda güçlü bir muhalefet var gibi görünüyor, ancak bunun “iyi bir muhalefet” olup olmayacağını yalnızca zaman söyleyecek.

Öncelikle sürpriz seçim sonuçlarının, -Kongre ve Rahul Gandhi’nin laiklik, eşitlik, kapsayıcılık, liberal demokrasi adına harekete geçtiği bir denklemde- işsizlik ve enflasyon gibi ekonomik nedenlerle ve dahası Hindu milliyetçi bölücü sert söylemler gibi nedenlerle BJP’ye duyulan memnuniyetsizliğin bir göstergesi olduğu açık. Ve sonuçlar böyle olunca, Modi’nin üçüncü dönemi, yani koalisyon ortakları ile birlikte kuracağı yeni hükümetinin politika seyri üzerine şu kısa süre içinde çok yazıldı, çizildi, konuşuldu. İç ve dış politikayı etkileyeceğine yönelik görüşler de duyuldu, etkilemeyeceğine yönelik görüşler de. Ben, doğrudan bir etkisinin olmayacağı, ancak dolaylı olarak çok sınırlı bir kısıtlamanın olabilme olasılığının varlığını düşünenlerdenim. Bunu gözlemlememiz için biraz zaman gerek. Ancak kurulan yeni kabineye bakıldığında dahi şimdiden çıkarım ve öngörü yapmak çok zor olmuyor. Modi’nin pazartesi günü açıkladığı koalisyon hükümetinde partisinin eski muhafızlarının listenin başında yer aldığı ve önemli mevkilerinin değişmeden kaldığı görülüyor. İlk şunu söylemeliyim: 71 bakanın 7’si kadın, ikisi üst kabinede yer alıyor. Bu, kadınların politikaya kazandırılması için çaba harcayan Hindistan için hâlâ düşük… Ve bir önceki cümle için asıl ilk söylenecek şey, bunun politika sürekliliğinin açık bir sinyali olduğu. Savunma Bakanı Rajnath Singh, İçişleri Bakanı Amit Shah, Ulaştırma Bakanı Nitin Gadkari, Maliye Bakanı Nirmala Sitharaman ve Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar görevlerinde kalmaya devam ediyor. Ve her biri BJP’ye sadık isimler ve aynı zamanda Modi ile frekansları çok uyum içinde olan isimler. Bu arada, BJP Başkanı Jagat Prakash Nadda ise Sağlık Bakanı olarak atandı.

Ancak Dışişleri Bakanı S. Jaishankar için ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Ülkede pek çoklarınca “cevher” gözüyle bakılan Jaishankar’ın popülaritesi, diplomasiyi sıradan insanların ilgi duyduğu bir konu haline getirmesinden geliyor. Gerçi seçim sonuçlarından da anlaşıldığı üzere dış politika ve diplomasi gibi konular hâlâ Hintler için çok fazla etkili olmayı başaramamış ancak bu noktada halk arasında en azından farkındalığın oluşmaya başladığını söylemeliyim. Jaishankar’ın kaleme aldığı “Hindistan Yolu” ve “Bharat Neden Önemlidir” kitapları Hindistan için yeni bir diplomasi ortaya koydu. Bu noktada, Hindistan’ın eski “bağlantısızlık” geleneğinin “çoktaraflılık” formülü ile ikame edilmesinde övgüler çoğunlukla Jaishankar’a gidiyor. Modi’nin ve baş yardımcılarının diplomatik retoriği, “bağlantısızlık” gibi önceki sol eğilimli, sömürgecilik karşıtı referansların yerine “stratejik özerklik” gibi başka terimleri ve “Hindistan” yerine “Bharat”a yapılan atıfları kullanan yeni bir üslup benimsiyor. Ayrıca çok daha önemlisi, Jaishankar’ın “Hindistan Batılı değil ama Batı karşıtı da olamaz” anlayışı daha fazla övgü alıyor. Bir zamanlar Amerika’ya girişi yasaklanan Başbakan Modi’yi Yeni Delhi’nin Washington ile çalışabileceğine ikna edebildi ve son 10 yılda Hindistan, Amerika ile bir zamanlar hayal dahi edilemeyecek bir ilişki kurdu. Bu konuda Jaishankar son derece pragmatist: Son 150 yılda yükselen hiçbir güç Batı olmadan başarılı olamadı, bu yüzden Hindistan onlarla çalışmalı… Jaishankar’ın dünya görüşüne dair daha ayrıntılı bir değerlendirmeyi dört ay kadar önce Harici’de yazmıştım. İlgililer bakabilir.

Dışişleri Bakanı’ndan konu açmışken biraz dış politikadan devam edelim. Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Seçim sonuçları ile uyarılmış bir BJP muhtemelen Hindu milliyetçi ideolojisi konusunda biraz daha mütevazı olabilir ve koalisyon ortakları ile pragmatik bir yol izleme olasılığı daha yüksek olabilir. Ancak Hindistan’ın dış politikası söz konusu olduğunda güçlü bir milliyetçilik BJP’ye inananların da ötesinde son derece popüler bir hâl alıyor ve Modi’nin dünya görüşünün tam olarak nerede Hindu milliyetçiliğine saptığını da ayırt etmek zor. Diğer bir konu: Hindistan’daki seçimler asla öncelikle dış politika üzerinden yapılmaz, ancak sonuçlarının sonuçları olur. Yani politika oluşturma sürecini, iktidardaki hükümetin ideolojisini ve dünya görüşünü etkileyebilir. Mevcut durumda asıl nokta, koalisyon ortaklarının BJP’yi normal parlamenter düzen görünümüne geri döndürmeye zorlayıp zorlamayacağı veya bunun yerine güçlerini BJP ile doğrudan müzakereler yoluyla kullanıp kullanmayacağıdır. Normal parlamento düzeni geri dönerse, örneğin, BJP, askeri personel alımına yönelik Agnipath planı gibi tartışmalı ulusal güvenlik girişimleri, Amerika ve diğer yabancı tedarikçilerle yapılan büyük savunma satın alma anlaşmaları gibi yeni ve sürekli incelemelerle karşı karşıya kalabilir. Örneğin, bütçe ve satın alma kararları, Modi’nin ilk iki döneminde dahi büyük ölçüde kaçınılan bir hal alabilmiş ve çoğunlukla yolsuzluk veya kötü yönetim iddiaları ile ciddi siyasi çekişmelerin odak noktaları haline gelebilmişti. Dolayısıyla belki savunmaya yönelik cesur yatırımlar veya Modi’nin iddialı gündemini dünya sahnesinde ilerletmek için gereken iddialı ticaret ve yatırım anlaşmaları gibi büyük anlaşmalara imza atmaktan sorumlu Hint bakan ve bürokratların iki kez düşünmeleri gerekebilir.

Ancak dış ve ulusal güvenlik politikalarının Modi’nin koalisyon hükümeti için öncelikli konular olması pek olası değil; zaten BJP’nin koalisyon ortakları bölgesel ve geçim gibi konularla çok daha fazla ilgileniyor. Ayrıca koalisyon liderlerine verilen görevler arasında ağır sanayi, gıda işleme ve balıkçılık gibi daha küçük bakanlıklar yer alıyor. Ancak Sivil Havacılık Bakanlığı, BJP’nin en büyük müttefiki TDP’den 36 yaşındaki Kinjarapu Ram Mohan Naidu’nun. Aslında Andhra Pradesh’ten gelen TDP, siyasi kariyerine Kongre’de başlayan deneyimli politikacı Chandrababu Naidu tarafından yönetiliyor. Ve bir sonraki en büyük parti Bihar’ın Janata Dal (Birleşik) Partisi, kendi çıkarlarına göre BJP’ye olan bağlılığını sık sık değiştiren bir geçmişe sahip Nitish Kumar tarafından yönetiliyor; bu yılki seçimlerde Modi’ye karşı yarışan muhalefet ittifakının kurucu üyelerinden biriydi ancak oylamanın başlamasına yalnızca haftalar kala taraf değiştirdi. Yani demem o ki BJP’nin kabinedeki hakimiyeti ile koalisyon hükümetinde politika sürekliliğinin olması çok daha ağır basıyor ama aynı zamanda Modi’nin bu parlamentoda daha fazla fikir birliğine varması gerekecek gibi gözüküyor. Bu arada, BJP’nin çoğunluğu kazanmasının ardından kurulan son iki hükümetin aksine, üçüncü dönem kadrosunda hiçbir Müslüman milletvekilinin olmadığını da belirteyim.

Sonuçta her şeye karşın Hindistan, on yıllık istikrar ve öngörülebilir siyasetin ardından yeniden koalisyon siyasetinin belirsizliğine sürükleniyor gibi gözükse de bunun önemsiz bir belirsizlik olacağı öngörüsü yapılabilir. Ülke son 10 yıldır NDA koalisyonu tarafından yönetilse de iktidar partisi tek başına salt çoğunluğa sahip oldu. BJP’nin 240 sandalye ile sınırlı olması nedeni ile mevcut NDA ittifakı öncekilerden farklı olacak. Ancak Modi hükümeti tarafından takip edilen önemli reform gündemi başta olmak üzere ayrıca son on yılda çizilen iddialı dış politika manzarasının, daha fazla partinin kendisini desteklemek için gönüllü olmasını teşvik edebileceği ve böylece hükümete daha fazla istikrar sağlayabileceği göz ardı edilmemeli. Ama bu arada ayrılıkçı ideolojilere bağlı en az üç bağımsız adayın zafer kazanması da atlanmamalı. Bunlardan ikisi, Khalistan ideolojisinin açık destekçileri Amritpal Singh ve Sarabjeet Singh Khalsa, Punjab’dan kazanırken üçüncüsü Keşmir ayrılıkçısı -popüler olarak Mühendis Rashid olarak bilinen- Abdul Rashid Sheikh, Jammu ve Keşmir’den seçildi. Amritpal Singh ve Mühendis Rashid, Hindistan karşıtı faaliyetler nedeni ile tutuklu bulundukları hapishaneden seçimleri kazandılar. Hindistan parlamentosuna ayrılıkçı sesin girebildiği son örnek 1999’da Simranjit Singh Mann’ın Punjab’da Sangrur’dan seçimi kazanmasıydı. Kısacası Modi liderliğindeki koalisyonun üçüncü kez zaferi Hindistan’da bir parlamento rekoru ama mevcut durum daha fazla uzlaşı ve sorumlu siyaset gerektiriyor. Burada Hindistan’ın bağımsızlık öncesi döneminde koalisyon siyasetini ilk başlatan Mahatma Gandhi’nin başarısının alçakgönüllülük ve nezakette yattığını ifade edelim.

Son olarak Hindistan’ın seçim sonuçlarına Hindistan’ın iki kutup ilişkisi yaşadığı Çin ve Amerika prizmasından bakmazsak olmaz:

Modi’nin iktidardaki göreli kaybının yakın vadedeki sonuçlarından biri, Hindistan’ın Çin ile zorlu ilişkileri bağlamında ortaya çıkabilir. Çin’in uzun süredir beklenen büyükelçisinin mayıs ayında Yeni Delhi’ye dönüşü, Pekin ve Yeni Delhi’nin Hindistan’daki seçimlerden sonra normalleşen bir ilişki sürdürmeye hazır olduklarının bir işareti gibi görünüyordu. Belki de Modi’nin bir ezici çoğunluk daha kazanacağını öngören Çin, muhtemelen beş yıllık görev süresi boyunca ikili gerilimleri azaltmak için bir anlaşma yapmayı tercih etmişti. Aynı zamanda sağlam bir seçim zaferi bekleyen Modi ise Pekin ile müzakerelerde avantajlı bir duruş sergilemek için ülke içindeki tartışmasız siyasi duruşundan faydalanabilirdi. Ancak şimdi Çin, Modi’nin zorlu bir siyasi çıkmazda olduğunu algılarsa, müzakere hesaplarını yeniden düşünebilir ve daha sert bir tavır alabilir. Modi ise iç siyasi rakiplerinin eleştirilerine ön almak için Pekin’e yönelik herhangi bir erişimi erteleyebilir. Kısacası bu, zorlu Hindistan ve Çin ilişkilerinin zor olmaya devam edeceği ve Hindistan için odak noktasının Çin olmaya devam edeceği anlamına geliyor.

Hindistan’ın seçim sonuçları ayrıca Amerika ve Batı’nın Hindistan ve Modi algısını da etkileyebilir. Günümüz bulanık dünyasında Amerika, Hindistan’ın demokratik kimliği nedeni ile Yeni Delhi’yi doğal bir stratejik ortak ve otoriter Çin’e karşı dengeleyici bir ağırlık olarak konumlandırıyor. Bu en azından şu anki koşullarda değişmeyecektir. Ancak şimdiden Hindistan seçimlerinin öngörülemezliğinin ve otoriter eğilimleri ile Hindistan’a giderek daha ciddi siyasi yükümlülükler yükleyen Modi ve BJP’nin Hindistan seçmenleri tarafından cezalandırılmasının, Hindistan demokrasisinin canlı olduğunun, ülkenin otokrasiye doğru kayma riskini azalttığının ve Hindistan’ı daha iyiye doğru değiştirmeyi vaat ettiğinin kanıtı olduğunu vurgulayan bir Batı var gibi görünüyor. Bu aslında tipik bir “gerçekler değiştiğinde fikrimi değiştiririm” durumu olsa da en azından öngörülebilir gelecek için Çin faktörü ortak payda olmaya devam edecektir.

GÖRÜŞ

Türk dış politikasında eksen kayması

Yayınlanma

Yazar

1) Kemalizm ve atatürkçülük genellikle birbiri yerine kullanılan kavramlar; ne var ki ben de başka birçokları gibi, bu ikincisinin 12 Eylül’le birlikte iğdiş edilmiş ve ilkiyle bağlarının kopmuş olduğunu, dolayısıyla bu kavramların artık örtüşmediğini düşünüyorum. Kemalizm milli kurtuluşçuluk ve burjuva aydınlanmacılığıdır, bunun pratik anlamı ise bağımsızlıkçılık ve laikliktir. Atatürkçülük ise Türk-islam senteziyle tecavüz edilmiş, bağımsızlık anlamını bütünüyle kaybetmiş bir devlet ideolojisinden başka bir şey değildir; dahası bu ideoloji günümüzde devlet ideolojisi olmaktan da çıkmıştır.

2) Kemalizm yakın tarihte ancak milli devletin kuruluşunun ilk yıllarında, 1922’den CHP’nin 1947’deki VII’nci kurultayına kadar devlet ideolojisidir. Bu tarihte devlet ideolojisi olmaktan çıkmış, temel niteliklerinin iktidar üzerindeki etkisi ise gitgide aşınmış, 12 Eylül’ün atatürkçülüğü ile tamamen son bulmuştur.

3) Kemalizmin oynadığı rol itibariyle bu ilk yıllar da iki döneme ayrılır. 11 Kasım 1938’de dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras ve içişleri bakanı Şükrü Kaya’nın tasfiyesiyle, ve hemen arkasından 4 Mart 1939’da Dolmabahçe çay partisiyle yeni dönemin ilk dönemden farklı olacağı ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönem içeride, daha 1930’ların başında devrimci taarruz yerine mevzi savaşını geçirmiş bulunan resmî ideoloji olarak kemalizmin devrimci niteliğini artık büsbütün kaybettiğini ve devrim yerine uzlaşma anlayışını geçirdiğini gösteriyordu. Dışarıda ise çok daha yıkıcı bir etkisi oldu ve iktidar, Sovyetler Birliği ile müttefik bir bağımsızlıkçılık yerine Sovyetler Birliği’ne karşı batı yanlısı denge siyasetini geçirdi.

4) İktidarın burjuvazi ve toprak ağalarıyla ilişkisi, bu yeni durumun itici faktörüdür. 17 Ekim 1938’de Sovyetler Birliği’nin Ankara büyükelçisi Aleksey Terentyev, Moskova’ya gönderdiği raporunda, Türkiye’de Alman nüfuzunun artmasını Atatürk’ün sağlığını kaybedip siyasi faaliyetlerin dışına düşmesiyle ilişkilendirir; bu ortamda ülkenin “hükümet ve iş çevreleri” de “belirgin şekilde ve hızlanarak” faşist Almanya’ya yönelmektedir. “Bu ilginç gözlem, kuşkusuz, Atatürk’ün olaylar üzerinde (hayatının sonlarına doğru giderek zayıflayan, ama gene de tayin edici) kişisel etkisini gösteriyor; bununla birlikte daha önemli bir şeyi, saksıda burjuvazi yaratma siyasetinin sınırlarını da gösteriyor. Bu siyaset artık fiilen bitmiş ve gelişmeler hükümeti, her olağan burjuva devletinin yapacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ taleplerini yerine getirmeye… itiyor ve dahası örtüşüyordu da, zira gene her burjuva devletinde olacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ menfaatleri, hükümetin kararlarının yönünü tayin ediyordu.”

5) İkincisi, feodalizme karşı burjuva devrimi bir toprak reformu olmaksızın tamamlanamaz. Çokuluslu ülkelerde toprak reformu aynı zamanda milli meseleyi çözmenin de vasıtasıdır, zira bu ilk aşamada milli meselenin temelini küçük ve yoksul köylünün toprak talebi teşkil eder. Bu mesele ya devrimci yoldan çözülür ve feodal kalıntılar üstyapıda olduğu gibi altyapıda da tasfiye edilir, ya da altyapıda bunlarla ittifaklar kurulur ve üstyapıda da bu kalıntıların korunmasının önü açılmış olur. CHP’nin devrimci bir örgüt olmaktan çıkmasına yol açan kavgaların din ve toprak meselesi etrafında kopmuş olması tesadüf değildir.

6) Devrimci bir siyaset ancak devrimci bir örgüt tarafından yürütülebilir. Jakoben niteliğini kaybetmiş bir devrimci örgüt olmaz. Mao’nun benzersiz sözleriyle: “Devrim, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemez. Devrim, o kadar zarif o kadar rahat ve nazik, o kadar ılımlı, müşfik, kibar ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketidir.” Kemalist harekete devrimci ruhunu kazandıran, bu hareketin, “sadece toplum değil, lider kadronun geri kalanı bile yaşam biçimine, kültürüne, ahlakına, hayata bakışına bütünüyle aykırı, yabancı ve hatta düşmanken onları korkunç bir irade gücüyle dize getiren” (bak. benim 1945, s. 11) devrimci önderiydi. Ancak 1930’lardan beri gerileyen iradeden 1947’de geride hiçbir şey kalmamıştır. Başka deyişle, karşıdevrim sürecini başlatan DP değil CHP olmuştur.

7) 1922-1938 arasının siyaseti Bandung (bağlantısızlar hareketi) yokken Bandung arayışıdır; 1938-1947 arasının siyaseti ise antikomünist bir denge arayışıdır. Bu denge siyaseti gene de uygulanabilir ve belki bir süre daha ülkenin bağımsızlığına yıkıcı bir zarar vermeyebilirdi, meğerki savaş patlamasaydı. Denge, Sovyetler Birliği’ne karşı ama diğer güçler karşısında tarafsız bir siyaset vazediyordu, oysa Üçlü İttifakla bunun tam tersi bir sonuç ortaya çıkmış, Türkiye tarihinin ilk ve tek eksen kayması gerçekleşmiştir.

8) Dışarıdaki denge arayışı içerideki çatışmalı ittifakın dolaylı bir yansımasıdır. İttifakı bir arada tutan tek şey önderin karizmatik kişiliğidir. Bu ittifakın sembolik uçları, belki de, milli mücadeleye birlikte katılan iki kişide bulunabilir: devrimi sonuna kadar götürme iradesini vazeden Mahmut Esat ve protofaşist Saraçoğlu. Ne var ki dış siyasette olduğu gibi iç siyasette de antagonistik güçler arasında denge mümkün değildir. Nitekim ilki sadece kişi değil siyaset olarak da tasfiye edilirken ikincisi görünürde kişi olarak tasfiye edilmiş, gerçekteyse “Saraçoğlu zamanında nikel, tütün vb. ticaretiyle, varlık vergisiyle zenginleşen yeni burjuvazi, emperyalizmle ikili ilişkileri kurarak ihya etmiştir.” (Bak. benim 1945, s. 13.) Sonuçta içeride denge arayışının kazananı ikincisi olmuştur.

9) Mahmut Esat kendi kemalizm anlayışını bir tür lasalcı “devlet sosyalizmiyle” açıklıyordu. Ancak bu durum bütün kemalist hareket için genelleştirilemez. Devlet kurucu bir hareket olarak kemalizmin siyasi devletçiliği hiç de zorunlu olarak iktisadi devletçiliği doğurmamıştır; bu ikincisini kaçınılmaz kılan şey dünya krizi olmuştur. Kemalist iktisat siyasetinin gelgitleri, bundan 54 yıl önce henüz 24 yaşındaki genç marksist devrimcinin gözlemlerinde en berrak formülasyonunu bulmuştu: “Eşyanın doğası gereği kemalizmin belirli bir iktisat politikası yoktur ve olmamıştır. Küçük burjuvazinin emekle sermaye arasında bocalayan genel niteliği kemalizmin iktisat politikasında yansımaktadır.”

10) Kemalizmin iktisadi devletçiliğe, “devlet sosyalizmine” dayanan bir kalkınma programı olarak formüle edilmesi daha sonraki yılların, kısmen Kadro dergisinin ama esas olarak Avcıoğlu hareketinin ürünüdür. Kuruluş yıllarının formülü ise saksıda burjuvazi yaratmaktan ibarettir. Bu ille de bağımsızlığın kaybedilmesi anlamına gelmez; siyasi devletçilik (1922’de Sovyet Rusya’nın Ankara büyükelçiliği basın ataşesi Georgiy Astahov’un deyimiyle “demokratik-bonapartist” iktidar) kontrol araçlarını sağlamca tuttuğu ölçüde bağımsızlık korunur. Ama sermaye birikiminin ve işgücü verimliliğinin yetersizliği, dördüncü maddede ileri sürdüğüm gibi, hükümetin kararlarını “iş çevrelerinin” menfaatleri istikametine çeker.

11) Kemalizm demokratik bir harekettir. Devrimler çağında demokrasi hiç de katılım ve hele ki uzlaşma anlamına gelmez. “Demokrasi, feodal siyasi sistemin burjuva antitezidir. ‘Demokrasi’ açıkça burjuva devrimine ve bu devrimin önündeki görevlere (feodal siyasi ve iktisadi kalıntıların bütünüyle ortadan kaldırılması) gönderme yapar.” (Astahov’a benim önsözümden, s. 8.) Devrimci olan demokratiktir. “Emperyalizme karşı bağımsızlıkçılık ve feodalizme, onun iktisadi (vakıflar, aşar, vb.), siyasi (saltanat, hilafet, vb.) ve ideolojik (hukuk sistemi, teokrasi, din, vb.) kurumlarına, bunların sonucu ortaya çıkan ruhban ve diğer klerikalistlere karşı sekülerizm” (aynı yerden) devrimci ve demokratik eylemlerdir.

12) Hem bütün bir tarihi süreçte hem de belli tarihi kesitlerde tek bir kemalizm değil, iktisat siyaseti, ittifak siyaseti, dış siyaseti birbirinden farklı bir dizi farklı kemalizmler vardır. Başka deyişle tarihi açıdan kemalizmlerin sağı-solu hep olmuştur. Birbirine taban tabana zıt olan aydınlanmacı Tonguç kadar gerici Günaltay, (“işçinin ve köylünün haklarını bağıranlara komünist yahut sosyalist damgasını yapıştırma gayretini güdenler şahsi menfaatlerini çalışan kitlelerin zararlarında arayanlardır,” diyen) devrimci Mahmut Esat kadar (nazi Almanyasının elçisi Papen’e “Rusya’da yaşayan Rusların en az yarısının öldürülmesini” telkin eden ve “Rus insan potansiyelinin önemli bir bölümünün yok edilmesi” hususunda “müttefiklerin en makul yolda bulunduğunu” söyleyen) protofaşist Saraçoğlu da kemalisttir.

13) Ama siyaset tarihle yapılmaz. Bir bilim olarak tarihle bir iktidar eylemi olarak siyaset farklı şeylerdir. Siyaset, Lenin’in deyişiyle, çubuğu doğru zamanda doğru yana bükme işidir, ama bu iş doğru yapılmak isteniyorsa tarihe yaslanmalıdır. Eğer taban tabana zıt bir dizi hareket kendisini aynı ideolojik etiketle sunuyorsa, bu ideolojinin temel tarihi niteliklerini esas alarak yeni baştan siyasi bir kavramlaştırma gerekir.

14) Böylece ilk teze geri dönebiliriz: kemalizm milli kurtuluşçuluk (bağımsızlıkçılık) ve burjuva aydınlanmacılığıdır (laiklik) ve bu nedenle, bu ikisiyle çelişen düşünceler kemalizm olarak sunulamaz. Liberal iktisat siyasetini savunan kemalistler olabilir, devlet sosyalizmini savunan kemalistler olabilir, sosyalizmi savunan kemalistler olabilir, ancak ülkenin bağımsızlığının terkini savunan kemalistler olamaz. Dindar kemalistler olabilir, dini inancı olmayan kemalistler olabilir, başka dini inançlardan kemalistler olabilir, ama pozitivist burjuva aydınlanmacılığının gerisine düşen ve iktidardan pay kapmak için gericiliğe payanda olan kemalistler olamaz.

15) Son tahlilde varacağı yerler belli olduğuna göre “liberal kemalist” veya “dindar kemalist” olur mu, diye tartışılabilir. Dindarlığı kimlik olarak benimsemek nihayetinde laikliğin reddi anlamına gelmez mi? İktisat siyasetinde liberalizm ister istemez bağımsızlığın terki anlamına gelmez mi? Kürt meselesinde şovenizm ister istemez milli boğazlaşmayı tetiklemez mi? Ama bunlar zaten kemalizme içkin olan ikilemlerdir. Ne var ki bir şeyin son tahlilde varacağı yer, onu kaçınılmaz kılmaz. Oysa kemalizm adına gericilikle ittifak yahut “NATO’cu kemalist”, mesela “zorunlu seçmeli ders” kadar saçma bir oksimorondur.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Alman araştırmacı Harici için yazdı: BRICS zirvesi adil ve çok kutuplu bir düzenin teminatı

Yayınlanma

Stephan Ossenkopp, araştırmacı, Schiller Enstitüsü

Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenen 16. BRICS Zirvesi, tarihi bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor. Zirve öncesinde gerçekleştirilen 200’den fazla etkinlikle ev sahibi olarak Rusya, BRICS’in yeni liderlerinin çok kutuplu ve adil bir dünya düzeni oluşturma sürecini hızlandırması için zemin hazırladı.

İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Etiyopya gibi dört yeni üye, Asya, Arap Yarımadası ve Afrika arasında stratejik bir kara köprüsünde yer alıyor. Suudi Arabistan da katılacak.

Bu ülkelerin tamamı, enerji ve diğer kaynaklar açısından önemli bir potansiyele sahip. Ekonomik büyüme giderek daha fazla BRICS ülkelerine yönelmiş durumda.

Geçtiğimiz günlerde BRICS maliye bakanlarının katıldığı bir toplantıda, Rusya Maliye Bakanı Anton Siluanov, BRICS ülkelerinin yıllık ekonomik büyüme oranının yüzde 4,4 olduğunu, bu oranın dünya ortalaması olan yüzde 3,2’nin çok üzerinde olduğunu, G7 ülkelerinin ise yüzde 1,7 ile geride kaldığını belirtmişti.

En az 30 diğer ülkenin de BRICS etkinliklerine bir şekilde katılması ve üye olmak için başvurması bekleniyor. Belarus, Küba, Malezya, Azerbaycan gibi ülkeler üyelik için şimdiden başvuruda bulundu.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da zirveye katılacak, üstelik Türkiye bir NATO üyesi olmasına ve Avrupa Birliği ile yakın ticari ilişkileri bulunmasına rağmen.

Bu yüksek ilginin pek çok nedeni var. ABD ve giderek daha fazla AB, dünya genelinde ekonomik, mali ve siyasi sistemlerinin başarısız olduğu bir ülke olarak görülüyor. Wall Street’in spekülatif aşırılıklarıyla baş edemiyor ve kendi kamu borcunu dahi kontrol edemiyor. Ayrıca, nükleer güç olan Rusya ile doğrudan bir çatışma riski taşıyor ve Orta Doğu’da İsrail’in acımasız eylemlerine destek veriyor.

Bu sebeple, dünya toplumunun büyük bir kısmı BRICS’i yükselen yeni dünya düzeninin yıldızı olarak görürken, Batı’nın bazı kesimleri ise bunu engellemek için ellerindeki tüm araçları kullanmaya çalışıyor.

Bu araçlar arasında yaptırımlar, ticaret savaşları ve ekonomik ayrışma (decoupling) yer alıyor. Zirvede BRICS, bu alanda bir dizi çözüm paketi tartışacak ve nihai hedef, yeni bir finansal sistemin kurulması olacak.

BRICS uzman grubu, maliye bakanları ve merkez bankası başkanları, şimdiden çeşitli öneriler sundu. İlk hedef, doların devre dışı bırakıldığı, Batı’nın hakimiyetindeki SWIFT sisteminden daha hızlı ve daha ucuz bir sınır ötesi ödeme sistemi oluşturmak.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, böyle bir ödeme sisteminin oluşturulmasını en öncelikli konulardan biri haline getirdi. Ekonomistler Jeffrey Sachs, Paulo Batista ve Sergey Glazyev ise bir adım daha ileri giderek, BRICS içi ticaret için dijital bir takas para birimi oluşturulması çağrısında bulunuyorlar.

Bu sistem, BRICS ülkelerinin ulusal para birimlerini kullanmaya devam ederken uluslararası hesaplarını kapatma imkânı tanıyacak. Uzmanlar, Batı’nın finansal sisteminin artık reform edilemez olduğuna inanıyor.

Doların rezerv para birimi olarak itibarı giderek zayıflıyor. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kurumlar, Amerikan hegemonyasını sürdürmeye yarayan araçlar haline gelmiş durumda.

Bu nedenle BRICS ekonomistleri, BRICS’e ait bir rezerv para birimi oluşturulmasını savunuyor. Ev sahibi olan Devlet Başkanı Putin, bu konuda daha temkinli ve kademeli ilerlemek istese de yaptırımlar ve Batı’nın neo-kolonyal yöntemlerinden etkilenen gelişmekte olan ülkelerin beklentileri oldukça yüksek. Bu ülkeler, BRICS’in yeni, adil ve merkeziyetsiz bir finansal sistem yaratacağına inanıyor.

Aynı zamanda, Rusya Devlet Başkanı, BRICS’e ait Yeni Kalkınma Bankası’nın (New Development Bank-NDB) yeni, çok taraflı bir kurum olarak genişletileceğini duyurdu.

Yerel para birimlerinin payı artacak ve dolar giderek daha az kullanılacak. Ayrıca, küresel güneydeki büyük teknoloji ve altyapı projeleri için daha fazla kredi ve özel yatırımın mobilize edilmesi planlanıyor.

Bu yılki BRICS Zirvesi, küresel çoğunluğun sesini duyurabilmeli ve bu konuda harekete geçmeli. Dünya öylesine büyük tektonik değişimlerden geçiyor ki, ABD’nin ve son beş yüzyılın Avrupa kolonyal güçlerinin rolü, kendi kibirleri nedeniyle giderek zayıflıyor.

Bu hegemonların, hem güney yarımküre ülkelerine hem de Rusya, Çin, İran, Ortadoğu gibi bölgelere karşı uyguladığı politikalar, tahammül edilemez bir hale geldi.

Dünyanın büyük çoğunluğu, soğuk ya da sıcak bir savaşın dar kalıbına tekrar hapsedilmek istemiyor; bu savaşların bir kez daha kurbanı olup büyük zararları üstlenmek istemiyorlar.

Eğer uzun zamandır beklenen BRICS zirvesi, tüm bu ülkelerin kapısını açmanın, onları dahil edip entegre etmenin bir yolunu bulabilirse, Atlantik ötesinden Asya-Pasifik bölgesine ve tarafsız küresel güneyin yükselişine doğru olan bu kayma tamamlanmış olacak.

Bugün yaşanan değişimler, tarihi ölçekte. Bunun yanında, ABD seçimleri bile sınırlı bir öneme sahip. Pek çok insan, Demokrat ya da Cumhuriyetçi hiçbir partinin küresel toplumun ihtiyaçlarına ve zorunluluklarına cevap verecek çözümleri sunamadığını kabul ediyor.

Asıl büyük soru şu: ABD ve NATO müttefikleri, sonuçları tüm gezegen için ölümcül olabilecek bir savaşı başlatacak mı? Ancak bu kaçınılmaz değil; eğer BRICS’in dinamizmi zamanla Atlantik ötesindeki devletler tarafından da kabul edilirse, bu savaş engellenebilir.

Şu gerçeğin anlaşılması gerekir: BRICS, düşmanca bir askeri ittifak değil, kalkınma ve ilerlemeye dayalı, ortak bir kader anlayışına sahip çok kutuplu bir topluluktur.

Rusya Devlet Başkanı’nın BRICS medya gruplarına söylediği gibi: “Kimseyi dışlamıyoruz; kapımız herkese açık.”

Kazan’daki BRICS zirvesi: Yeni bir küresel gündem mi?

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Kore Yarımadası’nda savaş hazırlıkları: Pyongyang cephesinden 10 günün kronolojisi

Yayınlanma

Yazar

Kore Yarımadası’nın batı orta bölgesinde yer alan Gyeonggi Eyaleti’nde, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) sınırına yakın 11 bölge ‘tehlikeli bölge’ ilan edildi ve bu bölgelerden Pyongyang karşıtı propaganda malzemelerinin gönderilmesi yasaklandı.

Eyaletin idari işlerden sorumlu birinci vali yardımcısı Kim Sung-joong’un geçen hafta ilan ettiği kısıtlamalar, Paju ve Gimpo şehirlerinin bazı bölgeleri ile Yeoncheon ilçesini kapsıyor.[1]

Sung-joong, sınır bölgelerinde yaşayan Korelilerin, ‘kötüleşen ilişkiler’ nedeniyle tehlikede olduğunu belirtti.

‘İki Kore arasında’ devam eden propaganda savaşlarının uzun bir geçmişi var ve bu cephede ‘eski silahlar’ yeniden çıkarıldı. Örneğin, Güney Kore, 2018’deki anlaşma sonucunda son verilen hoparlör yayınlarına yeniden başlayacağını açıklamıştı.[2] Ancak son 10 günde yaşananlar, meseleyi propaganda savaşından çıkararak askeri bir boyuta taşıdı.

11 Ekim – ‘İğrenç bir suç’

İki ülke arasında yeniden sıcak savaşın konuşulmasına yol açan son gerilim, 11 Ekim tarihinde Kore Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasıyla açığa çıktı.

Kore Dışişleri Bakanlığı, 11 Ekim’de yayınladığı bir bildiride Seul yönetiminin ‘kışkırtmalarda kırmızı çizgiyi aştığını’, 3 ve 9 Ekim tarihlerinde insansız hava araçlarıyla sızma yaparak başkent Pyongyang’ın orta kesimine çok sayıda ‘karalama bildirisi’ dağıttığını açıkladı.[3]

Bu açıklamayı, bugüne kadar devam eden karşılıklı propaganda savaşından ayıran şey, sızmanın bu sefer sınır bölgesinden balon ya da hoparlörlerle değil, doğrudan insansız hava araçlarıyla yapılmış olması.

Güney’in propaganda bildirilerini ‘iğrenç bir suç’ olarak tanımlayan Kore yönetimi, bu hamleyi ‘ne göz ardı edilebilecek ne de affedilebilecek ciddi bir provokasyon’ olarak nitelendirdi.

Bu ihlal, bildiride “Uluslararası hukuk, bir ülkenin kara hava sahasında yabancı uçakların veya uçan nesnelerin serbestçe uçmasına izin vermediği gibi ‘zararsız uçuşa’ da izin vermez. Dünyada, hava sahasının ihlaline ve başkentinin üzerinde uçan düşman bir ülkenin insansız hava araçlarına tepki göstermeyecek hiçbir ülke yoktur” ifadeleriyle hatırlatıldı.

Bu, yalnızca KDHC için değil, dünyanın her ülkesinde geçerli olan, egemenlik ihlali sayılabilecek bir hava ihlaliydi.

12 Ekim – ‘Korkunç bir felaket yaşanacak’

Bu açıklamadan bir gün sonra, Kim Jong-un’un kız kardeşi, Kore İşçi Partisi Merkez Komitesi başkan yardımcısı Kim Yo-jong, söz konusu ihlalle ilgili uzun bir açıklama yayınladı.[4] Bu açıklama, Kim’in bu 10 günde yapacağı açıklamaların ilkiydi.

Kim’in açıklamasından öne çıkanlar şu şekilde:

“Dışişleri Bakanlığı’nın önemli bir açıklama yapmasının hemen ardından, Güney Kore askeri yetkilileri “Böyle bir şey olmadı. Henüz durumu anlamış değiliz.”, “Ordu, Kuzey Kore’ye insansız hava aracı göndermedi.”, “Bunu sivil bir kuruluşun yapıp yapmadığını kontrol etmemiz gerekiyor.” gibi utanmaz ve çocukça bahanelerle sorumluluktan kaçmaya çalıştılar…”

——————–

“Eğer sivil bir kuruluş tarafından gönderilen insansız hava aracı, sınırı dilediği gibi geçip gidiyorsa ve ordu bunu bile tespit edemiyorsa, bu durum kesinlikle büyük bir sorun teşkil eder.

Güney Kore ordusu, her fırsatta “kusursuz tespit ve takip yetenekleri” olduğunu iddia eden bir ordu değil midir? Uçan bir kuş sürüsünü bile “Kuzey Kore’nin insansız hava aracı” sanarak panikleyen askerler, birdenbire kör mü oldu?..”

——————–

“Karşı ülkenin başkenti üzerinde propaganda broşürleri dağıtmak zaten ciddi bir siyasi provokasyon ve egemenlik ihlali olarak kabul edilecektir. Ancak bunu taşıyan aracın insansız hava aracı olması, bu olayın ciddiyetinin esas noktasını oluşturmaktadır.

Dünyada askeri amaçlarla kullanılan insansız hava araçlarının başka bir ülkenin egemenliğini alenen ihlal etmesine ordu seyirci kaldıysa, bu kasıtlı bir ihmal veya iş birliği anlamına gelir ve bu olayın asıl aktörlerinin ordu yetkilileri olduğunu kanıtlar…”

——————–

“Bizim tüm eylemlerimiz, tamamen karşılık verme ilkesine dayalı zorunlu adımlardır.

Sanki bizim tepkimiz hiç yoktan ortaya çıkmış gibi bir algı yaratmaya çalışmak başarısız olacaktır.

Bu insansız hava aracı provokasyonunun sorumlusu kim olursa olsun, buna hiç önem vermiyoruz. İster askeri yetkililer, ister sınır dışına kaçan sivil gruplar olsun, hepsi aynı şekilde yüzsüz Güney Koreli gruplardır…”

——————–

“Seul ve Güney Kore’nin askeri gücünü yok etmek için bir saldırı başlatma zamanı belirlenmiş değil. Bu zamanın ne olduğunu biz belirlemiyoruz. Ancak Güney Kore insansız hava araçları tekrar hava sahamızda görülürse korkunç bir felaket mutlaka yaşanacaktır.

Kişisel olarak, böyle bir olayın meydana gelmemesini dilerim…”

13 Ekim – Kore’nin tamamına yıkım uyarısı

Kim’in açıklamasından bir gün sonra ise, Genelkurmay Başkanlığı, sınırdaki birliklere ateşe hazır olma emrinin verildiğini açıklayan yeni bir bildiri yayınladı.[5]

Aynı gün, Savunma Bakanlığı Sözcüsü de Güney’in hamlelerini ‘kendi halkının hayatı üzerinde oynadığı bir kumar’ olarak nitelendirdi ve şu ifadelere yer verdi:

“Kararlarımız ve değerlendirmelerimiz doğrultusunda güçlü saldırı araçlarının kullanılabileceği bir noktadayız; böylece Güney Kore’nin tamamı bir yıkım sahasına dönüşebilir.”[6]

‘Çöp, çöp kutusuna atılmalıdır’

 Aynı gün, Kim Yo-jong’dan bir açıklama daha geldi. Güney Kore yönetimini çok sert ifadelerle hedef alan Kim, “Bu kadar aptal ve tehlikeli olan bu tür insanların dünyaca tanınması gerekiyor. Ölümlerine kadar böbürlenip ortadan kaybolacaklar. Çöp, çöp kutusuna atılmalıdır” dedi.[7]

14-15 Ekim – ‘Melez köpekler’

Hafta boyunca açıklamalarına devam eden Kim, 14 Ekim’de “Bir nükleer güç olan ülkemizin egemenliği, Amerika’nın beslediği melez köpekler tarafından ihlal edildiyse, bu köpekleri yetiştiren sahipleri sorumlu tutulmalıdır,”[8] 15 Ekim’deyse “Provokatörler ağır bir bedel ödeyecekler”[9] dedi.

16 Ekim – ‘Bütün yolları kapattık’

Bir gün sonra ise, ülke çapında yaklaşık 1,4 milyon genç öğrenci Halk Ordusu’na kaydolmak için dilekçe verdi.[10]

Kardeş Kim’in açıklamaları, kendisi de ‘popüler’ bir kişilik olduğu için dünya gündeminin ilgisini çekti. Her zaman olduğu gibi, Kore haberlerinde meydana gelen bu ‘yarı-magazinel’ anlatıyı, Merkez Askeri Komisyon’un bir gün sonra yayınladığı yol blokajı açıklaması[11] yeni bir evreye taşıdı. 

17 Ekim – ‘Güney Kore Düşman Devlet’

Kore Savunma Bakanlığı Sözcüsü, Kore İşçi Partisi Merkez Askeri Komisyonu’nun talimatıyla, ülkenin Güneyinde bulunan iki bölgede yolların patlatılarak Güney Kore arasındaki bağlantı yollarının tamamen kesildiğini açıkladı.[12] 

Yolların patlatılmasına ilişkin fotoğrafların da yayınlandığı açıklamada asıl ‘bilgi’, satır aralarında saklıydı. Açıklamada yer alan ifadeler, iki Kore arasındaki köprülerin tamamen atıldığını doğruluyordu:

“Güney Kore’yi tamamen düşman devlet olarak belirleyen Kuzey Kore Anayasası’nın gereklilikleri ve düşman güçlerin ciddi siyasi ve askeri provokasyonları nedeniyle öngörülemez bir savaşın eşiğine sürüklenen ciddi güvenlik ortamından kaynaklanan zorunlu ve yasal bir önlemdir.” 

Kore’nin Seul yönetimini artık düşman bir devlet olarak gördüğü, artık yasal olarak da doğrulanmıştı. Aslında bu kararın alınacağı, Kim Jong-un’un ocakta Güney’in ‘baş düşman olarak tanımlanması için’ yaptığı anayasal düzenleme çağrısından bu yana biliniyordu.

Ancak, bu tarihten itibaren, uluslararası kamuoyunun asıl dikkati, Kuzey’in ipleri tamamen koparmasındaydı.

18 Ekim – Kim Jong-un’dan açıklama: ‘Kardeşlik, birleşme gibi anlamsız düşünceler…’

Dünya Kore Yarımadası’ndaki gelişmeleri takip ederken, Kore lideri Kim Jong-un’un herhangi bir açıklama yapıp yapmayacağı da merak konusuydu. Kim ise, sessizliğini 17 Ekim’de, Kore Halk Ordusu 2. Kolordu Komutanlığı’na düzenlediği ziyarette bozdu.

Kim, bu ziyarette yaptığı konuşmada, ordunun Güney Kore’nin yabancı ve açıkça düşman bir ülke olduğu gerçeğini bir kez daha ve iyi bir şekilde kavraması gerektiğini vurguladı.

Kim ayrıca, Güney Kore topraklarına bağlanan yol ve demiryollarının tamamen yıkıldığını hatırlatıp, bunun yalnızca fiziksel bir kapatma değil, aynı zamanda Seul ile süregelen kötü ilişkiyi kesip kardeşlik ve birleşme gibi anlamsız ve gerçekçi olmayan düşüncelerden kurtulmak anlamına geldiğini söyledi.[13]

 ‘Telif hakkı’

Bütün bunlar yaşanırken, Güney Kore ise ilginç bir şekilde ‘telif haklarına’ odaklandı. Güney Kore Genelkurmay Başkanlığı’nın basın sözcüsü, Kore Merkezi Haber Ajansı’nın yayımladığı üç patlama fotoğrafından birinin, kendilerinin çektiği görüntülerden izinsiz olarak alındığını söyledi.

Güney’in bu adımını “Tuhaf bir millet” ifadeleriyle yorumlayan Kim Yo-jong ise şunları söyledi:

“Sanki yapılan patlatma işleminin ne anlama geldiğini, ne kadar ciddi bir güvenlik tehdidi ile karşı karşıya olduklarını kavrayamıyorlarmış gibi; asıl mesele bir kenara bırakılmış ve “fotoğraf tartışması” gündeme getirilmiş. Bu gerçekten aptallığın sınırlarını zorluyor. Aptalların anlayabileceği şekilde anlatacak olursak, dünya medyasından Amerikan NBC, Fox News ve İngiliz Reuters gibi kuruluşların yayımladığı videolardan bir kareyi fotoğraf olarak kullandık. Öncelikle, o açıdan bizim çekmemiz mümkün değildi ve kompozisyon açısından uygun olup amacımıza uyduğu için kullandık. Bunda ne sorun var? Yan çizip saçma sapan şeyler söyleyerek ne kazanacaklarını merak ediyoruz. Her halükarda, gerçekten tuhaf bir millet.”[14]

Aynı gün, Kore Sosyal Güvenlik Bakanlığı Sözcüsü, Güney’den gönderilen bazı balonların ve ‘atıkların’ (propaganda malzemelerinden bahsediliyor) toplanarak yakıldığını açıkladı. Savunma Bakanlığı ise, Pyongyang hava sahasını işgal eden insansız hava aracıyla ilgili incelemelerin tamamlandığını söyledi.

Uzman ekipler tarafından teknik analizler yapıldığını açıklayan bakanlık, Pyongyang’ın Seopo bölgesinde düşen insansız hava aracının, Güney Kore ordusunun “Drone Operasyon Komutanlığı”nda donatılmış “uzun mesafe keşif amaçlı küçük bir drone” ve ‘Silahlı Kuvvetler Günü’ etkinliklerinde kullanılan insansız hava aracıyla aynı model olduğunu ortaya çıkardı.

Savaş çıkar mı?

Söz konusu Kore Yarımadası olduğunda, bu soruya verilecek yanıt “Her zaman ihtimal dahilinde” olabilir. 1950-1953 yılları arasındaki Kore savaşının ardından ateşkes imzalansa da barış hala imzalanmadı. Bu iki ülke hala savaş halinde ve savaş teknik olarak 74 yıldır devam ediyor.

“Savaş çıkar mı?” sorusu kadar çok sorulan bir diğer soru ise, “Kuzey Kore savaş çıkarır mı?” olsa gerek…

Kore, nükleer anlaşmalar, adanın silahsızlandırılması, barış ve birleşme gibi konulara hep açıktı. Ancak, ABD’nin Güney’deki uzun soluklu varlığı, Güney’deki OPCON’un[15] kaldırılmasının ertelenmesi, ABD desteğinde artan askeri tatbikatlar ve ‘Asya NATO’su’ tartışmaları, Pyongyang için ‘artık umut kalmadığı’ yönünde değerlendirilebilir.

Dolayısıyla, bölgede yaşanacak bir sıcak savaş halinde, uluslararası hukuk açısından Pyongyang yönetiminin –en azından- atılması gereken adımları defalarca attığını söylemek mümkün. Bu pozisyon, Pyongyang yönetiminin yaşadığı ekonomik zorluklardan kaynaklı, ‘dışa açılma zorunluluğundan’ kaynaklanıyor.

Pyongyang yönetimiyle ilgili en çok öne sürülen söylem, ‘rejimin’ ‘her fırsatta silaha sarıldığı’ yönünde.

Ancak ne yazık ki, Kuzey Korelilerin dünyanın geri kalanıyla ticari ilişkiler kurmasının önünde, ağır yaptırımlarla örülü büyük engeller var. Bunun da ötesinde, bölgeyi ilgilendiren önemli gelişmelerde Pyongyang yönetiminin söylemleri, açıklamaları veya Kore medyasında aktarılanlar, ‘sansasyon’ içerdiği düşünülen sert açıklamaların dışında küresel medyanın filtresinden geçemiyor. Kuzey Kore’den yayın yapan herhangi bir medya kuruluşuna girebilmek için bile VPN kullanmak gerekiyor. Aynı zamanda, Kore’nin küresel internet ağına bağlanmasının önünde ABD ve AB kaynaklı çok büyük engeller bulunuyor.[16]

Siyasi ve ekonomik yaptırımlarla örülen bu duvarın hemen dışında, Korelileri namluları kendilerine çevirmiş durumda bekleyen 4 ayrı ABD askeri üssü karşılıyor.[17]

Yaşanan bu 10 günlük kriz süreci, klişe ifadeyle yarımadada hiçbir şeyin -70 yıldır her dönemde olduğu gibi- bir kez daha eskisi gibi olmayacağının göstergesi, ‘kardeşlik’ ve ‘birleşme’ gibi kavramlar ise rafa kaldırılmış durumda. Bu özlemlerin yeniden devreye gireceği günleri, ABD’nin bölgedeki askeri varlığı ve Güney’de ABD’den bağımsızlaşmayı savunan kesimlerin gücü belirleyecek.

[1] https://world.kbs.co.kr/service/news_view.htm?lang=e&Seq_Code=188472

[2] Güney Kore, 1963 yılından beri Kuzey sınırında devasa boyutta hoparlörlerle propaganda yapıyordu.

[3]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ced2c1792418783ff12dd00dc1a5fafe0ac4fae463026ba907a470c6a731c154e4.kcmsf

[4]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed5301190e2f336db98b5e69c75e0da264e037e8d.kcmsf

[5]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed53011905d713cd80640b1921921fd9e8c2b9169.kcmsf

[6]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed530119087aa79ff19c8fadf2558d0ab8bb3e2e5.kcmsf

[7]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed53011901947eb21f9e7ac157555ce320523fca2.kcmsf

[8]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed53011902e42d07d524a7cd9f63fea22ff988679.kcmsf

[9]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ceef95faa0635411644429e20ed530119010b2e447ad54bc392eadd19f0ee43770.kcmsf

[10]http://www.kcna.kp/kp/media/photo/q/097d7ad157a46241eb943c5f55fccb8ae81fc4e6a7c5fe5fe0ff9eed6af0655d.kcmsf

[11] Açıklama, Kore Merkezî Haber Ajansı (KCNA) tarafından 17 Ekim tarihinde yayınlandı. Daha sonra, haberin iç metnindeki tarih, 16 Ekim olarak değiştirildi.

[12]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ce1ccd519564493a89bd0f812519c6200bac2f542e074fd508786dec650e79896d.kcmsf

[13] http://www.kcna.kp/kp/article/q/59760a5fccb9c7c774623d478afb1839.kcmsf

[14]http://www.kcna.kp/kp/article/q/7814962e12328ec63931b157c5b3d5ce1ccd519564493a89bd0f812519c6200b18c5c1a47989ceb0dfe5053491dd731c.kcmsf

[15] ‘Operational Control’ (Operasyonel Kontrol): Eğer Güney Kore bir savaşa girerse, askeri operasyonlar, başında ABD’li bir komutanın bulunduğu OPCON eliyle yönetilecek

[16] https://x.com/erknoncn/status/1820418971989860622

[17] https://www.scrolli.co/hikaye/kopruler-atilirken-kuzey-koreliler-guneye-bakinca-ne-goruyor

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English