Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Rusya-Ukrayna Savaşı’nda yeni arabulucu Orban mı?

Yayınlanma

Rusya-Ukrayna savası Şubat 2022’den bu yana aralıksız ve ateşkes olmadan devam etmekte. Batı’nın Rusya karşısında Ukrayna desteği devam ederken, Avrupa Birliği (AB) Moskova’ya karşı 14. yaptırım kararlarını uygulamaya soktu. Rusya’ya uygulanan yaptırımlar yeni alanlara yayılırken,  ABD ve Batılı ülkelerin Ukrayna’ya askeri ve maddi desteği de devam ediyor. Geçtiğimiz hafta NATO Zirvesi öncesinde ABD temaslarında bulunan Ukrayna Savunma Bakanı ve diğer devlet yetkilileri ABD’den yeni mali yardımın yanı sıra desteklerini de artırdı. ABD’li yetkililer önümüzdeki süreçte Ukrayna’ya 2.4 milyar dolarlık yardımın yapılacağını açıkladı.  Elbette ABD ve Ukrayna arasında geçtiğimiz haftalarda imzalanan on yıllık güvenlik anlaşması da düşünüldüğünde aralıksız devem eden bu yardımlar Ukrayna açısından önemli.  Rusya-Ukrayna Savaşı sona erme noktasından çok uzak görünüyor.  Fakat Batı’nın Rusya politikasında her ülke aynı yaklaşıma sahip değil. Bunların en başında ise Macaristan gelmekte. Macaristan Batı’nın tüm Rusya karşıtı yaptırım uygulamaları ve politikalarına karşın tıpkı Türkiye gibi Rusya ile olan ilişkilerine ara vermedi. Peki ama olası bir ateşkes AB dönem Başkanlığını alan Macaristan’ın girişimi ile sağlanabilir mi?

Orbán ve AB İlişkileri 

Avrupa’da aşırı sağın yükselişi konuşulurken aynı zamanda Macaristan bu aşırı sağın en önemli kalelerinden biri olarak görülüyor. Fidesz Partisinin Genel Başkanı Victor Orbán 2010 yılından bu yana Macaristan’da iktidarı eline tutan tek isim. Orbán aşırı sağın önemli bir temsilcisi olarak uzun zamandır AB’ye karşı Avrupa şüpheciliği yaklaşımını da sürdürmekte.  Her ne kadar bu yaklaşım popülist desteği artırmak için bir araç olarak adlandırılsa da esasında Rusya ile işbirliği ve ilişkileri bu söylemin bir araçsallaştırmadan daha fazlası olduğunu göstermekte. Macaristan Rusya’ya yönelik uygulanan yaptırımlara karşı duruşunun yanı sıra Rusya devlet Başkanı Vladimir Putin ile de ilişkilerini Ukrayna Savaşı süreci boyunca bozmadan devam ettirmiştir.

Aşırı sağın temsilcisi olan Orbán, Macaristan’da takip ettiği iç politik adımlar ile de Rusya ile benzer seviyededir. Özellikle LGBT karşı duruşu ve geleneksel aile değerlerine dayanan sağcı ideoloji dikkat çekmektedir. Keza bu yaklaşımlarda biz-onlar savaşı olarak AB, küreselleşme yanlıları ve göçmenlerin gösterilmesi de unutulmamalıdır.

Son olarak ise Macaristan’ın özellikle son dönemde AB yaklaşımında büyük bir değişim olduğu görülmekte. Orbán 2022 seçimlerinden sonra Avrupa şüpheciliğinde AB sonlandırma girişimleri yerine daha çok AB’yi dönüştürme yaklaşımını benimsemiş durumda. Macaristan liderinde AB’nin Ukrayna’ya destekten vazgeçmesi, göçmen politikalarını değiştirmesi gibi çağrılar dikkat çekici. Özellikle Orban’ın, AB’nin Ukrayna’ya yapacağı yardımla ilgili kararları eleştirmenin yanı sıra engelleme girişimleri de söz konusu.

Ayrıca dikkat çeken bir konu ise AB’nin Orban yaklaşımı. Bilindiği gibi Macaristan AB dönem başkanlığını devraldı. Ancak bu süreç AB içinde pek çok tartışmayı da beraberinde getirmişti. 2023 yılında AP, Macaristan’ın AB Dönem Başkanlığını devralma konusunda uygun olup olmadığı üzerinden demokrasi ve hukuk devleti uygulamalarında ihaleler olduğuna dikkat çekmişti. Ancak tüm eleştirilere rağmen Macaristan AB’nin dönem başkanlığını 6 aylık süre için aldı ve Orbán hızla “Barış misyonu” ziyaretlerine başladı. Böylece Orbán AB’nin gündemini belirleme ve değiştirme yaklaşımında önemli bir adım atmış oldu.

Orbán ve yeni arabulucu rolü

Rusya-Ukrayna Savaşı’nın başından bu yana Türkiye iki ülke arasında bu çatışmayı sona erdirme adına önemli girişimlerde bulundu. Türkiye’nin arabulucu rolü kapsamında Rusya ve Ukrayna heyetleri 2022 yılında Antalya Diplomasi Forumu ve hemen akabinde de Cumhurbaşkanlığı Dolmabahçe Ofisi’nde bir araya gelmiş, ancak sonuç alınamamıştı. Türkiye bu girişimler sonrasında arabuluculuk adına attığı adımları sonlandırmadı. Türkiye, Batı ile Rusya arasında sorunların çözümünde de en önemli rolü üstelenmişti. Şüphesiz tahıl girişimi koridoru bu örneklerden biri ve en önemlisidir. Küresel gıda krizini önleme adına Türkiye, Rusya’nın Karadeniz’den tahılın güvenli bir şekilde taşınması bağlamında söz almıştı. Fakat Rusya özellikle Batı’yı tahılın ihtiyacı olan ülkelere taşınmadığı ve Ukrayna’ya destek sağladığı gerekçesi ile eleştirmişti. Böylece geçtiğimiz yıl bu girişim Rusya’nın ortaya oyduğu çekinceler ile sona ermişti.

Öte yandan NATO üyesi olarak Rusya ile bir araya gelebilen tek ülke Türkiye idi.  Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 24. Zirvesi de şüphesiz önemli bir örnek teşkil eder. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin zirvede ikili görüşmeler gerçekleştirdi.   Bu görüşmelerde olumlu beyanlar olsa da Rusya ve Ukrayna arasında devam eden savaşa dair arabulucu rolü için Türkiye’nin konumu ile ilgili olumsuz bir açıklamageldi. Kremlin Sözcüsü Peskov, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın arabulucu olamayacağını belirtti. Bunun nedeni ise Kiev’in her türlü müzakereyi reddetmesi olarak gösterildi. Peki, ama gerekçe sadece Kiev’in reddetmesi mi?

İşte tam bu noktada Orbán’ın “barış” arayışına dair ziyaretleri akıllara gelmeli. Bilindiği gibi Orbán, AB dönem Başkanlığı akabinde hızla Kiev’e giderek Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy ile görüştü. Orbán bu görüşme esnasında Zelenskiy’den Rusya ile devam eden savaşa dair hızlı bir ateşkesi değerlendirmesini istemiştir. Akabinde Orbán hızla Moskova’ya gitti. Putin ile bir araya gelen Orbán burada da ateşkesi gündeme getirdi. Elbette bu ateşkes aynı zamanda AB ve Rusya ilişkilerini de alt metinlerde taşımakta idi. Orbán bu nedenle Putin ile görüşmelerinde Avrupa’nın güvenlik mimarisine dair de konuştuklarını dile getirmiş. Orbán özellikle AB’nin Rusya ziyareti eleştirileri kapsamında Avrupa’dan yetki almadığını vurgulasa da aslında arka planda AB’nin gündemi yavaş yavaş değişmekte. Bu örneklerden biri de Orbán’ın bir diğer ziyaretinin Türk Devletleri Teşkilatı zirvesi olmasıdır. Orbán, zirvede gözlemci olarak yer almış ancak AB üçünden büyük eleştiriler ile karşı karşıya kaldı. Bunun nedeni ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin temsil edildiği bir platformda Macaristan’ın AB dönem temsilcisi olarak yer alması ve bunun meşrulaştırılmasına dair endişelerin ortaya çıkmasıdır. Rusya konusunda olduğu gibi Kıbrıs ile alakalı olarak da Brüksel tepki göstererek Orban’ın AB’yi temsil etmediğini ifade etti. Orban’ın son ziyareti Çin’e gerçekleşti. Çin ile olan ticari ilişkilerin yanı sıra temel konu Orban’ın da sosyal medya da paylaştığı gibi “Barış Misyonu 3.0” oldu. Orban bu ziyarette Çin Halk Cumhuriyeti Başkanı Xi Jinping ile bir araya gelerek, barış ve ateşkesin sağlanması ile ilgili görüştü. Ateşkes ve siyasi çözümün sağlanmasının tüm tarafların yararına olacağı görüşü dile getirildi.

Rusya ve Ukrayna arasında barışın sağlanması için Orban’ın başlattığı bu şahsi diplomasi hamlesinin son ayağının ABD olacağı ifade edilmekte. 10-11 Temmuz’da NATO Zirvesi öncesinde bu görüşme önemli. 75 yıldır uluslararası sistemin önemli aktörü olan NATO’nun özellikle Rusya ve Ukrayna arasına devam eden savaş kapsamında güvenlik rolü ve etkisi ile son genişleme hamleleri çok dikkat çekti.  Son noktada Orban’ın gerçekleştirdiği barış diplomasisi hamlesinin iki yönü var. İlki siyasi olarak AB bağlamında. AB ve hatta Ukrayna’nın desteği olmadan üstlendiği barış misyonunun sonuçları nasıl olacak kestirilmesi zor. Ancak Orban’ın şu an için AB güvenliğine dair barış arayışları ile gündemi değiştirmeye başladığı aşikâr. İkincisi ise güvenlik boyutu ekseninde NATO bağlamında düşünülmeli. AB’nin aksine NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Orban ile Washington Zirvesi’nde gerçekleşen bu ziyaretin sonuçlarına dair görüşme yapılacağını belirtmiştir. Dolayısı ile kalıcı bir barış olmasa da Orban’ın barış arabuluculuğu önemli bir ateşkes adımını beraberinde getirebilir.

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Ateşkes ve rüzgâra kapılmış sivrisinekler – 2  

Yayınlanma

Yazar

Ateşkes veya mütarekeyi gitgide daha da kaçınılmaz kılan üç faktör var.

1) Kiev’in durumu

The Washington Post geçen yılın aralık ayında “celbi çıkanlar askerlik arzusuyla yanıp tutuşmuyor,” diyordu. Kiev kaynaklarına dayanarak celbi çıkan 650 binden çok erkeğin ülkeden ayrıldığını da yazmıştı gazete. Kiev savunma bakan yardımcısı Natalya Kalmıkova “yüzbinlerce insanın” celpten kaçmaya çalıştığını söylüyordu. Amerikalılara göre sadece 2023’te Ukrayna 124,5 bin insanı kaybetmişti. Aynı günlerde Kiev’deki komedyen-başkan, çatışmalardaki asker kaybının sadece 31 bin olduğunu söylemişti. Forbes mart ayında, Kiev birliklerinin personel yetersizliği yüzünden rotasyon yapamaz durumda olduğunu, yetersizliğin “düzinelerce tugay” mevcudunu bulduğunu söylüyordu. The Wall Street Journal ise 25 Mart’ta, ordunun “çok yıprandığını”, “bazı Ukraynalıların” askere gitmeyi kabul edene kadar “dayak yediğini ve parmaklık arkasında tutulduğunu” iddia ettiklerini yazmıştı. Gazeteye göre komedyen-başkanın partisinin celp yaşını 27’den 25’e düşürme girişimi (Journal’a göre bu sayede “gençlerin büyük bölümü celp dışında” tutuluyordu) Rada’da da muhalefetle karşılaşıyordu — ama demokrasi muhteşem bir şeydir; nitekim sadece bir hafta sonra komedyen-başkanın kararnamesiyle bu da onaylandı. O zamandan beri celp yaşının 21’e düşürülmesi tartışılıyor. Ordunun “gençleştirilmesi” lazımmış.  Journal için herhalde ziyanı yoktur — USAID’e göre 10-29 yaş arası genç sayılıyor, demek ki 21’e de düşürülse gençlerin büyük bölümü gene celp dışında kalacak.

The New York Times da geçen hafta koroya katıldı: gazeteye göre Kiev kuvvetleri “tükendi” ve Amerikan yetkilileri özel konuşmalarında giderek daha sıklıkla rejimin kaybettiği toprakları geri almasının fiilen mümkün olmadığını konuşuyorlar. Gazetenin görüştüğü yetkililer rejimin muharebe alanındaki durumu biraz düzelirse AB entegrasyonuna katılmak için ısrar edebileceğini söylüyorlar. Bir de iyimserlik butonu eklenmiş: Kiev her şeye rağmen “muzaffer” olabilirmiş ve şu anda barış görüşmelerine başlamak “hata” olurmuş.

Burada iki kilit ifade var: 1) “şu anda”, 2) “barış”. Tersten okunursa, “şu anda ateşkese” karşı olunmadığının teyidi saymak gerek. Mesele sadece ateşkesin hangi şartlarda gerçekleşeceğinde düğümleniyor.

Uzun zamandır Ukrayna sokaklarında zorla asker toplama görüntüleri boşuna değil yani. Birçok durumda kadınlar, askerlik şubelerinin avcılarına karşı koyarak erkeklerin kaçmasını sağlamaya çalışıyor. Ama avlanma için başka yöntemler de var. Kiev rejimi 16 Temmuz’a kadar askerlik yükümlülüğündeki 18-60 yaş arasında bütün erkeklerin (bunların ülkeden çıkması çatışmanın başından beri yasak) askerlik bilgilerini güncellemelerini mecburi kıldı. Eğer bunu yapmazlarsa seferberlik kaçkını sayılacaklar. Yaptırımı, sürücülük dahil bir dizi haklarının “geçici olarak” ellerinden alınması. Kontrol ve yaptırım mekanizması 1984’e rahmet okutacak kadar derinleştirilmiş üstelik. Resmi sitelere kayıt yaptıran erkekler eğer askerlik bilgilerini güncellemediyse hızla güncelleme talimatı geliyor. Güncellemeler mobil uygulamalar üzerinden yapılıyor. Bunlar takip uygulamaları olarak tasarlanmış: kayıt yaptıran kişinin çalıştığı yerden banka kartlarını kullandığı şubelere ve doktor-dispanser muayenelerine kadar tespit ediliyor. Bu sayede güncelleme yapıldıktan sonra adreslerini ve işlerini değiştirmiş olsalar bile askeri tabip karşısına çıkmaları için talimat takip ediyor.

Ateşkes ve rüzgâra kapılmış sivrisinekler – 1  

2) ABD’nin durumu

Bunaklığından artık hiç kimsenin kuşku duymadığı, son olarak NATO zirvesi ardından basın toplantısında komedyen-başkan yerine Putin’in, kendi başkan yardımcısı yerine Trump’ın adını anan ve bir de Stoltenberg’e karısıyla ilgili sokakta bile ağza alınmayacak laf eden ABD başkanı eğer mucize olmazsa kasım ayında yapılacak seçimleri şimdiden kaybetti. Trump’ın uğradığı suikast girişiminin ardından ikonik pozuyla değil — bu tür pozlar kolaylıkla tersine çevrilebilir — ama başta Musk’ın girişimleri, ve çok muhtemeldir ki gene Musk’ın devreye girmesi sonucu Trump’ın başkan yardımcılığına bilişim sermayesi ve finans sermayesi ortaklığını kişiliğinde cisimleştiren JD Vance’i aday göstermesiyle. Böylece sermaye desteği kaydı ve Trump’ın seçilmesinin önünde hiçbir engel kalmadı.

“Yeni ittifak yolları” üzerine yazarken iki başkan adayı arasındaki çatışmanın gerçekte sermaye fraksiyonları (geleneksel sanayi sermayesiyle finans-bilişim sermayesi) arasında bir çatışma olduğunu vurgulamıştım. Kapitalizmde sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmalar hiçbir zaman birinin diğerini yok etmesiyle sonuçlanmaz ama daima bunlar arasında başka bir seviyede entegrasyonla sonuçlanır. Vance ve Musk bu entegrasyonu sağlamayı başardılar. Bu durumda şunlar yaşanacaktır: “Amerikan sanayi sermayesinin militarizasyonu hızlanacaktır; ABD için korumacılık dünya için serbest ticaret; ABD için iç barış dünya için savaşlar; memnuniyetsiz küçük ve orta burjuvazinin Amerikan hâkim sınıflarının menfaatleri için örgütlenmesi; stagnasyon tehdidinin ortadan kalkması; Avrupa sanayi sermayesine diz çöktürülmesi sürecinin tamamlanması.”

Geçen yazımda Nixon-Kissinger’in çılgın adam taktiğine girişirken nerede duracaklarını bilecek kadar akıllı olduklarını hatırlatmıştım; neocon manyaklığı ise şirazeyi tümden dağıtmış durumda ve gerçekten bir delilik yapması pekâlâ mümkün (gerçi, Miller’in açıklaması neocon manyaklığının bile belki Trump’ın baskısıyla ayılmak üzere olduğunu gösteriyor). Sermayenin başlıca fraksiyonları arasında yeni bir entegrasyon bu manyaklığı kısmen durdurabilir. Ancak bunun halkların yararına olacağını düşünmek de büsbütün yersiz. Savaşsız savaşmak mümkünse öyle yaparlar — yeni entegrasyon bunun mümkün olduğunu düşünüyor. Zaten tükenmiş bir güçle Rusya’ya karşı cephe savaşına devam etmek anlamsız. Ama savaşın bütün diğer halkaları (Rusya’nın sömürgeleştirilmesi girişimleri, Avrupa üzerinden taktik nükleer baskının artırılması, Avrupa sanayi sermayesine tamamen diz çöktürülmesi, Rusya üzerindeki askeri ve siyasi tehdit kısmen azaltılırken Çin üzerindeki askeri ve siyasi tehdidin artırılması) devam edecektir.

Küresel bir uçurumun kıyısından dönmekle cehennem hayatına devam etmek arasında bir tercih bu; ne var ki hiç değilse cehennem hayatından bir çıkış her zaman vardır.

3) Avrupa’nın durumu

Avrupa’nın durumu aslında “ne olacak bu Avrupa’nın hali?” beyliğinden az hallice.

Birincisi, Avrupa elitleri kaderini tamamen neocon manyaklığına bağladı. ABD’de bir siyaset değişikliği öyle anlaşılıyor ki akıllarının ucundan bile geçmiyordu; Trump’ın yükselişiyle birlikte paniğe kapıldılar ve şu anda tam bir belirsizliğin içindeler. Macaristan ve bütün çalkantılarına rağmen Slovakya bunun dışında tutulabilir belki. Slovakya, başbakan Fico sayesinde az çok tutarlı bir avro-militarizm karşıtı siyaset izliyor; Macaristan ise kaderini daha en baştan Trump’la birleştirdi ve olanca ilkesiz pragmatizmi içinde oyunu mükemmel oynadı. Orbán’ı dize getirmeyi başaramadıklarını söylemek abartılı olur — Macaristan Rusya’yla ilişkilerini sürdürmekten vazgeçmeden, bütün düğüm noktalarında (bütün yaptırımlardan başka Avrupa silah sanayisine katılmakta da) AB siyasetini bloke etmedi, sadece baş ağrıtmakla yetindi. Bu başağrısı, kendi münhasırlığına delice inanan Avrupa elitlerini çok rahatsız etti ve ediyor; Orbán’ın Moskova ziyaretinin ardından AB bürokrasisinde doğan büyük hiddet buna tanıklık ediyor.

AB içinde kazanan, şimdilik, Orbán oldu.

Hepsi gerçek bir Washington kuklası olan Çekiya, Polonya ve Baltık ülkeleri vasal yetenekleri sayesinde ABD’de (abartarak söyleyeyim) sosyalizm gelse bile kolaylıkla uyum sağlayabilir; Almanya ve Fransa içinse bu ciddi çatışmalara gebe bir süreç.

AB ikinci bir darbeyi Trump’ın seçilmesi halinde ABD’ye çok daha büyük haraç ödemekle yemeye hazırlanıyor. Bunun bir iktisadi yanı var: Avrupa sanayi sermayesi ABD’ye göç ediyor ve Trump’ın simgelediği Amerikan istikrarı bu göç trafiğini hızlandıracaktır. ABD’nin yeni emperyalist entegrasyon siyaseti AB’nin görünürdeki siyasi otonomisini de yok edecektir.

Elitlerin bundan rahatsızlık duyduğunu düşünmüyorum. Nihayetinde bunların simgelediği şey zaten Avrupa bağımsızlığı değil küresel mali sermayeye tam bir entegrasyon, yani Avrupa bağımlılığıydı. Ancak meselenin askeri-siyasi tarafı felaketleri olabilir. Politico geçtiğimiz günlerde Trump’ın ekibindeki kaynaklarına dayanarak eski başkanın yeniden seçilirse NATO’da “radikal bir oryantasyon değişikliğine” gideceğini yazmıştı. Buna göre ABD Avrupa’nın başlıca savaş gücü tedarikçisi olmak yerine sadece kriz zamanlarında destekte bulunabilir. Avrupa üzerinde “nükleer şemsiyesini” ve Almanya, Britanya ve Türkiye’deki hava ve deniz kuvvetleri ve üsler bulundurmayı sürdürecek, ancak temel piyade, zırhlı, lojistik ve topçu işleri nihayetinde Avrupalıların sorumluluk alanında olacak.

Mesele, Avrupa’nın NATO katkı paylarını ve savunma bütçelerini artırma taahhüdünü bir türlü yerine getirememesinden kaynaklanıyor. Gerçi Baltık’ın NATO üyeleri bu konuda pek bir kararlılar ve geri kalan blok üyeleri için de örnek oldular; ama onlar, doğrusu, pek küçük ve provokatör rolü dışında tamamen önemsiz. Bu elitler savaş çığırtkanlığında birbiriyle yarışıyor; ama savaşı tek başlarına sürdürmeleri mümkün değil — bunun için ne kaynakları ne cesaretleri var, arkalarındaki tek güç ABD ve kendi ülkelerinde kışkırttıkları zıvanadan çıkmış, alabildiğine saldırgan, şoven, fobik ve “woke” dalgaydı. Birincisi geri çekildiğinde ikincisi ülke içinde çatışma potansiyelini artıracak ve bu süreç faşistleşme eşiğini zaten çoktan aşmış olan bu ülkelerin önüne iki seçenek koyacaktır: ya üstyapıda daha hızlı gericileşme ve altyapıda daha hızlı militarizasyon, ya da bağımsızlıkçı ve hatta Keynesyen işçi sınıfı, küçük burjuvazi ve orta burjuvazi hareketlerinin iktidara yükselmesi.

* * *

Gelişmeler şu olası yol haritasına işaret ediyor: Rusya’ya karşı iktisadi savaş hız kazanacaktır, ancak askeri savaşın sürdürülmesinin maliyeti gitgide yükseliyor. Ateşkes meselesi Kiev’den Washington’a, Londra’dan Budapeşte’ye kadar sabah akşam konuşuluyor olmalı bugünlerde — ama diğer Avrupa başkentlerinde değil, onlar önemsiz, onlar rüzgâra kapılmış bir sivrisinek gibi amaçsızca uçup duruyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English