Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Rusya yerel seçimleri: Sol muhalefet neden mağlup oldu?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Rusya’da 8-10 Eylül tarihleri arasında ülke genelinde yapılan oylamada seçmenler 33 bin oblastın parlamento milletvekilini ve 21 oblastın valisini seçti. Ortalama katılım oranı yüzde 43,5 oldu.

Moskova Belediye Başkanlığı oylamasında Sergey Sobyanin yüzde 76,4 ile yeniden seçildi; 2018’deki çoğunluğu yüzde 70,2 idi. Rusya Federasyonu Komünist Partisi (RFKP) mağlup buldu; parti liderinin 35 yaşındaki torunu Leonid Zyuganov sadece yüzde 8,1 oy alabildi.

RFKP, Hakasya’da Valentin Konovalov ve Oryol’da Andrey Kliçkov olmak üzere iki valisini korumasına rağmen, 2018’deki son yerel seçimlere kıyasla çok daha düşük bir oy oranına erişti; bu iki vali de görevde olma avantajına sahipti ve 2018’de seçilmişlerdi. Ukrayna’nın doğusunda geçen yıl referandumla resmi olarak Rusya’ya bağlanan Donetsk, Lugansk, Herson ve Zaporojye’de Komünist Parti’ye verilen destek zayıftı; Herson’da yüzde 11 ile ikinci sırada yer aldılar ve diğer üç oblastta da üçüncü çıktılar.

İktidardaki Birleşik Rusya, yerel meclislerde çoğunluğu ve ülke genelinde üçte iki oy oranını alarak 2018’den çok daha iyi bir performans sergiledi.

RFKP Birinci Başkan Yardımcısı Yuriy Afonin, RBK’ya verdiği demeçte, yaşanan yenilginin sebebinin savaş olduğunu öne sürdü: “2018’de sonuçlarımızı (hükümetin) emeklilik yaşını yükseltmesi ve emeklilik protesto hareketinin yükselmesi etkilemişti. Şimdi durum tersine döndü; özel askerî harekât söz konusu ve toplum (hükümet etrafında) konsolide olmuş durumda.”

Parti lideri Gennadiy Zyuganov ise, RFKP’nin hala ülkede ana muhalefet olduğu konusunda ısrar etti. Pazartesi günü partinin internet sitesinde yayımlanan mülakatında Zyuganov, şunları söyledi: “Bu savaşın tüm Rus dünyasına, medeniyetimize karşı ilan edildiğinin farkına varmamız gerekiyor. Dolayısıyla tek bir çıkış yolumuz var, o da mutlak ve koşulsuz bir zafer kazanmak. Ancak bunu yapmak için mevcut durumu doğru değerlendirmek, güçlü ve zayıf yönlerimizi anlamak ve kararlılıkla saldırıya geçmek gerekiyor. Toplumu mümkün olduğunca birleştirmek, kaynakları seferber etmek, en ileri ve en taze olan her şeye hâkim olmak ve bunu eşi benzeri görülmemiş yaptırım koşullarında yapabilmek gerekiyor.”

Aşağıda tercümesi verilen makalede, Vzglyad gazetesine konuşan uzmanlar, yenilginin sebebini RFKP’nin iktidar partisinden söylemsel olarak pek de farklı şeyler söylememesine bağlıyor.

Zyuganov’un görüşleri şu şekilde: “Putin son yirmi yılda stratejisini dört kez değiştirdi. İktidara, 80 binden fazla işletmenin yok edildiği ve satıldığı, yurttaşların birikimlerinin dinamitlendiği ve Sovyet yönetiminin vurulduğu ‘atılgan 1990’lardan’ sonra geldi. 1990’larda ülke, kendini Sam Amca’nın sallanan kuyruğuna dönüştürdü ve bir petrol ve doğalgaz borusuna, taş ocağına ve kereste fabrikasına dönüşmeye karar verdi. Fakat Putin stratejiyi değiştirmenin gerekli olduğunu fark etti… Fakat Yeltsin döneminin artıkları iktidarda (kalmaya) devam ediyor. Kremlin’de ve hükümette hala pek çok makamı işgal ediyorlar… Putin Doğu Ekonomi Forumu’nda son derece ilginç ve bilgilendirici bir konuşma yaptı. Fakat ben konuşmasının vergi mevzuatıyla ilgili bölümüne özellikle dikkat çekmek istiyorum. Oligarşi rahat bir nefes aldı; Devlet Başkanı, vergi konusunu değiştirmeyeceğimizi söylüyor ama dünyanın önde gelen yirmi ülkesi arasında sadece bizde hem yoksullardan hem de önde gelen zenginlerden aynı oranda gelirin toplandığı düz bir vergi ölçeği var! Bu kesinlikle adil değil ve devletin çıkarlarıyla doğrudan çelişiyor. Bu politika sayesinde oligarklar normal vergilerini ödemiyorlar… Ülkeyi görülmemiş bir hızla yağmalamaya devam ediyorlar. Sadece 2022 yılında Rusya’dan yurt dışına 261 milyar dolar transfer edildi. En zengin 25 oligarkımızın toplam sermayesi şimdiden 300 milyar doları aşmış durumda. Bu, tüm Rusya bütçesinden daha fazla! Ve tüm bunlar, yardım, destek ve şefkate ihtiyaç duyulan özel askerî harekât koşullarında gerçekleşiyor! Yani maksimum konsolidasyon ve uyum gerektiği sırada.”


Mevcut koşullarda Rusya’daki siyasi partilerin birbirlerinden ayırt edilmeleri zorlaştı

Andrey Rezçikov

15 Eylül 2023

Rusya’da gerçekleşen seçimler yeni bir dizi eğilimi ortaya çıkardı. Bir yandan, partilerin birbirlerinden ayırt edilmeleri daha zor hale geldi. Öte yandan, tüm partiler seçmenlere yönelik politikalarını net bir şekilde formüle etmedi.

Seçim sürecinde başka hangi hatalar yapıldı ve Rusya’nın parti sistemi bir sonraki seçimlere ne durumda girecek?

Uzmanlar, geçtiğimiz hafta sonu gerçekleşen Tek Günlük Oylamayı bir “referandum oylaması” olarak nitelendiriyor, zira seçimlerin yapıldığı tüm yasama meclislerinde Birleşik Rusya, yeni (Donbass) bölgeleri de dahil olmak üzere çoğunluğu kazandı. Ayrıca Birleşik Rusya’nın vali adayları da —ki bunlar 21 kişiden 19’u— ilk turda yüzde 70 ila yüzde 80 arasında değişen sonuçlarla kazandılar.

Siyaset bilimcilere göre, seçim kampanyası esnasında pek çok parti, birbirlerinden farklılaşmalarının daha zor hale geldiği gerçeğiyle yüzleşti. Gözlemcilere göre, Vladimir Jirinovskiy (6 Nisan 2022’de hayatını kaybetti) olmadan mücadele eden Rusya Liberal Demokrat Partisi’nin (LDPR) sonuçları beklenmedik derecede yüksek çıktı. Ancak Hakikat İçin Adil Rusya ve Komünist Parti, mevcut siyasi gerçeklere uyum sağlayamadı ve seçmenlere geleneksel sloganlarından başka bir şey sunamadı. Bu durum karşısında Yeni Halk (Novye Lyudi) partisi, artık siyasi sistemin tam teşekküllü bir üyesi haline geldiğini ispat etmeyi başardı.

Bazı uzmanlar son seçimleri 2024 başkanlık kampanyası öncesinde partiler için bir antrenman olarak nitelendiriyor. Genel manada sistem, bazı bölgelerdeki rekabete rağmen iç siyasi uzlaşıyı sürdürüyor.

Minçenko danışmanlık iletişim holdingi başkanı ve MGIMO Siyasi Elitler Araştırma Merkezi Direktörü Yevgeniy Minçenko, “Birleşik Rusya seçmenlerini harekete geçirmek adına makul bir teknoloji yarattı, bu nedenle partinin bir şeyleri kökten değiştirmesinin bir anlamı yok; kazanan takımlarını değiştirmek istemiyorlar. Teknolojik yöntemleri değiştirmek mümkün ama Devlet Başkanı’nın imajını kullanma modeline, idari ve endüstriyel bileşenin mobilizasyonuna, sosyal medyada aktif çalışmaya ve parti mensupları aracılığıyla mobilizasyon sistemine bağlı kalıyorlar; bunların hepsi işe yarıyor,” dedi.

Minçenko, “Birleşik Rusya Yönetim Kurulunun başındaki başkan yardımcıları Aleksandr Sidyakin ve Sergey Perminov harika, çok iyi iş çıkarıyorlar,” ifadelerini kullandı.

Uzmana göre diğer partilere gelince, birbirlerinden ayırt etmeleri hakikaten zor: “Bunun nedeni Donbass mutabakatı denen şeyde yatıyor. Herkes Devlet Başkanı’nın etrafında birleşmiş durumda, parlamentodaki tüm partiler kendi partilerini destekliyor. Bu koşullarda birbirinden farklı olmak son derece zor.”

Minçenko, Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nin (RFKP) siyasi stratejistlerinin” bu sezon iyi bir iş çıkardığını ve Valentin Konovalov’un Hakasya’da iyi bir kampanya yürüttüğünü” düşünüyor. Minçenko’nun (Konovalov’un kampanyasından) elde ettiği bulgular arasında siyasetçi imajı üzerinde çalışmak, internette aktif olmak, tartışmalar sırasında kulaklık kullanmak ve Konovalov’un danışmanlardan gelen tavsiyeleri kabul etmesini sağlamak yer alıyor.

Uzman, “Komünist Parti’yi silmek için henüz çok erken. Şu anda onlar için iyi bir zaman değil ama (RFKP’nin seçmen tabanında) hala atalet söz konusu. Bununla birlikte, Komünist Parti’nin bir zamanlar olumlu bir performans sergilediği İrkutsk oblastı gibi bölgeler de dahil olmak üzere konumunu büyük ölçüde kötüleştirdiği de bir gerçek,” diye kaydetti.

Minçenko, “Genel manada partinin aldığı sonuçlar oldukça anlaşılabilir sebeplerle azalıyor. Geçmişte, emeklilik reformu ve Birleşik Rusya’ya karşı protesto alternatifi olarak Komünist Parti’ye oy veren Navalnıy taraftarları ve liberal muhalefetle zımni bir koalisyon oluşturarak sıçrama yaptılar. Bugün ise seçmenlerin bu kesimi demoralize olmuş durumda; iç göçe başladılar ve Komünist Parti’yi oylarından mahrum bıraktılar,” değerlendirmesini yaptı.

Siyasi analist Pavel Danilin ise Komünist Parti’nin seçmenlere dönük çalışmasını net bir şekilde formüle edemediği görüşünde: “Onlara ne söyleyeceklerini hiç bilmiyorlar. Ve parti, bu hata üzerinde ciddi bir çalışma yürütmeli. Komünistler Vladimir Putin’i destekliyor gibi görünüyorlar ama öyle değiller. Komünist Parti liderleri kendilerini kaybetti ve seçmenlerini de kaybetti.”

Böyle bir durumda partinin “sahici bir gençleşmeye ve lider değişikliğine” ihtiyacı var: Danilin, “Böyle gelmiş böyle gider. Fakat Gennadiy Andreyeviç Zyuganov çok sklerotik. Zyuganov değişsin, tamam ama genç Leonid, parti liderinin torunu. Bu belki Komünistler için büyük bir artı olacaktır,” dedi.

Fakat bir sonraki lider seçmenin ihtiyaçlarını karşılamalı: “Şu anda Komünist Parti, destekçilerine neden komünistlere oy vermeleri gerektiğine dair bir cevap veremiyor. Komünist Parti ne sunmak istiyor, partinin Rusya için gelecek vizyonu nedir?” Danilin’e göre bu sorunun bir cevabı yok ve eğer varsa da bunu bilen son derece kısıtlı grup Komünist Parti’yi Rusya’nın en güçlü ikinci partisi olarak koruyamaz.

Minçenko, “Ancak Hakikat için Adil Rusya, boşu boşuna radikalleşme yolunda ilerledi. Kendisini bir ‘şok partisi’ olarak sunma fikri işe yaramadı. Sözü ona ‘öfkeli vatanseverleri’ cezbetmedi ve geleneksel seçmenleri kendine yabancılaştırdı. Partinin sonuçlarındaki düşüş de bundan kaynaklanıyor,” diye açıkladı.

Danilin, “Adil Rusya son derece dar bir seçim alanında oynadı ve günün sonunda oy kaybetti,” diye ekliyor: “Adil Rusya ilk başta aşırı vatanseverleri desteklemişti ama Yevgeniy Prigojin’in kalkışmasından sonra şok partisi konseptini tamamen terk etmek zorunda kaldı. Böylece sadece Birleşik Rusya’nın kazanan olarak kaldığı ortaya çıktı. Verdiği mesajlar seçmenlerin ihtiyaçlarını net bir şekilde karşıladı. Fakat bu, Birleşik Rusya partisinin bir sonraki kampanya için yeni bir şeyler icat etmesi gerekmediği anlamına gelmiyor.”

Minçenko, “Liberal Demokratlar, çeşitli faktörler sayesinde iyi bir sonuç elde etti. Her şeyden evvel Leonid Slutskiy, bölgesel yetkililerle yetkin bir şekilde ilişki kuran ve kişisel zamanının büyük bir kısmını buna harcayan etkili bir müzakereci oldu. İkinci faktör ise partinin merhum lideri Vladimir Jirinovskiy’in bir peygamber ve bilge olarak imajının yetkin bir şekilde kullanılması. Bunlar dikkat çekici ve yaratıcı yeniliklerdi. Buna ek olarak LDPR’de güçlü bölgesel liderlerden oluşan bir galaksi yetişti. Bunların arasında Krasnoyarsk Krayından Aleksandr Gliskov, Hakasya’dan Mihail Molçanov var. Bu şahsiyetler karizmaları sayesinde partinin oylarını yukarı çekti,” diye konuştu.

Minçenko’ya göre, “partinin şu anda dayandığı gündemin kendisi ve Jirinovskiy’in çok şey öngördüğü fikri, parti ideolojisinin talep görmesine yardımcı oldu.” Minçenko, “LDPR’nin bundan ne kadar süre faydalanacağını söylemek zor ama Sovyet Komünist Partisi’nin Lenin’in imajını on yıllar boyunca sürdürdüğünü hatırlayın,” anımsatmasını yaptı.

Danilin aynı zamanda LDPR’nin temel konularda “devlet başkanını son derece açık bir şekilde desteklediğini” ve diğer durumlarda da önerilerini seçmene açıkça ifade ettiğini düşünüyor: “Evet, Jirinovskiy’in imajı ve mirası partiye epey yardımcı oldu. Ayrıca akıllıca konumlandırma ve kamusal tartışmalara aktif katılım sayesinde parti, Komünist Parti ve Adil Rusya’dan seçmenlerin bir kısmını koparmayı başardı. Bu eğilim devam ederse LDPR, Komünist Parti’yi ana muhalefetten edecek.”

Minçenko, “Yeni Halk Partisi çok iyi bir performans sergilemedi ama genel olarak takdire şayandı. Yeni Halk, parlamentoda olmalarının tesadüf olmadığını ispat etti. Vladislav Davankov’un Moskova’daki seçim kampanyası beklenildiği kadar etkili olmadı; belediye başkanlığı seçimlerinde dördüncü sırada yer aldı. Aynı zamanda, gerçek bir programı ve gerçek başarıları olan Sergey Sobyanin hariç, kampanyası en anlamlı olanıydı,” yorumunu yaptı.

Minçenko’ya göre partinin Yakutistan İl Tümeni ve Yakutsk Kent Duması seçimlerinde elde ettiği en iyi sonuç, bir yandan Sardana Avksentiyeva’nın kişiliğinin, diğer yandan da parlak ve yaratıcı kampanyasının sonucu. Minçenko, pek çok insanın Yakut deneyimini incelemesini ve bir sonraki seçim döneminde tekrarlamasını tavsiye ediyor.

Danilin’e göre, parlamentodaki diğer partilerden farklı olarak öne çıkan Yeni Halk’tı, ancak “Mesajlarını hiç ifade etmiyorlar, bu nedenle Yaroslavl ve Yakutistan dışında neredeyse her yerde kötü sonuç aldılar. Partinin söylemini net bir şekilde formüle etmesi ve seçmenlerin beklentilerine hitap etmesi gerekiyor, o zaman sonuçlar iyileşecektir.”

Dünya Basını

İran-İsrail savaşı ve Orta Asya

Yayınlanma

Editörün notu: Orta Doğu’da tırmanan İran-İsrail savaşı, Rusya için jeopolitik açıdan hayati önem taşıyan Orta Asya’nın istikrarına yönelik yeni bir tehdit oluşturuyor. Rusya’nın önde gelen düşünce kuruluşu Valday Kulübü’nün program direktörü Timofey Bordaçev’in değerlendirmesine göre bu tehlike iki şekilde ortaya çıkabilir: Birincisi, İran’ın olası bir iç kaosa sürüklenmesiyle bölgenin Rusya ve Çin’e karşı Batı nüfuzuna açık hâle gelmesi. İkincisi ise İsrail’in politikalarının, adalete duyarlı Orta Asya halkları arasında radikalleşmeyi ve aşırılıkçılığı körüklemesi potansiyeli. Orta Asya ülkeleri bu riskleri bölgesel işbirliğiyle yönetmeye çalışsa da Bordaçev, Rusya’nın destekleyici bir komşu olarak kalması gerektiğini ancak bu ülkelerin güvenliğinin nihai sorumluluğunu üstlenmemesi gerektiğini vurguluyor.


Orta Doğu’daki savaş Orta Asya’yı tehdit ediyor

Timofey Bordaçev
Vzglyad

Uluslararası ilişkilere nispeten profesyonel bir gözle bakan herkes, Rusya’nın jeopolitik konumunun en önemli özelliğinin doğal sınırlardan yoksun olması olduğunu bilir. Hatta Kafkasya gibi bu tür engellerin görünüşte var olduğu yerlerde bile, bu sınırlar olmadan yaşama alışkanlığı algımızda belirleyici bir rol oynuyor.

Orta Asya, Rusya ile tamamen bütünleşik bir jeopolitik alan oluşturuyor. Bölgenin barışçıl gelişimine yönelik dış tehditler, otomatik olarak Rusya’nın kendisine yönelik tehditler olarak görülüyor. Bu tür tehditleri önleme çabasında ne kadar ileri gidilebileceğini anlamak, önümüzdeki yıllarda Rus dış politikasının önemli görevlerinden biri.

Şu anda Orta Asya, en yıkıcı güçlerin eylemlerine açık hâle geleceği bir durumla karşı karşıya kalabilir. Bu durum, SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden bağımsızlığını kazanmasından bu yana ilk kez yaşanıyor. Orta Asyalı dostlarımız Avrupa’dan oldukça uzaktalar; Avrupa, Suriye, Irak ve Ermenistan için komşuluğu sorun teşkil eden Türkiye de onlara epey uzak. Komşularını cezasız bir şekilde bombalamayı seven İsrail de yakınlarında değil. Tüm Avrasya’da coğrafi açıdan daha şanslı sayılabilecek tek ülke Moğolistan: Araları iyi olan iki ülkeyle, Rusya ve Çin ile komşu.

Son 34 yıldır tek endişe kaynağı Afganistan’dı. Aslında Afganistan’ın kendisinden ziyade, bizzat Orta Asya ülkelerinden gelen dinci aşırılık yanlıları için bir üs olması nedeniyle endişe kaynağıydı. Afganların kendileri ise 19. yüzyılın sonlarından bu yana komşu topraklara pek tecavüz etmedi. Başlıca komşuları olan Rusya ve Çin, aralarındaki bu alanda barış ve huzurun hâkim olmasında hayati bir çıkara sahiptir. Bu durum öncelikle kendi çıkarlarından kaynaklanıyor; zira her iki büyük gücün de nüfusunun önemli bir kısmı Müslüman. Fakat uluslararası ilişkilerde iyi davranışın en güvenilir garantisi de tam olarak bu tür çıkar odaklı mülahazalar.

Ancak bu günlerde Orta Doğu’da yaşananlar neticesinde bu rahat konum biraz daha kötüye gidebilir. İsrail hükümetinin önümüzdeki yıllara yönelik stratejisinin, komşularıyla sürekli savaş hâli yaratarak elitlerin iktidarda kalmasını sağlamaktan ibaret olduğu izlenimi doğuyor. Ekim 2023 olayları bir başlangıç noktası oldu ve şimdi İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışma yaşanıyor.

İsrail elitleri arasındaki pek çok “öfkeli baş”, bir sonraki hedefin bölgede liderlik rolü üstlenmeye çalışan bir diğer iddialı güç olan Türkiye olacağını söylüyor. İsrail’in diğer Arap komşularının da bu durumdan kaçamayacağına şüphe yok; mademki sürekli savaş yolunu seçti, bu yoldan dönmesi için hiçbir neden bulunmuyor. Başka bir deyişle, İsrail’in dış politikası tüm Orta Doğu’yu ve komşularını yavaş yavaş bir askeri çatışma girdabına çekiyor. Üstelik İsrail, ABD’nin kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen Washington’un desteğini sürekli arkasında hissediyor.

Orta Doğu’nun sürekli bir çatışma alanına dönüşmesi, Avrasya’nın en sakin bölgelerindeki komşuları için bile iyi bir anlam taşımıyor. Bu nedenle Rusya’nın dikkatini ve burada uzun vadeli, hesaplı bir politika oluşturmasını gerektiriyor.

Birincisi, İran’ın şu anda karşılaştığı sorunlar Orta Asya’nın istikrarını ciddi şekilde tehdit edebilir. İsrail ve şimdi de ABD ile doğrudan askeri bir çatışmanın sonuçlarının ne olacağını henüz tahmin edemiyoruz. Şimdilik İran yönetimi durum üzerinde yüksek bir kontrol sergiliyor ve halkı vatanseverliğiyle öne çıkıyor. Ancak en dramatik senaryolar da göz ardı edilemez.

Eğer İran gerçekten de hasımlarının arzuladığı gibi bir iç kaosa sürüklenirse, Orta Asya ciddi tehlikelerle yüzleşecektir. Bunun basit sebebi, İsrail, ABD veya Avrupa için oradaki güvenlik durumunun kendi askeri ya da ekonomik güvenlikleriyle değil, Rusya ve Çin ile olan diplomatik ilişkileriyle ilgili bir mesele olmasıdır.

Orta Asya’yı düşündüğümüzde, coğrafi büyüklüğüne rağmen modern dünyanın çok küçük bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Beş ülkenin toplam nüfusu 90 milyona ulaşmıyor ki bu da İran veya Pakistan gibi ülkelerden daha az. Her birinin nüfusu çok daha fazla olan Vietnam, Bangladeş veya Endonezya gibi modern dünya ekonomisinin “fabrikalarından” bahsetmiyoruz bile.

Diğer bir deyişle, Orta Asya, Rusya ve Çin için önemli olsa da ABD veya Avrupa’nın gözünde, kaynak sağlamaya çalıştıkları dünyanın çok önemsiz bir parçası. Moskova veya Pekin’e zarar verme fırsatı söz konusu olduğunda Washington, Brüksel veya Londra’daki hiç kimse bu bölgeyi korumayacaktır. Ve eğer İran’da siyasi sistem kökten değişir veya ülke bir iç kargaşaya sürüklenirse, toprakları Orta Asya’ya yönelik yabancı nüfuzunun kaynağı hâline gelecektir.

İkincisi, bu bölgedeki iç sorunların nedeni bizzat İsrail’in saldırgan politikası olabilir. Daha somut bir ifadeyle, halkın, hükümetlerinin bu duruma karşı koyamamasından duyduğu hoşnutsuzluktur. Orta Asya cumhuriyetlerinin pek çok sakininin Sovyet geçmişine sahip olduğunu ve Rus kültürüyle bağları bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu da onların adaletsizliği, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinin vatandaşlarına göre çok daha keskin bir şekilde algıladıkları anlamına gelir. Bu nedenle, İsrail’in tüm komşularına karşı yürüttüğü savaş politikasının, bize en yakın Doğu parçasındaki Müslümanların kamuoyu üzerindeki potansiyel etkisini küçümsememek gerekir. Bu durum, en azından daha fazla Orta Asya ülkesi vatandaşının aşırılık yanlısı dinci hareketlerin saflarına katılmasına yol açabilir.

Orta Asya ülkeleri, dünya meselelerindeki konumlarını güçlendirmek ve büyük jeopolitikanın “pazarlık kozu” hâline gelmekten korunmak için çok şey yapıyor. Son yıllardaki önemli çalışmalarından biri, iç ve dış politikanın ana hatlarını koordine etmek ve çevre dünyayla diyalog kurmak için liderlerin sürekli bir araya geldiği Orta Asya Beşlisinin oluşturulmasıdır. Rusya bunu her şekilde desteklemektedir.

Ana komşularıyla işbirliğini güçlendiriyorlar ancak Rusya ve Çin’in hasımlarıyla çatışmaktan kaçınıyorlar. Türkiye’nin konumunun zayıflığını ve kaynak yetersizliğini anladıkları için, “Büyük Turan” gibi jeopolitik hayaller kurma girişimlerine karşı temkinli davranıyorlar. Genel olarak, Orta Asya ülkelerinin dış politikası hem esnekliğin hem de Rusya’ya karşı olan yükümlülüklerine bağlılığın bir örneği: Bu konuda ciddi şekilde gücenecek bir durumumuz yok.

Fakat en makul dış politikanın bile Orta Asya’daki dostlarımız için modern dünyada huzurun garantisi olacağından tam olarak emin olamayız. Gördüğümüz gibi bu dünyada artık uluslararası hukuk ve teamüller neredeyse işlemiyor, kaba kuvvete dayalı politika zafer kazanıyor. Bu, Rusya’nın onların kaderi için tam sorumluluk alması gerektiği anlamına gelmez. Bu tür yaklaşımlar daha önce de Rusya’nın kısıtlı kaynaklarının kendi güvenliğimiz ve gelişimimiz için hiçbir fayda sağlamadan harcanmasına yol açtı.

Rusya’nın müttefiklik yükümlülükleri nedeniyle çatışmalara müdahale etme konusunda çok kötü bir deneyimi var: Bu tür örneklerin en trajiği 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’dır. Ve şimdi Orta Asya’daki komşularımızla, devletlerinin bekasının kendi egemenlik meseleleri olduğunu açıkça konuşmakta fayda var. Ve Rusya bu noktada, komşularının kendi güvenliklerini sağlayabileceklerine inanan bir dost, güvenilir bir komşu ve dikkatli bir gözlemci.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi

Yayınlanma

İsrail gazetesi Jerusalem Post’ta Çin’in Orta Doğu stratejisini tartışan bir makale yayınlandı: “Rusya-Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’da varlığını genişletmesi için alan açtı.”

***

Mordechai Chaziza
Jerusalem Post, 26 Haziran 2025

Ukrayna’daki savaş, küresel düzeni sarsarak Soğuk Savaş dönemindeki bölünmeleri yeniden canlandırdı ve ülkeleri stratejik ittifaklarını yeniden değerlendirmeye itti.

Avrupa, çatışmanın merkez üssü olsa da, jeopolitik şok dalgaları Orta Doğu’ya da yansıdı ve tarihsel olarak ABD ve Rusya’nın etkisi altında olan bölgede Çin’in önemli bir aktör olarak ortaya çıkışını hızlandırdı.

Çin’in bu değişen küresel düzene verdiği yanıt, yeniden ayarlanan bir stratejiyi ortaya koyuyor: Artık geleneksel müdahale etmeme yaklaşımıyla sınırlı kalmayan Pekin, ekonomik bağlarını derinleştiriyor, stratejik altyapı projelerini ilerletiyor ve kendisini diplomatik bir alternatif olarak konumlandırıyor.

Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’daki varlığını genişletmesi için alan açtı. Çin, artık bu bölgede sadece enerji güvenliği değil, aynı zamanda uzun vadeli nüfuz da arıyor.

Bugün Orta Doğu, stratejik riskten kaçınma ile karakterize ediliyor. Bölgedeki ülkeler tek bir güce sadakat göstermeyi kaçınıyor ve ABD, Çin ve Rusya ile dengeli ilişkiler kurmayı tercih ediyor. Ukrayna krizi, bu dengeleme çabalarına aciliyet katarak enerji, gıda güvenliği ve siyasi istikrarsızlık konusundaki endişeleri yoğunlaştırdı.

Çin’in cazibesi, altyapı, kredi ve siyasi koşullar içermeyen ticaret gibi angajman modelinde yatmaktadır. Yalnızca 2024 yılında, Orta Doğu ülkeleri Çin’den 39 milyar dolarlık yatırım ve inşaat anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaların en büyük alıcıları Suudi Arabistan, Irak ve BAE oldu. Bu müdahaleci olmayan yaklaşım, bölgesel öncelikler, egemenlik, ekonomik kalkınma ve çeşitlendirme ile uyumludur.

Önce enerji, ama sadece enerji değil

Çin’in Orta Doğu ile ilişkilerinin kökleri enerji güvenliğine dayanmaktadır. 2023 yılında Çin’in petrol ithalatının %36’sından fazlası Körfez ülkelerinden geldi. Pekin, Rusya’dan petrol ithalatını artırsa da, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle uzun vadeli LNG anlaşmaları imzalayarak aşırı bağımlılıktan kaçındı.

Ancak enerji sadece başlangıç noktasıdır. Enerji, daha geniş bir ekonomik entegrasyonun önünü açmaktadır. Bugün, Çin’in yatırımları yenilenebilir enerji, dijital altyapı ve yapay zekaya da uzanıyor. Bu stratejik çeşitlilik, Çin’i sadece bir enerji tüketicisinden bölgenin merkezi bir kalkınma ortağına dönüştürüyor.

Kuşak ve Yol Girişimi

Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Çin’i Orta Doğu’nun en önemli altyapı ortağı haline getirdi. 2023 yılına kadar, bölge, liman ve demiryollarından akıllı şehirlere ve 5G ağlarına kadar uzanan projelerle küresel Kuşak ve Yol Girişimi inşaat harcamalarının üçte birinden fazlasını oluşturdu. Çin ile bölge arasındaki ticaret hacmi 2019’da 294 milyar dolardan 2022’de 480 milyar dolara yükseldi.

Bu ekonomik yerleşme, tedarik zincirlerini güvence altına almak ve Çin standartlarını ve teknolojilerini bölgenin geleceğine yerleştirmek gibi iki amaca hizmet ediyor. Suudi Arabistan tek başına 2024’te BRI anlaşmalarında 19 milyar dolarlık pay aldı. Bu anlaşmalar arasında Riyad metrosu gibi yüksek profilli projeler de yer alıyor.

Çok kutupluluk ve küresel yönetişim

Ticaretin ötesinde, Çin kendisini çok kutuplu bir dünya düzeninin lideri olarak konumlandırıyor. Orta Doğu, bu vizyonun merkezinde yer alıyor. 2024 yılında Mısır, İran ve BAE BRICS+’ya katılırken, Suudi Arabistan da katılmaya davet edildi. Bu hamleler, Batı merkezli ittifaklardan kopuşu ve alternatif kurumlara yönelmeyi işaret ediyor.

Çin ayrıca Orta Doğu’nun Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılımını teşvik etti ve Küresel Kalkınma ve Küresel Medeniyet Girişimleri gibi yeni çok taraflı çerçeveler oluşturdu. Kuzey-Güney ayrışmasının derinleştiği bir ortamda, Pekin’in “Güney-Güney dayanışması”na verdiği önem Orta Doğu’da yankı buluyor.

Arabulucu mu, fırsatçı mı?

Çin’in Orta Doğu’daki giderek daha fazla dikkat çeken diplomatik faaliyetleri, özellikle uzun süredir bölgede rakip olan ülkeler arasında arabuluculuk rolüyle küresel ilgiyi üzerine çekti. Mart 2023’te Pekin, İran ile Suudi Arabistan arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan tarihi bir anlaşmaya aracılık etti. Bu anlaşma, gerilimin yatışmasına ve bölgesel diyaloğun ilerlemesine katkıda bulundu.

Bunu, Çin’in Hamas ve El Fetih dahil 14 Filistinli grup arasında uzlaşma görüşmelerini kolaylaştırması izledi ve Temmuz 2024’te Filistin’in birliği ve geçici ulusal hükümet planlarına ilişkin Pekin Deklarasyonu ile sonuçlandı.

Bu çabalar, Çin’in geleneksel olarak çekingen diplomatik tutumundan önemli bir sapma anlamına geliyor. Orta Doğu’da genellikle askeri müdahale ve güvenlik taahhütlerine güvenen ABD’nin aksine, Çin riskten kaçınan bir yaklaşımı benimsemiş ve doğrudan müdahale yerine arabuluculuk ve diyalogu tercih etmiştir.

Çin’in arabulucu rolü, yapıcı bir küresel aktör ve Batı yöntemlerine alternatif olarak imajını güçlendirerek önemli sembolik kazanımlar sağlarken, daha derin güvenlik angajmanının getireceği maliyet ve riskleri üstlenmek istememesi nedeniyle etkisi sınırlı kalmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in arabuluculuğunun sembolik önemi büyüktür. Kendisini barış arabulucusu olarak konumlandıran Pekin, yeni diplomatik modeller sunan bir küresel güç olarak kendini gösterir. Bu söylem, Batı liderliğindeki çatışma çözümüne alternatif arayan Küresel Güney’deki birçok ülkede yankı bulur.

Kısıtlamalar ve çelişkiler

Artan nüfuzuna rağmen, Çin’in Orta Doğu’daki etkisi sınırlamalara sahiptir. Pekin, ABD’nin bölgedeki stratejisini belirleyen siyasi veya askeri müdahaleye kendini adamamıştır. Ayrıca, çıkarlarını savunmak için önemli maliyetleri üstlenmeye istekli olduğunu da kanıtlamamıştır.

Gazze’de devam eden savaş sırasında Çin’in İsrail’e yönelik eleştirileri, Washington ile rekabetine paraleldi, ancak olayların seyrini etkilemedi. Bu arada, ABD diplomasisi İsrail ile Hizbullah arasında gerginliğin tırmanmasını önledi ve bölgesel güvenlik konusunda Washington’un şimdilik vazgeçilmez bir güç olduğunu gösterdi.

Dahası, Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından ABD’nin etkisinin yeniden artması, kriz zamanlarında Çin’in yumuşak gücünün kırılganlığını ortaya koydu. Örneğin, Pekin’in İran’a Husi saldırılarını durdurması için baskı yapma konusundaki çekingenliği, retorik ile etki gücü arasındaki uçurumu ortaya çıkardı.

Rusya’nın vekili değil

Rusya-Ukrayna savaşı, Çin’in Orta Doğu stratejisinin bazı yönlerini şekillendirmiş olsa da, bu stratejinin arkasındaki ana güç değildir. Çin’in bölgeyle ilişkileri, çatışmadan önceye dayanır ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, ekonomik fırsatları genişletmek ve küresel etkisini artırmak gibi uzun vadeli stratejik önceliklere dayanır.

Çin’in yaklaşımı uzun süredir Orta Doğu’nun kilit devletleriyle ikili ilişkiler kurmaya, Kuşak ve Yol Girişimi gibi kurumsal çerçeveler geliştirmeye ve bölgeyi BRICS ve ŞİÖ gibi çok taraflı gruplara entegre etmeye odaklanmıştır.

Ancak Ukrayna’daki savaş, mevcut eğilimleri hızlandırmıştır. Orta Doğu ülkeleri, jeopolitik istikrarsızlık ve Batı politikalarının öngörülemezliğinden korunmak için Çin’in girişimlerine daha açık hale gelmiştir.

Pekin ise enerji arzını güvence altına almak ve ticarette renminbi kullanımını teşvik etmek için çabalarını yoğunlaştırırken, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik ayrışmayı da kendi lehine kullanarak kendisini Küresel Güney’in savunucusu olarak konumlandırmaya çalışmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in Orta Doğu stratejisinin temelleri değişmemiştir. Bölgenin karmaşıklığı, istikrarsızlığı ve stratejik önemi, Çin dahil hiçbir gücün bölgeyi tek başına domine edemeyeceği anlamına gelmektedir.

Çin’in etkisi, hegemonya kurmak veya ABD’nin güvenlik liderliğine doğrudan meydan okumaktan ziyade, pragmatik ekonomik angajman ve ihtiyatlı diplomasi ile tanımlanmaya devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı, değişimin hızını artırarak gölge düşürdü, ancak Çin’in Orta Doğu’daki uzun vadeli emellerinin mimarı değil.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English