AVRUPA
Türkiye, Sırbistan, Kosova ve Sokullu Mehmet Paşa
Yayınlanma
1990’ların acı hatıraları ve Yugoslavya’nın çöküş sancılarını yaşamaya devam eden Balkanlarda en ufak gerginliğin “Acaba savaş mı çıkacak?” endişelerini doğurması son derece doğal.
Sırbistan – Kosova arasındaki son geriliminde de benzer kaygılar dile getirildi. Rusya – Ukrayna savaşının Balkanlara sıçrayarak geniş bir cephede Rusya – Batı savaşına dönüşmesi olasılığını dillendirenler oldu.
Sırbistan ordusunun alarm durumuna geçmesi ve sınır hattındaki askeri hareketlilikten sonra kriz yatışma aşamasına girdi. Gerilimi ateşleyen eski Sırp polis memuru Dejan Pantic’in tutuklanması kararı Kosova mahkemesi tarafından ev hapsine çevrildi ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic barikatların kaldırılması çağrısı yaptı.
Gerilim şimdilik düşse de çatışma dinamikleri canlı ve yakın gelecekte böyle olmaya devam edecek.
Sırbistan yönetiminin meseleye bakış açısını anlamak adına Belgrad merkezli Avrupa Çalışmaları Enstitüsü’nde Araştırmacı olan Siyaset Bilimci Stevan Gajich’e sorularımızı yönettik. Stevan Gajich sorularımıza güncel gelişmelerden başlayıp Sokullu Mehmet Paşa ve Avusturya Macaristan imparatorluğuna uzanan geniş bir tarihsel yelpazede yanıt vermeyi tercih etti.
- Kosova ve Sırbistan arasındaki sınır hattı oldukça karmaşık ve tartışmalı bir bölge. Son gelişmeleri ve devam eden gerginliğin dinamiklerini anlamak istiyoruz. İki tarafın son istikrarsızlaştırıcı eylemleri ile Ukrayna’daki kriz arasında bir bağlantı var mı?
Bağlantı şu ki, Kosova ve Metohiya’nın geçici kurumları dediğimiz şeyin Başbakanı Albin Kurti, Doğu Avrupa’daki krizi, Sırpları Akdeniz’in veya Güneydoğu Avrupa’nın Rusları olarak ilan edecek Sırp karşıtı bir koalisyon oluşturmak için kullanmaya çalışıyor. O, ciddi şekilde uğraşılması gereken bir baş belası. Bağlantı bu. Başka bir nokta ise tüm bunların nasıl olduğu. Bunun nedeni, Arnavutların imzaladıkları anlaşmaları tanımaması, kendi parlamentolarının iki kere onayladığı 2013 ve 2015 tarihli sözde Brüksel Anlaşmalarını tanımaması. Sırbistan’ın yerine getirdiği anlaşmaya göre, Arnavutların verdiği tek taviz, Kosova-Metohiy’daki Sırp toplumuna ait belediyeler kurmaktı. Ancak Kurti, 1244 sayılı karara saygı duymuyor ve Brüksel Anlaşmasına saygı duymuyor. Peki Sırplar ne yaptı? Kurumları terk ettiler, bu da Kosova ve Metohiya’daki etnik Sırpların polis teşkilatından ayrılması demek. Peki, Arnavutlar ne yaptı? Polislerin bir kısmını, sanki bu insanlar, savaş suçları, terör ve daha birtakım saçmalıklara bulaşmış gibi tutukladılar. Ama mesele şu ki, eğer bu insanlar hakkında böyle şeyler biliyorlarsa, nasıl oluyor da bu polisleri işe alırken veya bu insanlar polis teşkilatındayken bir sorun olmadı? Yani, bu elbette sadece bir baskı biçimi. Ayrıca, Arnavut Özel Kuvvetleri, Metohiya’da bulunan Mitrovica’nın güneyindeki Sırp köyü Velika Hoča’ya girdi. Bu köy, Ortaçağ’dan kalma 13 Sırp Ortodoks kilisesinin bulunduğu eski bir Sırp köyü. Bu köye girdiler ve bir ailenin 40 bin litre şarabına el koydular. Bu arada, oradaki tüm aileler için tek geçim kaynağı şarap üretimi ve satışı. 40 bin litreye el koydular, hepsini karıştırdılar, yani imha ettiler. Ve bu, elbette, Sırplar üzerine oradan ayrılmaları için bir tür ekonomik baskıydı. Olan bu. Oradaki ‘bağımsız gözlemciler’ de Arnavutluk’tan gelen KFOR birlikleriydi, dolayısıyla Arnavutlar, Sırpları yöneten Arnavutları denetliyorlar. Demek istediğim, bu gerçekten çok rezil bir durum. Polislerin tutuklanmasını protesto etmek için Sırplar barikatlar kurdular, hepsi bu. Ve sonra Kurti Sırpları silahla ve ölümle tehdit etmeye başladı. Elbette Sırbistan’ın tepki vermesi ve böyle bir girişim olursa neler olacağını göstermesi gerekiyordu. Ve size hatırlatmalıyım, NATO kuvvetlerinin gözleri önünde burada iki büyük pogrom yaşandı. Biri, 1999’da Sırp ordusu çekilip NATO’ya girerken, ikincisi ise 2004’te, Kosova’nın zaten NATO’nun tamamen kontrolü altına girdiği zamandı. Her iki olayda da Sırp kiliseleri yakıldı, Sırplar evlerinden kovuldular. Ve yaklaşık 200 bin Sırp, Kosova ve Metohiya’dan sınır dışı edildi ki, bu o eyalet için çok büyük bir rakam. Temel olarak, olan budur.
- Rusya sizi (Sırp tarafını) böyle bir çatışmada destekliyor mu? Ukrayna savaşı devam ederken Moskova’dan askeri destek almanın makul olduğunu düşünüyor musunuz?
Kosova ve Metohiya konusunda Rusya’nın yardımı önemlidir. Şimdiye kadarki en değerli yardımları, uluslararası hukuk düzeyinde destekleri, Sırbistan’ın Kosova ve Metohiya dahil tüm topraklarında toprak bütünlüğünün desteklenmeleri, 44 sayılı kararı desteklenmeleri ve Sırp Anayasası’nı desteklenmeleri olmuştu. Böylece bu destek şimdi tekrarlanıyor ve Rusya’nın bu desteği sürdüreceğine dair güçlü bir güvence vardı. O açıdan tepki gösterdiler tabii ki ama askeri destekten bahseden olmadı. Elbette Sırbistan’ın Rusya’yla askeri bir işbirliği var ama NATO’yla da askeri bir işbirliği var. Hatta NATO’yla daha da fazlası var. NATO’yla askeri faaliyetleri, Rusya’yla olandan daha fazladır ve her yıl istatistikler bunu gösteriyor.
- Yerel belediye seçimleri Nisan 2023’e kadar ertelendi. Ayrıca Kosova hükümeti araç plaklarıyla ilgili kararından geri adım attı. Buna rağmen tansiyon yükseliyor. Hangi adımlar gerilimi azaltacak ve Sırbistan bu konuda ne düşünüyor?
Bu, sadece ortada duran konuların ertelenmesi. Sırada ne olduğunu göreceğiz. Mesele şu ki, Kurti bunları tek başına, belki Büyük Britanya ve Almanya’nın desteğiyle yapıyordu. Çünkü Almanya ve bazı AB ülkeleri onları açıkça desteklediler. Arnavutların Brüksel Anlaşmalarına saygı duymadığına ve Sırplara nasıl muamele ettiklerine ilişkin ses çıkarmamalarına, söylememelerine rağmen, Sırpların barikatları terk etmesi gerektiğini söylediler. Her zaman ‘her iki tarafı’ sükunete çağırdılar ki, bu onların açık ikiyüzlülüğüdür. Bu konuda olan budur. Ne plaka sorunu ne de seçim sorunu çözülmedi, bundan sonrasını göreceğiz. Temelde önemli olan Amerikalılar. Kurti’nin yaptıklarından memnun değiller. Benzer şekilde, Fransa ve İngiltere’nin Mısır’a saldırdığı Süveyş Krizini ele alalım. Amerikalılar buna karşılardı ve onları küçük düşürdüler. Kurti, İngiltere, Almanya ve AB’den destek alırken bu kez Amerikalılar, yaptıklarına karşı çıktılar. Bu önemli. Demek istediğim, bu rezil sözde Alman ve Fransız inisiyatifi, Sırbistan’ı Kosova’nın bağımsızlığını bir devlet olarak tanımaya çağırıyor ki, bu, AB’nin arabulucu olduğu ve halihazırda imzalanan anlaşmalar saygı görmezken, onlar tarafından yapılan gerçekten çok onur kırıcı bir şaka. Minsk 1 ve 2’ye dair Ukrayna’da da olan buydu. Merkel’in röportajında anılan Sırbistan Cumhurbaşkanı bile AB’nin açıkça ikiyüzlü davrandığını ve tüm bu olaylarda yalan söylediğini söylüyor.
- Sırp ordusu neden alarm durumuna geçti? Orduyu kullanmaktan başka bir seçenek yok muydu? Vucic hükümetinin belirli bir yol haritası veya hedefi var mı? Belgrad’ın yol haritası nedir?
Sırp ordusunun en üst düzeyde teyakkuz halinde olması yapılacak en doğru şeydi çünkü Sırbistan’ın sözde uluslararası kamuoyuna olanları anlatmasının tek yolu buydu. Ah, uluslararası kamuoyu diyerek, ne kadar ırkçı bir tabir kullandım, çünkü uluslararası kamuoyu sadece siyasi Batı için geçerli bir kavram. Kendi halkı kötü muamele görürken, hatta öldürülürken veya sınır dışı edilirken – bu da bir olasılıktı -, Sırbistan’ın seyirci kalmayacağını onlara anlatmak için yapmaları gerekeni yaptılar ve doğru karardı. Mesaj alındı. Bu nedenle Sırp polisleri serbest bırakıldı. Arnavutlara bu konuda baskı yapanların yine Amerikalılar olduğunu düşünüyorum ve bu yüzden polisler serbest bırakıldı. Bunun Kurti’nin tepkisinden kaynaklandığını söyleyebilirsiniz, çünkü Sırp polisi (Dejan Pantic…) serbest bırakıldığında, bu rezilliği yapan yargıcı görmek istediğini söyledi. Bu da temelde Amerikalıların Kosova ve Metohiya’da olanları etkileyebilecek araçları olduklarını, kötü davrandığında bile Kurti’ye gösterdikleri anlamına geliyor.
- Sırbistan’ın gelecek için ne öngörüyor? NATO’ya katılmayı düşünüyor mu? Sırbistan’ın gelecek planları NATO ve AB’ye katılmayı içeriyorsa bu Kosova’nın egemen bir devlet olarak tanınmasını gerektirmez mi?
Hayır, Sırbistan kesinlikle NATO’ya katılmayacak. Bu, resmi bir pozisyon, çünkü 2007’de alınan bir parlamento kararına göre, Sırbistan tarafsız devlet statüsüne sahip. Kesinlikle NATO’ya katılmayacak. Sırbistan resmi olarak AB yolunda, ancak Türkiye’ye benzer bir şekilde. Sırpların AB yolu hiçbir yere gitmiyor. Ve bunu, AB’nin bizi istiyormuş gibi davrandığı ve Sırp yetkililerin oraya gidiyormuşuz gibi davrandığı ve hiçbir şeyin olmadığı bir Japon kabuki tiyatrosuna benzetmek istiyorum. AB, Brexit’ten sonra kesinlikle çözülüyor ve şimdi Ukrayna krizi de AB’nin tüm acizliğini gösteriyor. Özellikle Berlin ve Paris, sadece Washington ve Londra tarafından değil, Kiev tarafından bile zorbalığa uğruyor ki, bu çok küçük düşürücü. Sırbistan neden böyle aciz bir örgüte katılmak istesin ki? AB de Sırplara karşı çok kibirli davrandı. Bizi kabul edeceklerine söz verdiler ama 2003’teki Selanik Toplantısı’nda hiçbir şey olmadı. Sırp toplumunda bu konuda bir yorgunluk var. Bütün sosyolojik verilere göre, Sırpların çoğunluğu yarın bizi almayı kabul etseler bile AB’ye girmek istemiyorlar. Bu gerçekten bir mesele değil. Ne NATO ne de özellikle AB bir mesele. Diğer seçeneklere bakıyoruz. Türkiye’nin diğer birçok uluslararası örgüte, özellikle de Avrasya girişimlerine katılmasından memnunum ve bence gelecekte Sırplar ve Türkler Avrasya’da başka tür örgütlerde bir araya gelecekler. Fakat AB, NATO’nun siyasi kanadı ve Soğuk Savaş’ın bir kalıntısı olarak anlamını yitirmiştir. Bence Amerikalıların Ukrayna’da Rusya’yla bu vekalet savaşını kışkırtma nedenlerinden biri, Batı Avrupa’yı ve bir bütün olarak Avrupa’yı yeniden işgal etmektir. Bence Londra ve Washington, Berlin’in güçlenmesinden memnun değildi. Şimdi ne olduğuna bakın. Alman ekonomisi, Kuzey Atlantik etkisi altındaki Annalena Baerbock gibi ajanlar tarafından içeriden yok ediliyor ve Schultz gibi politikacılar bu konuda hiçbir şey yapamayacak kadar zayıf. Fransa biraz daha bağımsız ama yine de o kadar değil. Neden gidip batan bir gemiye, yani AB’ye girmek isteyelim? Yine de devletin söylemi, AB’nin stratejik hedefimiz olduğu yönünde olacak. Yetkililer öyle diyeceklerdir ama onlar bile eskisi kadar sık söylemiyorlar. Nüfusta bu konuda yorgunluk olduğunu söylüyorlar ki, bu kesinlikle doğru. Durum bu.
- Peki, Sırbistan Kosova’yı tanımaya karar verebilir mi? Sırbistan ve Kosova bazı ihtilaflı toprakları değiş tokuş etse bu mümkün olur muydu?
Kısa cevap, hayır, Sırbistan Kosova’yı tanımayacak. Toprak değişimi olmayacak. Bu, 2018’in sonlarına kadar bir gündemdi ancak hem Sırplar hem de Kosovalı Arnavutlar arasında artık pek popüler değil. O dönemde önceki gerilimler yaşadığımızda, hepsi Vucic ile Rama arasında bir tür şov gibi görünüyordu. Sanırım bu filmin yönetmenlerinden biri, temelde bir NATO girişimi olan sözde Açık Balkanlar Girişimi’nin başındaki Alex Soros’tu. Bunun mümkün olduğunu düşünmüyorum, bu olmayacak. Kosova’yı tanımayacağız ve bu toprak değişimi fikri kesinlikle öldü. Sırplar neden kendi topraklarını kendi topraklarıyla değiş tokuş etsinler? Kosova ve Metohiya’nın tamamı Sırbistan’ın bir parçasıdır ve tabii ki Sırbistan’daki diğer bölgeler de Sırbistan’ın bir parçasıdır. Çok şükür, bu olmayacak ve iyi ki bu fikirlerden vazgeçilmiş.
- Türkiye, Kosova’yı devlet olarak ilk ülke ve şu anda da Sırbistan ile mükemmel ilişkilere sahip. Ankara’nın mevcut durumda arabulucu işlevi görebilmesi mümkün mü?
Türkiye ve Sırbistan’ın ortak çıkarları olduğunu düşünüyorum ama Türkiye’nin politikalarını değiştirmesi gerekiyor. Bence Türkiye en iyi ortağı ve müttefiki olan Azerbaycan’ı örnek almalı. Azerbaycan, Sırbistan’ı kendi toprak bütünlüğü içinde tanıyor. Türkiye maalesef ayrılıkçı bir hükümet olan Kosova’ya biyoreaktör satıyor. Bu, aynı zamanda ciddi bir hatadır. Türklerin bilmediği başka bir büyük hata da, Kosovalı Arnavutların Kosova-Metohiya’daki Türkleri çok agresif bir şekilde asimile ettikleri. Çünkü özellikle Prizren şehrinde başka otonom Türkler de var. Bu insanlar zorla Arnavutluğa asimile ediliyorlar. Türkiye’nin fark etmediği bir şey daha var. Arnavutluk ve Arnavut milliyetçiliği ilk günden beri bir Roma-Katolik projesiydi ve Türkiye’deki insanların ve politikacıların bunu neden anlamadığını bilmiyorum. Olsi Jazexhi adlı Tiranlı bir Arnavut araştırmacı var ve o da aynı şeyi söylüyor. Arnavutluk’un uydurma tarihinde, resmi Arnavut tarih kitaplarında Türkiye düşman olarak gösteriliyor. Peki neden uydurma? Bulgar yazar Teodora Toleva’nın mükemmel bir kitabı var. Erken öldü ama ‘Austro-Hungarian Influence on the Creation of Albanian Nation’ (Arnavut Ulusunun Yaratılmasında Avusturya-Macaristan Etkisi) adlı bir kitap yazdı. 20. yüzyılda Viyana’daki bir stüdyoda oluşturulan bayraktan, Viyana Sarayı ve Habsburglar tarafından standartlaştırılan dil gibi şeylere kadar oradaki her şey sahte. Türklerin bilmesi önemli diye söylüyorum: Tüm Arnavut elitleri ya Roma-Katolik ya da kripto-Katolik’tir. Arnavut Nelson Mandela ya da onun gibi bir şey olarak tasvir edilen İbrahim Rugova, bir kripto-Katolikti. Bu arada, Kosova Özgürlük Ordusu yapıları onu öldürmek istediğinde, hayatını birkaç kez Sırp gizli polisi kurtarmıştı. Bir keresinde terörist evinin duvarının dibinde öldürüldü. Rugova’ya suikast düzenlemeye çalışıyordu ama Sırp polisi buna engel oldu. Rugova bir kripto-Katolik’ti. Haşim Thaçi’nin dolabının tam ortasında kendisinin Papa’yla çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Arnavutluk Başbakanı Eddie Rama, Ortodoks Hristiyan olarak doğdu ve neye ihtida etti? Roma Katolikliğine. Ramush Haradinaj, ‘Evet, Müslümanım ama hepimiz Katolik’iz’ dedi ve dolabında Rahibe Teresa’nın resmi vardı. Bu arada, Makedonyalı bir Arnavut olduğu iddia edilen Rahibe Teresa, bir Arnavut kahramanı olarak övülüyor. Makedonya’da, tüm Arnavutlar Müslüman, Sünni Müslümanlarken, neden bir Roma Katolik azizini göklere çıkarsınlar ki? Bu tamamen saçmalık. Ancak bu geçmişte Vatikan, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın Arnavutluk ve Arnavut milliyetçiliğini bir Roma-Katolik projesi olarak yaratan politikasının bir parçası. Fakat bu projede bir sorun var. Sorun şu ki, yüzde 70’i Müslüman olan bir nüfusu nasıl alıp da onlardan Katolik yaratmaya çalışıyorsunuz? Pekala, onların seçkinlerini alıyorsunuz ve geçmişte yapılan ve şimdi yapılan bu. Başka bir şey de Prizren şehrine girdiğinizde devasa bir Inacio Loyola Cizvit Spor Salonu olması. Kosova’daki gerçek çatışma, Sırplar ile Arnavutlar arasında değil, Arnavut topluluğu içindeki İslam ve Roma-Katolikliği arasında. Hatta geçmişte Müslümanlar arasındaki çatışmanın Türkiye ile Osmanlı camilerine karşı bütün Arap camileri gibi görünen camileri finanse eden Körfez ülkeleri arasında olduğunu söyleyebilirim. Körfez’den, Basra Körfezi’ndeki monarşiler tarafından finanse edilen beyaz, küçük, ince minareli camiler, Kosova-Metohiya ve Makedonya’nın her yerinde. Bu başka bir şey.
“Arnavutluk ve Bosna Batı projesi”
Arnavutluk tarihine bakarsanız, Avusturyalıların yaptığı, Sırp tarihinden orta düzeyde önemli bir kişiyi, George Kastrioti Skanderbeg’i (İskender Bey) çalmaktı. Sonra onun bir Arnavut olduğunu ve şimdi annesinin adı Voisava olmasına rağmen bir Arnavut ulusal kahramanı olduğunu ilan ettiler. Ebeveynleri ve erkek kardeşleri Yunanistan’daki kutsal Athos Dağı’ndaki Hilandar Sırp Manastırı’na gömülü. Ebeveynleri Sırp ise, o nasıl Arnavut olabilir? Ama bu önemli değil. Bu sadece bir detay. Mesele şu ki, hem Arnavutların siyasi projesi hem de Boşnakların Bosna’daki siyasi projesi, Berlin Kongresi’nden sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna’ya girmesinden öncesinden itibaren bir Batı projesidir. 1878’de bile İslam’ı kabul eden tüm Sırplara Türk denirdi, çünkü bildiğiniz gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir millet sistemi vardı, yani siyah, Çinli, Sırp, beyaz, Gürcü, Ermeni, Rum, ne olursa olsun olabilirsiniz ama Müslüman’sanız, bu seni Türk yapar. Yani Boşnaklar da Türklerdi. Ancak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna ve Hersek’i aldığında ve daha sonra 1908’de oraları ilhak ettiğinde, – bu olay, o zamanlar neredeyse Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebep oldu diyebiliriz -, yola bu, Balkanlar’daki Müslümanların, yani Sırpça konuşan Müslümanların, Bosnalılaştırılmasıyla devam ettiler. Bu Boşnakları onlar yarattı. İşte bu yüzden siyasi olarak Türkiye ne yaparsa yapsın, isterse Türkiye amuda kalksın, Bosnalı Müslümanlar her zaman NATO’nun bir oyuncusu olacaklar. Bundan önce, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu siyasi Batı için zemini hazırladı. Bir de dikkat ettiyseniz, 90’lı yıllarda Irak’ta Müslümanlar katledilirken, Batı’nın desteklediği Müslümanlar, sadece Arnavutlar ve Boşnaklar, yani Bosna Hersek Müslümanlarıydı. Ve her iki taraf da Türkiye’yi para ödeyen, faturalarını ödeyen ülke olarak görüyor ama Türkiye’ye asla gerçek tavizler vermiyorlar. Arnavutlar, Türkleri Arnavut olarak asimile ettiği ve kendi tarihlerini öğrettiği müddetçe, Türkler her zaman düşmandır.
“Türkler ve Sırplar ciddi bir anlaşma yapmalı”
Ne hakkında konuşuyorduk? Sırplar ve Türkler yeni bir anlaşma yapmak zorundalar ama bu sefer ciddi bir anlaşma çünkü gerçekten aynı fikirde olabileceğimiz konular var. Bir şeyi hatırlatmama izin verin, Büyük Sırbistan, Osmanlı’nın en büyük veziri tarafından yaratılmıştır. Bu kişi, Sokullu Mehmet Paşa veya Mehmed Paşa Sokoloviç veya Sırp olduğu için Bajica Sokoloviç’tir. Ve kendisi de bir Sırp olduğunu biliyordu. Yeniçeri oldu. Çocukken değil, gençken götürüldü, bu sırada bir manastırda öğrenci. Zaten okuryazardı. Çok hırslı bir gençti ve Üç İmparatorluk döneminde ve Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün doruğunda olduğu sırada Osmanlı İmparatorluğu’nun sadrazamıydı. Bildiğiniz gibi, Sırpların Kosova’da bir imparatorluğu vardı. Prizren imparatorluğun başkentiydi. Prizren’den bahsetmiştim, çünkü orada Türkler de yaşıyordu ama dediğim gibi, gerçekten Arnavutlar tarafından asimile edildiler. Başkent daha sonra bugün Kuzey Makedonya’nın başkenti olan Üsküp’e taşındı. Fakat Sırpların bir geleneği var, hatta bu, Bizans veya Roma İmparatorluğu geleneği. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1453’ten sonra dönüştüğü bir şey.
Türkiye, Sırplarla işbirliği konusunda gerçekten ciddiyse, o zaman yeni bir anlaşma yapması gerekiyor. Konuşalım ama ciddi konuşalım. Ciddi bir konuşma, bir şeyleri isimleriyle anarak başlar. Erdoğan, bunu yanılmıyorsam 2007’de Saraybosna’da yaptığında, temelde Bosnalı Müslümanlara ‘sizi seviyoruz ama siz komşularınızla aynı insanlarsınız’ dedi. Yani, diğer Sırplarla. Elbette, şimdi Boşnaklar da kendilerini böyle adlandırıyorlar. Bakın, Türkiye’de yaşadıklarında Müslüman inançlı Sırplar olduklarını, Türkiye’nin kendi ülkeleri olduğunu anlıyorlar. Olay budur. Yani bir kimlik sorunu yaşamıyorlar. Boşnaklar, sürekli ve temelde yine Batı’nın yarattığı bu belirsizlik içindeyken, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu korktuğu için, siyasi çıkarları için Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından yaratılmıştır. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’dan ayrılmasından sonra veya yenilmesinden sonra ya da ne derseniz deyin, ortaya çıkan yeni devletlerden Balkanlardan korkuyordu. Yunanistan ve Sırbistan’ın devasa bir ortak sınıra sahip olmasından korkuyorlardı. Bu nedenle Arnavut milliyetçiliği, arada bir şey olması için bir Katolik projesi olarak yaratıldı. Yani üç dine mensup farklı halklardan – çünkü aynı zamanda Ortodoks, Müslüman ve Roma Katolik Arnavutlar var – ve iki dilden bir millet yarattılar. Arnavutça, Kuzey’deki Gheg’den ve Güney’deki Tosk’tan tek bir dil olarak yaratıldı. Ve Kont Thalloczy ve Benjamin Kalaj gibi bazı kişiler, Bosna’da üç dinden bir halk yaratarak bunun tamamen tersini yaptılar. Sırplardan bahsediyorum. Roma-Katolik Sırplar, Sırpların çoğunluğunu oluşturan Ortodoks Hıristiyan Sırplar ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türk olarak adlandırılan Müslüman inancına sahip Sırplardan üç ulus meydana getirdiler. Üç ulus yaratmak istediler. Neden? Çünkü bu devasa insan kitlesinin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda ciddi bir siyasi güç haline gelmesinden korkuyorlardı. Ve sonunda olan buydu. Biliyorsunuz, 28 Haziran 1914’te Ferdinand’ı Saraybosna’da vuran Gavrilo Princip gerilla, Mlada Bosna, yani Genç Bosna’dandı. Genç Bosna anlamına gelen Mlada Bosna adlı örgütün üyesiydi. Ve bu örgütün Bosna’da üç dinden de üyeleri vardı. Örneğin, Müslüman olan Mustafa Goloviç vardı. Roma-Katolik olan ünlü yazar İvo Andriç vardı. Ortodoks olan Cabrinovic ve Gavrilo Princip vardı. Kendilerini tanımladıkları gibi, kendilerini Sırp veya Yugoslav olarak görüyordu. O zamanlar bu ikisi eşanlamlıydı. Avusturyalıların halkı yapay olarak bölmesine karşıydılar.
Türkiye ile Sırbistan, stratejik ortaklık konusunda, orta düzeyde iyi ilişkiler değil stratejik ortaklık konusunda ciddi bir diyalog kurabilirse ve Türkiye aynı dilden insanlar arasında arabuluculuk yapıp Müslümanlara Sırpların yani Ortodoksların kendi düşmanları değil kardeşleri olduğunu anlatabilirse, bunlar olursa, ciddi bir işbirliği olabilir. Türkiye Kosova’yı tanımaya devam ederse, Bayraktarları satma tehdidinde bulunursa, bu ortaklık yüzeysel olur. Demek istediğim, bu röportajda çok açık konuşuyorum, Sırbistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda tüm gerçekler bunlar.
Sokullu Mehmet Paşa, Sırplar ve gelecek…
Üzerine ilişkilerimizi inşa edebileceğimiz sağlam bir temelimiz var. Ve Sokullu Mehmet Paşa varlığı, tarihimizin tamamen düşmanlık tarihi olmadığının göstergesi. Neden Büyük Sırbistan’ı yarattığını söylediğimden bahsetmedim. Sırp Patrikhanesi’ni yeniden açan ve yeniden düzenleyen odur. Nereye? Kosova-Metohiya’daki Pec’de (İpek). Ve kardeşi Macaria Sokoloviç’i Sırp Ortodoks Kilisesi’nin patriği olarak atadı ve o zamanlar Sırp Ortodoks Kilisesi’nin yetki alanı çok büyüktü. Türklerin Rumeli dediği bölgeden bugünkü Macaristan’a kadar olan bölgenin tamamını kapsıyordu. Yani yetki alanı çok büyüktü. Ve bunu bir Osmanlı sadrazamı yaptı. Tek örnek bu değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun Islahatı’na yardım eden büyük bir savaşçı Ömer Lütfi Paşa var. 19. yüzyılın ortalarında bunun için savaştı. Tarih, siyah ve beyazdan çok, grinin tonlarıyla ilgili ve bence ciddi zeminlerde işbirliği yapabileceğimiz bu tür şeyler var, ancak bunun için Türk tarafının bir tür dürüstlüğü olmalı ve Türk tarafı buna açık olmalı. Ve eğer bu tür şeyler yoksa, gerçekten stratejik ortaklık hakkında ciddi bir konuşma yapılamaz. Ve yine diyorum ki, Azerbaycan’a bakın, gerçekten her geçen gün daha iyiye giden Sırbistan-Azerbaycan ilişkilerinin gelişimine bakın. Azerbaycan Sırbistan’a saygı duyuyor. Sırp çıkarlarına ve Sırp toprak bütünlüğüne saygı duyuyor. Ve bu nedenle Azerbaycan’a Sırbistan tarafından çok saygı duyuluyor. Gelecekteki Sırp-Türkiye ilişkilerinin olası gelişimi hakkındaki görüşüm bu.
İlginizi Çekebilir
-
Rus sermayedarlar Merkez Bankası’nın faiz politikasından rahatsız
-
Lavrov: Ukrayna’da yasal garantiler şart
-
Morgan Stanley’in Kasım 2024 raporundan: Türkiye’de asgari ücrete %30 zam bekliyoruz
-
‘Trump ABD’yi Suriye’den çıkarmak istiyor’
-
ABD Dışişleri’nin ‘yabancı propagandayla mücadele’ merkezi kapatıldı
-
Moskova Belediye Başkanı, Rusya’nın demografi krizinden SBKP’yi sorumlu tuttu
Almanya’da, ABD’nin teknoloji devlerinden oluşan ve “muhteşem yedili” olarak adlandırılan şirketlere atıfla adlandırılan yedi şirket, ülke ekonomisini saran karamsarlığa meydan okuyarak bu yıl ülkenin borsasında güçlü bir yükseliş sağladı.
Financial Times’ın (FT) aktardığına göre, Frankfurt’ta 40 güvenilir şirketten oluşan bir endeks olan Dax, bu yıl yüzde 18,7 yükselerek Fransa ve Birleşik Krallık’taki göstergeleri geride bıraktı ve bölge genelindeki Stoxx Europe 600 endeksinin yüzde 4,8’lik kazancını da geride bıraktı.
Bu performans, Almanya’nın “trafik lambası” koalisyon hükümetinin, partilerin mali “borç freni” reformları üzerinde anlaşmaya varamamasının ardından kasım ayında çökmesi ve ülkenin şubat ayında erken seçime gitmesi ile zayıf iç büyüme ve siyasi çalkantılara rağmen geldi.
Dax bileşenleri kazançlarının dörtte birinden daha azını Almanya’dan elde ediyor ve bu da örneğin otomotiv devi Volkswagen’in on binlerce işçiyi işten çıkarma ve birkaç fabrikayı kapatma planları yaptığı sarsıntılara karşı bir “tampon oluşturmaya” yardımcı oldu.
Bu yılın borsa getirilerini yönlendiren yedi şirket arasında yazılım devi SAP, savunma şirketi Rheinmetall, Siemens, Siemens Energy, Deutsche Telekom ve sigortacılar Allianz ve Munich Re yer alıyor.
SAP tek başına Dax’ın kazancının yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor ve ticari müşterilerini buluta geçirmesi sayesinde hisseleri yüzde 70’in üzerinde artış gösterdi.
SAP endekste, her ikisi de bu yıl zararda olan Volkswagen ve Mercedes-Benz’in de dahil olduğu otomotiv sektöründen daha büyük bir paya sahip.
SAP, piyasanın bu yıl yapay zekaya maruz kalan hisse senetlerine duyduğu büyük iştahtan yararlandı. Bu amaçla, Kuzey Amerikalı yatırımcıları ve analistleri daha fazla etkilemek için kazanç yayınlama zamanlarını Avrupa sabahlarından ABD piyasasının kapanışından sonraya aldı.
Alman devi, ekim ayında Avrupa’nın en büyük teknoloji şirketi olarak Hollandalı yarı iletken ekipman üreticisi ASML’nin yerini aldı.
Avrupa’da daha fazla savunma harcaması beklentilerinin artmasıyla bu yıl hisse değerleri yüzde 107 yükselen savunma şirketi Rheinmetall’in yanı sıra, yenilenebilir enerjiye yönelik artan talep nedeniyle yüzde 329 değer kazanan Siemens Energy de başı çekenler arasında.
2014 yılında Bayer ve BASF gibi ilaç ve kimya tekelleri ile Mercedes-Benz gibi otomotiv devleri borsada esas ağırlığı oluşturuyordu. 2024 itibariyle ise SAP ve Deutsch Telekom gibi teknoloji ve iletişim devlerinin yanı sıra Siemens, Airbus ve Allianz yer alıyor.
Goldman Sachs makro stratejisti Guillaume Jaisson, piyasanın “iki farklı hikaye” anlattığını, Wall Street’in muhteşem yedi teknoloji hissesine benzettiği piyasa liderlerinin, zayıf Çin tüketicisi ve potansiyel ABD gümrük tarifelerine karşı savunmasız olan bir grup ihracatçının önünde güçlendiğini söyledi.
Zayıflayan Avro da Almanya’nın ihracat odaklı pazarını destekledi.
Eski İtalya Başbakanı ve Eski Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi, yaz aylarında yayınladığı Avrupa’nın rekabetçilik sorunu hakkındaki raporunun ardından, şimdi de Kıta’daki durgun iç talep ve büyüme meselelerini ele alan bir makale yayınladı.
Centre for Economic Policy Research (CEPR) için yazdığı makalede Draghi, 2000’lerin başından bu yana Avrupa’da verimlilik, gelirler, tüketim ve yatırımın yapısal olarak zayıfladığını ve ABD’den önemli ölçüde ayrıştığını hatırlatarak başlıyor.
Draghi’ye göre bu durum her zaman böyle değildi. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’nın işgücü verimliliği 1945’te ABD’nin %22’si düzeyindeyken 1995’te %95’e yaklaşmıştı. Üstelik bu dönemin büyük bir kısmında, Avro bölgesinde GSYİH’nin payı olarak iç talep, gelişmiş ekonomiler aralığının ortasında yer almıştı.
1990’ların ortalarından itibaren ABD ve Avro bölgesindeki göreli büyümenin “iki büyük şokla” birbirinden uzaklaştığını savunan Draghi, bu şokları şöyle sıralıyor:
İlki internetin getirdiği teknoloji şokuydu ve bu noktada AB’nin ABD ile verimlilik yakınsaması durdu ve sonra tersine döndü. Draghi’nin belirttiğine göre o zamandan bu yana iki ekonomi arasında ortaya çıkan verimlilik farkı büyük ölçüde ABD teknoloji sektörünün daha hızlı üretkenlik artışı ile açıklanıyor.
İkinci şok ise 2008-9’daki büyük mali kriz ve kamu borcu krizi idi. Draghi’nin iddiasına göre bu krizlerin ardından Avro bölgesinin yönelimi, iç talepten uzaklaştı.
Mario Draghi’den AB için kritik konuşma: Radikal bir değişime ihtiyacımız var
Avrupa’nın “batağı”: Dış talebe verilen önem, kısıtlayıcı para politikası, pazar entegrasyonu problemi
Draghi’ye göre Avrupa’nın son yirmi yılda içine sürüklendiği zayıf iç talep, düşük ücretler ve denizaşırı yatırımlara dayalı iktisadi modelin temelinde üç faktör bulunuyor.
Bunlardan ilki, dış talebin büyümenin daha önemli bir itici gücü haline gelebileceği bir ortam yaratan “sınırsız” küreselleşme idi.
İkinci faktör, büyük mali krizden sonra uygulanan fiskal politika idi. Draghi, “Kısmen dış talebi iç talebe göre ayrıcalıklı kılan merkantilist paradigma nedeniyle, kısmen de tamamlanmamış bir tek pazar tarafından kısıtlandığı için fiskal politika gereğinden fazla kısıtlayıcı oldu, iç talebi bastırdı ve kamu yatırımlarını azalttı,” diyor.
Draghi göre üçüncü faktör ise, Avrupa yavaşlayan verimlilik artışı ve derin teknolojik değişimle karşı karşıyayken, özellikle hizmetler için tek pazar içindeki engellerin kaldırılması ve sermaye piyasalarının entegrasyonu konusunda ilerleme kaydedilmemesiydi.
Çifte krizin yarattığı durgunluk
“AB ekonomisini ABD ekonomisinden çok daha fazla etkilediği için genellikle bu dalgalanmadan küreselleşmenin sorumlu olduğu iddia edilir,” diye hatırlatan Draghi, buna rağmen küreselleşmenin ilk dalgasının, 1990’ların ortalarından 2008’e kadar GSYİH’nin %-0,5’i ile %1’i arasında dalgalanan Avro bölgesi cari işlemler fazlası üzerinde fazla bir etkiye sahip olmadığını düşünüyor.
Eski ECB Başkanı, Avro bölgesi hanehalkı sektörünün yapısal fazlasının, “güçlü kredi büyümesi tarafından desteklenen mali ve kurumsal açıklarla dengelendiğini” belirtiyor.
Draghi, “çifte kriz” adını verdiği süreçlerle birlikte ekonominin temelden değiştiğini, yatırımların durması ve maliye politikasının daraltıcı hale gelmesiyle birlikte, hem şirket hem de kamu sektörlerinin fazla vermeye başladığını kaydediyor.
ABD’nin gerisinde kalan Avrupa
Draghi’ye göre bunun sonucunda, Avro bölgesinde GSYİH’ye oranla iç talep, gelişmiş ekonomiler arasında en alt sıraya geriledi ve ABD ile arasındaki göreli fark açıldı.
Draghi, büyük mali krizden önce, ABD’deki iç talebin Avro bölgesindekinden yaklaşık 1,4 kat daha hızlı büyüdüğünü, o zamandan bu yana ise aradaki farkın 2,2 katına çıktığını hatırlatıyor.
Parasal politikalarda da büyük farklar ortaya çıktığını vurgulayan Draghi, ABD’nin ekonomiye 14 kat daha fazla fon enjekte ettiğini söylüyor: ABD’de 7,8 trilyon avro, Avro bölgesinde ise 560 milyar avro.
Draghi, özel kredilerdeki farklılaşmanın da dramatik olduğunu vurguluyor ve “Bunun net etkisi, Avro bölgesinin yapısal bir sermaye ihracatçısı haline gelmesi ve 2012’den sonra cari işlemler fazlasının düzenli olarak GSYİH’nin %3’ünü aşması olmuştur,” diyor.
Kriz sonrasında çıkışların kısmen doğrudan yabancı yatırımlardan kaynaklandığını kabul eden İtalyan iktisatçı, buna rağmen o zamandan bu yana ana itici gücün “ABD’deki tasarrufların üstün getirisinin cazibesine kapılan portföy akımları” olduğunu savunuyor.
Draghi beklenen raporunu sundu: AB’nin yılda ilave 800 milyar avro yatırıma ihtiyacı var
“Rekabet” için düşük ücret politikasının sonu mu?
Draghi’ye göre hükümetler, AB’nin iç pazarını tamamlamak için çok az çaba sarf ederken, sermaye piyasalarının entegrasyonu da çok yavaş ilerliyor. Draghi, tüm bu faktörlerin verimlilik artışının ve tasarrufların iç yatırıma dönüşmesinin önündeki engeller olduğunu ileri sürüyor.
Ücretler meselesine de değinen Draghi, Avrupa Birliği politikalarının, dış dünyadaki rekabet gücünü artırmak amacıyla düşük ücret artışını tolere ederek zayıf gelir-tüketim döngüsünü daha da kötüleştirdiğine işaret ediyor.
Draghi, “2008 yılından bu yana, yıllık ortalama reel ücret artışı ABD’de Avro bölgesinden neredeyse dört kat daha fazla olmuştur,” diyor.
“Çok büyük küresel ticaret dengesizliklerin reel faizler üzerinde aşağı yönlü baskı yaratarak” tüm hükümetlere zayıf iç talebe karşı dayanmaları için mali alan yarattığını savunan Draghi, en azından pandemiye kadar, Avrupa’da bu alanı kullanmamak için “kasıtlı bir politika tercihi” yapıldığını düşünüyor.
Genel olarak, politika yapıcıların belirli bir iktisadi yapının tercih edildiğini ortaya koyduğunu öne süren Draghi, bu yapının sac ayaklarını şöyle tarif ediyor: dış talep kullanımı ve düşük ücret seviyeleri ile birlikte sermaye ihracına dayalı bir yapı.
Draghi, artık bu yapının “sürdürülebilir görünmediğini” düşünüyor.
İç pazarda engeller ve sermaye piyasalarının birleşememesi
Büyüme yavaşladıkça ve Çinli yerel şirketler daha rekabetçi hale gelip değer zincirinde yukarılara çıktıkça, Çin pazarının bir süredir Avrupalı üreticiler için daha az elverişli hale geldiğinden yakınan Draghi, Çin’e yapılan ihracatın 2020’den bu yana durgunlaştığının altını çiziyor.
Yavaşlama ile birlikte AB’nin ABD pazarına olan bağımlılığının arttığını ve AB mal ihracatının bu dönemde %13 oranında arttığını vurgulayan eski İtalya Başbakanı, “Fakat yeni ABD yönetimi, son çare alıcımız olarak hareket etmeye isteksiz görünüyor. ABD’nin küresel talebi yeniden dengelemeye ve başlıca ticaret ortaklarındaki ticaret fazlalarını bastırmaya yönelik kasıtlı bir stratejisiyle mücadele etmek zorunda kalacağız,” diye yazıyor.
Avrupa’nın şu anda karşı karşıya olduğu zorluk, Draghi’ye göre, “ne makroekonomik politikaların ne de özel kredi yapısının dış talebin bıraktığı boşluğu dolduracak durumda olması.” Ona göre bu zayıflıkları birbirine bağlayan önemli bir faktör de “mal, hizmet ve finans piyasalarının yapısında kilit reformların” yapılmaması.
AB’de makroiktisadi siyasetlerin verimli olamamasının başlıca nedeni olarak iç pazar engellerini gösteren Draghi’nin IMF tahminlerinden aktardığına göre, tek pazar içindeki iç engeller AB imalat sektörü için yaklaşık %45’lik bir ad valorem tarifeye ve hizmetler sektörü için %110’luk bir tarifeye eşdeğer.
Yine IMF, engellerin ABD seviyesine indirilmesi halinde, AB işgücü verimliliğinin 7 yıl sonra “neredeyse %7” daha yüksek olacağını tahmin ediyor.
Avrupa’da talep istikrarını etkileyen ikinci yapısal neden olarak ise “entegre bir sermaye piyasasının” olmamasını gösteriyor.
Avro bölgesinde, piyasa faizlerindeki değişikliğin aynı çeyrek içinde şirket tahvil getirilerine tamamen aktarılırken, kredi faizleri için bu sürenin genellikle yaklaşık altı ay ila bir yıl arasında değiştiğini belirten Draghi, hisse senedi piyasalarının da “tipik olarak piyasa oranlarındaki değişikliklere anında tepki vererek” hem iskonto oranındaki değişikliği hem de büyüme beklentilerini yansıttığını hatırlatıyor.
Draghi, “Bu yapısal kısıtlamaların makroekonomik politikalar üzerindeki net etkisi, Avro bölgesinin ekonominin potansiyelin altında faaliyet gösterdiği daha uzun dönemler yaşamasıdır ve talep baskısını sürdürmedeki bu yetersizlik daha sonra verimlilik artışına geri yansımaktadır,” iddiasında bulunuyor.
“Yapısal reformlardan” bugün ne anlıyoruz?
Dolayısıyla Draghi, Avrupa’da iç büyümeyi artırmak için hem yapısal politikalar hem de makroiktisadi siyasetlerin değişmesi gerektiğini savunuyor. Ona göre makroiktisadi siyasetlerin tam etkili olabilmesi için “yapısal reformlar”, yapısal reformların maksimum verimlilik artışı sağlayabilmesi için de “tam etkili makroiktisadi siyasetler” gerekli.
Öte yandan Draghi, bugün “yapısal reformlardan” ne anlamak gerektiğinin değiştiğini kabul ediyor. Ona göre on yıl önce bu terim büyük ölçüde “işgücü piyasasının esnekliğini artırmak” ve “ücretleri baskılamak” anlamına geliyordu.
Bugün ise işgücünü yerinden etmeden, daha ziyade insanlara yeniden beceri kazandırarak (reskilling) verimlilik artışını yükseltmek anlamına geliyor.
İnovasyon ve verimlilik artışı: Tek pazar ve “doğal seleksiyon”
Draghi’ye göre verimlilik artışı büyük ölçüde “büyük lider firmalar arasındaki inovasyon” ile bu inovasyonları benimseyen “olgun ve geri kalmış” firmalar ve “yükselen ve her ikisine de meydan okuyan” yeni firmaların bir kombinasyonundan kaynaklanıyor.
Fakat tüm bu cephelerde Avrupa’nın kötü bir performans sergilediğini hatırlatan Draghi, yine IMF analizine başvuruyor ve borsaya kayıtlı büyük firmalar arasında Avrupa’daki verimlilik artışının ABD’dekinden çok daha yavaş olduğunu, ABD teknoloji sektörünün 2005’ten bu yana neredeyse yüzde 40 puan daha hızlı büyüdüğünü aktarıyor.
Draghi, Avrupa’da “hiç büyümeyen” çok sayıda “küçük ve olgun firma” bulunduğunun altını çiziyor ve “gelecek vaat eden genç firmaların” ise “nadiren toplam dinamikleri etkileyecek kadar hızlı büyüdüğünden” yakınıyor.
Draghi’ye göre “tek pazarın kilidini açmak”, sorunu her yönden ele almanın anahtarı. Böylece genç firmaların Avrupa’da büyümesi için ölçek yaratılaca, durgun büyük firmalar üzerindeki rekabetçi baskılar artırılacak ve kaynakların başka yerlere akabilmesi için “başarısız firmaların piyasadan daha fazla çıkışı” teşvik edilecek.
Finans sektörünü bankacılıktan risk sermayesine kaydırmak
Bunun yanında Avrupa’nın aynı zamanda “genç ve yenilikçi firmaların” büyümesini kolaylaştıracak bir finansal yapıya da ihtiyacı bulunuyor ve Draghi’ye göre “banka tabanlı sistem” bunu sağlayamıyor.
Bugün Avrupa’daki bankaların gayrimenkul şirketlerine BİT şirketlerinden yaklaşık altı kat, imalat şirketlerine ise dört kat daha fazla kredi verdiğini aktaran Draghi, ABD’de de gayrimenkul kredilerinin toplam kredi portföyünün yaklaşık %45’ini oluşturduğunu hatırlatıyor.
Draghi bankaların, “genellikle değişken nakit akışlarına, yüksek iflas olasılığına ve büyük ölçüde maddi olmayan teminatlara” sahip yeni teknolojiler geliştiren genç firmaları finanse etmek için doğru aracılar olmadığını düşünüyor.
Burada bankacılık sektörü dışındaki finansal araçların/kurumların devreye girmesi gerekiyor ama Draghi’ye göre şu anda Avrupa risk sermayesi bu finansman boşluğunu doldurmaya hazır değil.
Örneğin ABD’deki %52’lik oranla karşılaştırıldığında AB’nin küresel risk sermayesi fonlarındaki payı sadece %5.
Bunun aynı zamanda “büyümenin nasıl sağlanmak istendiğine” dair temel bir zihniyet değişikliğini de gerektireceğini savunan Draghi, AB kurumsal yatırımcılarının ABD hisse senedi piyasalarına Avrupa’dakilerden çok daha fazla yatırım yaptığını çünkü getirilerin sürekli olarak daha yüksek olduğunu hatırlatıyor.
Draghi, “Bu, düşük ücretler ve düşük yerli yatırımla ihracata dayalı bir büyüme modelinin karşılığıdır ve bu model yürürlükte kaldığı sürece bu düşük getirileri kabul etmek zorunda kalacağız,” diyor.
Avrupa Merkez Bankası kriz dönemi stratejisini terk etmeye hazırlanıyor
Ortak AB borcu ile büyüme tetiklemek
İtalyan iktisatçı ve siyasetçi, AB ülkelerinin ortak borçlanma yoluyla, “potansiyelin altında büyüme dönemlerini sınırlamak için kullanılabilecek ek mali alanlar” yaratabileceğine inanıyor.
Öte yandan Draghi, orta vadede potansiyel büyüme oranlarını yükseltecek “yapısal reformlar” yapılmadığı sürece bu yola giremeyeceklerini de vurguluyor.
Ona göre ortak borç olmadan, bugün ulusal bütçelerin sürdürülebilirliği, ulusal fiskal politikaların genişletilmesi üzerinde bir kısıtlama olacak. Bu durumda, Draghi’ye göre, AB eylemlerini, fiskal politika duruşunu değiştirmekten ziyade, onun kompozisyonunu iyileştirmeye, örneğin kamu yatırımlarını artırmaya ve üye devletler arasında koordinasyona kaydırmak zorunda.
İtalyan siyasetçi için bu aynı zamanda talebi artırmak için de bir alan yaratacak.
AVRUPA
Danimarka Grönland’ın güvenliği için milyarlarca dolar yatırım yapacak
Yayınlanma
24 saat önce25/12/2024
Yazar
Harici.com.trYeni ABD Başkanı Donald Trump geçtiğimiz günlerde Grönland üzerinde bir kez daha hak iddia etti ve Danimarka şimdi milyarlarca dolarlık yatırımlarla buradaki askeri varlığını güçlendirme niyetini açıkladı.
Danimarka Savunma Bakanı Troels Lund Poulsen bu amaçla “çift haneli milyarlık bir meblağ” ayrıldığını açıkladı. Bakan kesin bir miktar vermedi fakat 10 milyar Danimarka kronu yaklaşık 1,34 milyar avroya denk geliyor.
Poulsen’in Jyllands-Posten gazetesine verdiği demece göre, iki yeni Thetis sınıfı devriye botu, iki yeni uzun menzilli insansız hava aracı, Grönland’daki Sirius devriyesi için iki yeni kızak köpeği ekibi ve Arktik Komutanlığı için daha fazla personel satın alınacak.
Poulsen, “Uzun yıllardır Kuzey Kutbuna yeterince yatırım yapmadık, şimdi daha güçlü bir varlık planlıyoruz,” dedi.
Bakan Poulsen, Trump’ın açıklamalarından bir gün sonra hükümetinin askeri yatırımları kamuoyuna duyurmasını “kaderin bir cilvesi” olarak nitelendirdi.
Aynı zamanda Danimarka’nın Grönland’ın geniş topraklarını tek başına izleyemeyeceğini vurgulayan Poulsen, “Somut bir plan yok ama ABD ile birlikte çalışacağız,” dedi.
Grönland yönetimi daha önce Trump’ın iddiasını reddetmişti. Grönland Başbakanı Múte Egede Grönland’ın satılık olmadığını söylemiş, ama aynı zamanda “İşbirliğine açık olmaya devam etmeliyiz,” demişti.
Trump Noel mesajında, Panama Kanalı’nda Çin askerlerinin olduğunu iddia etti
Rus sermayedarlar Merkez Bankası’nın faiz politikasından rahatsız
Lavrov: Ukrayna’da yasal garantiler şart
Suriye’de Aleviler sokağa çıktı: HTŞ güçleri ateş açtı
Morgan Stanley’in Kasım 2024 raporundan: Türkiye’de asgari ücrete %30 zam bekliyoruz
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Kirillov suikasti, olası sonuçlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
-
ORTADOĞU2 hafta önce
SDG sözcüsü Ferhad Şami: ABD’nin bizi terk etmesinden korkuyoruz
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Esad’dan sonra Kıbrıs: İngilizler şimdilik rahat bir nefes aldı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Bundan sonra Suriye