DÜNYA BASINI
Ukrayna, yeşil dönüşüm ve göç krizi: Almanya’da AfD’nin yükselişi
Yayınlanma
Yazar
Emre Köse“AfD’nin başarısına katkıda bulunan faktörler arasında halkın mevcut hükümetten memnuniyetsizliği ve Ukrayna savaşı ile enflasyon, iklim ve göç krizlerinin üst üste binen sonuçları yer alıyor.”
Çevirmenin notu: Almanya’da uzun soluklu Şansölye Angela Merkel ve CDU-CSU iktidarının ardından görevi 2021 federal seçimlerinde SPD-Yeşiller-FDP koalisyonu devraldı. Bu, Alman siyasetinde turbo-Amerikancılık dönemine işaret ediyordu; nitekim Ukrayna savaşı sırasında pasifist siyasetin temsilcisi Yeşiller, en savaş çığırtkanı tavrı aldı. Trafik lambası koalisyonu, Rusya’ya yaptırımlar nedeniyle petrol ve doğalgaz arzındaki azalma, “yeşil dönüşüm” kapsamında geleneksel hidrokarbonların terk edilmesi ve bu pahalı sürecin maliyetinin sıradan yurttaşa yüklenmesi gibi toplumsal ölçekte büyük tepkilere neden olan hamlelere girişti. Bu ortamda, söz konusu politikaların tam zıttı bir siyasi tavrın temsilcisi olan sağ parti Almanya için Alternatif (AfD) gözle görülür bir yükseliş yakaladı. AfD’nin yükselişi, özellikle ülkenin doğu eyaletlerinde hissediliyor. Aşağıda tercümesi verilen makale, Polonya hükümetinin fonladığı think-tank kuruluşu Doğu Araştırmaları Merkezi’nde [Ośrodek Studiów Wschodnich — OSW] Almanya ve Kuzey Avrupa Departmanı araştırmacısı olarak görev yapan Kamil Frymark tarafından kaleme alındı.
Çok yeşil, çok hızlı, çok pahalı: AfD Almanya’da popülerlik kazanıyor
Kamil Frymark, Centre for Eastern Studies (OSW)
20 Haziran 2023
Almanya için Alternatif’in (Alternative für Deutschland, AfD) popülaritesi, son kamuoyu yoklamalarında ikinci sıraya yerleşerek Şansölye Olaf Scholz’un SDP’si ile aynı seviyeye gelmesinin de teyit ettiği üzere artıyor ve bu durum Almanya’da büyük endişe yaratıyor. AfD’nin başarısına katkıda bulunan faktörler arasında halkın mevcut hükümetten memnuniyetsizliği ve Ukrayna savaşı ile enflasyon, iklim ve göç krizlerinin üst üste binen sonuçları yer alıyor. SPD-Yeşiller-FDP hükümet koalisyonu bu zorluklara karşı farklı ve çoğu zaman tutarsız yaklaşımlar sergiledi. Bu durum Scholz’un, popülaritesini artırmak amacıyla koalisyon içindeki tartışmalardan kaçınmasındaki kasıtlı edilgenlikle birleşti. Bu strateji belli bir noktaya kadar başarılı oldu ama şu anda başarısız oluyor ve sonuç olarak koalisyondaki durumdan Şansölye sorumlu tutuluyor. AfD bundan faydalanırken aynı zamanda Almanların çoğunun hükümetin iklim politikasının bir parçası olarak uygulanan değişikliklerin hızına ilişkin korkularından da istifade ediyor. Parti, bunun yanında Almanya’ya dönük aşırı göçmen akınına ve Ukrayna’ya daha fazla destek verilmesine karşı çıkan seçmenlerin de savunucusu konumunda. AfD’nin yüzde 30’un üzerinde bir oy oranıyla anketlerde başı çektiği ve basit marjinal bir hareket olarak değil, “herkesi kucaklayan” ya da kitlesel bir parti olarak görüldüğü doğu eyaletlerinde yaşayanlar bu konulara bilhassa duyarlı. Bu durum Saksonya, Brandenburg ve Thüringen’de 2024 sonbaharında yapılması planlanan ve 2025’teki Federal Meclis seçimlerinden önceki son seçim sınavı olacak parlamento seçimleri göz önüne alındığında özellikle önemli.
Oy kullanma hakkına sahip Almanların yüzde 20’si federal seçimlerde AfD’yi desteklemeye hazır olduklarını beyan ettiler. Partiye yönelik onay oranları bir yılı aşkın süredir yükseliyor. Anketlere göre şu anki destek seviyesi yüzde 20 (2021 federal seçimlerinde yüzde 10,3 idi), yani görevdeki Şansölye’nin partisini yakalıyor ve hatta bazı anketlere göre tarihte ilk kez onun önünde yer alıyor. AfD 2017’den bu yana Federal Meclis’te yer alıyor ve bu oranlar AfD’ye desteğin yüzde 18’e ulaştığı Ekim 2018’den bu yana elde ettiği en yüksek oranlar. O dönemde AfD, ülkeyi yöneten Hıristiyan Demokrat partiler, Şansölye Angela Merkel’in CDU’su ve CSU arasındaki göç politikası konusundaki anlaşmazlığın bir sonucu olarak popülerlik kazanmıştı.[1]
AfD’ye verilen destekteki mevcut artış, ayrıca hükümet koalisyonu içindeki anlaşmazlıkların da bir sonucu ve bazı seçmenlerin hükümetin göç ve iklim krizleri sırasındaki politikasını ve Ukrayna’ya yardım konusundaki yaklaşımını protesto etme arzusunun tezahürü. Bir diğer önemli faktör de Almanların çoğunun CDU’nun SPD-Yeşiller-FDP koalisyonuna gerçek bir alternatif sunmadığı yönündeki inancı. Katılımcıların sadece yüzde 22’si Hıristiyan Demokratların bu koşullarda daha iyi bir performans sergileyebileceğine inanırken, yüzde 25’i daha kötü bir performans sergileyebileceğini düşünüyor. Almanların yüzde 48’i mevcut koalisyonun yönetimi ile CDU’nun yer alacağı olası bir kabinenin yönetimi arasında herhangi bir fark görmüyor (Forschungsgruppe Wahlen tarafından ZDF televizyonu için 26 Mayıs’ta yapılan bir anketten).
Görevdeki hükümeti destekleyenler de dahil olmak üzere Almanlar, Şansölye Scholz’un kabinesi hakkında oldukça kötü düşünüyor. Rusya’nın hamlelerinden kaynaklanan enerji krizi çözülmüş, Ukrayna’dan gelen yaklaşık 1 milyon mülteci kabul edilmiş ve onlarla ilgilenilmiş ve enflasyondaki kontrolsüz artış önlenmiş olmasına rağmen (geçen kasım ayında yıllık yüzde 8,8 ile zirve yaptıktan sonra bu yıl mayıs ayında yıllık yüzde 6,1 oldu), katılımcıların yüzde 79’u kabinenin çalışmaları hakkında kötü düşünüyor (1 Haziran’da ARD için yapılan Infratest dimap anketinden). Yüksek enerji fiyatlarının etkilerini hafifletmek için yardım paketlerinin uygulamaya konulması ve asgari ücretin saat başına 12 avroya ve temel ödeneğin 502 avroya yükseltilmesi gibi sosyal güvenlik sistemindeki değişiklikler de bir ölçüde yardımcı oldu. Bu tedbirlerin bir sonucu olarak koalisyona yönelik hayal kırıklığı, insanların elektrik ve ısıdan tasarruf etmek zorunda kaldığı kış kemer sıkma döneminde ortaya çıkmadı, fakat daha sonra koalisyon hükümetinin yaptığı hatalar nedeniyle yeniden canlandı. Buna ek olarak Almanların çoğu (yüzde 84) Scholz’un koalisyon içindeki anlaşmazlıkların çözümünü hızlandırma konusunda daha kararlı adımlar atmasını talep ediyor. Scholz SPD’nin adayı olarak başbakanlık için yarışırken bu konuda söz vermişti ve bu sözünü yerine getirmemesi zayıflık olarak görülüyor. Bu görüş, SPD destekçilerinin yüzde 85’i tarafından da paylaşılıyor.
Hükümetin görev süresinin yarısı: Koalisyon zayıf
Koalisyonun performans notlarını etkileyen yapısal sorunlardan biri, ideolojileri ve siyasi ajandaları açısından önemli ölçüde farklılık gösteren ve dolayısıyla farklı seçmenlere hitap eden üç partiden oluşması. Böylesine heterojen bir koalisyonu yönetmek önceki kabinelerde olduğundan daha zor. Aynı zamanda, parlamentodaki bazı partiler gençleşti ve radikalleşti. SPD’nin 206 milletvekilinden 49’u gençlik kanadı Jusos’tan geliyor ve Yeşiller’in parlamento grubunun 118 üyesinden 22’si seçildiklerinde 30 yaşından gençti. Bu durum (mesela iklim ve göç politikaları konusunda) aşırı taleplerin dile getirilmesine yol açıyor ve koalisyon ortaklarının karşılıklı müzakerelerde daha az esnek olmalarına neden oluyor. Bunun da ötesinde Yeşiller, düşen destek (bir yıl önceki yüzde 23’e kıyasla şu anda yüzde 15 civarında seyrediyor), diğer yerel seçimlerde (Berlin ve Bremen dahil) alınan kötü sonuçlar ve parti içindeki hararetli politika tartışmalarıyla baş etmek zorunda. Yeşiller Partisi liderliği, parlamento grubu içindeki çeşitli gruplar arasındaki anlaşmazlıkları hasıraltı etmeye çalışıyor ama uyumsuzluğun boyutu giderek daha belirgin hale geliyor[2] ve bu anlaşmazlıklar bir sonraki seçimler yaklaştıkça daha da artacak.
Kamuoyunda koalisyona dönük algı bu iç anlaşmazlıklardan olumsuz etkileniyor. Bunlar genelde FDP tarafından başlatılıyor, zira söz konusu parti (ve seçmenleri) hükümetin pratikte Yeşillerin siyasi ajandasına öncelik verdiğine inanıyor. FDP, Yeşiller’in iklim politikasına yönelik ideolojik yaklaşımına karşı çıkıyor. Bu çatışmanın en iyi örneği, FDP’nin 2035’ten sonra Avrupa Birliği’nde içten yanmalı motorlu yeni otomobillerin tescil edilmesine ilişkin yasağa istisna getirilmesi talebiydi.[3] Koalisyon ortakları arasındaki iç çatışma böylece AB düzeyine taşındı ve hükümetin eşgüdümünü zayıflatırken aynı zamanda FDP’nin anketlerdeki oranlarını da yükseltti. Bu durum, parti temsilcilerini Yeşiller’in gündemine meydan okumanın kendileri için faydalı ve kendi konumlarını güçlendirmek için iyi bir yöntem olduğuna daha da ikna etti. Bu sadece iklim politikası için değil, diğer koalisyon üyelerinin mali ve göç politikaları için de geçerli.
İktidardaki koalisyonun hüsrana uğrattığı seçmenler büyük ölçüde AfD tarafından devşiriliyor. Forsa tarafından yapılan bir ankete göre, şu anda AfD’yi destekleyen katılımcıların yüzde 32’si 2021’de öbür partilere oy vermişti. 14’ü şimdiye kadar oy kullanmamış olanlardan oluşurken, yüzde 54’ü bu partinin düzenli destekçileri.[4] Diğer partilerden devşirilen seçmenler arasındaki en büyük grup, daha önce koalisyon partilerini destekleyenler: SPD (yüzde 16), FDP (yüzde 15) ve Yeşiller (yüzde 2), toplamda yüzde 33. Yüzde 24’lük bir kesim ise AfD’ye oy vermeye hazır olan eski Hıristiyan Demokrat seçmenlerden oluşuyor. AfD’nin artan popülaritesi CDU açısından uzun vadede en büyük zorluk. Hıristiyan Demokratların lideri Friedrich Merz, 2018’de partinin genel başkanlığına seçilmek istediğinde, Angela Merkel’in politikalarından hayal kırıklığına uğrayan seçmenlerin önemli bir kısmını kazanabileceğine söz vermişti. CDU şu anda kamuoyu yoklamalarında önde gittiği ve federal düzeydeki desteği yüzde 30 civarında sabitlendiği için Hıristiyan Demokratlar bazı başarılar elde etti. Ancak CDU’nun doğudaki yapıları, partinin koalisyonla aşırı yakın işbirliğini (Hıristiyan Demokratlar hükümetin 188 yasama girişiminden 108’ini desteklemişti)[5] ve doğuda CDU’nun başlıca siyasi rakipleri olarak görülen Yeşiller’e yönelik hoşgörüsünü giderek daha fazla eleştiriyor.
Alternatif yok
Çoğu Almanın önümüzdeki yılların en ciddi sorunu olarak gördüğü iklim politikası, AfD’nin iktidardaki koalisyona dönük eleştirilerinin odak noktasını oluşturuyor. AfD’nin destekçilerinin büyük bir kısmı (ARD DeutschlandTrend’in bu haziran ayında yaptığı bir ankete göre yüzde 47) bu grubu tam da hükümetin iklim ve enerji politikalarını yürütme biçimi nedeniyle desteklediklerini açıkladı. Bu durum, AfD’nin parlamentoda, insan faaliyetlerinin iklim değişikliğini körüklediğini reddeden tek parti olmasıyla alakalı. Buna ek olarak parti, Almanya’da iklim reformlarının uygulanma şekli ve hızı konusunda kamuoyunda giderek artan şüpheciliği ustalıkla kullanıyor. Bu, özellikle içten yanmalı motorlu araçların AB’de tescilinin yasaklanması ve yeni binalarda doğalgaz ve petrol kazanlarının kurulması gibi, görevdeki hükümetin amiral gemisi niteliğindeki bazı projelerinde açıkça görülüyor. Pek çok yurttaş bu durumu, devletin Alman toplumu için son derece önemli olan iki “sütuna” —araba ve ev— doğrudan müdahalesi olarak değerlendiriyor. Forsa tarafından yapılan bir ankete göre, Almanların kayda değer bir azınlığı (yüzde 26) AB’de içten yanmalı motorlu araçların tescilinin yasaklanmasından yana. Bu çözüm Yeşiller’in seçmenleri arasında en büyük desteğe sahipken (yüzde 65), AfD destekçilerinin sadece yüzde 4’ü bunu onaylıyor. Benzer bir orantısızlık diğer iklim politikası konularında da görülebilir.
AfD’nin koalisyon hükümetinin iklim politikasına dönük temel itirazı alternatiflerin sunulmamış olması. Parti, bu durumun Başbakan Merkel’in Avro Bölgesi krizi sırasında aldığı tedbirlere benzediğini, mesela hükümetin Almanya’nın Yunanistan’a yardım etmekten başka çaresi olmadığını savunduğunu ileri sürüyor. AfD ayrıca SPD-Yeşiller-FDP koalisyonu tarafından benimsenen çözümlerin yasaklardan ibaret olduğunu, bunun da olası yeni teknoloji arayışlarını olumsuz etkilediğini ve reformların uygulanması için öngörülen zaman diliminin oldukça dar olduğunu belirtiyor. AfD’nin koalisyonun iklim politikasına ilişkin diğer ciddi suçlamaları, özellikle mevcut enflasyon seviyeleri göz önüne alındığında, dönüşümün uçuk maliyetleri ve yurttaşların hane halkı bütçelerine aşırı yük bindirmesiyle alakalı. Bu husus, Almanların yüzde 67’si tarafından eleştiriliyor (ARD DeutschlandTrend).
Göç krizi 2.0
AfD, kamuoyunda hükümetin göç politikasına yönelik artan huzursuzluk nedeniyle de popülerlik kazanıyor. Göçe engel olma talebi AfD’nin en önemli siyasi projesi ve partinin popülaritesini defalarca artırdı. Dahası, seçmenler AfD’li siyasetçilerin tam da bu konuda en yetkin kişiler olduklarına inanıyorlar. Bu, Almanya’da birkaç aydır gözlemlenen göç krizinin yeni versiyonu açısından bilhassa önemli: Ukrayna’dan bir milyondan fazla mülteci kabul edilmekle kalmadı, başka yerlerden gelen insanlara da barınma imkânı sunuldu. 2022 yılında Almanya’ya 244 bin iltica başvurusu yapıldı; bu rakam bir önceki yıla göre yüzde 47 daha fazla. İlerleyen aylarda durum daha da kötüye gitti, 2023’ün ocak ve nisan ayları arasında 80 bin 978 başvuru daha kaydedildi; bu da yıldan yıla yüzde 80’lik bir artış anlamına geliyor. En fazla sığınma talebinde bulunanlar Suriyeliler (22 bin 702; yıllık artı yüzde 73,5), Afganlar (15 bin 980; artı yüzde 89,9) ve başvuru sayısı en hızlı artan Türkler (10 bin 267; artı yüzde 279,7) oldu.[6]
Farklı mülteci gruplarının üst üste gelmesi göç krizinin dinamiklerini değiştirdi. Bu, özellikle sığınmacılara gerekli bakımı sağlamakla yükümlü olan yerel yönetimlerin tepkilerinde göze çarpıyor. Örneğin, yerel politikacılar yeni gelenler için yer sıkıntısından, mali kısıtlamalardan ve yeni gelenlerin etkili bir şekilde entegre edilmesindeki zorluklardan şikayet ediyor. Yerel hükümet yetkililerinden gelen çağrılar arasında, geleneksel olarak yeni göçmenleri kabul etmeye en açık olan Yeşiller Partisi temsilcilerinin de yer alması, sorunun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor.[7] Mültecilerin barınmasıyla ilgili sorunlar halkın duyarlılığını da etkiliyor ve AfD bundan yararlanıyor. Almanların çoğunluğu (ARD DeutschlandTrend’in bu mayıs ayında yaptığı bir ankete göre yüzde 54) Almanya’ya gelen göçmenlerin kârdan çok zarar getirdiğine inanıyor ve katılımcıların yüzde 52’si bu akının sınırlandırılmasını talep ediyor (katılımcıların yüzde 33’ü mevcut seviyede kalmasını istiyor). Daha da önemlisi, katılımcıların yüzde 77’si politikacıların yabancıların Almanya’ya yerleşmesinden kaynaklanan sorunlara yeterince ilgi göstermediğini iddia ediyor.
Önce Rusya
Savaşın çıktılarının kamuoyunda yarattığı yorgunluk ve Ukrayna’ya yapılan askeri yardımlara verilen desteğin giderek azalması da AfD’nin işine geliyor. Parti, Ukrayna karşıtı ve Rusya taraftarı görüşlere sahip seçmenleri temsil ederken, Federal Meclis’teki diğer tüm partiler Ukrayna’yı desteklemeye devam etmek istiyor.[8] Ankete katılanların yüzde 43’ü Almanya’nın Kiev’e yaptığı silah yardımının doğru düzeyde olduğunu düşünüyor ve yüzde 84’ü savaştan kaçanlara barınma sağlanmasını destekliyor (yukarıda bahsedilen ARD DeutschlandTrend anketi bu yıl mayıs ayında yapıldı). Fakat katılımcıların yüzde 37’si askeri desteğin aşırı olduğuna inanıyor ve sadece yüzde 14’ü bu desteğin genişletilmesini istiyor. Anketler bu destekte belirgin bir düşüş eğilimi olduğunu gösteriyor. Ayrıca Almanların yüzde 64’ü, Ukrayna’ya Alman savaş uçakları tedarik edilmesi olasılığına karşı çıkıyor. Bu konudaki olumsuz görüşler CDU/CSU (yüzde 59), SPD (yüzde 56) ve FDP (yüzde 54) destekçileri tarafından da dile getirilse de en büyük direnç AfD (yüzde 90) destekçileri arasında görülüyor. Aynı zamanda, katılımcıların yüzde 55’i Alman hükümetinin savaşı sona erdirmek adına çok az diplomatik çaba sarf ettiğini iddia ediyor.
AfD politikacıları, Ukrayna’ya yardım gönderilmesine karşı çağrılar ve gösteriler de dahil olmak üzere çeşitli “barış yanlısı” talepleri destekleme ve başlatma konusunda son derece aktifler. Söz konusu parti, 2023’e girerken hükümetin politikasına karşı (çoğunlukla doğu Almanya’da) protesto gösterileri düzenledi. Gösterilere beklenenden daha az kişi katılmış olsa da zaman zaman on binlere varan sayıda kişi katıldı. AfD’nin hamleleri, çoğu bu partiye oy veren Rusça konuşan Almanlar arasında epey hoş karşılandı.[9] Ayrıca, Ukrayna işgalinin başlangıcından bu yana AfD’li politikacılar, örneğin Rus propaganda yayınlarında Alman hükümetini eleştirerek, işgal altındaki bölgelere turlar düzenleyerek ve Rus büyükelçiliğindeki resepsiyonlara katılarak kendilerini defalarca Moskova’nın savunucuları olarak sundular. Ayrıca sosyal medyada Ukrayna karşıtı (aynı zamanda Amerikan ve Polonya karşıtı) hisleri körüklemenin yanı sıra AfD ile bağlantılı olan ve Alman karşı istihbaratı tarafından yakından izlenen COMPACT dergisi aracılığıyla geniş bir okur kitlesini etkilemeye çalıştılar.
Düzen karşıtı parti
Ancak, AfD destekçilerinin yüzde 67’sinin beyan ettiği üzere, hükümetin bu alanlardaki politikalarından duyulan hayal kırıklığı ve buna karşı muhalefet gösterme arzusu, partinin popülerliğinin tek nedeni değil. Düzen karşıtı yaklaşımı da önemli bir faktör. Bu tür hisler, kısmen Almanya’daki kamu medyasının durumu hakkında ortaya atılan sorular, kitle iletişim araçlarında sunulan anlatı ile sesi gazete ve televizyonlarda temsil edilmeyen toplumun önemli bir kesimi tarafından paylaşılan görüşler arasındaki uyumsuzluk nedeniyle giderek yaygınlaşıyor.[10]
Buna ek olarak bazı Alman köşe yazarları, tartışmaya katılanların Berlin’de ana akım olanlardan (dolaylı olarak koalisyonun sol eğilimli çevreleri ve medyanın önemli bir kısmı) farklı görüşler sunmaları halinde aşırı sağcı olarak damgalandıklarına dikkat çekti.[11] Ayrıca bazı AfD destekçileri, kamusal tartışmanın ve politikacıların odaklandığı konuların çoğu yurttaşın karşılaştığı gerçek sorunlarla temastan uzak olduğunu öne sürüyor; buna bir örnek, Alman dilinde feminatiflerin kullanımına ilişkin dil tartışması.[12]
Partiye desteğin kalesi olarak doğu
Siyasi ajanda ve kimlik argümanları özellikle AfD’ye desteğin yüzde 32’ye ulaştığı (CDU’ya yüzde 23, SPD’ye yüzde 16, Yeşiller’e yüzde 6) doğu eyaletlerindeki seçmenler arasında güçlü bir yankı bulurken, batı eyaletlerinde bu oran sadece yüzde 13 (CDU’ya yüzde 30, SPD’ye yüzde 19 ve Yeşiller’e yüzde 16’ya karşılık).[13] AfD’nin doğu Almanya’daki popülaritesi bölgesel seçimlerde defalarca teyit edildi ve AfD, tüm doğu eyaletlerindeki en güçlü muhalefet partisi.
AfD’nin ülkenin doğusundaki popülaritesinin hem yapısal hem de siyasi temelleri var. AfD’nin başarısının nedenlerinden biri, seçmenlerin Batı’daki seçmenler kadar belirli partilere bağlı olmaması. Ülkenin bu bölgesinde sosyal statü, bir meslek grubuna aidiyet ya da aile gelenekleri, insanların oy verme tercihlerini çok fazla etkilemiyor. Buna ek olarak, bu bölgede yaşayanlar seçmen desteğini değiştirmeye daha hazır; bu şekilde siyasi partileri kampanya sırasında verdikleri sözleri yerine getirmekle sorumlu tutabilirler.
Bunun da ötesinde AfD, Doğu Almanya’da yalnızca bir protesto partisi olarak değil (ve bu nedenle bir bakıma Die Linke’nin yerini alıyor), her şeyden evvel geniş bir seçmen grubunun çıkarlarını en geniş ölçüde temsil eden, herkesi kapsayan bir parti olarak görülüyor.[14] Aynı zamanda AfD liderleri, seçmenlerin hem mevcut hem de önceki federal hükümetlerin işleyişine ilişkin hayal kırıklıklarını ustaca kullandılar ve mevcut durumu 1989’dan sonraki dönüşümün bir sonucu olarak sundular. Almanya’nın yeniden birleşmesinin sonuçları üzerine hala hararetli bir şekilde devam eden tartışmalarda AfD, kendisini, o zamandan bu yana meydana gelen değişikliklerden ötürü hayal kırıklığına uğrayan insanların sorunlarına duyarlı olan tek parti olarak konumlandırıyor. Ayrıca Doğu Almanya dönemine ait “ekolojik diktatörlük” (Ökodiktatur), “ısıtma Stasi’si” (Heizungs-Stasi) ve “planlı ısıtma ekonomisi” (Wärmeplanwirtschaft) gibi dilsel taklitleri de ustalıkla kullanıyor.[15] Bu şekilde mevcut hükümet yetkilileri ile eski Doğu Alman siyasi sisteminin parti görevlileri arasında bir benzerlik kurulması amaçlanıyor. AfD, bu stratejiyi daha önce de kullanmış ve ülkenin doğusundaki Landtage’da yapılan önceki seçimlerde başarılı olduğunu ispatladı.[16]
AfD’nin doğu eyaletlerindeki güçlü konumu, bölgesel liderler etrafında konsolide olan yapısına ve ideolojik ayrışmaların ve şahsi anlaşmazlıkların batı Almanya’ya kıyasla daha düşük yoğunlukta olmasına da dayanıyor. Karşı istihbarat tarafından yakından izlenen Björn Höcke, Thüringen’deki AfD parti yapılarının başkanı ve partinin ülkenin doğusundaki tartışmasız lideri. Fakat onun etkisi AfD’nin yerel yapılarının ötesine geçiyor. Geçtiğimiz haziran ayında yeni parti yönetiminin seçilmesinden bu yana, kayda değer sayıda aktivist onu AfD’nin federal başkanlık kurulunun lideri olarak görmeye başladı. Onun desteğini alamayan adayların başkanlık divanı üyeliği yarışını kaybetmesi Höcke’nin gücünün bir başka ispatı. Höcke, ayrıca AfD’nin tüzüğünde değişiklik yapılmasını öngören ve partinin eskiden olduğu gibi aynı anda iki kişi tarafından yönetilmesi yerine gelecekte tek bir başkan tarafından yönetilmesine olanak tanıyan bir öneriyi de kabul ettirdi.[17]
AfD’nin seçim beklentileri
AfD açısından risk faktörleri arasında, şimdiye dek defalarca daha büyük bir seçim başarısı elde etmesine engel olan şahsi çatışmalar ve siyasi ajandasına ilişkin anlaşmazlıklar yer alıyor. Dolayısıyla AfD’nin seçimlerde elde edeceği sonuç büyük ölçüde kampanya sırasında bu çatışmaları nasıl çözeceğine ya da bastıracağına bağlı olacak. Buna ek olarak, AfD daha da radikalleşirse, Alman karşı istihbaratı parti üzerindeki baskısını artıracaktır; halihazırda hem AfD’ye hem de gençlik kanadına (Junge Alternative) karşı seçilmiş gözetim tedbirlerine başvuruyorlar.
Ancak seçim takvimi AfD’nin lehine işliyor. Parti, bu yılın en önemli yerel seçimleri olan Hessen ve Bavyera’da (her iki seçim de bu yıl 8 Ekim’de yapılacak) önde gitmiyor. Bununla birlikte, bu eyaletlerde bir önceki seçimlerden bu yana oy oranlarını önemli ölçüde artırdı ve bu da muhtemelen Hıristiyan Demokratların kalesi olan bu eyaletlerde (her iki eyalet de uzun yıllardır CDU ve CSU tarafından yönetiliyor) sonbaharda yapılacak seçimlerde iyi bir sonuca dönüşecek. Buna karşılık AfD, 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa karşıtlığı kartını oynamaktan, özellikle de Almanların giderek artan bir yüzdesinin AB’nin Almanya’ya giderek daha fazla zarar verdiğini iddia ettiği hakikati göz önüne alındığında, fayda sağlayabilir. Katılımcıların yüzde 27’si bu görüşü paylaşıyor (Temmuz 2020’den bu yana artı yüzde 12).[18] Bununla birlikte, AfD’nin kazanabileceği üç doğu federal eyaletindeki seçimler en önemlisi olacak ve burada elde edilecek sonuç, 2025 sonbaharında yapılacak Federal Meclis seçimleri öncesinde partiyi güçlendirecektir.
Brandenburg, Saksonya ve Thüringen Eyalet Meclisleri için 2024’te yapılması planlanan seçimler, 2025’teki Federal Meclis seçimlerinden önce siyasi partiler için son sınav olacak. AfD, Brandenburg’da yüzde 23 (CDU ile eşit) ve Saksonya’da (CDU’nun yüzde 25’e sahip olduğu) ve Thüringen’de (Die Linke’nin yüzde 22 ile ikinci olduğu) yüzde 28’er destekle üç eyalette de anketlerde önde gidiyor. Fakat AfD’nin bu eyaletlerdeki olası zaferi hükümet kurmasını garanti etmeyecektir. Diğer partiler, şu anda CDU’nun komünizm sonrası Die Linke ile işbirliği yaptığı Thüringen’de olduğu gibi, AfD’ye karşı resmi ya da gayri resmi bir koalisyon arayışına girecektir. Bu taktik şimdiye dek AfD’yi iktidarın dışında bırakmış olsa da, siyasi ajandalarında en düşük ortak paydayı aramak zorunda kaldıkları için bu hareket tarzını seçen partiler için büyük bir siyasi maliyet getirdi; pratikte bu, seçmenlerini giderek daha fazla hayal kırıklığına uğrattı ve sonuç olarak hükümete verilen desteğin düşmesine ve AfD’nin popülaritesinin artmasına neden oldu.[19]
[1] K. Frymark, A. Kwiatkowska, ‘Serious clash between CDU and CSU on migration policy. European implications’, OSW, 20 Haziran 2018, osw.waw.pl.
[2] Politika tartışmalarında Yeşiller her zaman iki grup arasında bir denge kurmaya çalıştı: gerçekçiler (Realo’lar) ve radikaller (Fundi’ler). Söz konusu kamplar arasındaki derin çatışma, partinin faaliyete geçtiği günden bu yana devam ediyor. Gerçekçiler uzlaşmaya daha yatkın ve bazı taleplerini geri çekme pahasına da olsa federal düzeyde diğer partilerle koalisyon arayışında. Radikaller ise tam tersi bir yaklaşım benimsiyorlar, zira seçmenlerin gözünde güvenilir olmak ve kendi ideallerine bağlı kalmak onlar için en önemli şey oldu.
[3] Liberaller, 2035’ten sonra da AB’de belirli tipte içten yanmalı motorlara sahip yeni araçların tescil edilmesinin mümkün olmasında ısrarcı olmuştu. Daha fazla bilgi için bkz. M. Kędzierski, ‘Niemcy wobec przyszłości samochodów spalinowych – wewnątrzpolityczny kontekst zmiany’, OSW, 17 Mart 2023, osw.waw.pl.
[4] M. Güllner, ‘Das Comeback der AfD’, The Pioneer, 2 Haziran 2023, thepioneer.de.
[5] M. Bröcker, G. Repinski, ‘Die Ost-CDU und das AfD-Problem’, The Pioneer, 7 Haziran 2023, thepioneer.de.
[6] Aktuelle Zahlen, Bundesamt Für Migration und Flüchtlinge, Nisan 2023, bamf.de.
[7] J. Hermann, ‘«Wir schaffen das nicht»: Ein grüner Landrat ruft in der Asylkrise um Hilfe’, Neue Zürcher Zeitung, 2 Şubat 2023, nzz.ch.
[8] Die Linke bir istisna, ancak parti içi çatışmalar ve düşük kamuoyu desteği nedeniyle AfD’ye karşı ciddi bir rakip olarak görülmüyor.
[9] K. Frymark, Prorosyjskie demonstracje w Niemczech, OSW, 21 Nisan 2022, youtube.com. Ayrıca bkz. N. Friedrichs, J. Graf, Integration gelungen? Lebenswelten und gesellschaftliche Teilhabe von (Spät)Aussiedlerinnen und (Spät)Aussiedlern, Bundesamt Für Migration und Flüchtlinge, SVRStudie 2022-1, bamf.de.
[10] Bu bağlamda, Alman medyasının durumu ve bazı gazetecilerin haberlerini aşırı basitleştirme eğilimi konusundaki endişelerini dile getiren Başbakanlık Özel Kalemi Wolfgang Schmidt’ten alıntı yapmakta fayda var. Bkz. ‘Das Late-Night-Memo für die Hauptstadt’, Berlin.Table #69, 5 Haziran 2023, table.media/berlin.
[11] R. Haubrich, ‘Ausgewogene Berichterstattung? 92 Prozent der ARD-Volontäre wählen grün-rot-rot’, Die Welt, 3 Kasım 2020, welt.de.
[12] E. Gujer, ‘Ein bärtiges Wesen in der Frauen-Sauna: In Gender-Fragen scheint es keine Grenzen mehr zu geben’, Neue Zürcher Zeitung, 2 Haziran 2023, nzz.ch.
[13] ‘AfD ist in Ostdeutschland deutlich die stärkste Kraft’, Handelsblatt, 7 Haziran 2023, handelsblatt.com.
[14] Herkesi kapsayan parti (Volkspartei), farklı sosyal katmanlardan gelen geniş bir seçmen kitlesine sahip, çok çeşitli görüşleri temsil eden ve fraksiyonlara bölünmüş bir partilere verilen isim.
[15] ‘Alice Weidel: Umfaller-FDP liefert die Bürger an Heizungs-Stasi und Wärmeplanwirtschaft aus’, AfD – Fraktion im Bundestag, 31 Mayıs 2023, afdbundestag.de.
[16] K. Frymark, ‘Alternatywa dla wschodnich Niemiec. Saksonia i Brandenburgia przed wyborami landowymi’, Komentarze OSW, no. 307, 28 Ağustos 2019, osw.waw.pl.
[17] Idem, ‘Nowe władze AfD: w kierunku regionalnej partii protestu’, OSW, 27 Haziran 2022, osw.waw.pl.
[18] Aynı zamanda anketler, katılımcıların yüzde 38’inin Almanya’nın Avrupa’da daha fazla tek taraflı hareket etmesini, yüzde 14’ünün ise AB’den ayrılmasını istediğini gösteriyor. Bkz. ‘ARD-DeutschlandTREND Juni Extra 2023’, Haziran 2023, infratest-dimap.de.
[19] Saksonya-Anhalt bir istisna. Epey popüler ve deneyimli CDU lideri Reiner Haseloff, bu eyalette 2021 seçimlerini kazandı ve daha önce AfD’ye oy vermiş 16 binden fazla seçmeni Hıristiyan Demokratlara çekti.
İlginizi Çekebilir
-
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
-
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
-
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
-
İsviçreli Büyükelçi Buch: Rusya’yı zayıflatmış olabilirler, ama aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflatmış oldular
-
Kirillov suikasti, olası sonuçlar
-
Rusya’dan Ukrayna’ya şimdiye kadarki en büyük esir takası teklifi
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
5 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
6 gün önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt