Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Hindistan’da beceriksiz muhalefet ve Modi’nin alternatifsizliği

Yayınlanma

“Yaygın kayırmacılık suçlamalarına rağmen Modi’nin itibari hala sağlam. Onaylanma oranı sürekli olarak yüzde 75’in üzerinde.”

Çevirmenin notu: Hindistan’da ana muhalefetteki Kongre Partisi, geçen yılın sonlarında Narendra Modi hükümetine karşı ülke çapında “birlik yürüyüşü” başlatmıştı. Kongre Partisi lideri Rahul Gandhi ve parti liderlerinin öncülük ettiği yürüyüş, kısa zaman içinde ülke çapında yayılarak sansasyon yaratmıştı. Yürüyüşün gerekçeleri arasında ülkede büyüyen zengin-yoksul uçurumu, Çin’e dönük politikalar ve Modi liderliğindeki BJP hükümetinin yolsuzlukları yer aldı. Fakat kısa bir süre sonra Gandhi’nin yürüyüşünün yarattığı etki sönümlendi ve Modi, hala anketlerde sağlam konumda. Aşağıda tercümesi verilen makalede Johns Hopkins Üniversitesi’nde görev yapan Hindu akademisyen Aditya Bahl, Kongre Partisi’nin yürüyüşünün yarattığı etkileri ve Hindistan toplumunun durumunu detaylandırarak muhalefetin riyakârlığına işaret ediyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

Kongre küllerinden tekrar mı doğuyor?

Aditya Bahl, New Left Review

22 Haziran 2023

Geçtiğimiz yıl 7 Eylül’de Kongre’nin kıdemli lideri Rahul Gandhi, BJP liderliğindeki hükümetin “bölücü politikalarına” karşı “Hindistan’ı birleştirmek” amaçlı bir protesto yürüyüşü olan Bharat Jodo Yatra’yı [Birleşik Hindistan Yürüyüşü] başlattı. Hindistan’ın güney ucundaki Kanyakumari’den kuzeydeki Cammu ve Keşmir’e kadar uzanan yatra, yaklaşık 3 bin 500 kilometre oldu ve on iki eyaleti kapsadı. Bazı ünlüler beş ay süren bu yolculuğa katılarak manşetlere çıktı. Gandhi’nin kıyafeti (kış boyunca tek bir polo tişört), dağınık sakalı ve fit vücudu (“on saniyede on dört şınav”) da öyle. Sağcıların tepkisi tahmin edilebilirdi: bazıları Gandhi’nin Burberry gardırobuyla alay etti, diğerleri sakalını Saddam Hüseyin’inkine benzetti. Yine de Nehru-Gandhi hanedanının 52 yaşındaki veliahtı, geçtiği her eyalette popülaritesinin —en çok da yüzde 32’den yüzde 55’e sıçradığı Delhi’de— arttığını gördü. Kariyerinde ilk kez kitlesel bir popülarite dalgası yakalayan Gandhi, şu unutulmaz özeti yaptı: “Nefret pazarında sevgi dükkanları açıyorum.” Ardından birkaç hafta içinde yıldızı söndü. 23 Mart’ta bir alt Hint mahkemesi onu Başbakan’ın soyadı hakkında hakaret içeren yorumlarda bulunmaktan mahkûm etti. Bir gün sonra da parlamentodan karga tulumba çıkarıldı.

Gandhi’nin siyasi istikbali tehlikede olsa da ezeli düşmanı, görevde olduğu dönemdeki dalgalanmalara rağmen hala dokunulmaz görünüyor. Dokuz yıl boyunca Narendra Modi, popülaritesinin azalmasını daimî olarak engelleyen yıkıcı bir dizi “şok ve dehşet” operasyonuna imza attı. Kasım 2016’da bir gecede tedavüldeki paranın yüzde 86’sını geri çekerek 10 ila 12 milyon emekçiyi işinden etti. Temmuz 2017’de bölgesel yönetimlerin gücünü daha da kısıtlayan merkezi bir Mal ve Hizmet Vergisi uygulamaya koydu. Ağustos 2019’da Cammu ve Keşmir’in anayasal özerkliğini kaldırarak buraya Keşmirli olmayanların ve özel madencilik şirketlerinin akın etmesine imkân verdi. Aynı yılın ilerleyen günlerinde ayrımcı vatandaşlık yasası değişikliğini yürürlüğe koyarak, Yeni Delhi’de Müslümanlara dönük sağcı bir pogromla bastırılan büyük protestolara yol açtı. Mart 2020’den itibaren tahminen 4,7 milyon kişinin hayatına mal olan ve işsizlik oranının yüzde 20,9’a yükseldiği Kovid-19 salgınını feci şekilde kötü yönetti. Eş zamanlı olarak, Hindistan tarımının şirketler tarafından istimlak edilmesini kolaylaştırmak adına üç yeni yasa çıkardı ve tarım sendikalarının bir yıl süren mücadelesi nihayetinde onu bu yasaları yürürlükten kaldırmaya zorladı. Şimdi ise Modi’nin Asya’nın en zengin ikinci adamı olan milyarder Gautam Adani ile yakın ilişkisi, iş adamının hisse senedi manipülasyonu ve muhasebe dolandırıcılığının ortaya çıkmasının ardından dünya gündeminde.

Fakat yaygın kayırmacılık suçlamalarına rağmen Modi’nin itibarı sağlam. Onaylanma oranı sürekli olarak yüzde 75’in üzerinde; bu, görevdeki başbakanlar arasında en yüksek oran. Deneyimli Hintli gazeteci M.K. Venu’nun yazdığı üzere, Modi, üzerine hiçbir şeyin yapışmadığı bir “teflon lider.” Ancak bu değişmez hegemonyaya rağmen Hint siyaseti durağan olmaktan çok ötede. Seçimlerde Kongre’yi işlevsizliğin eşiğine getiren BJP, ironik bir şekilde, Kongre’nin 1970’lerin başındaki otoriter saltanatıyla karşılaştırmalara neden olmaya başladı. Pek çok yorumcu benzerliklere dikkat çekti: Modi de İndira Gandhi gibi karizmatik bir şahsiyet ve esasen tek partili bir devlete öncülük ediyor; ulusal ve bölgesel düzeyde muhalefet liderlerini hedef almak için devlet kurumlarını kullanıyor (Rahul Gandhi’nin görevden alınması pek çok örnekten yalnızca biri); işbirliğine dayalı federalizm ilkelerini bastırıyor, tüm bölgesel güçleri merkezileştiriyor, yeni bir ahbap çavuş kapitalist ekibini teşvik ediyor vb. Şimdi, BJP eski Kongre’ye benzemeye başladıkça, Kongre de kendini yeniden markalaştırmaya çalışıyor ve elitlerden uzaklaşıp halk sınıflarına doğru geçici adımlar atıyor.

Bharat Jodo Yatra bunun başlangıcıydı. Ekim 2022’de Kongre, ender görülen bir başkanlık seçimi düzenledi: İndira Gandhi’nin 1972’de yaptığı iç oylamadan bu yana bu türdeki yalnızca üçüncü etkinlik. Tarihinin büyük bölümünde kalıtım, partinin sağ kanadının yararına olacak şekilde demokrasinin aleyhine oldu. Modi, sık sık Kongre derebeyliğini hicvetti ve Gandhi’yi bir şehzade (ya da prens) olarak tasvir ederken kendi avam kökenlerini öne çıkardı. Ancak yeni seçilen Kongre Başkanı, bir zamanlar sendika lideri ve Manmohan Singh’in kabinesinde bakan olan 80 yaşındaki Mallikarjun Kharge, bu pozisyona gelen ikinci Dalit. Onun liderliğinde Kongre’nin seçim stratejisi değişti. Kongre’nin 2024’te yapılması planlanan genel seçimler ve bu yılın sonunda yapılacak dokuz eyalet meclisi seçimleri öncesinde “çoğulculuk” ve “sevgi”ye dair geleneksel kaygıları yerini yavaş yavaş daha somut refah politikalarına bırakıyor.

2023’ün ilk aylarında BJP, kuzeydoğudaki hakimiyetini daha da sıkılaştırdı. Şubat ayında, Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Meghalaya ve Nagaland eyaletlerinde yerel partilerle kurulan koalisyonlarda küçük ortak oldu. Mart ayında ise Hinduların çoğunlukta olduğu Tripura eyaletinde iktidara gelerek kırk yıldır neredeyse kesintisiz iktidarda olan komünistleri tasfiye etti. Mayıs ayında ise Kongre, iktidardaki BJP tarafından uzun zamandır güney Hindistan’daki “safran devrimi” için stratejik bir geçit olarak görülen Karnataka’da nadir görülen bir zafer elde etti. Kongre toplam oyların yaklaşık yüzde 43’ünü alarak 212 meclis sandalyesinin 135’ini kazandı. 1989’dan bu yana hiçbir parti bu tür bir çoğunluğa ulaşamamıştı. Yine de en dikkat çekici olan şey programıydı. Köktendinci Hindutva örgütü Bajrang Dal’ı yasaklama vaadinin yanı sıra Kongre manifestosu beş önemli refah reformu içeriyordu: tüm hanelere 200 birim ücretsiz elektrik; her kadın aile reisine aylık 2 bin rupi ve işsiz yeni mezunlar için 3 bin rupi yardım; yoksulluk sınırının altında yaşayan ailelerin her üyesine 10 kilogram ücretsiz pirinç ve kadınlara halk otobüslerinde ücretsiz seyahat. Yerel Kongre liderliği bu önerileri açıkça Alpasankhyataru (azınlıklar), Hindulidavaru (geri kalmış sınıflar) ve Dalitaru’ya (Dalitler) sunarken, tarihsel olarak dezavantajlı grupların kamu kurumlarında daha iyi temsil edilebilmesi için ulusal kast sayımı taleplerini yineledi. Bu arada BJP de her zamanki dini kutuplaştırma taktiklerini uyguladı. Kısa bir süre önce devlet okullarında başörtüsünü yasaklayan BJP, ezana, helal et dükkanlarına ve Müslümanlar için rezervasyon kotalarına karşı bir dizi kışkırtıcı kampanya yürüttü. Seçim sonuçları açıklandığında, Rahul Gandhi ilanını şöyle tweetledi: “Yoksulların gücü BJP’nin kapitalizmini yendi.”

BJP halen diğer on dört eyalette iktidarı elinde tutarken, Kongre sadece altı eyalette iktidarda. Önümüzdeki üç meclis seçimi Hint kuşağında gerçekleşecek; merkez eyaletleri Madhya Pradesh ve Chhattisgarh’ın yanı sıra görevdeki Kongre’nin bir iç isyanla mücadele etmekle meşgul olduğu kuzeybatı Rajasthan eyaleti. Burada Hindutva hegemonyasını delmeye yönelik politika vaatleri tek başına yeterli olmayacaktır. Madhya Pradesh’te BJP’nin ana örgütü olan Rashtriya Swayamsevak Sangh o kadar güçlendi ki artık shakhalarını [medrese] devlet dairelerinin içinde işletiyor. Kongre’nin benzer bir kadro ağı yok. Eyalet lideri Kamal Nath’ın bir dizi yolsuzluk tezgahına karışmış şaibeli bir multimilyoner olması da buna yardımcı olmuyor. Yaklaşan seçimlere hazırlık olarak bir “tapınak rahipleri hücresi” kurdu ve kısa süre önce devlet ödeneklerinin artırılmasını ve tapınak arazilerinin ailelerine devredilmesini talep eden Brahmin rahipleriyle bir “dini diyalog” düzenledi. Karnataka’da alt sınıfları bir araya getiren parti, Madhya Pradesh’te Brahmin rahiplerine kur yapıyor.

Bu tür çelişkileri yerel liderleri suçlayarak açıklamak makul olacaktır. Ancak bu, Kamal Nath Kongre saflarında bir istisna sayılmaz. Gandhi’ler de seçim fırsatçılıklarıyla meşhur. Önceki seçim kampanyaları sırasında Rahul Hindu tapınaklarında Brahmanik janeu’sunu sergilerken, kız kardeşi Priyanka Hindutva siyasetinin merkezi olan Ayodhya’daki Ram Mandir tapınağının inşasını desteklemişti (Kamal Nath yerel parti birimi adına on bir gümüş tuğla bile bağışladı). Rahul, “BJP kapitalizmine” karşı bir dizi ses getiren sefere öncülük etti, ancak “Kongre kapitalizminin” kirli tarihini —1991’de neoliberalizme dönüşü, önceki on yıllarda Adani’ye verdiği destek söz konusu olursa— tartışma konusunda isteksiz davranıyor. Bu nedenle partinin kendini yeniden keşfetmesinin kozmetik bir makyajdan öte bir şey olup olmadığı sorulmalı. Alt sınıflara yönelik hareketi, BJP’yi geride bırakmaya yönelik sinik bir teşebbüsten mi ibaret?

Deneyimli gazeteci Harish Damodaran bir süredir Hindistan kapitalizminin bu iki çeşidi arasındaki tarihsel düğümü çözmeye çalışıyor. Damodaran’ın analizine göre, Kongre liderliğindeki liberalleşmenin ilk yıllarına bölgesel girişimcilerin ve bölgesel partilerin eşzamanlı yükselişi damgasını vurdu. İlki, koalisyon hükümetlerinde kilit makamları işgal eden ve Yeni Delhi’deki bağlantılarını kullanarak şeker, otoyol, basın, içki ve emlak gibi yeni liberalleşen sektörleri ele geçiren yerel siyasi şebekelere büyük yatırımlar yaptı. Partiler de bütçelerini bölgesel tabanlarını güçlendirmek için kullandılar.

Bu dinamik, BJP’nin 2014 yılında iktidara gelmesi ve yeni bir ahbap çavuş kapitalizmi döngüsünü başlatmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Bölgesel girişimcilerin yerini artık doğrudan merkezi hükümet tarafından himaye edilen büyük holdingler aldı. BJP’nin münhasır ekonomik bölge düzenlemeleri ve kredi hükümleri gibi iktisadi reformları, şirketlerin tüm sektörlerde tekelleşmesine neden oldu (Reliance petrokimya ve telekomu, TATA çelik ve IT hizmetlerini, Adani limanları ve enerjiyi kontrol ediyor). Hindistan’daki eşitsizlik de bunu takip etti, en tepedeki yüzde 1’lik kesim Hindistan’ın toplam servetinin yüzde 40’ından fazlasına sahipken, en alttaki yüzde 50’lik kesim sadece yüzde 3’üne sahip oldu. BJP, nakit paranın kendi kasasına akması için yeni kanallar açarak kurumsal müttefiklerinin zenginleşmesinden faydalandı. Parti 2017 yılında, sermaye gruplarının siyasi partilere anonim olarak bütçe sağlamasına olanak tanıyan bir “seçim tahvili” programının açılışını yaptı. 2022 yılına gelindiğinde BJP bu tür bağışların yüzde 57’sini (92 milyar rupi) aldı. Kongre sadece yüzde 10 alırken, şu anda Batı Bengal’de iktidarda olan Trinamool Kongresi kayda değer miktarda bütçe alan tek bölgesel parti oldu (yüzde 8). BJP’nin siyasi gücü merkezileştirmesinin sırrı, siyasi finansın bu şekilde merkezileştirilmesinde yatıyor.

Hindutva tugayı 1990’ların başında ilk kez ön plana çıktığında, muhalif aktivist Aijaz Ahmad zırhındaki küçük çatlağı fark etti. Ona göre BJP’nin, parlamento dışındaki adamlarının vahşetine denk düşecek tutarlı bir ekonomi programı yoktu. Kongre, Hindistan ekonomisini çoktan liberalleştirdiği için BJP çokuluslu şirketlere “daha çok cazip” bir teklifte bulunamazdı. Otuz yıl sonra durum tersine döndü. BJP ikinci bir liberalleşme dalgası başlatarak başat kamu sektörlerini —tarım, sağlık, ordu ve eğitim— eşi benzeri görülmemiş düzeyde özel yatırıma açtı. Bu arada Kongre, Hindistan’ın alt sınıflarına “çok daha cazip” bir teklif sunarak seçim cazibesini artırmaya çalıştı.

Ancak Kongre’nin refahçı dönüşünün kitle siyasetinde çok az karşılığı var ya da hiç yok. Uttar Pradesh, Gujarat, Andhra Pradesh ve Batı Bengal gibi pek çok eyalette küçük çaplı bir muhalefet partisi statüsüne indirgendi. Sonuç olarak, kadro örgütleri ciddi şekilde dağılmış durumda. Hala saray entrikalarına saplanmış olan üst düzey liderliği, tabandan gelen aktivizmin zorluklarından kopmuş durumda. Seçim ateşi Hint kuşağını sararken, bu tabaka şimdi çalışan yoksullara mütevazı teşvikler ve maaş paketleri dağıtıyor. Fakat daha radikal tedbirler (servet vergileri, istihdam güvenceleri, asgari ücretler vb.) önererek siyasi elitler ve büyük şirketler arasındaki yeni ittifakı bozmaları pek mümkün değil. Sosyal reformlara dönük tepeden inme ve bölük pörçük çabaları onlara fazladan oy kazandırabilir. Ancak bunlar Kongre’nin kendi iç çelişkilerini çözmek şöyle dursun, Hindutva’nın yürüyüşünü bile durduramaz.

Rahul Gandhi, nisan ayında resmi konutundan tahliye edildiğinde Kongre #MeraGharAapkaGhar başlıklı bir sosyal medya kampanyası yürütmüş ve parti üyelerinin evlerini Gandhi’ye sunduklarını göstermişti. Eş zamanlı olarak RSS ve ona bağlı örgütler Ram Navami dini bayramı sırasında Müslüman mahallelerine eş zamanlı saldırılar düzenliyordu. Hint kuşağı boyunca sağcı çeteler çok sayıda Müslümanın evini, dükkânını, kütüphanesini, mezarlığını ve camisini yakıp yıktı. “Buldozer adaleti” olarak bilinen bu tür yargısız infazlar, Hindutva’ların Hindu dini törenleri sırasında sık sık çete şiddetini kışkırtmakla suçlanan azınlık nüfusunu toplu olarak kriminalize etmeye yönelik yeni bir manevrası. Tüm bunlar olurken Kongre şiddeti durdurmak istemeyerek seyirci kaldı. Yeni Delhi’deki liderliği Gandhi’nin durumuyla meşgulken, Madhya Pradesh’teki kadroları eyalet merkezini pırıl pırıl safran bayraklarla süslüyor ve bin altı yüz Brahman rahibin gelişine hazırlanıyordu.

DÜNYA BASINI

ABD’deki Yahudileri ‘ideolojik mezarlıklara’ davet ettiler

Yayınlanma

İsrail’deki üniversite rektörlerinin ABD’deki kampüslerde sergilenen “şiddet, antisemitizm ve İsrail karşıtlığı” gerekçesiyle Yahudileri kendi üniversitelerine davet etmelerine deneyimli İsrailli gazeteci Gideon Levy’den sert tepki gösterdi. Rektörleri ikiyüzlülük ve kendini bilmezlikle suçlayan Levy’nin dikkat çekici yazısı şöyle:

***

İsrail Üniversiteleri ABD’li Yahudilere İnsan Hakları ve Özgürlük Hakkında Hiçbir Şey Öğretemez

Gideon Levy

İşte ikiyüzlülük ve kendini bilmezlik konusunda bir rekor daha: İsrail’in üniversite rektörleri mektup yayınlayarak ABD’deki kampüslerde sergilenen şiddet, antisemitizm ve İsrail karşıtlığından rahatsızlık duyduklarını ve Yahudilerin ve İsraillilerin buradaki üniversitelere kabul edilmelerine yardımcı olmayı taahhüt ettiklerini belirttiler. Başka bir deyişle: Ariel Üniversitesi’ne gelin. Bu çalıntı topraklarda, apartheid bölgesinin kalbinde, yurttaşlık, insan hakları ve özgürlük eğitimi alacaksınız. Her İsrail üniversitesinde olduğu gibi Ariel’de de özgürlük ve eşitliğin ne olduğunu göreceksiniz. Burada ayrıca Amerika’da zulüm gören Yahudiler için dünyanın en güvenli yerinde Ariel’de sığınak bulacaksınız.

Sayın rektörler, sırça köşkte oturan komşusuna taş atmamalı. Eğer Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Yahudi akademisyenlere bir sığınak sunmayı amaçlıyorsanız, sunacak pek bir şeyiniz yok. Columbia kampüsündeki en fırtınalı gün, Yahudiler için İbrani Üniversitesi yolundan daha güvenli. Arap öğrenciler üniversitelerinizde Columbia’daki Yahudi öğrenciler kadar rahat hissetmiyor. Columbia’daki tehlikenin yakınlığını da sorgulamak mümkün.

Columbia Üniversitesi öğrencisi Noa Orbach 26 Nisan tarihli Haaretz İbranice baskısında “İsrailli Yahudi bir öğrenci olarak kişisel güvenliğime yönelik hiçbir korku ya da tehdit hissetmiyorum” diye yazdı. İsrail, dünyada Yahudileri bekleyen tehlikeleri abartmayı ve bunların içinde debelenmeyi seviyor. Bu da Yahudilerin İsrail’e göçüne yol açıyor ki bu İsrail’in bir sığınak olduğu masalı için iyi. Dünyada antisemitizm olmadığından değil, ama her şey antisemitizmse ancak İsrail aklanmış demektir.

Biraz mütevazılık da size zarar vermez, sayın rektörler. Akademileriniz şu anda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kampüslerde yaşananlara imrenebilir. Yurttaşlık bilincine ve siyasi katılıma sahip bir kampüs işte böyle bir şeydir. İsrail’in kasvetli, sıkıcı kampüslerindeki ideolojik mezarlıkların aksine canlı, aktif, isyankâr bir kampüs böyle görünür. Doğru, İsrail karşıtı protesto, Haaretz’de anlatılandan daha az olsa da yer yer antisemitizm ve şiddet içerdiği doğru. Ancak kayıtsız, doygun, uyuşuk bir kampüs ile çalkantılı, ilgili, radikal bir kampüs arasında bir seçim söz konusu olduğunda, ikincisi daha umut verici.

Burada sadece Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi militan öğretim üyeleri ve öğrencilerin hayalini kurabilirsiniz. Gelecek nesli ancak onlar güvence altına alabilirler. İsrail kampüslerinin çorak arazisinde hiçbir sosyal veya politik umut yeşermeyecek.

Amerika’daki öğrenciler, protestoları çalkantılı hale gelse ve kontrollerini kaybetseler bile, katılım ve ilgi gösteriyorlar. Uzak bir kıtadaki savaşa karşı yapılan gösterilerin İsrail’deki bir üniversitede patlak verme ihtimali yok. İyi bir günde burada harç ücretleri ya da yedek öğrencilerin durumları nedeniyle protestolar patlak verecektir. Daha da iyi bir günde bir avuç Filistin asıllı İsrailli öğrenci üniversite kapısında duracak, Nakba gününü sessizce anacak ve onlarca silahlı polis etraflarını saracak.

Üniversite yöneticileri de savaş başladığından beri daha da yoğunlaşan kurumlarındaki cadı avını gizliyorlar. Hayfa Üniversitesi öğrenci birliği, patlak vermesinden birkaç gün sonra, Filistinlilere desteğini ifade etmeye cesaret eden öğrencileri uzaklaştırmak için harekete geçeceğini duyurdu. “Bize göre ifade özgürlüğü şu anda gölgede kalmış durumda” diye yazdılar. Akademide McCarthycilik böyle başladı ve Profesör Nadera Shalhoub-Kevorkian’ın uzaklaştırılması ve tutuklanmasıyla doruğa ulaştı. Akademinin önemli bir parçası olduğu, İsrailli bir mühendisin sosyal medyada Kur’an ayetlerine atıfta bulunduğu için işten atıldığı (Haaretz, 30 Nisan) dönemin ruhu, üniversite rektörlerini Amerika’da olup bitenler kadar rahatsız etmiyor.

ABD’deki protesto İsrail’i endişelendirmeli. Protestoların bir kısmı İsrail’e karşı nefrete ve onu yok etme çağrısına dönüştü. Her zaman olduğu gibi meselenin kökenine inmeliyiz. Amerika’daki öğrenciler Gazze’deki korkunç savaşın dehşetini, kayıtsız İsrailli meslektaşlarından çok daha fazla gördüler. Eğer savaş, işgal ve apartheid olmasaydı, bu protesto patlak vermezdi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Stephan Walt: Gazze’deki eylemleri İsrail’i parya devlete dönüştürüyor

Yayınlanma

Yazar

Amerikalı siyaset bilimci Stephan M. Walt’un aşağıda çevirisini okuyacağınız makalesinde ABD’nin Orta Doğu’da izlediği stratejinin neden başarısız olduğuna yanıt arıyor. Bu başarısız strateji nedeniyle bölgenin bugün yangın yeri olduğuna dikkat çekiliyor:

***

Amerika Orta Doğu’daki yangını körükledi

İsrail giderek büyüyen bir tehlikeyle karşı karşıya ama sorumluluk Tahran’dan çok Washington’da.

STEPHEN M. WALT

İran’ın, Suriye’nin başkenti Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına insansız hava aracı ve füze saldırılarıyla misilleme yapma kararı, Biden yönetiminin Orta Doğu’yu ne kadar kötü idare ettiğini ortaya koyuyor.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik saldırısının arifesinde bölgenin “on yıllardır olmadığı kadar sakin” olduğuna kendini ikna eden ABD’li yetkililer, o zamandan bu yana kötü bir durumu daha da kötüleştirecek kararlar verdiler.

Kendilerini teselli için söylenebilecek en iyi şey, çok sayıda arkadaşları olduğu; Trump, Obama, Bush ve Clinton yönetimleri de çoğunlukla işleri yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.

Yönetimin Hamas’ın 7 Ekim’deki vahşi saldırısına verdiği yanıtın üç ana hedefi vardı.

İlk olarak İsrail’e kararlı destek vermeye çalıştı: retorik olarak destekleyerek, düzenli olarak üst düzey İsrailli yetkililere danışarak, soykırım suçlamalarına karşı savunarak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ateşkes kararlarını veto ederek ve sürekli ölümcül silah tedarik ederek.

İkinci olarak Washington Gazze’deki çatışmanın tırmanmasını önlemeye çalıştı. Son olarak da hem Filistinli sivillerin zarar görmesini engellemek hem de ABD’nin imaj ve itibarına gelebilecek zararı en aza indirmek için İsrail’i itidalli davranmaya ikna etmeye çalıştı.

Çelişkili hedefler

Bu politika başarısız oldu çünkü amaçları, doğası gereği çelişkiliydi. İsrail’e koşulsuz destek vermek, liderlerini ABD’nin itidal çağrılarına kulak vermeye teşvik etmedi, bu yüzden onları görmezden gelmeleri şaşırtıcı değil.

Gazze yerle bir edildi, en az 33 bin Filistinli (12 binden fazlası çocuk) öldü ve ABD’li yetkililer oradaki sivillerin kıtlık koşullarıyla karşı karşıya olduğunu artık kabul ediyor.

Yemen’deki Husi milisleri ateşkes talep ettiklerini iddiasıyla Kızıldeniz’deki gemileri hedef almaya devam ediyor; İsrail ile Hizbullah arasındaki düşük seviyeli çatışma sürüyor; ve işgal altındaki Batı Şeria’da şiddet keskin bir şekilde arttı.

İran’ın 1 Nisan’da konsolosluğunun bombalanmasına misilleme olarak 13 Nisan’da İsrail’e insansız hava aracı ve füze saldırıları düzenlemesi daha geniş çaplı bir savaş ihtimalini gündeme getirdi.

Amerikalılar İran’ın kötülüğün vücut bulmuş hali olduğunu duymaya alışkın olduklarından, bazı okuyucular tüm bu sorunlardan Tahran’ı sorumlu tutmaya meyilli olabilirler.

Örneğin daha geçen hafta New York Times’ın baş haberinde İran’ın Batı Şeria’da huzursuzluk yaratmak amacıyla bölgeye silah “yağdırdığını” duyuruldu.

Bu görüşe göre İran zaten alevler içinde olan bir bölgeye benzin döküyor. Ancak bu hikâyede çok daha fazlası var ve bunların çoğu ABD’yi kötü gösteriyor.

Açık konuşayım: İran, yönetimi altında yaşayan ve ABD yaptırımlarının olumsuz etkilerine katlanmak zorunda olan milyonlarca İranlı için üzülsem de hiçbir sempati duymadığım acımasız bir teokratik rejim tarafından yönetiliyor. Bu rejimin bazı eylemleri -örneğin Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği destek- son derece sakıncalı.

Ancak Batı Şeria’ya (ya da Gazze’ye) küçük silahlar ve diğer silahları sağlama çabaları özellikle dehşet verici mi? Ve İsrail’in yakın zamanda konsolosluğuna yaptığı saldırıya (İran’ın iki generali öldürdü) karşılık verme kararı şaşırtıcı mı?

Savaş içinde işgal

Cenevre Sözleşmelerine göre “savaş sonucu işgal” altında yaşayan bir halkın işgalci güce karşı direnme hakkı var.

İsrail’in 1967’den beri Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü kontrol ettiği, 700 binden fazla yasadışı yerleşimciyle bu toprakları sömürgeleştirdiği ve bu süreçte binlerce Filistinliyi öldürdüğü göz önüne alındığında bunun “savaş içinde işgal” olduğuna dair şüpheler azalıyor.

Elbette direniş eylemleri yine de savaş kanunlarına tabi ve Hamas ve diğer Filistinli gruplar, İsrailli sivillere saldırdıklarında bu kanunları ihlal ediyorlar. Ancak işgale karşı direnmek meşru ve İran bunu Filistin davasına olan derin bağlılığından değil de kendi çıkarları gereği yapmış olsa bile, kuşatılmış bir halka yardım ille de yanlış sayılmaz.

Benzer şekilde, İsrail’in konsolosluğunu bombalaması ve iki İranlı generali öldürmesinin ardından İran’ın misilleme yapma kararı, özellikle de Tahran’ın defalarca savaşı genişletme arzusu olmadığının sinyallerini verdiği göz önüne alındığında, özündeki saldırganlığın kanıtı olmaz.

Nitekim misilleme İsrail’e önemli ölçüde uyarıda bulunacak şekilde yapıldı ve Tahran’ın savaşı daha fazla tırmandırmak istemediğinin mesajını vermek üzere tasarlanmış gibiydi. ABD ve İsrailli yetkililerin güç kullandıklarında genellikle söyledikleri gibi, İran sadece “caydırıcılığı yeniden tesis etmeye” çalışıyor.

ABD’nin on yıllardır Orta Doğu’ya silah “yağdırdığını” unutmayalım. İsrail’e her yıl, milyarlarca dolarlık sofistike askeri teçhizat sağlıyor ve ABD’nin desteğinin koşulsuz olduğuna dair defalarca güvence veriyor.

Bu destek, İsrail’in Gazze’deki sivil nüfusu bombaladığı ve aç bıraktığı süreçte dahi sarsılmadı ve İsrail, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın son ziyaretini Batı Şeria’da 1993’ten bu yana en geniş Filistin topraklarına el koyma kararını açıklayarak karşıladığında da bundan etkilenmedi.

Ekvator’un Quito’daki Meksika Büyükelçiliği’ne yönelik son saldırısını bile kınayan Washington, İsrail İran konsolosluğunu bombaladığında gözünü kırpmadı.

Bunun yerine üst düzey Pentagon yetkilileri destek gösterisi için (Batı) Kudüs’e gitti ve Başkan Joe Biden İsrail’e olan bağlılıklarının “sarsılmaz” olduğunu vurguladı.

Gücün kötüye kullanılması

İsrailli yetkililerin ABD’den gelen tavsiyeleri görmezden gelebileceklerine inanmaları şaşırtıcı mı?

Kontrolsüz güce sahip devletler bunu kötüye kullanma eğiliminde olur ve İsrail de istisna değil. İsrail, Filistinlilerden çok daha güçlü ve İran’dan da daha yetenekli olduğu için, onlara karşı herhangi bir bedel ödemeden hareket edebilir ve genellikle de öyle yapıyor.

Onlarca yıldır cömert ve koşulsuz ABD desteği, İsrail’in istediğini yapmasına olanak sağladı. Bu da hem politikasının hem de Filistinlilere yönelik davranışlarının zaman içinde giderek daha aşırı hale gelmesine katkıda bulundu.

Sadece Filistinlilerin Birinci İntifada (1987-1993) sırasında olduğu gibi etkili bir direniş sergileyebildikleri nadir durumlarda eski Başbakan Yitzhak Rabin gibi İsrailli liderler uzlaşma ihtiyacını kabul etmek ve barış yapmaya çalışmak zorunda kaldılar.

Ne yazık ki İsrail çok güçlü, Filistinliler çok zayıf ve ABD’li arabulucular İsrail’in lehine tek taraflı olduğu için Rabin’in haleflerinden hiçbiri Filistinlilere kabul edebilecekleri bir anlaşma önermeye yanaşmadı.

İran’ın Batı Şeria’ya silah sağlamasına hâlâ kızgınsanız, durumun tersine dönmesi halinde ne hissedeceğinizi kendinize sorun. Mısır, Ürdün ve Suriye’nin 1967’deki Altı Gün Savaşı’nı kazandığını ve milyonlarca İsraillinin kaçtığını düşünün.

Galip Arap devletlerinin daha sonra Filistinlilerin “geri dönüş hakkını” kullanmalarına ve İsrail/Filistin’in bir kısmında ya da tamamında kendilerine ait bir devlet kurmalarına izin verdiklerini düşünün.

Ayrıca bir milyon kadar İsrailli Yahudi’nin Gazze Şeridi gibi dar bir bölgeye hapsolmuş vatansız mülteciler haline geldiğini varsayın. Ardından, bir grup eski Irgun savaşçısının ve diğer radikal Yahudilerin bir direniş hareketi örgütlediğini, bölgenin kontrolünü ele geçirdiğini ve yeni Filistin devletini tanımayı reddettiğini düşünün.

Dahası, dünyanın dört bir yanındaki destekçilerinden yardım almaya devam ettiler ve yeni kurulan Filistin devletinin sınır yerleşimlerine ve kasabalarına saldırmak için kullandıkları silahları sokmaya başladılar. Sonra da Filistin devletinin abluka ve bombardımanla karşılık verdiğini ve binlerce sivilin ölümüne neden olduğunu varsayın.

Bu koşullar altında sizce ABD hükümeti hangi tarafı desteklerdi? Gerçekten de ABD böyle bir durumun ortaya çıkmasına izin verir miydi? Cevaplar çok açık ve ABD’nin bu çatışmaya nasıl tek taraflı yaklaştığına dair çok şey söylüyorlar.

Yarardan çok zarar

Buradaki trajik ironi, ABD’de İsrail’i eleştirilerden korumak ve ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemek için birbiri ardına yönetimleri zorlamak konusunda en ateşli olan kişi ve kuruluşların, aslında yardım etmeye çalıştıkları ülkeye büyük zarar vermiş olmaları.

“Özel ilişkinin” son 50 yılda nereye vardığını bir düşünün. İki devletli çözüm başarısız oldu ve Filistinlilerin geleceği sorunu, büyük ölçüde lobinin ABD başkanlarının İsrail’e anlamlı bir baskı yapmasını imkânsız hale getirmesi nedeniyle çözülemedi.

İsrail’in 1982’de (Batı Şeria’daki İsrail kontrolünü pekiştirmek için aptalca bir planın parçası olarak) Lübnan’ı akılsızca işgal etmesi, bugün İsrail’i kuzeyden tehdit eden Hizbullah’ın ortaya çıkmasına neden oldu.

Başbakan Binyamin Netanyahu ve diğer İsrailli yetkililer, Hamas’ı gizlice destekleyerek Filistin Yönetimi’ni zayıflatmaya ve iki devletli bir çözüme doğru ilerlemeyi engellemeye çalıştılar ve böylece 7 Ekim trajedisine katkıda bulundular.

İsrail’in iç siyaseti ABD’ninkinden daha kutuplaşmış durumda (ki bu da bir şey ifade ediyor) ve lobideki çoğu grubun her fırsatta savunduğu Gazze’deki eylemleri İsrail’in parya bir devlete dönüşmesine yol açıyor. Birçok Yahudi de dahil genç Amerikalılar arasındaki destek azalıyor.

Ve bu üzücü durum İran’ın Filistin davasını savunmasına, nükleer silaha sahip olmaya yaklaşmasına ve ABD’nin onu izole etme çabalarını engellemesine olanak sağladı.

Eğer Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) ve müttefikleri kendi kendilerine düşünebilselerdi İsrail’in kendisine yaptıklarına yardım ettikleri için utanç duyarlardı.

Buna karşılık, İsrail’in bazı eylemlerini eleştiren bizler -sadece yanlış bir şekilde antisemit, Yahudi düşmanı ya da daha kötüsü olarak karalanmak üzere- aslında hem ABD hem de İsrail için daha iyi olacak politikalar öneriyorduk.

Tavsiyelerimize uyulmuş olsaydı, İsrail bugün daha güvende, on binlerce Filistinli hâlâ hayatta, İran nükleere sahip olmaktan daha uzak, Orta Doğu neredeyse kesinlikle daha huzurlu ve ABD’nin insan hakları ve kurallara dayalı bir düzenin ilkeli savunucusu olarak hâlâ itibar görüyor olurdu.

Son olarak, eğer bu topraklar yaşayabilir bir Filistin devletinin parçası olsaydı İran’ın Batı Şeria’ya silah sağlamasının çok bir gerekçesi kalmaz ve İranlı liderlerin daha güvende olmak adına kendi nükleer caydırıcı güçlerine sahip olmayı düşünmeleri için daha az neden olurdu.

Ancak ABD’nin Orta Doğu politikasında daha köklü bir değişim olmadıkça, bu umut verici olasılıklar ulaşılamaz olmaya devam edecek ve bizi buraya getiren hataların tekrarlanması muhtemel.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: 1944’te Karl Polanyi, adını bugüne kadar taşıyan Büyük Dönüşüm’ü çıkardı. Otobiyografik olmasa da kitap Polanyi’nin yaşamından derin izler taşıyor. Viyana ve Budapeşte’de pek çok kişi gibi, o da büyük bir medeniyetin çöküşüne doğrudan tanıklık etti. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında Rusya cephesinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda görev yaptı. Sosyalist bir Yahudi olarak, sonrasında Avrupa’nın yıkılmasına neden olan zulümlerden kaçmak zorunda kaldı. O dönem, bize beşeriyetin en marazlı dönemi olan 20. yüzyılın en önemli siyasi ve iktisadi hikayelerinden biri olan Büyük Dönüşüm’ü verdi.


Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Liberal dünya düzeni bir kez daha çöküşte

Thomas Fazi

Unherd

27 Nisan 2024

Yirminci yüzyıl düşünürleri arasında, Karl Polanyi kadar etkileyici ve kalıcı bir iz bırakmış olan pek az isim bulunur. İktisat tarihçisi Charles Kindleberger, Polanyi’nin başyapıtı olan Büyük Dönüşüm için şu sözleri dile getirmişti: “Bazı kitaplar yok olmayı reddeder, suyun altına gömülürler ancak tekrar yüzeye çıkarlar ve orada kalmaya devam ederler.” Bu ifade, Polanyi’nin eserinin ne denli derin ve kalıcı bir etki bıraktığını vurgular. Üstelik, Polanyi’nin ölümünden 60 yıl, kitabın yayımlanmasından ise 80 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu söz bugün bile güncelliğini koruyor. Zira toplumlar, kapitalizmin sınırlarıyla mücadele etmeye devam ederken, Büyük Dönüşüm muhtemelen şimdiye kadar kaleme alınmış en keskin piyasa liberalizmi eleştirisi olarak varlığını sürdürüyor.

1886’da Avusturya’da dünyaya gelen Polanyi, Almanca konuşan bir burjuva ailesinin çocuğu olarak Budapeşte’de büyüdü. Ailesi resmi olarak Yahudi kökenli olmasına rağmen, Polanyi erken yaşlarda Hıristiyanlığa —daha doğrusu Hıristiyan sosyalizmine— yöneldi. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, “kızıl” Viyana’ya taşındı ve burada prestijli ekonomi dergisi Der Österreichische Volkswirt’ün (Avusturya Ekonomisti) yayın yönetmenliğini üstlendi. Bu süreçte, Ludwig von Mises ve Friedrich Hayek gibi isimlerin savunduğu neoliberal ya da “Avusturyacı” iktisat ekolünün ilk eleştirmenlerden biri olarak tanındı. Nazilerin 1933’te Almanya’yı ele geçirmesinin ardından Polanyi’nin fikirleri toplumda dışlandı ve sonrasında 1940’ta önce İngiltere’ye, ardından da ABD’ye taşındı. Vermont’taki Bennington Koleji’nde ders verdiği dönemde, Büyük Dönüşüm adlı eserini kaleme aldı.

Polanyi, yaşamı boyunca büyük iktisadi ve sosyal dönüşümlere tanık oldu ve bu dönüşümleri izah etmek için yola çıktı. Avrupa’da 1815’ten 1914’e kadar süren “göreli barış” yüzyılının sonunu ve ardından gelen ekonomik kargaşayı, faşizmi ve savaşı gözlemledi. Kitabın yayımlandığı dönemde bile, bu çalkantılar devam ediyordu. Polanyi, bu çalkantıların izini sürerken, onları tek ve kapsayıcı bir nedene kadar takip etti; 19. yüzyılın başlarında piyasa liberalizminin yükselişi. Bu anlayış, toplumun kendi kendini düzenleyen piyasalar aracılığıyla organize edilebileceği ve bu şekilde organize edilmesi gerektiği inancını temsil ediyordu. Ona göre, bu inanç insanlık tarihinin büyük bir kesiminde ontolojik bir kopuştan ötesi değildi. Polanyi’ye göre, 19. yüzyıldan önce, insan ekonomisi her zaman toplumun içine “gömülüydü”; yerel politikaya, geleneklere, dine ve sosyal ilişkilere bağlıydı. Özellikle toprak ve emek, meta olarak değil, yaşamın kendisinin parçaları olarak ele alınırdı, bir bütünün ayrılmaz unsurları olarak ele alınıyordu.

Ekonomik liberalizm, piyasaların kendiliğinden düzenlendiği fikrini öne sürerek bu düşünceyi alt üst etti. Ancak sadece toplumu ve ekonomiyi yapay olarak iki ayrı alan olarak değil, aynı zamanda toplumun yaşamın kendisinin bu kendiliğinden piyasa mantığına tabi olmasını da savundu. Polanyi’ye göre bu, “toplumun piyasaya yardımcı bir unsur olarak işletilmesinden ötesi değildir. Ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olması değil, toplumsal ilişkilerin iktisadi sisteme gömülü olması söz konusudur”.

Polanyi’nin ilk itirazı ahlakiydi ve sıkı sıkıya Hıristiyan inançlarına dayanıyordu; insanlar, toprak ve doğa gibi yaşamın organik unsurlarını sıradan mallar olarak görmek ve satmak yanlıştır. Bu kavram, insanlık tarihinde toplumları yöneten “kutsal” düzeni ihlal eder. Polanyi, “[Emeği ve toprağı] piyasa mekanizmasına dahil etmek, toplumun özünü piyasa yasalarına tabi kılmak anlamına gelir,” diyordu. Aynı zamanda, “muhafazakâr sosyalist” olarak nitelendirilebilir; zira sadece dağıtım alanında değil, aynı zamanda toplumun yapısına zarar verdiği için piyasa liberalizmine karşı çıkmıştı. Polanyi, piyasa liberalizminin sosyal ve toplumsal bağları parçaladığını, bireyleri atomize ettiğini ve yabancılaşmış bireylerin ortaya çıkmasına neden olduğunu savunmuştu.

Bu, Polanyi’nin argümanının daha uygulamaya yönelik ikinci seviyesiyle ilgili: Piyasacı liberaller, ekonomiyi toplumdan ayırmak ve tamamen kendi kendini düzenleyen bir piyasa oluşturmak istemiş olabilirler ve bunu başarmak için büyük çaba göstermiş olabilirler ama bu projeler her zaman başarısız olmaya mahkûmdu. Bu öylece gerçekleşemezdi. Kitabın girişinde belirtildiği gibi: “Bizim tezimiz, kendi kendini düzenleyen bir piyasanın katı bir Ütopya olduğudur. Böyle bir kurum, toplumun insani ve doğal özünü korumadan uzun süre var olamazdı; insanı fiziksel olarak zarar görür ve çevresini bir çöl haline getirirdi.”

Polanyi’ye göre, insanlar dizginsiz piyasaların yıkıcı sosyal sonuçlarına karşı her zaman tepki gösterecek ve ekonomiyi bir dereceye kadar kendi maddi, sosyal ve hatta “manevi” isteklerine yeniden tabi kılmak için mücadele edeceklerdir. Bu, onun “çifte hareket” argümanının temelidir: Ekonomiyi toplumdan ayırmaya yönelik girişimler, direnişe yol açtığı için, piyasa toplumları sürekli olarak iki karşıt hareket tarafından şekillendirilir. Piyasanın kapsamını sürekli genişletme hareketi ve bu genişlemeye direnen karşı hareket, özellikle emek ve toprak gibi “hayali” metalar söz konusu olduğunda belirgindir.

Bu, Polanyi’nin kapitalizmin yükselişine dair ortodoks liberal açıklamayı parçalayan eleştirisinin üçüncü seviyesine yönlendirir. Esasında, toplumların doğal düzenini bozmaya yönelik bir girişimi temsil eden piyasa ekonomisinin doğal hiçbir yanı yoktur; bu nedenle, asla kendiliğinden ortaya çıkamaz ve kendi kendini düzenleyemez. Aksine, rekabetçi bir kapitalist ekonomiye olanak tanıyan toplumsal yapı ve insan düşüncesindeki değişiklikleri zorlamak için devlete ihtiyaç vardır. Polanyi, devlet ile piyasa arasındaki ilan edilen ayrılığın bir yanılsama olduğunu söylemişti. Piyasalar ve meta ticareti tüm insan toplumlarının bir parçasıdır, ancak bir “piyasa toplumu” yaratmak için bu metaların daha geniş, tutarlı bir piyasa ilişkileri sistemine tabi olması gerekir. Bu da sadece devletin zorlaması ve düzenlemesiyle gerçekleştirilebilecek bir şeydir.

Laissez-faire’in doğal bir yanı yoktu; serbest piyasalar asla yalnızca kendi akışına bırakıldığında ortaya çıkmazdı. Laissez-faire planlanmıştı… [Bu] devlet tarafından dayatılmıştı,” diye yazıyordu. Polanyi, yalnızca piyasanın mantığına dayalı “daimî, merkezi olarak düzenlenen ve kontrol edilen müdahalelerdeki büyük artışa” değil, aynı zamanda piyasanın yıkıcı ve zarar verici etkilerine maruz kalan aileler, işçiler, çiftçiler ve küçük işletmeler gibi kesimlerin sırtladığı sosyal ve iktisadi maliyetlerin doğal bir tepkisi olan —karşı tepkiye— karşı koymak için devletin müdahalesine olan ihtiyaca da işaret ediyordu.

Başka bir ifadeyle, özel mülkiyetin korunması, egemen sınıfın farklı üyeleri arasındaki ilişkilerin denetlenmesi ve sistemin yeniden üretilmesi için gerekli hizmetlerin sağlanması için devlet yapılarının desteklenmesi, kapitalizmin gelişmesinin siyasi ön koşuluydu. Ancak paradoksal bir şekilde, piyasa liberalizminin işleyebilmesi için duyulan devlet ihtiyacı, aynı zamanda onun kalıcı entelektüel cazibesinin ana nedenidir. Zira tamamen kendi kendini düzenleyen saf piyasaların var olamayacağı gerçeğinden ötürü, çağdaş liberteryenler gibi savunucuları her zaman kapitalizmin başarısızlıklarının özünde “serbest” piyasaların eksikliğinden kaynaklandığını iddia edebilirler.

Oysa Polanyi’nin ideolojik hasımları olan Hayek ve Mises gibi neoliberaller bile kendi kendini düzenleyen piyasanın bir mit olduğunun gayet farkındaydı. Quinn Slobodian’ın ifadesiyle, amaçları “iktisadi” olanı “siyasi” olandan yapay olarak ayırmak için devleti kullanarak “piyasaları özgürleştirmek değil, onları kuşatmak, kapitalizmi demokrasi tehdidine karşı aşılamaktı”. Bu bağlamda, piyasa liberalizmi ekonomik yanı kadar siyasi bir proje olarak da görülebilir: 19. yüzyılın sonlarından itibaren, genel oy hakkının genişletilmesinin bir sonucu olarak kitlelerin siyasi arenaya girmesine yanıt olarak ortaya çıkmıştı, ki bu, dönemin militan liberallerinin çoğunun şiddetle karşı çıktığı bir gelişmeydi.

Bu proje, sadece ulusal ölçekte değil, aslında zorunlu olan ancak kendi kendini düzenlediği iddia edilen piyasa mantığını uluslararası iktisadi ilişkilere yaymayı amaçlayan altın standardının oluşturulması yoluyla uluslararası düzeyde de devam etti. Bu, ulusa devletlerin —ve yurttaşlarının— iktisadi işlerin yönetimindeki rolünü azaltma çabalarının erken bir küreselci girişimdi. Altın standardı ulusal iktisadi politikaları küresel ekonominin esnek olmayan kurallarına etkin bir şekilde tabi kılmıştı. Ancak aynı zamanda iktisadi alanı, oy hakkının yayıldıkça Batı’da artan demokratik baskılardan korurken emeği disipline etmek için de son derece etkili bir araç sağladı.

Ancak altın standardı, toplumlara ağır deflasyonist politikalar biçiminde o kadar büyük maliyetler yükledi ki, sistem tarafından oluşturulan gerilimler sonunda doruğa ulaştı. Öncelikle 1914’te uluslararası düzenin çöküşüne tanık olduk, ardından Büyük Buhran’ın ardından bir kez daha. Bu son hadise, uluslar küresel “kendi kendini düzenleyen” ekonominin zararlı etkilerinden korunmanın çeşitli yollarını —faşizmi kucaklamak da dahil— ararken dünyanın şimdiye kadar tanık olduğu en büyük anti-liberal karşı hareketini tetikledi. Bu bağlamda Polanyi’ye göre İkinci Dünya Savaşı, küresel ekonomiyi piyasa liberalizmi temelinde düzenleme teşebbüsünün doğrudan bir sonucuydu.

Kitap basıldığında savaş hala devam ediyordu, Polanyi yine de iyimserliğini korudu. Önceki yüzyılda dünyayı sarsan derin dönüşümlerin nihai “büyük dönüşüme” —ulusal ekonomilerin yanı sıra küresel ekonominin de demokratik siyasete tabi olması— zemin hazırladığına inanıyordu. Bu sistemi “sosyalizm” olarak adlandırdı, fakat bu terim, ana akım Marksizm’den kayda değer ölçüde farklıydı. Polanyi’nin sosyalizmi sadece daha adil bir toplumun kurulması anlamına gelmiyordu, aynı zamanda “Batı Avrupa’da her zaman Hıristiyan gelenekleriyle ilişkilendirilen, toplumu belirgin bir şekilde insani bir ilişki haline getirme çabasının devamı” idi. Bu bağlamda, demokratik siyasetin uygulanmasının ön koşulu olarak ulus devlet olan “egemenliğin bölgesel karakterini” de vurguladı.

Polanyi’ye göre, devletin daha büyük bir rol oynaması için kesinlikle baskıcı bir biçimde hareket etmesi gerekmez. Tam tersine, insanları piyasanın acımasız mantığından kurtarmanın “sadece birkaç kişi için değil, herkes için özgürlüğe ulaşmanın” —yani insanların sadece hayatta kalmakla kalmayıp yaşamaya başlamaları için özgürlüğün— ön koşulu olduğunu savundu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında benimsenen refah kapitalizmi ve sosyal demokrat sistemler, mükemmel olmasalar da bu yönde atılmış bir adımı temsil ediyorlardı. Emek ve sosyal yaşamın kısmen metalaştırılmasının yanı sıra, toplumları küresel ekonominin baskılarından korurken uluslararası ticareti kolaylaştıran bir uluslararası sistem oluşturdular. Polanyen terimlerle ifade edecek olursak, ekonomi bir dereceye kadar topluma “yeniden gömüldü”.

Ancak, bu durum, kapitalist sınıfın yeni bir karşı hareketini beraberinde getirdi. Seksenli yıllardan itibaren, piyasa liberalizmi doktrini neoliberalizm, hiper-küreselleşme ve ulusal demokrasi kurumlarına yönelik yeni bir saldırı biçimi olarak canlandırıldı, hepsi devletin aktif desteğiyle gerçekleşti. Aynı dönemde, Avrupa’da altın standardının daha radikal bir versiyonu olan avro oluşturuldu. Ulusal ekonomilere bir kez daha deli gömleği giydirildi. Piyasa liberalizminin önceki biçimlerinde olduğu gibi, bu eski-yeni düzen de işçilerin yoksullaşmasına ve endüstriyel kapasite, kamu hizmetleri, kritik altyapılar ve yerel toplulukları mahvetti. Polanyi, bir tepkinin kaçınılmaz olduğunu iddia ederdi ve sahiden de 2010’ların sonlarından itibaren bu tepki geldi ama son on yılın popülist ayaklanmaları da bu düzenin yerine yeni bir düzen getiremedi.

Nihayetinde, bir asır öncesinde olduğu gibi, “uluslararası liberal düzenin” içsel çelişkileri, sistemin bir kez daha çökmesine ve uluslararası gerilimlerin dramatik bir şekilde artmasına neden oluyor. Eğer Polanyi bugün yaşasaydı, muhtemelen kitabını yayınladığı dönemde olduğu kadar iyimser olmazdı. Şu anda kesinlikle bir başka “büyük dönüşümün” içindeyiz ama bu, öngördüğü demokratik, iş birliğine dayalı uluslararası düzenden daha da uzak bir geleceği müjdelemiyor olabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English