Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Viktor Orban: Donald Trump kazansaydı Ukrayna savaşı olmazdı

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda tam çevirisini verdiğimiz röportaj, 1 Mart 2023 tarihinde İsviçre’den yayın yapan Die Weltwoche gazetesinde yayınlandı. Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın Avrupa ve dünya siyaseti ile Ukrayna savaşına ilişkin söyledikleri önemli sayılmalıdır; elbette, Orban ve partisi Fidesz uzunca bir süredir batı siyasetinde ‘ayrıksı’ bir yerde durmaktadır. Rusya ile ilişkilere özel önem veren Orban, Brüksel mahfillerinde ‘illiberal demokrasi’ olarak adlandırılan bir siyasi sisteme liderlik etmektedir. Özel olarak ‘milli egemenlik’ ve Hıristiyanlık vurgusu yapagelen Orban, Rusya karşıtı yaptırımların Macar ve Avrupa sanayisine vurduğu darbenin de ülkesinin gelişmesine ket vurduğu düşüncesindedir. Orban, Macarların ‘denge’ arayışında bir millet olduğunu söylerken, Rusya’nın da ‘her zaman tehlikeli’ ve ‘yalnızca çarların yönetebileceği bir ülke’, Rusların ‘askeri mir millet’ olduğunu düşünmektedir. Die Weltwoche muhabirinin, “Avrupa için tehdit AB midir?” sorusuna kaçamak bir cevap verse de benzer bir fikirde olduğu anlaşılmaktadır. Orban, açık konuşup Donald Trump liderliğindeki bir Cumhuriyetçi iktidarın kendisi, partisi ve Avrupa için daha iyi olacağını düşünmektedir. Dizginlenmemiş bir serbest ticaret ve ihracata dayalı kalkınma modeline tehdit, Orban’a göre, Biden’dan ve Ukrayna savaşından kaynaklanmaktadır. Orban’ın bu politikasında yalnız olduğunu düşünmek ise pek mümkün değil. Bu konuda daha fazla çatlak sesin yükselmesini beklemek yanlış olmaz.


Macaristan Başbakanı Viktor Orbán savaş, barışa giden yollar, Putin’le görüşmesi, Avrupa’nın dramatik zayıflığı ve kendi siyasi başarıları hakkında konuşuyor.

Viktor Orbán, son zamanlarda barışı ve müzakereleri desteklediği ve batının savaş çabalarını eleştirdiği için ‘Putin dostu’ söylemleriyle iftiraya uğradı. Ancak hikaye göz önüne alındığında bu iddialar gerçeklerden uzak görünüyor. Çünkü Macaristan, başka hiçbir ülkenin Rusya yüzünden çekmediği kadar acı çekti. Orbán daha genç bir adamken, Moskova komünist boyunduruğuna karşı savaştı. Onu Rusya ile ilişkilerinde saflıkla suçlamak neredeyse körlüktür.

‘Allah’a dua ediyor ve güveniyoruz’

Weltwoche: Sayın Başbakan, Macaristan Ukrayna savaşıyla nasıl başa çıkıyor? Ülkeniz için başlıca zorluklar nelerdir?

Viktor Orbán: Bizim için en büyük zorluk Avrupa Birliği’nin Rusya’ya yönelik yaptırımları. Petrol ve gaz fiyatları çok yükseldi. Son zamanlarda Macaristan’da endüstriyi büyük ölçüde geliştirdik ve bunun için de ihtiyacımız olan enerjiyi ithal etmemiz gerekiyor. 2021 yılında bu bize 7 milyar avroya mal olurken 2022 yılında 17 milyar avroya mal oldu.

Weltwoche: Başka hangi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Orbán: Ukraynalılar için ilk güvenli devlet biziz. Biz Hristiyan bir ülkeyiz ve herkesi ülkeye alıyoruz. Şubat 2022’den beri toplam bir buçuk milyondan fazla Ukraynalı Macaristan’a geldi. Bu bize herhangi bir sorun çıkarmıyor, çünkü gelen çok sayıda kişi göç etmeye devam ediyor. Ancak savaş, psikolojimizi ve ruhumuzu zorluyor. Ukrayna, Macarların da yaşadığı komşu ülkemizdir. Macarlar da askere alınıyor ve cephede ölüyor. Bu savaş bizden uzakta değil, hayatımızın bir parçası. Bu bizim ruh halimizi kötüleştiriyor. Bu yüzden Macaristan’da herkes barış istiyor.

Weltwoche: Macarlar Ukrayna’da zorla mı askere alınıyor?

Orbán: Artık Ukrayna’daki herkes, ister Ukraynalı ister Macar olsun, orduya katılmak zorunda. Macarlar da Ukraynalılar gibi ölüyorlar. Macarlara olumsuz davranıldığı söylenemez.

‘Macaristan’ın siyasi seçkinleri, ülkemizi savaşın dışında tutacak güçtedir.’

Weltwoche: Macaristan’daki ruh halinizin kötüye gittiğini söylediniz. Bu, bir Başbakan olarak sizin için ne anlama geliyor? Bununla nasıl başa çıkıyorsunuz? Umudunuzu neye borçlusunuz?

Orbán: Savaşan tarafların akıllarını başlarına getirmesi için Allah’a dua ediyoruz ve güveniyoruz. Üzerimizde sürekli bir baskı var. Bizi savaşa zorlamak istiyorlar. Şimdiye kadar direnmeyi başardık ve bu bana güven veriyor. Macaristan’ın siyasi seçkinleri, ülkemizi savaşın dışında tutacak güçtedir. Bunu gereken alçakgönüllülükle ama aynı zamanda güvenle söylüyorum.

‘Kaybeden bir ülkeyi, kazanan bir ülkeye dönüştürmeme izin verildi.’

Weltwoche: Kişisel olarak Macaristan için en büyük başarınızı ne olarak görüyorsunuz?

Orbán: 2010 gibi yakın bir tarihte, kaybeden bir ülkeyi kazanan bir ülkeye dönüştürmeme izin verildiğinde, Macarlar bizim her zaman tarihin kaybeden tarafında olduğumuzu düşünüyorlardı. İşler daha kötüye gitmezse mutluyduk. Ama ben Macarları daha hırslı olmaya ikna edebildim. Dedim ki: “Herkesin işi olacak, herkes kendi hayatının efendisi olacak. Ve dünya ne derse desin: Başaracağız.” Ve başardık.

Weltwoche: Bir cümleyle siyaset felsefeniz nedir?

Orbán: Genç olsam muhtemelen özgürlükten bahsederdim. Ama bugün söyleyebilirim ki, denge. Değişmesi gerekenleri değiştirin, korunması gerekenleri koruyun. Denge arayışı Macarlarda çok önemlidir. Bizim için itaat de direniş de aynı önemdedir. Siyasi tartışmayı bu kadar ilginç yapan da budur.

Weltwoche: 2014’te başlayan Ukrayna savaşı bir yıl önce kızıştı. Sizin için en önemli bulgu nedir?

Orbán: 2014 yılında, başta Merkel olmak üzere, Avrupa ülkelerinin başında önemli isimler vardı. Merkel’le sık sık aynı fikirde olmasam da inkar edilemez bir siyasi ağırlığı vardı. O zamanlar bu anlaşmazlığın Avrupa tarafından çözülmesi gerektiği söyleniyordu. Bugün Avrupa tartışmayı bıraktı ve Brüksel’de alınan kararlarda Avrupa’nın çıkarlarından çok Amerikan çıkarlarının olduğunu görüyorum. Avrupa sınırlarındaki bir savaşta, bugün son sözü Amerika söylüyor. Aslan etini yiyor diye Amerikalıları suçlamıyorum tabi, ondan otlamasını isteyemezsiniz.

Weltwoche: Avrupa kayboldu, artık savaş konusunda tartışmalarda yoklar diyorsunuz. Bunun nedeni nedir?

Orbán: Bu tamamen şanssızlık ama bunun daha derin sebepleri var. Daha derin sebepler şunlar: Biz ne duygusal ne de akılcı olarak Avrupalı kimliğini tanımıyoruz. Bu er ya da geç özgüveni sarsacak bir şey. Avrupa’nın geleceğini ciddi bir şekilde, tabular olmadan tartışsaydık, temel anlaşmaların revizyonunu yapmak bile mümkün olabilirdi ve savaşın başında sağlam bir kimliğimiz olurdu. Onun dışında kötü şans da var. Donald Trump ABD başkanlık seçimlerini kazansaydı, şu anda böyle bir savaş olmazdı. Almanya’nın iktidar değişikliği de devamını getirdi.

Weltwoche: Yorumlamada bir adım daha ileri gidilebilir. Avrupa’nın zayıflığının daha derin sebebi Avrupa Birliği’dir. Ulus-devletleri, yerlerine işlevsel bir şey kurulmadan parçalandı.

Orbán: Bunu ben de böyle görüyorum. AB ‘daha yakın bir birlik’ (ever closer union) istiyor ama hedef konusunda onlarla anlaşmıyoruz, süreçte anlaşıyoruz. Avrupa’nın hasta olmasının nedeni de budur.

Weltwoche: Bugün AB, Avrupa için bir tehdit mi?

Orbán: “Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.” Brüksel’deki politikacıların iyi niyetli olduğundan hiç şüphem yok, bir şeyler inşa ettiklerine inanıyorlar. Gerçekte ise, sonrasında ne olacağını bilmeden işlevsel bir şeyi parçalıyorlar. Ben 26 yıl sosyalizmle yaşadım. ‘Ever closer union’ cümlesini ilk duyduğumda, aklıma Marx çalışmalarım geldi. Marx, komünizmin nasıl gerçekleştirileceği hakkında koca bir kütüphane yazdı ama komünizm kurulduktan sonra hayatın nasıl olacağıyla ilgili tek bir kelime yok. Entelektüel olarak aynı yoldayız.

Weltwoche: Bu savaşı kim kazanır?

Orbán: Kimse kazanamaz. Ukraynalılar 140 milyon nüfuslu bir nükleer güce karşı savaşıyorlar, Ruslar ise tüm NATO’ya karşı. Bu, olayı çok tehlikeli bir hale getiriyor. Kolayca bir dünya savaşına yol açabilecek bir çıkmazdayız.

Weltwoche: Nükleer savaş çıkacağı konusunda ne kadar endişelisiniz?

Orbán: İnsani olarak konuşursak, bu mümkün değil. Ancak çaresizlik, savaşın doğasının bir parçasıdır. Orada, normal zamana kıyasla daha başka zihinsel ve ruhsal güçler hakimdir. Her zaman yanlış anlaşılma ve kaza olasılığı vardır.

Weltwoche: Benim görüşüm; Rusya, varoluşsal sebeplerle bu savaşı kaybedemez, kaybetmemeli. Batı, savaşın varoluşsal olduğuna inandırmaya çalışıyor ama buna kimse inanmıyor. Ruslar için tehlikede olan çok daha fazla şey var ve bu yüzden de kaybetmeyecekler.

Orbán: Mantıklı. Benim en tuhaf bulduğum şey, bu savaşta hedeflerin net olmamasıdır. Tarafların ikisi de bu konuda tutarlı değiller. Ruslar için neyin yeterli olacağını bilmiyoruz, bunu hiçbir zaman açıkça ifade etmediler. Peki Avrupa’nın savaş amacı ne? Rusya’da sistem değişikliği çağrıları dahil olmak üzere çok tehlikeli şeyler duyuyoruz. Tarafların amaçlarını belirlemediği bir savaş, en tehlikelisidir. Eğer tanımlanmazsa, sonsuz hale gelebilir.

Weltwoche: Peki Amerikalılar? Onların amacı ne?

Orbán: Bu bir muamma. Başkan her ay farklı şeyler söylüyor.

Weltwoche: Sayın Orbán, siz AB’de en uzun süre boyunca görev yapan hükümet başkanısınız ve uzun süredir Ukrayna çatışmasını takip ediyorsunuz. Gerginliğin tırmanmasının sorumlusu kim?

Orbán: Gerçek şu ki: Rusya Ukrayna’ya saldırdı ve bu ilk kez olmuyor, zaten Kırım’a saldırdılar. Ancak Rusların komşularına saldırması, mutlaka Avrupa savaşıyla sonuçlanmaz. Bu savaşın Avrupa boyutlarına ulaşmasından Avrupalılar sorumludur.

‘’Putin’in ne dediğini anlıyorum ama yaptığını kabul etmiyorum.’’

Weltwoche: Ruslar, on beş yıldır NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’a kadar genişlemesinin kırmızı çizgileri olduğunu söylüyorlar. Amerikalılar ve Avrupalılar, Rusya’nın bu açıklamalarını görmezden gelmekten başka bir şey yapmadılar. Putin’i şahsen tanıyorsunuz. Yorumuna ne diyorsunuz? Putin’in işgaliyle yaktığı odunları, Batı ve Amerikalılar mı yığdı?

Orbán: Savaş başlamadan 2 hafta önce Moskova’da Başkan Putin’i son görüşümde ona, “Macaristan’ın NATO üyeliği sizin için bir sorun mu? Macaristan’ın NATO’dan çıkmasını mı istiyorsunuz?” diye sordum. Bunu en başından netleştirmemiz gerektiğini söyledim. Macaristan’ın NATO üyeliğinin onun için bir problem olmadığını, yalnızca Ukraynalıların ve Gürcülerin sorun yarattığını söyledi. Probleminin, Romanya ve Polonya’da zaten kurulu olan ABD füze üsleri olduğunu ve NATO’nun silah yerleştirmek için Ukrayna ile Gürcistan’a olası bir teşebbüsünün sorun teşkil ettiğini söyledi. Ayrıca, Amerikalılar önemli silahsızlanma anlaşmalarından çekilmişti, bu yüzden de geceleri rahat uyuyamıyordu. Alman FDP politikacısı Otto Graf Lambsdorff dış politika danışmanımdı, anlamak ve kabul etmek arasındaki farkı fark etmemi sağlamıştır. Putin’in ne dediğini anlıyorum ama yaptığını kabul etmiyorum.

Weltwoche: Putin hakkındaki izleniminiz nedir? Bugün nasıl bir adam? Hayatının neresinde?

Orbán: Putin’i 10 yılı aşkın süredir tanırım. Bu savaş patlak verene kadar her yıl buluşurduk. O, Rusya’yı nükleer silahlarıyla, milyonlarca nüfusuyla, uçsuz bucaksız genişliğiyle yöneten adamdır. Patron o, bu devasa ülkeyi 11 yıldır olabildiğince kontrol ediyor.

Weltwoche: Putin yıllar içinde değişti mi?

Orbán: Kötüye giden bir değişiklik görmedim. Putin her zaman istediğini söylerdi ve ben isteklerine katılmadığım zaman asla memnun olmazdı. Her zaman Macar bakış açımız için mücadele etmek zorunda kaldım ama onunla makul çözümler bulabilirdiniz. Bir konuda anlaşma sağladığınızda da buna bağlı kalırdı.

Weltwoche: Putin tehlikeli mi?

Orbán: Rusya her zaman tehlikeli olmuştur ve yalnızca bir çar tarafından yönetilebilir. Rusya, farklı bir medeniyettir, Avrupa siyasi standartları orada işe yaramaz. 15. yüzyıldan beri tüm Rus hükümdarları bunu biliyordu. Beğensek de beğenmesek de Rusya gibi büyük ve tehlikeli bir komşumuz var ve bununla yaşamanın bir yolunu bulmak zorundayız.

Weltwoche: Putin, bu savaşla ülkesini çöküşe mi sürüklüyor?

Orbán: Sanmıyorum. Putin ülkesini sefalete sürüklemiyor. Önümüzdeki iki üç yıl Rusya için zor olabilir ama sonrasında yeniden yükselişe geçecekler. Ruslar öğrenme yeteneğine sahiptir, en olumsuz koşullara bile uyum sağlayabilirler. Onları asla küçümsememelisiniz.

Weltwoche: Rusya bu savaşı kaybederse ne olur?

Orbán: Bunu düşünmek bile istemiyorum. Rusya nükleer bir güçtür. Jeopolitik bir sarsıntı, küresel boyutlarda korkunç ve Yugoslavya’nın çöküşünden çok daha kötü olan bir sarsıntı olurdu. Artık bu tür senaryoların Batı’da hafife alınıyor olması gerçeği, gerçeklikten endişe verici ve korkutucu derecedeki uzaklık; kendi siyasetlerinin risklerine karşı körlüğe yol açıyor.

Weltwoche: Rusları nasıl tanımlarsınız?

Orbán: Ruslar, askeri bir halktır. İtaat emri, kültürel olarak Ortodokslukla güçlendirilmiş olan her Rus’a doğumdan itibaren eşlik eder. Batılı bir politikacı, ülkesinin vatandaşlarının özgürce yaşayabilmeleri için politika yaptığını söylüyor. Rus politikacı ise, ülkesini bir arada tutma görevi olduğunu söylüyor. Bu farklı bakış açılarını kabul etmek zorundayız, ancak o zaman barış içinde yaşamak mümkün olur. Bu aynı zamanda güçlü yönlerinizi vurgulamaktır. Askeri halk, asla zayıf bir ülkeye saygı duymaz.

Weltwoche: Bu Avrupa için ne anlama geliyor?

Orbán: Kendimizi savunabilmeliyiz, yani Avrupa olarak. Avrupa NATO’su bunun çözümü olacaktır. Bunu 2012’de önermiştim.

Weltwoche: Ukrayna’da barışı nasıl sağlarız?

Orbán: Barış, kalpte başlar. Sonradan hareketlerimizi yönlendirecek beynimize ulaşır. İşlerin sırası budur. Barışı dilemek zorundasın, sonra istemek zorundasın ve sonra da başarmak zorundasın. Bugün bu istek yok, en azından Batı’da yok.

Weltwoche: Peki dünyanın geri kalanında nasıl?

Orbán: Çinliler, Hintliler, Araplar, Türkler, Brezilyalılar barış istiyor. Batı, dünyayı belli bir şeyin etrafında birleştirme yeteneğini kaybetti. Felsefi öncüleri, mekansal açıdan sınırlıdır. Bu yeni bir deneyim.

Weltwoche: Macaristan hükümet başkanı olarak barışı sağlamak için neler yapabilirsiniz?

Orbán: Benim için en önemli soru şudur: Macaristan’ı bu çatışmanın dışında tutmak için ne yapmalıyım? Sonraki soru şudur: Civarda barışı sağlamak için ne yapabilirim? Dostlarımız ve müttefiklerimiz savaş tutumlarından vazgeçmek istiyorlarsa, o zaman bir alternatif görmeliler. On milyon nüfuslu bir ülke daha fazlasını karşılayamaz?

Weltwoche: ABD’de ne olmalı? Politikalarını değiştirecekler mi?

Orbán: Macarların deneyimi açık. Washington’da demokratlar iktidara geldiğinde, siper alıyoruz. Brüksel’deki politikacılar gibi, hep bizi değiştirmek istiyorlar. Göçle nasıl baş edeceğimizi ve çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimizi buyuruyorlar. Bu saygısızlık. Biz başka bir ülkeyiz ve Avrupa için üzerimize düşeni yapıyoruz. Kıtanın kenarındaki kalelerdeki sınır birlikleriyiz ve bu çalışma kabul görmeyecek. Cumhuriyetçi arkadaşlarımızın yeniden iktidara gelmesini bekliyoruz.

Weltwoche: ‘Anlaşmacı’ Donald Trump, Putin ile bir ‘anlaşma’ sağlayabilir mi? Donald Trump barış için dünyanın son umudu mu?

Orbán: Son umudu değil ama evet, bir umut.

Weltwoche: Ukrayna savaşındaki kördüğümü çözebilir mi?

Orbán: Bunu muhtemelen birkaç hafta içinde çözer.

Weltwoche: ABD, görece gerilemede olan bir imparatorluk. Tek kutuplu dünya hakimiyetinin zamanları sona erdi. Çin de dahil olmak üzere yeni güçler ortaya çıkıyor. Bu ne anlama geliyor?

Orbán: Sanırım Harvard’da bir çalışma yayınlandı. Bu çalışma, bir zamanlar dünyaya hakim olan imparatorlukların, bir numaradan iki numaraya gerilemesi ile güç kayıplarını nasıl hallettikleri sorusuna cevap vermeye çalışıyor. Son 500 yılda on altı vakadan on ikisinde savaş olmuştur. İmparatorluklar ikinci sıraya geri adım atmaya isteksizlerdir.

Weltwoche: Serbest ticaretin sonunun geldiği yeni bir Ortaçağa doğru mu ilerliyoruz?

Orbán: Bu Macaristan için ciddi bir tehlike. İhracata yönelik bir ülkeyiz ve gayri safi yurtiçi hasılamızın yüzde 85’ini ihracat oluşturuyor. Doğu ile kültürel ve ekonomik olarak önemli bağlarımız var. Ayrılma Macaristan için ölüm olur. Almanya için de öyle.

Weltwoche: Sizce kontrolsüz göçün en büyük tehlikesi nedir?

Orbán: Kısa vadede, kamu güvenliği ve terörizm. Orta vadede, ekonomik kayıplar. Uzun vadede, kendi ülkenizin tanınmaz hale gelmesi ve kendi ülkenizi kaybetmeniz.

Weltwoche: En önemli önlem ne olurdu?

Orbán: AB, üye devletlerden vekalet almadan gasp ettiği tüm yetkileri üye devletlere iade etmelidir.

Çeviren: Gülçin Akkoç

DÜNYA BASINI

İsrail’in Gazze savaşına İngiliz desteği

Yayınlanma

Editorün notu: İran’ın, İsrail’in Şam’da düzenlediği elçilik saldırısına düzenlediği misilleme, Tel Aviv’in yalnızca Tel Aviv’den ibaret olmadığını, ABD ile birlikte Birleşik Krallık’ın da İsrail’in savunmasında bilfiil yer aldığını göstermişti. Londra’nın Gazze’ye yönelik siyonist saldırganlığa desteği silah, mühimmat ve eğitim yardımının da ötesinde, Kıbrıs’taki askeri üslerinden fiili müdahaleye kadar uzanıyor. Declassified UK’den Mark Curtis, Britanya-İsrail ‘Yol Haritası’nın son savaştan önce oluşturulduğuna, anlaşmada Hamas ve Hizbullah’ın yanı sıra İran’ın da hedef alındığına ve Britanya medyasının bu anlaşmayı görmezden geldiğine işaret ediyor.


İsrail’in soykırım saldırılarına Birleşik Krallık askeri desteği önceden planlanmıştı

Britanya, İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere yönelik kitlesel saldırılarına arka çıkarken aslında Netanyahu’nun aşırı sağcı koalisyonuyla ayan beyan imzaladığı fakat Birleşik Krallık ulusal medyasında neredeyse tamamen görmezden gelinen bir anlaşmayı uyguluyor.

Mark Curtis
Declassified UK
26 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

“İkili ilişkiler hiç bu kadar güçlü olmamıştı,” diye başlıyordu geçtiğimiz yıl mart ayında Britanya ve İsrail arasında imzalanan ve ikili ilişkiler anlamında bir dönüm noktası olan “Yol Haritası.”

Anlaşma, iki devleti “kapsamlı savunma ve güvenlik işbirliği ile yakın stratejik ortaklığın” bir parçası olarak “ortak tehditlerle mücadele etme” konusunda taahhüt altına sokuyordu.

Londra ve Tel Aviv bu anlaşma ile “küresel olarak belirlenmiş teröristlere ve terörist oluşumlara karşı kararlı ve ortak adımlar atmayı” taahhüt ediyordu. Burada imlenen Hamas ve Hizbullah’tı.

Bu, “her iki ülkenin askeri bağlarını güçlendirmek için sürekli ortak eğitim ve tatbikatlar yapmayı da içeren güçlü ve gelişen savunma ilişkisi”nin bir parçasıydı.

Böylece sadece yedi ay içinde bu “Yol Haritası” kararlı bir şekilde uygulamaya konuldu. (Declassified, İsrail’in Gazze’ye dönük işgali sırasında Birleşik Krallık’ın verdiği bir dizi askeri desteği belgelemişti.)

Öyle ki İsrail’in saldırıları başladığından bu yana Kraliyet Hava Kuvvetleri (Royal Air Force, RAF) Gazze üzerinde onlarca kez casusluk uçuşları yaptı ve en az altı İsrailli askeri personel Birleşik Krallık’ta askeri eğitim aldı.

Dokuz İsrail askeri uçağı Birleşik Krallık’ı ziyaret etti, İngiliz hükümeti ise uçaklarda ne olduğunu açıklamayı hep reddetti (Declassified ayrıca ABD ordusunun Birleşik Krallık’ın Kıbrıs’taki üssünü kullanarak İsrail’e silah sağladığını da ortaya çıkarmıştı).

Bu sayılanların hiçbiri Birleşik Krallık ulusal medyasını rahatsız etmedi. Ne var ki zaten tüm bunlar “Yol Haritası”nda geçen taahhütlerle tutarlıydı.

Hatta bu ay RAF, İsrail’in Suriye’nin başkenti Şam’daki İran konsolosluğuna yaptığı saldırıya misilleme olarak fırlatılan İran’a ait insansız hava araçlarını düşürerek İsrail’in savunmasını da üstlenmiş oldu.

Nitekim “Yol Haritası”nın İran ile ilgili ayrı bir bölümünde “İran’dan gelen güncel tehdide karşı koymak için yakın şekilde çalışıyoruz,” ve “İran’ın istikrarsızlaştırıcı bölgesel faaliyetlerine karşı koymaya çalışacağız,” deniliyor.

Yine iki nükleer silah sahibi gücün arasındaki bu anlaşmaya “İran’ın hiçbir zaman nükleer silah kapasitesine sahip olmaması için çalışacağız,” ifadesi de ekleniyor.

İsrail’i küresel olarak korumak

Bu 2023 Yol Haritası, Birleşik Krallık ile İsrail arasında 2021 yılında imzalanan bir önceki mutabakat zaptının çok daha ötesine geçiyor.

İsrail’in Batı Şeria’daki yasadışı işgali ve Filistinlilere karşı ayrımcılık uygulayan “apartheid” rejimini göz ardı ederek, iki ülkenin “doğal müttefik” olduğunu ayan beyan ilan ediyor.

Özellikle, Yol Haritası’nın “Antisemitizm, gayrimeşrulaştırma ve İsrail karşıtı önyargılar” başlıklı bölümünde yer alan ifadeler, Britanya’nın uluslararası platformlarda İsrail’in Gazze’deki vahşetleri için dilediği eşi benzeri görülmemiş özürleri önden haber veren bir kehanet gibi.

Raporda, “Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası organlarda İsrail’e orantısız bir şekilde odaklanılması ve İsrail’i gayrimeşrulaştırma ya da onun meşru müdafaa hakkını inkâr etme girişimleriyle mücadele edilmesi” çağrısında da bulunuluyor: “Tüm devletlerin uluslararası hukuk çerçevesindeki yükümlülüklerini yerine getirme görevi vardır, fakat denetim ölçülü, tarafsız ve orantılı olmalıdır.”

İsrail saldırılarının başlamasından bu yana İngiliz bakanlar bunu en ince ayrıntısına kadar uygulamaya koydular. “Meşru müdafaa” kisvesi altında yapılan İsrail zulmü için mütemadiyen özür dilediler ve İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerini kınamayı tekrar tekrar reddettiler.

“Yol Haritası” ayrıca “ulusal çıkarlar ve öncelikler doğrultusunda BM ve diğer çok taraflı forumlarda işbirliği ve koordinasyonun güçlendirilmesi ve ana küresel sorunlarda İsrail-Birleşik Krallık uyumunun ilerletilmesi” çağrısında da bulunuyor.

Nitekim bu taahhüt doğrultusunda Britanya, BM oturumlarında Gazze konusunda İsrail’i uluslararası kınamalar karşısında defalarca savunmuş, ateşkes talep eden BM Güvenlik Konseyi kararlarına tekrar tekrar karşı oy kullanmış ya da çekimser kalmıştır.

Uluslararası Adalet Divanı

“Yol Haritası”nın bir başka bölümü ise İsrail’e Uluslararası Adalet Divanı (UAD) gibi uluslararası hukuk organlarında İngiliz koruması öngörüyor.

Batı Şeria’ya ilişkin önceki bir davaya atıfta bulunularak şöyle deniyor: “Birleşik Krallık ve İsrail, İsrail-Filistin ihtilafına ilişkin son UAD başvurusunun, taraflar arasında doğrudan müzakereler yoluyla çözüme ulaşma çabalarını baltaladığı için ‘Danışma Görüşü’ mekanizmasının uygunsuz olduğunu düşünmektedir.”

Benzer ifadeler, İngiliz bakanlar tarafından ocak ayında başlayan Güney Afrika’nın İsrail’e karşı soykırım davasını baltalamak için de kullanılacaktı.

İsrail suçlarının baş savunucusu Britanya Dışişleri Bakan Yardımcısı Andrew Mitchell, “Güney Afrika’nın davayı açma kararı yanlış ve kışkırtıcıydı,” diyerek İsrail’e yönelik soykırım ithamını “iğrenç” olarak nitelendirmiş ve suçlamayı reddetmişti.

Gizli anlaşma

Ve bir de Aralık 2020’de Birleşik Krallık ile İsrail arasında imzalanan gizli bir askeri anlaşma var.

Declassified böyle bir anlaşmanın varlığını İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) attığı bir tweet’ten öğrendi. Birleşik Krallık hükümeti bunu hiçbir zaman kamuoyuna açıklamadı.

Bakanlar ise sonrasında “ulusal güvenlik nedenleriyle” bu anlaşmayı kamuoyuna açıklamayı reddetti.

Savunma Bakanı James Heappey parlamentoya “anlaşmanın iş birliğini resmileştiren ve derinleştiren önemli bir savunma diplomasisinin parçası olduğunu” anlattı fakat konuya ilişkin bir soru önergesine verdiği yanıtta anlaşmanın içeriğiyle ilgili sadece baştan savma bir özet sundu.

Anlaşma, Birleşik Krallık’a askerî açıdan ne taahhüt ediyor? Birleşik Krallık bu taahhütleri şimdi Gazze konusunda mı uygulamaya koyuyor? Eğer bu kadar masumsa, hükümet neden bunu sır gibi saklıyor?

Declassified’ın görebildiği kadarıyla, bu anlaşmadan İngiliz anaakım medyasında sadece bir kez bahsedildi.

İsrail ile 2020 yılında yapılan gizli anlaşmayı imzalayan Savunma Bakanı Ben Wallace, geçtiğimiz aralık ayında müttefikini Gazze’de “ölüm nöbeti” başlatmakla suçladı ve İsrail’in Hamas’a dönük saldırılarının “acımasız ve ayrım gözetmeyen” bir nitelik taşıdığını söyledi.

Declassified baş muhabirinin Twitter’da kendisine dönük olarak yönelttiği söz konusu gizli anlaşmanın Britanya’yı Gazze’deki katliamın suç ortağı haline getirip getirmediği sorusuna ise şu yanıtı verdi: “Açıkçası pek öyle değil.”

Aslına bakılırsa Britanya epey uzun zamandır İsrail’in Filistinlilere yönelik savaş operasyonlarına destek veriyor, İngiliz ulusal basını ise bunu bir kez daha görmezden geliyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD’deki Yahudileri ‘ideolojik mezarlıklara’ davet ettiler

Yayınlanma

İsrail’deki üniversite rektörlerinin ABD’deki kampüslerde sergilenen “şiddet, antisemitizm ve İsrail karşıtlığı” gerekçesiyle Yahudileri kendi üniversitelerine davet etmelerine deneyimli İsrailli gazeteci Gideon Levy’den sert tepki gösterdi. Rektörleri ikiyüzlülük ve kendini bilmezlikle suçlayan Levy’nin dikkat çekici yazısı şöyle:

***

İsrail Üniversiteleri ABD’li Yahudilere İnsan Hakları ve Özgürlük Hakkında Hiçbir Şey Öğretemez

Gideon Levy

İşte ikiyüzlülük ve kendini bilmezlik konusunda bir rekor daha: İsrail’in üniversite rektörleri mektup yayınlayarak ABD’deki kampüslerde sergilenen şiddet, antisemitizm ve İsrail karşıtlığından rahatsızlık duyduklarını ve Yahudilerin ve İsraillilerin buradaki üniversitelere kabul edilmelerine yardımcı olmayı taahhüt ettiklerini belirttiler. Başka bir deyişle: Ariel Üniversitesi’ne gelin. Bu çalıntı topraklarda, apartheid bölgesinin kalbinde, yurttaşlık, insan hakları ve özgürlük eğitimi alacaksınız. Her İsrail üniversitesinde olduğu gibi Ariel’de de özgürlük ve eşitliğin ne olduğunu göreceksiniz. Burada ayrıca Amerika’da zulüm gören Yahudiler için dünyanın en güvenli yerinde Ariel’de sığınak bulacaksınız.

Sayın rektörler, sırça köşkte oturan komşusuna taş atmamalı. Eğer Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Yahudi akademisyenlere bir sığınak sunmayı amaçlıyorsanız, sunacak pek bir şeyiniz yok. Columbia kampüsündeki en fırtınalı gün, Yahudiler için İbrani Üniversitesi yolundan daha güvenli. Arap öğrenciler üniversitelerinizde Columbia’daki Yahudi öğrenciler kadar rahat hissetmiyor. Columbia’daki tehlikenin yakınlığını da sorgulamak mümkün.

Columbia Üniversitesi öğrencisi Noa Orbach 26 Nisan tarihli Haaretz İbranice baskısında “İsrailli Yahudi bir öğrenci olarak kişisel güvenliğime yönelik hiçbir korku ya da tehdit hissetmiyorum” diye yazdı. İsrail, dünyada Yahudileri bekleyen tehlikeleri abartmayı ve bunların içinde debelenmeyi seviyor. Bu da Yahudilerin İsrail’e göçüne yol açıyor ki bu İsrail’in bir sığınak olduğu masalı için iyi. Dünyada antisemitizm olmadığından değil, ama her şey antisemitizmse ancak İsrail aklanmış demektir.

Biraz mütevazılık da size zarar vermez, sayın rektörler. Akademileriniz şu anda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kampüslerde yaşananlara imrenebilir. Yurttaşlık bilincine ve siyasi katılıma sahip bir kampüs işte böyle bir şeydir. İsrail’in kasvetli, sıkıcı kampüslerindeki ideolojik mezarlıkların aksine canlı, aktif, isyankâr bir kampüs böyle görünür. Doğru, İsrail karşıtı protesto, Haaretz’de anlatılandan daha az olsa da yer yer antisemitizm ve şiddet içerdiği doğru. Ancak kayıtsız, doygun, uyuşuk bir kampüs ile çalkantılı, ilgili, radikal bir kampüs arasında bir seçim söz konusu olduğunda, ikincisi daha umut verici.

Burada sadece Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi militan öğretim üyeleri ve öğrencilerin hayalini kurabilirsiniz. Gelecek nesli ancak onlar güvence altına alabilirler. İsrail kampüslerinin çorak arazisinde hiçbir sosyal veya politik umut yeşermeyecek.

Amerika’daki öğrenciler, protestoları çalkantılı hale gelse ve kontrollerini kaybetseler bile, katılım ve ilgi gösteriyorlar. Uzak bir kıtadaki savaşa karşı yapılan gösterilerin İsrail’deki bir üniversitede patlak verme ihtimali yok. İyi bir günde burada harç ücretleri ya da yedek öğrencilerin durumları nedeniyle protestolar patlak verecektir. Daha da iyi bir günde bir avuç Filistin asıllı İsrailli öğrenci üniversite kapısında duracak, Nakba gününü sessizce anacak ve onlarca silahlı polis etraflarını saracak.

Üniversite yöneticileri de savaş başladığından beri daha da yoğunlaşan kurumlarındaki cadı avını gizliyorlar. Hayfa Üniversitesi öğrenci birliği, patlak vermesinden birkaç gün sonra, Filistinlilere desteğini ifade etmeye cesaret eden öğrencileri uzaklaştırmak için harekete geçeceğini duyurdu. “Bize göre ifade özgürlüğü şu anda gölgede kalmış durumda” diye yazdılar. Akademide McCarthycilik böyle başladı ve Profesör Nadera Shalhoub-Kevorkian’ın uzaklaştırılması ve tutuklanmasıyla doruğa ulaştı. Akademinin önemli bir parçası olduğu, İsrailli bir mühendisin sosyal medyada Kur’an ayetlerine atıfta bulunduğu için işten atıldığı (Haaretz, 30 Nisan) dönemin ruhu, üniversite rektörlerini Amerika’da olup bitenler kadar rahatsız etmiyor.

ABD’deki protesto İsrail’i endişelendirmeli. Protestoların bir kısmı İsrail’e karşı nefrete ve onu yok etme çağrısına dönüştü. Her zaman olduğu gibi meselenin kökenine inmeliyiz. Amerika’daki öğrenciler Gazze’deki korkunç savaşın dehşetini, kayıtsız İsrailli meslektaşlarından çok daha fazla gördüler. Eğer savaş, işgal ve apartheid olmasaydı, bu protesto patlak vermezdi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Stephan Walt: Gazze’deki eylemleri İsrail’i parya devlete dönüştürüyor

Yayınlanma

Yazar

Amerikalı siyaset bilimci Stephan M. Walt’un aşağıda çevirisini okuyacağınız makalesinde ABD’nin Orta Doğu’da izlediği stratejinin neden başarısız olduğuna yanıt arıyor. Bu başarısız strateji nedeniyle bölgenin bugün yangın yeri olduğuna dikkat çekiliyor:

***

Amerika Orta Doğu’daki yangını körükledi

İsrail giderek büyüyen bir tehlikeyle karşı karşıya ama sorumluluk Tahran’dan çok Washington’da.

STEPHEN M. WALT

İran’ın, Suriye’nin başkenti Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına insansız hava aracı ve füze saldırılarıyla misilleme yapma kararı, Biden yönetiminin Orta Doğu’yu ne kadar kötü idare ettiğini ortaya koyuyor.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik saldırısının arifesinde bölgenin “on yıllardır olmadığı kadar sakin” olduğuna kendini ikna eden ABD’li yetkililer, o zamandan bu yana kötü bir durumu daha da kötüleştirecek kararlar verdiler.

Kendilerini teselli için söylenebilecek en iyi şey, çok sayıda arkadaşları olduğu; Trump, Obama, Bush ve Clinton yönetimleri de çoğunlukla işleri yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.

Yönetimin Hamas’ın 7 Ekim’deki vahşi saldırısına verdiği yanıtın üç ana hedefi vardı.

İlk olarak İsrail’e kararlı destek vermeye çalıştı: retorik olarak destekleyerek, düzenli olarak üst düzey İsrailli yetkililere danışarak, soykırım suçlamalarına karşı savunarak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ateşkes kararlarını veto ederek ve sürekli ölümcül silah tedarik ederek.

İkinci olarak Washington Gazze’deki çatışmanın tırmanmasını önlemeye çalıştı. Son olarak da hem Filistinli sivillerin zarar görmesini engellemek hem de ABD’nin imaj ve itibarına gelebilecek zararı en aza indirmek için İsrail’i itidalli davranmaya ikna etmeye çalıştı.

Çelişkili hedefler

Bu politika başarısız oldu çünkü amaçları, doğası gereği çelişkiliydi. İsrail’e koşulsuz destek vermek, liderlerini ABD’nin itidal çağrılarına kulak vermeye teşvik etmedi, bu yüzden onları görmezden gelmeleri şaşırtıcı değil.

Gazze yerle bir edildi, en az 33 bin Filistinli (12 binden fazlası çocuk) öldü ve ABD’li yetkililer oradaki sivillerin kıtlık koşullarıyla karşı karşıya olduğunu artık kabul ediyor.

Yemen’deki Husi milisleri ateşkes talep ettiklerini iddiasıyla Kızıldeniz’deki gemileri hedef almaya devam ediyor; İsrail ile Hizbullah arasındaki düşük seviyeli çatışma sürüyor; ve işgal altındaki Batı Şeria’da şiddet keskin bir şekilde arttı.

İran’ın 1 Nisan’da konsolosluğunun bombalanmasına misilleme olarak 13 Nisan’da İsrail’e insansız hava aracı ve füze saldırıları düzenlemesi daha geniş çaplı bir savaş ihtimalini gündeme getirdi.

Amerikalılar İran’ın kötülüğün vücut bulmuş hali olduğunu duymaya alışkın olduklarından, bazı okuyucular tüm bu sorunlardan Tahran’ı sorumlu tutmaya meyilli olabilirler.

Örneğin daha geçen hafta New York Times’ın baş haberinde İran’ın Batı Şeria’da huzursuzluk yaratmak amacıyla bölgeye silah “yağdırdığını” duyuruldu.

Bu görüşe göre İran zaten alevler içinde olan bir bölgeye benzin döküyor. Ancak bu hikâyede çok daha fazlası var ve bunların çoğu ABD’yi kötü gösteriyor.

Açık konuşayım: İran, yönetimi altında yaşayan ve ABD yaptırımlarının olumsuz etkilerine katlanmak zorunda olan milyonlarca İranlı için üzülsem de hiçbir sempati duymadığım acımasız bir teokratik rejim tarafından yönetiliyor. Bu rejimin bazı eylemleri -örneğin Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği destek- son derece sakıncalı.

Ancak Batı Şeria’ya (ya da Gazze’ye) küçük silahlar ve diğer silahları sağlama çabaları özellikle dehşet verici mi? Ve İsrail’in yakın zamanda konsolosluğuna yaptığı saldırıya (İran’ın iki generali öldürdü) karşılık verme kararı şaşırtıcı mı?

Savaş içinde işgal

Cenevre Sözleşmelerine göre “savaş sonucu işgal” altında yaşayan bir halkın işgalci güce karşı direnme hakkı var.

İsrail’in 1967’den beri Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü kontrol ettiği, 700 binden fazla yasadışı yerleşimciyle bu toprakları sömürgeleştirdiği ve bu süreçte binlerce Filistinliyi öldürdüğü göz önüne alındığında bunun “savaş içinde işgal” olduğuna dair şüpheler azalıyor.

Elbette direniş eylemleri yine de savaş kanunlarına tabi ve Hamas ve diğer Filistinli gruplar, İsrailli sivillere saldırdıklarında bu kanunları ihlal ediyorlar. Ancak işgale karşı direnmek meşru ve İran bunu Filistin davasına olan derin bağlılığından değil de kendi çıkarları gereği yapmış olsa bile, kuşatılmış bir halka yardım ille de yanlış sayılmaz.

Benzer şekilde, İsrail’in konsolosluğunu bombalaması ve iki İranlı generali öldürmesinin ardından İran’ın misilleme yapma kararı, özellikle de Tahran’ın defalarca savaşı genişletme arzusu olmadığının sinyallerini verdiği göz önüne alındığında, özündeki saldırganlığın kanıtı olmaz.

Nitekim misilleme İsrail’e önemli ölçüde uyarıda bulunacak şekilde yapıldı ve Tahran’ın savaşı daha fazla tırmandırmak istemediğinin mesajını vermek üzere tasarlanmış gibiydi. ABD ve İsrailli yetkililerin güç kullandıklarında genellikle söyledikleri gibi, İran sadece “caydırıcılığı yeniden tesis etmeye” çalışıyor.

ABD’nin on yıllardır Orta Doğu’ya silah “yağdırdığını” unutmayalım. İsrail’e her yıl, milyarlarca dolarlık sofistike askeri teçhizat sağlıyor ve ABD’nin desteğinin koşulsuz olduğuna dair defalarca güvence veriyor.

Bu destek, İsrail’in Gazze’deki sivil nüfusu bombaladığı ve aç bıraktığı süreçte dahi sarsılmadı ve İsrail, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın son ziyaretini Batı Şeria’da 1993’ten bu yana en geniş Filistin topraklarına el koyma kararını açıklayarak karşıladığında da bundan etkilenmedi.

Ekvator’un Quito’daki Meksika Büyükelçiliği’ne yönelik son saldırısını bile kınayan Washington, İsrail İran konsolosluğunu bombaladığında gözünü kırpmadı.

Bunun yerine üst düzey Pentagon yetkilileri destek gösterisi için (Batı) Kudüs’e gitti ve Başkan Joe Biden İsrail’e olan bağlılıklarının “sarsılmaz” olduğunu vurguladı.

Gücün kötüye kullanılması

İsrailli yetkililerin ABD’den gelen tavsiyeleri görmezden gelebileceklerine inanmaları şaşırtıcı mı?

Kontrolsüz güce sahip devletler bunu kötüye kullanma eğiliminde olur ve İsrail de istisna değil. İsrail, Filistinlilerden çok daha güçlü ve İran’dan da daha yetenekli olduğu için, onlara karşı herhangi bir bedel ödemeden hareket edebilir ve genellikle de öyle yapıyor.

Onlarca yıldır cömert ve koşulsuz ABD desteği, İsrail’in istediğini yapmasına olanak sağladı. Bu da hem politikasının hem de Filistinlilere yönelik davranışlarının zaman içinde giderek daha aşırı hale gelmesine katkıda bulundu.

Sadece Filistinlilerin Birinci İntifada (1987-1993) sırasında olduğu gibi etkili bir direniş sergileyebildikleri nadir durumlarda eski Başbakan Yitzhak Rabin gibi İsrailli liderler uzlaşma ihtiyacını kabul etmek ve barış yapmaya çalışmak zorunda kaldılar.

Ne yazık ki İsrail çok güçlü, Filistinliler çok zayıf ve ABD’li arabulucular İsrail’in lehine tek taraflı olduğu için Rabin’in haleflerinden hiçbiri Filistinlilere kabul edebilecekleri bir anlaşma önermeye yanaşmadı.

İran’ın Batı Şeria’ya silah sağlamasına hâlâ kızgınsanız, durumun tersine dönmesi halinde ne hissedeceğinizi kendinize sorun. Mısır, Ürdün ve Suriye’nin 1967’deki Altı Gün Savaşı’nı kazandığını ve milyonlarca İsraillinin kaçtığını düşünün.

Galip Arap devletlerinin daha sonra Filistinlilerin “geri dönüş hakkını” kullanmalarına ve İsrail/Filistin’in bir kısmında ya da tamamında kendilerine ait bir devlet kurmalarına izin verdiklerini düşünün.

Ayrıca bir milyon kadar İsrailli Yahudi’nin Gazze Şeridi gibi dar bir bölgeye hapsolmuş vatansız mülteciler haline geldiğini varsayın. Ardından, bir grup eski Irgun savaşçısının ve diğer radikal Yahudilerin bir direniş hareketi örgütlediğini, bölgenin kontrolünü ele geçirdiğini ve yeni Filistin devletini tanımayı reddettiğini düşünün.

Dahası, dünyanın dört bir yanındaki destekçilerinden yardım almaya devam ettiler ve yeni kurulan Filistin devletinin sınır yerleşimlerine ve kasabalarına saldırmak için kullandıkları silahları sokmaya başladılar. Sonra da Filistin devletinin abluka ve bombardımanla karşılık verdiğini ve binlerce sivilin ölümüne neden olduğunu varsayın.

Bu koşullar altında sizce ABD hükümeti hangi tarafı desteklerdi? Gerçekten de ABD böyle bir durumun ortaya çıkmasına izin verir miydi? Cevaplar çok açık ve ABD’nin bu çatışmaya nasıl tek taraflı yaklaştığına dair çok şey söylüyorlar.

Yarardan çok zarar

Buradaki trajik ironi, ABD’de İsrail’i eleştirilerden korumak ve ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemek için birbiri ardına yönetimleri zorlamak konusunda en ateşli olan kişi ve kuruluşların, aslında yardım etmeye çalıştıkları ülkeye büyük zarar vermiş olmaları.

“Özel ilişkinin” son 50 yılda nereye vardığını bir düşünün. İki devletli çözüm başarısız oldu ve Filistinlilerin geleceği sorunu, büyük ölçüde lobinin ABD başkanlarının İsrail’e anlamlı bir baskı yapmasını imkânsız hale getirmesi nedeniyle çözülemedi.

İsrail’in 1982’de (Batı Şeria’daki İsrail kontrolünü pekiştirmek için aptalca bir planın parçası olarak) Lübnan’ı akılsızca işgal etmesi, bugün İsrail’i kuzeyden tehdit eden Hizbullah’ın ortaya çıkmasına neden oldu.

Başbakan Binyamin Netanyahu ve diğer İsrailli yetkililer, Hamas’ı gizlice destekleyerek Filistin Yönetimi’ni zayıflatmaya ve iki devletli bir çözüme doğru ilerlemeyi engellemeye çalıştılar ve böylece 7 Ekim trajedisine katkıda bulundular.

İsrail’in iç siyaseti ABD’ninkinden daha kutuplaşmış durumda (ki bu da bir şey ifade ediyor) ve lobideki çoğu grubun her fırsatta savunduğu Gazze’deki eylemleri İsrail’in parya bir devlete dönüşmesine yol açıyor. Birçok Yahudi de dahil genç Amerikalılar arasındaki destek azalıyor.

Ve bu üzücü durum İran’ın Filistin davasını savunmasına, nükleer silaha sahip olmaya yaklaşmasına ve ABD’nin onu izole etme çabalarını engellemesine olanak sağladı.

Eğer Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) ve müttefikleri kendi kendilerine düşünebilselerdi İsrail’in kendisine yaptıklarına yardım ettikleri için utanç duyarlardı.

Buna karşılık, İsrail’in bazı eylemlerini eleştiren bizler -sadece yanlış bir şekilde antisemit, Yahudi düşmanı ya da daha kötüsü olarak karalanmak üzere- aslında hem ABD hem de İsrail için daha iyi olacak politikalar öneriyorduk.

Tavsiyelerimize uyulmuş olsaydı, İsrail bugün daha güvende, on binlerce Filistinli hâlâ hayatta, İran nükleere sahip olmaktan daha uzak, Orta Doğu neredeyse kesinlikle daha huzurlu ve ABD’nin insan hakları ve kurallara dayalı bir düzenin ilkeli savunucusu olarak hâlâ itibar görüyor olurdu.

Son olarak, eğer bu topraklar yaşayabilir bir Filistin devletinin parçası olsaydı İran’ın Batı Şeria’ya silah sağlamasının çok bir gerekçesi kalmaz ve İranlı liderlerin daha güvende olmak adına kendi nükleer caydırıcı güçlerine sahip olmayı düşünmeleri için daha az neden olurdu.

Ancak ABD’nin Orta Doğu politikasında daha köklü bir değişim olmadıkça, bu umut verici olasılıklar ulaşılamaz olmaya devam edecek ve bizi buraya getiren hataların tekrarlanması muhtemel.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English