Bizi Takip Edin

Avrupa

Von der Leyen’in daimi savaş ekonomisi planı

Yayınlanma

Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in uzun süredir ilmek ilmek dokuduğu bir planı var. Öyle ki, başkanlığının son döneminde hazırlattığı üç raporla zemini çoktan hazırlamış. Bu raporlar, AB’nin önündeki temel sorunları tespit edip çözüm önerileri sunacaktı. Tabii ki, von der Leyen’e sadık isimler tarafından kaleme alınan bu “ısmarlama” çalışmalar, tam da isteneni doğruladı.

Bu raporlardan biri, AB’nin rekabet gücüne odaklanan “Strateji Raporu”. Avrupa Merkez Bankası eski başkanı Mario Draghi tarafından hazırlanan ve Eylül 2024’te von der Leyen ile birlikte Brüksel’de sunulan bu raporun ana mesajı netti: AB iktisadi olarak geri kalıyor ve bu durumu tersine çevirmek için yıllık en az 750 ila 800 milyar avro ek yatırım gerekiyor. Çözüm: AB’nin ortak borçlanmaya gitmesi.

Draghi, milyarlarca avroluk bu kaynağın “ekonomiye” akması gerektiğini, zira AB’nin geride kalmamak için ihtiyaç duyduğu inovasyon hamlesinin ancak bu şekilde mümkün olacağını savundu. Peki bu devasa yatırımın odaklanacağı kilit alanlar neydi? Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, von der Leyen’in favori konuları: Enerji dönüşümü ve savunma sanayii.

Savunma sanayii, AB Komisyonu Başkanı von der Leyen’in özel ilgi alanı olarak biliniyor. Geçen senenin başlarında, AB Komisyonu’nun Avrupa’daki savunma sanayiinin kontrolünü ele alması gerektiğini duyurmuştu. Bu, onun en gözde projelerinden biri. Dolayısıyla, Draghi’nin “Strateji Raporu”nda savunma sanayii için devasa meblağlar talep etmesi ve bu paranın AB Komisyonu tarafından alınıp dağıtılmasını önermesi hiç de beklenmedik değildi. AB’nin militarizasyonu, von der Leyen’in ikinci başkanlık dönemi programının belki de en önemli dayanak noktasıydı.

Bu noktada ilginç bir detay daha var: “Sürdürülebilir fonlar” olarak pazarlanan, genellikle “yeşil” etiketli fonların gelecekte savunma sanayi şirketlerine yatırım yapabilmesi planlanıyor. Zira bu tür yatırımlar artık “sürdürülebilir para yatırımı” olarak sınıflandırılacak. Yani insanlar, iyi ve “yeşil” şirketlere yatırım yaptıklarını sanırken, paraları aslında silahlanmaya akıtılacak.

Ve AB vatandaşlarına yönelik bu yanıltma, şimdi de “Tasarruf ve Yatırım Birliği” (TYB) ile devam ediyor.

Tatlı vaatler

AB’nin yeni “Tasarruf ve Yatırım Birliği” (TYB) projesinin temelinde de bu yatıyor. Draghi’nin talep ettiği gibi ortak borçlanmaya gitmek, bazı AB ülkelerinin muhalefeti nedeniyle, AB vatandaşlarının parasına ulaşmaktan daha zor.

AB Komisyonu, bu planı kamuoyuna şöyle pazarlıyor: Vatandaşların yatırımlarından daha fazla getiri elde etmelerini sağlayacak ve aynı zamanda Avrupa ekonomisini yeniden ileriye taşıyacak bir yatırım aracı oluşturmak istiyorlar. Komisyonun kendi sayfasında bu durum şöyle ifade ediliyor:

“AB, uzun vadeli rekabet gücü, güvenlik ile dijital ve yeşil dönüşümle ilgili stratejik önceliklerini gerçekleştirmek istiyorsa, potansiyelini acilen açığa çıkarmalıdır. TYB, bu çabaların merkezinde yer almaktadır: Tasarrufları daha verimli bir şekilde üretken yatırımlara yönlendiren daha derin, daha likit ve entegre bir AB finansal sistemini desteklemeyi amaçlamaktadır. […] Vatandaşların yaklaşık 10 trilyon avro tutarındaki tasarrufları banka mevduatı olarak tutulmaktadır. Banka mevduatları güvenli ve kolay erişilebilir olsa da, genellikle sermaye piyasalarındaki yatırımlardan daha az getiri sağlar. Dolayısıyla, bu sermayenin potansiyelini tam olarak kullanarak vatandaşlara daha yüksek getiriler sağlaması için önemli bir alan bulunmaktadır.”

Ancak AB’nin resmi sayfalarında, bu işin asıl amacının Avrupalıların tasarruflarını savunma sanayiine aktarmak olduğundan pek bahsedilmiyor. Konunun “savunma” ile ilgili olduğu, sadece bir iki yerde üstünkörü geçiyor; bunun yerine eğitimin, yeşil enerjinin ve benzeri alanların destekleneceği iddia ediliyor.

Son aylarda von der Leyen’in Tasarruf ve Yatırım Birliği’nin (TYB) oluşturulmasını hızlandırma yönündeki baskısı hissedilir oldu. Başlangıçta AB vatandaşlarının yararına, ekolojik ve dijital dönüşümü teşvik etmek amacıyla mali kaynakları seferber etme aracı olarak sunulan bu kampanyanın en endişe verici yönü, yine Brüksel’deki Komisyon’un niyet ve kararlarının eleştirisiz, pasif ve boyun eğen bir şekilde kabul edilmesi.

Yakından bakıldığında, bunun AB tarafından piyasaya sürülen bir başka gündem maddesi olduğu ortaya çıkıyor. Von der Leyen geçmişte kaç tane gündem sundu da sonunda her şey daha da kötüleşti? Mevcut gündem, her zamanki şüphelileri kayırmaya yönelik: En önemli özel ve kurumsal çıkar grupları —başka yerlerde rahatlıkla “oligark” olarak adlandırılanlar— ve her zaman olduğu gibi kolektif çıkarların, kamu yararının ve pek çok AB üyesi ülkenin ulusal çıkarlarının pahasına.

Bu TYB’nin ardındaki niyetleri tam olarak anlamak için, öncelikle gerçekte ne olduğunu açıklığa kavuşturmak lazım. Teoride TYB, “yatırımları, ekonomik büyümeyi ve finansal istikrarı teşvik etmek için tek tek üye devletlerin finansal piyasalarını entegre etme girişimi” olarak sunuluyor. Bu çerçevede TYB’nin, “vatandaşlara ve şirketlere” sınır ötesi finansal ürünlere erişimi kolaylaştırırken aynı zamanda uzun vadeli tasarruf ve yatırımı teşvik edeceği iddia ediliyor.

AB içinde on trilyon avro gibi devasa miktarda para vadeli mevduatlarda tutuluyor ve çok daha fazlası kamu fonları ve yatırım fonlarında bulunuyor. Bu mevduatlar, faydalanıcıları risk sermayesinden hızlı para vaadiyle cezbetmek yerine başka amaçlar için kullanılabilir.

Avrupa Komisyonu’na göre, bu yatırım birliği uzun vadeli tasarruf fırsatlarını “optimize edebilir”, Bireysel Emeklilik İçin Avrupa Kişisel Emeklilik Ürünü (PEPP) gibi ürünleri teşvik edebilir ve AB’nin enerji ve iklim programlarıyla bağlantılı “sürdürülebilir” yatırım fonlarını destekleyebilir. Tüm bu fonlar özel, tam da perde arkasındaki aktörlerin istediği gibi. AB gündemlerinin ortak özelliği, devleti ikincil, minimalist bir role itmek olur, tabii ortaya çıkan maliyetlerin finansmanı söz konusu olmadıkça.

Bu Tasarruf ve Yatırım Birliği ayrıca, yatırımcı koruması için daha kapsamlı ve daha entegre mekanizmalar — iddiaya göre şeffaflığı ve düzenlemeyi güçlendirerek finansal ürünlerin güvenliğini ve risk adaletini sağlamak suretiyle— yaratmayı hedefliyor. Son olarak, bu toplanan, seferber edilen ve dolaşımdaki sermayenin kurumsal finansmanı teşvik etmesi ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ) teorik olarak kitle fonlaması (crowdfunding) ve sermaye piyasaları gibi alternatif finansman kaynaklarına erişimini kolaylaştırması bekleniyor. KOBİ’ler her zaman bir gerekçe olarak kullanılsa da, bu tür girişimlerin asıl yararlanıcısı nadiren onlar olur.

Halihazırda planlanan tedbirler var: Örneğin, daha önce bahsedilen PEPP (Paneuropean Personal Pension Product-Avrupa Genelinde Bireysel Emeklilik Ürünü). Bu, kamu emeklilik sistemlerini genellikle karakterize eden nesiller arası dayanışma yükünden arınmış, AB genelinde sunulabilen özel bir güvence ürünü. Ayrıca, yatırımcı korumasını ve piyasa şeffaflığını “iyileştirmeye” yönelik mevzuatın gözden geçirilmesi, finansal teknoloji ve kitle fonlamasının düzenlenmesi (örneğin Patreon gibi bağış toplama platformları), işbirlikçi finansman platformları için uyumlaştırılmış kuralların oluşturulması ve üye devletler tarafından tasarruf ve yatırımı teşvik etmek için vergi teşviklerinin getirilmesi gibi adımlar planlanıyor. Tüm bunlar, daha fazla ürün çeşitliliği, daha iyi yatırım çözümleri, daha yüksek finansal getiriler —çünkü teoride daha fazla rekabet olacak— ve daha fazla güvenlik vaat ediyor, zira uyumlaştırılmış kuralların dolandırıcılık ve mali suistimal riskini azalttığı öne sürülüyor.

Ancak Tasarruf ve Yatırım Birliği’ni, Bankacılık Birliği’nin bir bileşeniyle karıştırmamak gerek. TYB olsa olsa ona bir ekleme. TYB ve AB Bankacılık Birliği, finansal piyasa entegrasyonu ortak hedefini takip etseler de kapsam, mekanizmalar ve ilgili riskler açısından farklılık gösteriyorlar.

Bankacılık Birliği vs. Tasarruf ve Yatırım Birliği

Bankacılık Birliği, merkezi bir denetime (Avrupa Merkez Bankası-AMB), banka iflaslarında ortak kurallara ve finansal istikrara odaklanmaya dayanıyordu. TYB ise, finansal ürünleri uyumlaştırarak, sınır ötesi yatırımlar için vergi teşvikleri sunarak ve kârlılık ile savunma ve yeşil dönüşüm gibi “stratejik önceliklere” daha fazla odaklanarak tasarruf sahiplerini ve yatırımcıları riske yönlendirmeyi amaçlıyor.

“Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer”. Avrupalılar, Ursula von der Leyen yönetimindeki Komisyon’dan ancak tatlı sözler ve arkadan bıçaklanmayı bekleyebilir. TYB’nin asıl sorunları, içerdiği risklerde ve dile getirilmeyen niyetlerde yatıyor. AB, avro krizine yanıt olarak 2014’te oluşturulan Bankacılık Birliği’nin de daha fazla rekabet, istikrar ve mevduat sahibi koruması sağlayacağını vaat etmişti. Fakat pratikte sadece büyük bankaların hakimiyetini pekiştirdi ve Avrupa finans sektöründeki çeşitliliği azalttı, yani vaat edilenin tam tersi oldu.

Bankacılık sektöründeki yoğunlaşma, birleşme ve devralma dalgasıyla arttı. İspanya’da banka sayısı 2008’de 55 iken 2023’te ona düştü. Almanya’da Landesbank’lar, Deutsche Bank ve Commerzbank gibi piyasa devleri karşısında önemini yitirdi. AMB’ye göre 2023 itibarıyla AB’nin en büyük on bankası, finansal varlıkların yaklaşık yüzde 70’ini kontrol ediyordu. Görüldüğü gibi, “batamayacak kadar büyük” efsanesi devam etti. En büyük bankalar çöktüğünde, ilgili devletler onları kaçınılmaz olarak kurtarmak zorunda kalıyor.

Bu sermaye yoğunlaşmasıyla, AB Bankacılık Birliği başka biçimde isimlendirilse daha iyi olurdu. Sonuç olarak rekabet azaldı ve büyük bankalar yeni kurallardan yararlanırken, küçük kurumlar düzenlemeler nedeniyle daha yüksek maliyetlerle ve uluslararası rekabette daha büyük zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldı. Bunun neticeleri günden güne cüzdanlara sirayet etti: Tüketiciler için daha yüksek ücretler, KOBİ’ler için daha az kredi imkanı ve yavaşlayan finansal inovasyon, yani yine vaat edilenin tam tersi oldu. Yani, Avrupa genelinde daha önce yaşanan süreçlerin bir deja vu’su.

Özünde Bankacılık Birliği, diğer tüm AB düzenlemeleri gibi, sadece piyasanın büyük aktörlerini kayırdı. Daha katı ve karmaşık düzenleyici sistem —örneğin Basel III— yalnızca büyük bankaların sahip olduğu kaynakları gerektiriyor. AMB yalnızca büyük bankaları denetlerken, küçük bankaları yerel makamlara bırakıyor. Bu durum, örneğin krediye erişimde asimetrilere yol açıyor. En büyük bankalar AMB üzerinden —bazen negatif faiz oranlarıyla— finanse edilebilirken, küçük bankalar daha yüksek faiz oranlarıyla finanse edilmek zorunda kalıyor. Bu sermaye yoğunlaşması, siyasi güç ve lobicilik yoğunlaşmasına yol açarak büyük ile küçük, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi.

Aynı senaryo TYB için de geçerli olabilir mi?

Dolayısıyla, iyi niyetle tahmin edilebilir ki, TYB sonucunda da tam olarak aynı şey yaşanacak. Her iki teşebbüs de aynı sakat mantığı yansıtıyor: Bankacılık Birliği, bankalar için katı kurallarla —ancak borçları dayanışma içinde üstlenme zorunluluğu olmadan— bankaların risklerini toplumsallaştırdı. Bu, bugün Orta Çağ’da sadece yoksullara yönelen “açgözlülük günahının” modern bir varyasyonu.

TYB ise, savunma gibi siyasi projelerin finansmanını toplumsallaştırmayı ve bundan doğan riskleri vatandaşlara yıkmayı hedefliyor. Bunun ardındaki niyet açık ve üye ülkelerin, devlet başkanları ve başbakanları da dahil olmak üzere, boyun eğen, pasif ve uysal durumunu yansıtıyor.

Bankacılık Birliği, tüm neoliberal sonuçlarıyla birlikte bir finansal krizi gerekçe olarak ihtiyaç duyarken, TYB buna bile ihtiyaç duymuyor. Savaş için oluşan fikir birliği o kadar derin ki, propaganda odakları pek bir şey yapmak zorunda kalmadı, zira Ukrayna’daki savaş yeterli gerekçeyi sundu.

TYB’nin büyük kazananları, BlackRock ve Allianz gibi, yeni tasarruf mevduatı piyasalarında hakim olacak büyük varlık yöneticileri olacak. PEPP gibi standartlaştırılmış ürünler, küçük yatırımcıları değil, küresel aktörleri tercih edecek. Riskleri vatandaşlara, işçilere ve ailelerine kaydırırken, kârlar finans elitine akacak, tıpkı Bankacılık Birliği’nde olduğu gibi.

Sonuç basit: Daha fazla merkeziyetçilik ve dolayısıyla daha az finansal demokrasi, bu da halihazırda devasa olan ve büyüyen zengin-yoksul uçurumunu daha da derinleştirecek. Gerçek şu ki, von der Leyen “yasalarından” birini her imzaladığında reel ücretler geriliyor ve asalak oligarşi yıldan yıla büyüyor.

Tıpkı Bankacılık Birliği’nin çeşitlendirilmiş ve rekabetçi bir sistem yaratmayı başaramayıp bunun yerine büyük bankaların gücünü pekiştirmesi gibi, TYB de aynı limana doğru yol alıyor. AB, sermaye yoğunlaşması ve pazar payı için sınırlar koymazsa ve küçük tasarruf sahipleri için gerçek garantiler talep etmezse —ki bu, ilan edilen 800 milyar avroluk “özel varlığı” çekme niyetini kısıtlardı— “finansal entegrasyon”, AB vatandaşlarının parası üzerinde daha sıkı kontrolden başka bir şey olmayacak.

Pratikte her zaman aynı devlere fayda sağlayan bir yapıya güvenmeye değer mi? Bu soru, ABD’li varlık yöneticisi BlackRock’un Tasarruf ve Yatırım Birliği’nin en büyük yararlanıcılarından ve önde gelen destekçilerinden biri olacağı düşünüldüğünde tamamen yeni bir boyut kazanıyor. Yeni şansölye Friedrich Merz ile bu şirket arasındaki bağlantılar hiç de tesadüfi değil, tıpkı yine Almanya kökenli olan Ursula von der Leyen’in bu kadar kararlı bir şekilde başka bir fiyaskoya doğru gitmek istemesinin tesadüf olmadığı gibi.

Tüm bunların yanında, bu senaryonun yeni sömürgeci da imaları var: Savunma ve enerjinin ABD’nin kucağına bırakıldığı yetmezmiş gibi, şimdi onlara Avrupalı işçilerin kıt kanaat birikimleri de teslim ediliyor.

Sosyal güvenlik sistemleri tehdit altında

Ancak TYB’nin yol açabileceği potansiyel zararların bununla sınırlı değil. İlk bakışta TYB fikri —Avrupalıların tasarruflarını merkezi olarak yönetmek ve yeşil altyapı, yenilikçi teknolojiler ve diğer öncelikli alanlar gibi stratejik projelere yatırım yapmak— cazip görünüyor. Ancak bu girişimin başat destekçilerine ve Avrupa ekonomi politikasındaki son gelişmelere bakıldığında, bu projenin yaşam koşullarını daha da kötüleştirmek için tüm ön koşulları taşıdığı açıkça görülüyor ve ABD’de halihazırda hüküm süren sefalete kapı aralıyor. Orada işçi sınıfına, istikrarlarının bir tür “pasif gelir”e ve sistemin sahiplerininkiyle rekabet edebilecek sözde bir “finansal okuryazarlığa” bağlı olduğuna dair çocukça bir inanç aşılandı. ABD’den sonra şimdi sıra, aslında dayanışmacı sosyal güvenlik ağları için ayrılması gereken Avrupalı işçilerin gelirlerini agresif bir biçimde hedef almaya gelmiş gibi görünüyor.

TYB duyurusunun, geleneksel olarak kamuya ait veya karşılıklılığa dayalı sektörlerin özelleştirilmesi yönündeki artan baskının tam ortasında yapılması tesadüf değil. Devlet emeklilik fonlarından sosyal sigorta sistemlerine ve karşılıklı sigortacılığa kadar, varlıkları ve sorumluluğu kamu alanından çıkarıp özel ellere teslim etme yönünde açık bir eğilim mevcut. Genellikle “modernleşme”, “şeffaflık”, “rasyonellik” veya “verimlilik” gibi sloganlarla gizlenen bu süreç eşitsizliği derinleştiriyor. Kamu emeklilik sisteminin getirileri ile özel bir sistemin getirileri karşılaştırıldığında, büyük şirketlerin neden ilkine saldırdığı anlaşılıyor: Çok fazla paranın “yanlış ellere” gittiğini düşünüyor olmalılar.

TYB’nin uygulanmasından sonra, bilindik “sosyal sigorta reformu”, “herkes için serbest emeklilik seçimi” ve “acil demografik uyum” taleplerini duyacağız. Ve tüm bunlar tek bir amaç için: Sosyal sigorta fonlarını azaltmak ve TYB’nin finansal ürünleri için mevcut fonları artırmak ya da başka bir deyişle, BlackRock & Co.’nun lehine. Merkez sağ, sol liberal, sosyal demokrat veya gerici muhafazakar hükümetler üzerindeki baskı muazzam olacak ve neredeyse kesinlikle sonunda “AB bizi buna zorladı” gerekçesine yol açacak.

Militarizasyonun finansmanı

Militarizasyonun finansmanı madalyonun diğer yüzü ve TYB’nin en güçlü siyasi teşviklerinden birini oluşturuyor. Daha önce bahsedilen tüm sistemik ve siyasi risklerin yanı sıra, savaş tehlikesini de beraberinde getiriyor. Merz, von der Leyen veya Macron gibi isimler bir kez tepeden tırnağa silahlandıklarında acaba ne yapacaklar? İşçi sınıfının sömürülmesi tamamlandıktan sonra, bir sonraki yağma projesi nereye yönelecek?

AB, bilindik bir ikilemle karşı karşıya: İstikrar ve Büyüme Paktı gibi bütçe kurallarını ihlal etmeden savunmaya yönelik devasa yatırımlar nasıl finanse edilecek? İşte burada TYB devreye giriyor: Özel sermayeyi seferber etmek, kritik altyapı veya çift kullanımlı teknolojiler için özel yatırım fonları aracılığıyla savunma gibi stratejik sektörlere uzun vadeli yatırımları kolaylaştırmak, sürdürülebilir enerji güvenliği ve askeri projeler için “savunma tahvilleri” gibi özel yeşil veya sosyal tahviller ihraç etmek, yaşlılık güvencesinin (PEPP) bir kısmını tahsis ederek veya emeklilik fonlarını “uygun” risk profiline sahip savunma projelerine yönlendirerek kurumsal tasarrufu teşvik etmek; gerekli fonları seferber etmek için birçok strateji mevcut.

TYB kapsamındaki bir diğer seçenek de, silah şirketlerinin halka arzlarını, sermaye artırımlarını veya borçlanma senedi ihraçlarını kolaylaştırmak için kuralların uyumlaştırıldığı bir “savunma için sermaye piyasası” yaratmak. Son olarak, vergi engelleri de kaldırılabilir. Bazı AB ülkeleri silahlara yapılan yatırımları vergilendiriyor ama yerel projeler için istisnalar yaratılabilir, bu da daha düşük vergi yükü nedeniyle savunmayla ilgili projelere yatırımı daha cazip hale getirir. Başka bir deyişle: Avrupalı vergi mükellefleri, artan savaş riskini kendi ceplerinden finanse edecekler.

Avrupa Savunma Fonu (EVF) şu anda AB bütçesinden finanse ediliyor, fakat hacmi sınırlı. Daha entegre bir para birliği ile, Avrupa Yatırım Bankası (EIB) gibi yatırım bankaları aracılığıyla savunma tahvilleri ihraç etmek gibi kamu-özel ortaklıklarına dayalı stratejiler uygulanabilir. Konut veya demiryolu sektöründe asla uygulanmayan şeyler, şimdi savaş durumu için hazırlanıyor ve bundan doğan kârlar özel çıkarlara ayrılıyor. Savunma alanında kitle fonlaması gibi fikirler, yani siber güvenlik veya drone teknolojisi gibi çok övülen start-up’lar için küçük yatırımcılardan para toplamak (ki bunlar daha sonra büyük şirketler tarafından satın alınacak), bu sistemi yönlendiren beyinlerin yaratıcılığının sadece bir başka örneği. Görüldüğü üzere TYB, Avrupa’daki sıradan insanlara fayda sağlamayan bir olasılıklar evreni açıyor.

Gönüllülük aldatmacası

Bu senaryo basit bir spekülasyon değil. Gerçek şu ki: TYB’nin getirilmesi önerisi, AB’nin yeni bir silahlanma döngüsüne ve genişletilmiş bir Avrupa Savunma Fonu’nun oluşturulmasına bel bağladığı bir zamanda, savunma sektörünün finansmanını öngörüyor. Girişimin hazırlanması görevlendirmesinin bir parçası olan Draghi Raporu, savunmayı Avrupa özel sermayesini seferber etmek için öncelikli bir alan olarak tanımlıyor. Böylece TYB, sadece özel tasarrufların silahlanma sektörüne yönlendirilmesine izin vermekle kalmıyor, aynı zamanda vatandaşları daha yüksek getiri vaadiyle AB savunma sanayiinin genişletilmesinde hiçbir şeyden habersiz suç ortakları haline getirebilir.

Bu gelişmenin bir başka sonucu da, aslında sosyal alana fayda sağlaması gereken kaynakların başka yöne çevrilmesi olacak. Avrupa Komisyonu, vatandaşların katılımının her zaman gönüllü kalacağını ve tasarruflara el konulması gibi bir plan olmadığını vurguluyor. Ancak yatırımları çeşitlendirmeye dönük kurumsal baskı ve daha yüksek getiri vaadi, pratikte geleneksel tasarruf biçimlerini marjinalleştirebilir ve vatandaşları varlıklarını Brüksel’in stratejik hedefleriyle uyumlu finansal ürünlere yönlendirmeye itebilir. Gönüllülük retoriğinin arkasında, refah devletinin rolünün —ve düz vatandaşın tasarruflarının akıbetinin— derinlemesine yeniden şekillendirilmesi yatıyor.

Elbette, şirketlerin açgözlülüğünü yaklaşan bir savaşın adrenalin patlamasıyla birleştirmekten daha tehlikeli bir şey yok. Büyük sermaye artık sadece savaştan kâr elde etmekle kalmayıp, savaşa yatırım yapmaya başladığında, herkes hayati tehlikeye girer. Böyle giderse gelecekte her bir AB vatandaşı, daimi savaş ekonomisinin neferleri olacak.

Avrupa

Avrupa Dörtlüsü, ABD’nin NATO rolünü devralabilir mi?

Yayınlanma

ABD’nin NATO ittifakında bıraktığı boşluğu Almanya, Britanya, Fransa ve Polonya’nın kapatabileceği öne sürülse de bu grup Amerika liderliğindeki ittifaktan çok daha savunmasız olacak.

Politico’da yer alan analize göre Donald Trump ilk kez başkan olduğunda NATO’dan neredeyse çıkıyordu; şimdi yeniden göreve geldi ve “her zamankinden daha öngörülemez.”

Bu hafta Lahey’de bir araya gelecek NATO liderleri, ABD ‘aşkanının Ukrayna’yı terk edeceğinden endişeli. Onu yatıştırmak ve Rusya karşısında Avrupa’yı yalnız bırakmamasını sağlamak için büyük bir savunma harcaması artışını kabul etmeleri bekleniyor.

Politico’ya göre Avrupa’nın sorunu, ABD’nin daha az müdahalesini gerçekten telafi edebilecek belirgin bir ülke veya Almanya, Britanya, Fransa ve Polonya gibi bir ülke grubu olmaması.

Ayrıca Avrupa ülkeleri, her biri büyük mali, askeri ve siyasi zorluklarla karşı karşıya.

‘ABD oyun alanına düzen getiriyordu’

Üst düzey bir Fransız askeri yetkili, “Amerikan liderliğinin avantajı, o kadar üstün, büyük ve iyilikseverdi ki kimse buna itiraz edemiyordu: Oyun alanına düzen getirdi, kararların kim tarafından alındığına dair hiçbir şüphe yoktu” diyor.

Washington’un NATO veya Avrupa güvenliğinin arkasındaki itici güç olmadığı bir durumda, “artık gerçek bir alfa erkek kalmaz” diye ekleyen Fransız yetkili, “Başka hiç kimse güç kullanarak üstünlüğünü iddia edemez,” ifadelerini kullanıyor.

Politico ve WELT, ondan fazla mevcut ve eski Avrupalı ve Amerikalı politika yapıcı, askeri yetkili ve akademisyenle, Amerika’nın rolünün azalması durumunda NATO ve Avrupa güvenliğinin nasıl olacağı konusunda konuştu.

Herkes ABD’nin NATO’dan gerçekten çekilmesinin olası olmadığını vurgularken, askeri ittifakın değişmesi gerektiği ve bunun diğer ülkeleri daha fazla liderlik rolü üstlenmeye itebileceği konusunda geniş bir mutabakat var.

Bu arada, müttefik liderler Trump’ın Lahey’den mutlu ayrılmasını sağlamak için ona karşı dikkatli davranacaklar.

Eski Litvanya Dışişleri Bakanı Gabrielius Landsbergis, “ABD’nin Avrupa’da kalacağını ve karşılıklı savunma taahhüdünü teyit edeceğini ummak yerine, bir nedenden ötürü ABD’nin orada olmaması veya beklediğimiz şekilde davranmaması durumunda bunun nasıl işleyeceğini düşünmeliyiz,” uyarısında bulundu.

Avrupa’da değişim kaçınılmaz

Avrupalılar on yıllardır ABD’ye güveniyordu. Washington’un konvansiyonel ve nükleer silahları, ortak askeri, iktisadi, siyasi ve kültürel bağlara dayanan transatlantik ittifakta temel “güvenlik” sağladı.

Politico’ya göre tüm bunlar şimdi değişiyor ve Avrupa’yı kendine bazı zor sorular sormaya zorluyor.

ABD yönetimi, Rusya’nın önümüzdeki beş yıl içinde NATO topraklarına saldırı düzenleyebileceği endişelerinin artmasına rağmen, Avrupa’da konuşlanmış bazı ABD askerlerinin başka yerlere yeniden konuşlandırılıp konuşlandırılmayacağını değerlendirmek için bir inceleme yürütüyor.

Washington, NATO’ya bağlı kalacağını ısrarla vurguluyor fakat değişiklikler kapıda. ABD’nin NATO Büyükelçisi Matthew Whitaker, NATO zirvesinden sonra müttefiklerle ABD askerlerinin azaltılması konusunda görüşmelere başlayacaklarını söyledi.

Ayrıca, müttefikler ordularına yeterli miktarda para yatırdığı sürece ABD’nin NATO’nun ortak savunma maddesi olan 5. maddeye bağlı olduğunu da belirtti.

Birçok Avrupa başkentinde, ABD’nin güvenilir bir müttefik olmayabileceği fikrine karşı isteksizlik var. Landsbergis, “Bu birçokları için rahatsız edici bir konu. Bunu konuşma fırsatına sahip olduğum için kendimi ayrıcalıklı hissediyorum, çünkü bakan olduğum zamankinden daha özgürüm. Birçok kişi, bu konuyu açarsan NATO’yu zayıflatırsın diye düşünüyor,” diye konuşuyor.

Doğu Avrupa’da ABD’ye ihtiyaç sürüyor

Rusya’ya ne kadar yakın olunursa, Amerika ve onun askerleri, tankları, savaş uçakları, füzeleri, ağır yük taşıma kapasitesi ve nükleer silahlarının buradan ayrılmayacağına dair ısrar o kadar güçlü oluyor.

Polonya Savunma Bakan Yardımcısı Paweł Zalewski, “Amerikalıların NATO kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirdiğini teyit edebilirim. Aramızdaki iletişim ve işbirliği çok iyi. Trump’ın söylemleri, Avrupalıları kendi kıtalarının savunmasına daha fazla yatırım yapmaya ikna etmeyi amaçlıyor. Bu işe yarıyor ve Polonya olarak bundan memnunuz,” diyor.

Birçok Avrupalı da Trump’ın bu tavrının geçip transatlantik ilişkilerin geçmiş on yıllardaki alışılagelmiş düzene döneceğini umuyor.

SIPRI’den Kunz, “Avrupalılar arasında sorunun boyutu ve süresi konusunda anlaşmazlık var. Hâlâ, 2028’de Beyaz Saray’a iyi bir adamın dönmesiyle normale dönebileceğimiz veya Trump ile anlaşmalar yapabileceğimiz için hemen bir B planı düşünmenin anlamsız olduğunu düşünenler var,” iddiasında bulunuyor.

Başkentlerin, Avrupa’nın güvenliğinde ABD’nin daha az rol oynadığı bir geleceği düşünmek istememelerinin birçok nedeni var. Yetkililer, bu konuyu kamuoyunda tartışmanın bile “Putin’e karşı zayıflık” izlenimi verebileceğini savunuyor.

Bunun nedenlerinden biri, ABD’nin askeri teçhizatını ve desteğini ikame etmenin ne kadar zor olacağı. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsünün (IISS) geçen ay yayınlanan bir araştırmasına göre, ABD silahlarının ve 128.000 askerinin aynı özelliklere sahip muadilleriyle değiştirilmesinin maliyeti 25 yılda yaklaşık 1 trilyon dolara ulaşacak.

En acil bağımlılıklar, uydular, derin vuruş kabiliyetleri, havada yakıt ikmali ve taktik nakliye gibi kritik öneme sahip unsurlar.

Alman Hıristiyan Demokrat milletvekili Norbert Röttgen, “Amacımız NATO içinde ABD’nin yerini almak değil, onu daha fazla Avrupa kapasitesiyle tamamlamaktır. Güvenilir bir nükleer caydırıcılık gibi bazı ABD kapasiteleri, Avrupalılar tarafından uzun yıllar boyunca sağlanamazdı,” diyor.

Bu konudan kaçınmanın diğer bir nedeni de, Politico’ya göre, “kendi kendini gerçekleştiren kehanet” korkusu: Avrupa öne çıkıp kıtanın savunma yükünün çoğunu üstlenirse, bu ABD’nin NATO’daki rolünü daha da azaltması için bir bahane olabilir, ki bu da çoğu Avrupalının istemediği bir durum.

Eski Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, “ABD’nin Avrupa’dan ayrılma olasılığı söz konusu olduğunda, bu gelişmeyi hızlandıracak hiçbir şey yapmamalıyız,” diyor.

Polonya ve Litvanya gibi ön saflarda yer alan ülkelerin yanı sıra, Birleşik Krallık da kendi stratejik çıkarları ile ABD’nin çıkarları arasındaki farklılıklar konusunda herhangi bir tartışmayı kesintiye uğratma konusunda özellikle katı bir tutum sergiliyor.

İngiliz bakanlar ve yetkililer, kamuoyunda ve özel görüşmelerde, ABD’nin NATO’ya bağlılığının tam olduğunu vurgularken, Avrupa ülkelerinin kendi savunmaları konusunda daha fazla sorumluluk alması gerektiğini kabul ediyor.

Örneğin savunma alanında deneyimli bir İngiliz milletvekili, Amerika’ya karşı “dikkatli” davranılması gerektiğini söylüyor.

Öte yandan birçok eski ve mevcut Avrupalı yetkili, Avrupalıların her türlü senaryoya hazırlıklı olması gerektiği konusunda uyarıda bulunuyor.

Fischer, “İki yol üzerinde düşünerek hazırlık yapmalıyız: biri Amerika ile, diğeri sadece Avrupa ile,” diye uyarıyor.

Avrupa koalisyonu mümkün mü?

NATO’nun geleceği hakkındaki tartışmaların çoğunda, Amerika’nın yerini almanın ortak bir çaba gerektireceği kabul ediliyor.

Geri çekilen Amerika’nın yerini almaya yönelik ilk örneklerden biri, Kiev’e askeri yardımı koordine etmek için ABD tarafından kurulan gayri resmi bir oluşum olan Ukrayna Savunma Temas Grubu. Washington, Trump döneminde grubun liderliğini bıraktı ve şu anda Almanya ve İngiltere ikilisi tarafından yönetiliyor.

Bir diğer örnek ise, ateşkes durumunda Ukrayna’ya güvenlik garantisi sağlamak için Londra ve Paris’in öncülüğünde kurulan “istekliler koalisyonu.”

Bu, hiçbir Avrupa ülkesinin, savaştan bu yana ABD’nin yaptığı gibi Avrupa güvenliği konusunda tek başına liderlik iddiasında bulunamayacağını gösteriyor.

Fischer, Politico ve WELT’in görüştüğü çoğu kişinin görüşünü yineleyerek, “Fransa, İngiltere, Almanya, Polonya; bunlar belirleyici faktörler olacak. Küçük Baltık ve İskandinav ülkeleri de önemli bir sese sahip olacak,” diyor.

Eski milletvekili ve eski Fransız savunma bakan yardımcısı Jean-Louis Thiériot’ya göre, ABD’nin liderlik rolündeki azalmayı telafi etmek için “genellikle bir koalisyon senaryosu içinde” bulunuyorlar.

Ne var ki eski milletvekiline göre Almanya, Fransa ve Polonya’dan oluşan Weimar Üçgeninin ötesine geçip bu koalisyonu İngiltere’yi de içerecek şekilde genişletmek çok önemli, dedi. 

Milletvekili, dört ülkenin her birinin masaya kendi varlıklarını getireceğini açıkladı: Paris ve Londra nükleer güçler, Berlin iktisadi ağırlık merkezi, Varşova ise Rusya tehdidini çok iyi anlıyor ve Avrupa’nın en büyük ordusuna (Türkiye hariç) ve gayri safi yurtiçi hasılanın en yüksek savunma bütçesine sahip NATO ülkesi.

Ne var ki her ülke aynı zamanda zayıf halka da olabilir. Liderlik rolünü üstlenmeye en istekli iki ülke olan Fransa ve İngiltere’nin savunmaya harcayacak parası olup olmadığı belirsiz.

Fransa’nın kamu maliyesi çok kötü durumda ve Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ülkesinin savunma harcamalarını nasıl artıracağını hâlâ açıklamadı. Ayrıca, Fransa’nın NATO’ya tam bağlılığı oldukça yeni ve ön saflardaki ülkelerle güven ilişkisi hala gelişme aşamasında.

Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer de benzer bütçe baskıları altında ve aynı zamanda bir güvenilirlik sorunu ile karşı karşıya. İngiliz RUSI düşünce kuruluşunda araştırmacı Ed Arnold, 2025’te kurulacağı vaat edilen yeni kara kuvvetleri tümeninin 2030’a ertelendiğini hatırlatarak, “Sorun her zaman NATO’ya çok şey vaat etmemiz, ama vaatlerimizi yerine getirmememiz olmuştur,” diyor.

Geleneksel olarak Amerika yanlısı Polonya, Trump yönetimine bir köprü görevi görebilir, fakat milliyetçi-muhafazakâr Hukuk ve Adalet’in (PiS) desteklediği Karol Nawrocki’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki zaferi, Başbakan Donald Tusk’ı zayıflattı.

Tusk’ın hükümeti, 2027’deki parlamento seçimlerine kadar sürekli bir kriz içinde kalacak ve iç siyasi felç, dış politikada daha az ağırlık kazanmasına neden olacak.

Polonya, artan savunma harcamalarının yol açtığı hızlı büyüyen bütçe açığı nedeniyle de alarm zillerini çalıyor.

Almanya’ya gelince, Şansölye Friedrich Merz’in, seçim kampanyasında ABD’den daha fazla özerklik gerektiğine dair büyük açıklamalara rağmen, liderlik rolünü üstlenme konusundaki siyasi iradesine şüpheler var.

‘Popülist dalga’ Avrupa’yı sararsa işler sarpa sarabilir

Daha önce bahsedilen Fransız askeri yetkili, Fransa, İngiltere ve Almanya’daki popülist, sağ partilerin liderlerine atıfta bulunarak, “Bugün Macron, Starmer ve Merz ile işe yarayan şeyler, yarın Marine Le Pen, Nigel Farage ve Alice Weidel ile işe yaramayabilir. Bugün olduklarının tam tersi haline gelebilecek ülkelerle nasıl bir şey inşa edilebilir?” diye soruyor.

Alman Marshall Fonunda araştırma görevlisi Gesine Weber, “Herkes bunun [işbirliği için] bir fırsat penceresi olduğu konusunda hemfikir, ancak iki nükleer gücün iç siyasi gidişatı, diğer Avrupalıları onların gelecekteki güvenilirliği konusunda şüpheye düşürüyor,” diyor.

Fakat bu durumun mevcut Avrupalı liderlerin birlikte çalışmasını engellememesi gerektiğini de ekliyor.

Weber, “Avrupalılar için önemli olan, Fransa veya Birleşik Krallık’taki gelecekteki hükümetlerin savunma ittifaklarına daha az bağlı olacağından korkarak felce uğramamak. Ölümden korktukları için intihar etmemeleri çok önemli,” diye belirtiyor.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Asya Altyapı Yatırım Bankası, Londra’da şube açmak istiyor

Yayınlanma

Trump yönetimi Çin’e karşı sert bir tutum sergilerken, Çin liderliğindeki Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB) bu yıl Londra’da ilk Avrupa ofisini açmayı planlıyor.

2013 yılında Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) kapsamında kurulan ve merkezi Pekin’de bulunan AIIB, yeni Londra ofisini bankanın küresel kalkınma projelerini desteklemek için fon sağlamak amacıyla kullanmayı hedefliyor.

Bu hamle ABD-Birleşik Krallık ilişkileri düşünüldüğünde oldukça tartışmalı olabilir. Başbakan Keir Starmer, bir yıl önce iktidara geldiğinden beri Çin ile ilişkileri yeniden kurmak için çalışıyor. 

Fakat geçen ay ABD ile imzalanan ticaret anlaşması, Donald Trump’ın küresel güçle sürdürdüğü ticaret savaşı nedeniyle Londra’yı Pekin ile ticaretini kısıtlamaya zorlayabilecek hükümler içeriyor.

Britanya-Çin finans bağlantısı ABD’nin hoşuna gitmeyecek

Chatham House’da Çin uzmanı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews POLITICO’ya yaptığı açıklamada, “Trump yönetiminin, ticaret konusunda Çin’e karşı ABD ile aynı çizgiye gelmesi için Birleşik Krallık’a uyguladığı baskı göz önüne alındığında, Londra’da bir AIIB merkezinin kurulmasını hoş karşılayacağını sanmıyorum,” dedi.

AIIB, KYG’nin bir aracı olduğu yönündeki iddiaları kesin bir dille reddediyor. KYG, Asya, Avrupa ve Afrika arasında ticaret yolları kurma çabasının bir parçası olarak eski “İpek Yolu”nu örnek alıyor, fakat eleştirmenler bunu Pekin’in dış politika hedeflerini yürüttüğü bir araç olarak görüyor.

Bir AIIB sözcüsü, “Projelerimizden bazılarının müşterilerimiz tarafından KYG ile ilgili projeler olarak tanımlanabileceğini kabul ediyoruz, fakat bu projeler öncelikle Çin hükümeti tarafından değil, müşterilerimiz tarafından finansman için bize sunuldu,” dedi.

Neden Londra?

AIIB’nin Londra merkezi, bankanın küresel kredi projelerini destekleyecek özel yatırımcılar ararken, yıl sonundan önce açılması ve 5 ila 10 çalışandan oluşması bekleniyor.

Londra’nın bankacılık ve varlık yönetimi referansları, derin sermaye havuzları ve Kuzey Amerika ile Asya arasındaki saat farkı, onu Batı ve Doğudaki yatırımcılar arasında bir köprü haline getiriyor.

Başka bir kaynak, Londra’nın Frankfurt, Lüksemburg ve Paris gibi Avrupa’daki diğer rakip şehirleri geride bırakmasının nedeninin “finansal piyasalara ve diğer önemli saat dilimlerine daha yakın olması” olduğunu söyledi.

AIIB sözcüsü, “Asya ve Avrupa dahil olmak üzere başka yerlerde de az sayıda ek merkez ofis açma olasılığını araştırıyoruz fakat henüz kesin bir karar vermedik,” dedi.

Ayrıca Singapur ve Hong Kong’da da yeni ofislerin açılması bekleniyor.

Brexit, Londra’nın küresel finans merkezi olma konumunu zayıflatmadı

Aralık ayında Londra’da düzenlenen Birleşik Krallık-Çin yatırımcı forumunda konuşan bankanın başkanı ve yönetim kurulu başkanı Jin Liqun, Brexit’in Londra’nın küresel finans merkezi konumunu zayıflattığına dair “hiçbir işaret” olmadığını savundu.

Jin, Londra’nın finansal hizmetler alanındaki “karşılaştırmalı üstünlüğünün” azalmadığını belirtirken, Avrupa ofisinin kurulmasının “rakip aday şehirlerle yapılacak müzakerelere bağlı” olduğunu söyledi.

Jin, birkaç hafta önce Birleşik Krallık Maliye Bakanı Rachel Reeves ile bir araya gelerek planları görüştü. Reeves’in, Jin’in yanında, üst düzey Hazine yetkilileri ve AIIB çalışanları ile birlikte çekilmiş bir fotoğrafı sosyal medyada paylaşıldı.

Maliye Bakanının Çinli yönetici ile görüşmesi hakkında kamuoyuna bilgi verilmiyor

Hazine Bakanlığı daha sonra, POLITICO’nun toplantının tutanaklarını talep eden bilgi edinme özgürlüğü talebini, “Birleşik Krallık’ın uluslararası ilişkilerine zarar verebileceğini” gerekçe göstererek reddetti.

Hazine Bakanlığı, “Hazine Bakanlığı ve Birleşik Krallık’ın AIIB ile olumlu ilişkilerini sürdürmesi son derece önemlidir ve toplantıyla ilgili bilgilerin açıklanması bu iyi ilişkilere zarar verebilir,” dedi.

Londra, Birleşik Krallıke-Çin ilişkilerinin “Altın Çağı”nda dönemin başbakanı David Cameron’ın liderliğinde çok taraflı bankanın kurucu üyelerinden biriydi.

Hazine Bakanlığı sözcüsü, “Birleşik Krallık, AIIB’nin kurucu üyesi olarak konumunu, güvenli iktisadi büyümeyi teşvik eden yüksek kaliteli altyapı yatırımlarını desteklemek için kullanıyor,” dedi.

AIIB sözcüsü, Birleşik Krallık’ın “bir merkez ofisi barındırmaya ilgi gösterdiğini” söyledi.

AIIB’nin başına ÇKP yöneticisi gelebilir

Boston Üniversitesinde ekonomi okumadan önce Shakespeare üzerine çalışan ve kızı şu anda Londra Ekonomi Okulunda (LSE) çalışan yapan “İngiliz hayranı” Jin, AIIB’deki ilk on yılını doldurmaya hazırlanırken, Londra’daki genişlemeyi denetliyor.

Bankanın üyeleri, 24 Haziran’da Pekin’de yapılacak yıllık konferansta yeni başkan için oy kullanacak.

Oy haklarının yüzde 27’sine sahip bankanın en büyük hissedarı olan Çin, Jin’in halefi olarak eski Maliye Bakan Yardımcısı Zou Jiayi’yi aday gösterdi.

Zou, son olarak Çin Komünist Partisi’nin en üst siyasi danışma organı olan ve önemli politika kararlarını alan kurumun genel sekreter yardımcılığını yapıyordu.

Birleşik Krallık’ın oy hakkı yaklaşık yüzde 3. Hindistan, Rusya, Almanya, Güney Kore ve Avustralya, uzmanların Washington’un hakimiyetindeki Dünya Bankası’na Çin’in cevabı olarak nitelendirdiği bankadaki 110 üye ülke arasında en büyük hissedarlar.

Pekin’den Londra’ya ‘nüfuz operasyonu’ iddiası

Zou’nun adaylığı, Pekin’in bankanın yönetimi üzerindeki etkisiyle ilgili uzun süredir devam eden endişeleri yeniden alevlendirdi.

AIIB’nin eski İletişim Direktörü Bob Pickard, POLITICO’ya verdiği demeçte, “AIIB’nin etkisi ve kredi verme uygulamaları açısından bu bankanın Çin’in bir nüfuz operasyonu olduğunu düşünüyorum,” dedi.

Pickard, bankada 15 ay görev yaptıktan sonra Haziran 2023’te ani bir şekilde istifa etmiş ve kurum içinde “ÇKP üyelerinin birçok önemli pozisyonda güç kullandığını” ileri sürmüştü.

Kanada, birkaç gün sonra AIIB’ye katılımını askıya aldı ve Pickard’ın iddialarına ilişkin soruşturması iki yıl sonra hâlâ devam ediyor.

AIIB, Pickard’ın iddialarını reddetti ve iç inceleme sonucunda “Yönetim Kurulu veya Yönetim’in kararları üzerinde haksız etki olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmadığını” açıkladı.

AIIB sözcüsü, “Başkan Jin, AIIB’nin bağımsız, çok taraflı bir kurum olduğunu, üyeler tarafından yönetildiğini ve Çin dahil hiçbir hissedara bağlı olmadığını sürekli ve kesin bir şekilde belirtmiştir,” dedi.

Sözcü, “Proje onaylarından liderlik atamalarına kadar her konuda bankanın karar alma süreci, kritik konularda %75’lik çoğunluk dahil olmak üzere geniş bir konsensüs gerektirir. Bu bazen Çin’in veto hakkı olarak görülür, fakat OECD ülkeleri de fiilen veto hakkına sahiptir,” diye ekledi.

Diğerleri ise ÇKP’nin kontrolünün giderek arttığına dair iddiaları reddediyor. Örneğin eski AB Çin Ticaret Odası Başkanı Joerg Wuttke, “Birkaç yıl öncesine kadar, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında onaylanan tek bir proje bile yoktu. Hiçbiri. Çinli şirketler bu durumdan çok öfkeliydi,” dedi.

ÇKP’nin müdahalesi iddialarının “tamamen abartıldığını” söyleyen Wuttke, AIIB Başkanı Jin’in “projeleri siyasallaştırmaktan uzak tutmayı” başardığını ve ayrıca “AIIB’yi [Çin’in] devlet şirketlerinin erişiminden uzak tuttuğunu” savundu.

Azerbaycan, Kazakistan ve Türkiye’ye AIIB kredileri

Fakat Pickard, AIIB’nin küresel altyapı projelerine sağladığı finansmanın, “Çin’in öncelikli ilgi alanındaki ülkelerdeki komşu kredilere çok taraflı saygınlık kazandırarak [Kuşak ve Yol Girişimi]’nin genel etkisini güçlendirdiğini” söyledi.

Pickard, bankanın Vietnam’daki altyapı projeleri için 5 milyar dolarlık taahhüdünü “neredeyse boş bir çek” olarak nitelendirdi ve “Vietnam’ın Washington’a mı yoksa Pekin’e mi yönelmesi gerektiğini belirlemeye çalıştığı kritik bir dönemde [bu oldu],” dedi.

AIIB’nin son kredi kayıtları da KYG ile bağlantılı projeleri gösteriyor. Geçen yıl Azerbaycan’da düzenlenen küresel iklim konferansında, banka 160 milyon dolarlık bir anlaşma imzalayarak iki güneş enerjisi santralinin finansmanını sağladı. Nisan ayında Azerbaycan ve Çin, KYG’nin faydalarını öven Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Stratejik Ortaklık Bildirisi imzaladı.

KYG’den yararlanan Türkiye, geçen yıl AIIB’den 150 milyon dolarlık kredi aldı, Kazakistan ise 2019’da büyük bir rüzgar santrali için 47 milyon dolarlık kredi aldı.

‘ABD ile sürtüşmeye neden olsa bile İngiltere kendi ulusal çıkarlarına öncelik vermeli’

AIIB başkanını tanıyan, finans alanında deneyimli üst düzey bir İngiliz iş temsilcisi, “Londra üzerinden oldukça fazla altyapı finansmanı geçiyor. AIIB için bunun faydası, muhtemelen daha fazla uluslararası anlaşma akışı görecek olmaları,” dedi.

Chatham House’un kıdemli Çin araştırma görevlisi Matthews, “Beyaz Saray’ın endişesi daha çok Birleşik Krallık’ın taraf seçmesi ve ÇKP’nin etkisine maruz kalması olacak,” dedi.

Çin’in gücü artmaya devam ederken, Birleşik Krallık “ABD ile sürtüşmeye neden olsa bile, kendi uzun vadeli ulusal çıkarlarına göre kararlar almalı” diye de ekledi.

Matthews, İngiltere’nin AIIB üyeliğinin devam etmesinin “en azından bankanın nasıl gelişeceği üzerinde bir miktar etki sahibi olmasını sağladığını” ileri sürdü.

Uzman, “Bunun önemli bir parçası, Çin Komünist Partisi’nin doğasını ve AIIB dahil olmak üzere nasıl etki yarattığını net bir şekilde anlamak ve gerektiğinde buna karşı çıkmak,” dedi.

Matthews, “Birleşik Krallık için asıl büyük resim, İşçi Partisi hükümetinin Çin politikasının Trump yönetimi ile ilişkilerine kısa vadeli siyasi etkisi değil, Çin’in giderek daha fazla nüfuz kazandığı bir dünyada iktisadi ve jeopolitik önemini korumak için uzun vadeli stratejik zorluktur,” diye açıkladı.

Okumaya Devam Et

Avrupa

İran ABD’yi vurursa İngiltere ne yapacak?

Yayınlanma

İngiltere Başbakanı Keir Starmer, ABD’nin saldırıya uğraması halinde ülkesinin askeri destek sağlayıp sağlamayacağı konusunda açıklama yapmayı reddetti.

İngiltere, Natanz, İsfahan ve Fordow nükleer tesislerine yönelik Amerikan saldırısına fiili olarak katılmadı.

Haberlere göre ABD, saldırı için İngiltere ordusunun desteğini de talep etmedi. Bu destek, Kıbrıs’taki RAF Akrotiri üssündeki Typhoon savaş uçaklarının desteği veya Diego Garcia askeri üssünün bombalama için üs olarak kullanılması şeklinde olabilirdi.

Bu, geçen hafta Başsavcı Lord Hermer’in, Birleşik Krallık’ın uluslararası hukuku ihlal edebileceği gerekçesiyle İsrail’in İran’a yönelik doğrudan saldırılarına katılmaması gerektiği yönündeki sızdırılan tavsiyesinin ardından geldi.

ABD’nin gece yarısı düzenlediği saldırılar hakkında konuşan Starmer, saldırıların yasallığı konusunda herhangi bir yorumda bulunmaktan kaçındı, fakat İran’ın nükleer programının “ciddi bir tehdit” olduğunu ve ABD’nin askeri müdahalesinin bu tehdidi “azaltacağını” ileri sürdü.

Haftalardır çatışmaya diplomatik bir çözüm bulunması için baskı yapan İngiliz lider, pazar günü ABD’nin eylemini desteklediğini belirterek, İran’ın asla nükleer silaha sahip olmaması gerektiği konusunda tutarlı bir tavır sergilediğini söyledi.

Sky News’in doğrudan sorduğu, gerekirse askeri destek sağlayıp sağlamayacağı sorusuna Başbakan, sadece bölge içinde değil, bölge dışında da gerginliğin tırmanma riski olduğunu söyledi.

Starmer, “Kendi çıkarlarımızı, personelimizi ve varlıklarımızı ve tabii ki müttefiklerimizin çıkarlarını ve varlıklarını koruyabilecek durumda olmak için bölgeye varlıklarımızı sevk ediyoruz,” dedi.

İngiltere’nin, NATO’nun toplu savunma ilkesinin 5. maddesi uyarınca İran’ın saldırısına uğraması halinde ABD’yi destekleyip desteklemeyeceği sorulan Starmer, “Neler olabileceği konusunda spekülasyon yapmayacağım, çünkü tüm odak noktam gerginliğin azaltılması. Fakat İngiltere’nin çıkarlarını ve personelini korumak ve müttefiklerimizin çıkarlarını korumak için gerekli tüm önlemleri aldığımızı kamuoyuna temin etmek isterim. Bu, beklenen bir şeydir,” yanıtını verdi.

Birleşmiş Milletler Şartı, ülkelerin yalnızca kendini savunmak, bir müttefiki savunmak veya BM Güvenlik Konseyi’nin askeri harekat izni veren bir karar alması durumunda saldırı başlatabileceğini belirtir. Bu tavsiye, ABD’nin çatışmaya müdahale etmeden önce hazırlanmıştı.

İş Dünyası ve Ticaret Bakanı Jonathan Reynolds, İngiltere güçlerinin saldırıya uğraması halinde kendini savunma konusunda durumun “açık ve net” olacağını belirtti fakat hukuki tavsiye hakkında daha fazla yorum yapmadı.

Bakan, Londra’nın İran’a saldırılardan “kısa bir süre” önce ABD tarafından bilgilendirildiğini doğrularken, hükümet yetkilileri bunun tam olarak ne zaman olduğunu açıklamayı reddetti.

Öte yandan Trump’ın saldırı emri, Starmer’ın “diplomatik çözüm” çağrısına rağmen geldi. Geçen hafta Kanada’da düzenlenen G7 zirvesinde Başbakan, Trump ile akşam yemeğinde bir araya geldikten sonra ABD’nin müdahale etmeyeceğini bile ima etmişti.

Gölge başsavcı Lord Wolfson, İran’a karşı askeri harekatın, toplu meşru müdafaa, İran’ın Birleşik Krallık üslerine ve personeline yönelik saldırılarını önlemek için “orantılı” önlemler alma hakkı ve İran’ın İsrail’e karşı “soykırım niyetini” gerçekleştirmesini engelleme hakkı tanıyan sözleşmeler uyarınca yasal olduğunu ileri sürdü.

Wolfson, Starmer’ı, “saldırının sonucunu memnuniyetle karşılarken, saldırının yöntemleri konusunda laf çevirdiği” iddiasıyla eleştirdi.

Lord Wolfson, X’te yayınladığı bir yazıda, “ABD ve İngiltere aynı hukuki konumdadır; dolayısıyla, Birleşik Krallık hükümetinin (bildirildiği üzere) İsrail’i desteklemek için tek başına saldırı amaçlı askeri harekat düzenleyemeyeceği yönündeki tutumu doğruysa, Birleşik Krallık hükümeti ABD’nin İran’ın nükleer reaktörlerine düzenlediği saldırının da yasadışı olduğunu kabul etmelidir. Birleşik Krallık hükümeti, sonuçları memnuniyetle karşılayıp araçlar konusunda laf çeviremez. Öyleyse: Hükümetimizin ABD’nin askeri müdahalesinin yasallığı konusundaki tutumu nedir? Ben destekliyorum. Keir Starmer destekliyor mu?” diye sordu.

Muhafazakâr gazete The Telegraph’ta Stephen Daisley imzasıyla yayımlanan bir makalede de, Trump’ın, İngiltere ve AB’nin küresel sahnede “ne kadar işe yaramaz olduğunu” gösterdiği ileri sürüldü.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English