GÖRÜŞ
Yunanistan’la deprem diplomasisi, ama nasıl?
Yayınlanma
Yazar
Hasan ÜnalYaşadığımız büyük felaket sırasında Yunanistan’ın hemen kurtarma ekipleri ve insani yardım göndermesi her türlü takdirin ötesindedir. Yunanistan dışişleri bakanı Dendias’ın bölgeye giderek taziyelerde bulunması ve Yunan basınının sorumlu bir yayıncılık politikası izleyerek iki ülke arasında son aylarda epeyce yükselmiş olan tansiyonun hızla düşmesine katkıda bulunmasının ayrıca sevindirici bir gelişme olduğuna hiç şüphe yok. Başta Yunanistan Başbakanı Kiryakos Mitsotakis olmak üzere Yunan yetkililerin açıklamalarındaki iyi komşuluk, yardımlaşma ve dayanışma mesajları Atina’nın tavrında önemli bir değişikliğe işaret ediyor ki, Başbakan Mitsotakis bunu gayet açık bir şekilde ifade etti.
1999 DEPREM DİPLOMASİSİ TECRÜBELERİ
Bütün bunlardan Yunanistan tarafının yeni bir deprem diplomasisi veya sismik diplomasi beklentisi içerisinde olduğunu çıkarmak mümkün. Daha önce 1999 yılında Türkiye’de yaşanan Körfez Depremi ve ardından Atina’da meydana gelen deprem sırasında iki ülkenin birbirlerinin yardımına koşmasının ardından da bir dostluk ve yardımlaşma havası ortaya çıkmış ve iki ülke arasındaki sorunların önce yönetilebilir hale getirilmesi ve ardından da çözüm yolları bulunabilmesi için gayret gösterilmesi gerektiği kanaati hasıl olmuştu. O zaman başlayan ve maalesef Türkiye-Avrupa Birliği sürecinin içine bocalanan o çabalar Ankara’nın AB üyesi olacakmış gibi bir aldatmayla büyük tavizler vermeye zorlanmasıyla sonuçsuz kaldı; çünkü sürecin kendisi toksikti.
Amacı Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne üye yapmak değil, sanki üye olacakmış gibi Ankara’yı inandırıp/aldatıp özellikle Ege ve Kıbrıs konularında büyük tavizler vermesini sağlamaktı. O yıllarda hükümetin içerde Türkiye’yi değiştirme/dönüştürme çabaları/girişimleri için AB’nin destek ve onayına şiddetle ihtiyaç duyuyor olması da bu süreci Türk dış politikasının önemli konularının değersizleştirilmesi açısından epeyce tehlikeli hale getirmişti. Allah’tan Türkiye somut ve kalıcı kayıplar yaşamadan o sürecin sonu geldi. Bunda Rahmetli Denktaş’ın sıklıkla vurguladığı gibi Rum-Yunan tarafının hırsı ve fanatizmi de etkili oldu. Sonuçta o dönemdeki deprem diplomasisinden pek bir şey çıkmadı; çünkü sorunlar ikili ilişkiler çerçevesinde ve ortak çıkarlar doğrultusunda ele alınmamıştı. Atina AB üyeliğini kullanarak ve diğer üyelerin zevkle suç ortağı olmayı kabul ettikleri o süreçte Türkiye ile arasındaki sorunları AB Müktesebatı ile hiç alakası olmayacak şekilde Türkiye’nin AB’ye girmesi için karşılamak zorunda olduğu kriterler haline getirdi.
Bu yüzden de her Yunan yetkili ağzını açtığında Ege ve Kıbrıs konularında Türkiye’nin hangi yükümlülükler altında olduğunu hatırlatmaktan büyük zevk alır. Yaklaşık iki yıl önce Ankara’da şov yapan Yunan dışişleri bakanı Ege ve Kıbrıs konularında Türkiye’nin neler yapması gerektiğini anlatırken bu AB sürecinde oluşan/oluşturulan kriterlere dikkat çekmekteydi ve kendisi açısından haklı şeyler söylüyordu.
AB SÜRECİ TÜRKİYE’Yİ ÜYE YAPMAYI AMAÇLAMIYORDU
Ankara’da görev yaptığım üniversitelerden birisinde başkentteki büyükelçileri ve Türkiye’yi ziyaret eden üst düzey diplomat ve siyasetçileri konuşma yapmak üzere üniversitemize davet ederdim. Şimdiki Yunanistan Başbakanı Mitsotakis’in ablası Dora Bakoyanni Hanımı da doğrudan Atina’dan gelerek bir konuşma yapması için davet etmiştim. Öğrenciler, öğretim üyeleri ve medya mensuplarının önünde gerçekleşen bu konferanslar serisine 2014 yılının güz döneminde lütfedip katılan, çok iyi eğitimli ve çok cana yakın tavırlarıyla dikkat çeken Bakoyanni Hanım o yıllarda toksik AB sürecinden epeyce uzaklaşmış bir görüntü veren Türkiye’ye ısrarla geri dönmesi çağrısında bulunmuştu. AB üyeliğinin, feci bir mali ve ekonomik kriz içinde debelenen Yunanistan’da bile hiç mi hiç sevimli bir konu olmadığı o dönemde salondaki pek kimseyi söylediklerine ikna edememişti belki; ama ülkesinin dış politika çıkarları doğrultusunda doğru tavsiyelerde bulunmuştu.
Türkiye’nin Kıbrıs’taki haklarından tümüyle vazgeçeceği, Kıbrıs Türk halkını yüzüstü bırakacağı ve Ege’de Yunan tezlerini kabul edeceği beklentilerinin fevkalade yüksek olduğu o dönemde AB ülkelerinin büyükelçilerinden bazılarının benim Financial Times gazetesinde çıkan ‘Türkiye AB Dışında Daha Rahat Olur’ (Turkey would be better off outside the EU) makalesinde ifade ettiğim ve sürecin Türkiye’yi üye yapmak amaçlı olmadığını anlattığım fikir egzersizlerinde ‘doğru söylüyorsunuz çünkü Türkiye’nin AB üyesi ol(a)mayacağını hepimiz biliyoruz; ama Türkiye’yi olacakmış gibi ikna ederek Kıbrıs meselesini çözebileceğimizi düşünüyoruz’ mealindeki konuşmaları hala kulaklarımdadır.
AB SÜRECİNE DÖNÜŞ ZARARLI OLUR
O günler geride kaldı. Tamamen aldatmacaya dayanan AB süreci Türkiye’nin gündeminden çıktı. Öte yandan 2008 yılından itibaren çok sayıda AB ülkesinde yaşanan finansal-ekonomik buhranlar AB’nin cilasını epeyce aşındırdı. Çok kutuplu dünyada AB’nin siyasal bütünleşme işinin büyük ölçüde suya düştüğü konusunda hemen herkes hemfikir. Böyle bir dönemde tekrardan Türkiye-AB üyelik sürecini canlandırmaya çalışarak Yunanistan’ın tepemizde boza pişirmesine fırsat vermek hiç de akıllıca olmaz.
Unutmayalım ki, Yunanistan bugünlerde depremle ortaya çıkan yardımlaşma duygularını da kullanarak yeni bir Türkiye-AB sürecinin başlamasını boşuna istemez. Son aylarda kendilerinin Türkiye’ye karşı Ege’de askeri üstünlük sağlamaları mümkün olabilirmiş gibi gerginliği artırıp Ankara’nın misliyle karşılık vermesi üzerine yükselen gerginliği azaltmaya ihtiyaçları var; çünkü çok kutuplu bir dünyada NATO veya Amerika’nın bir Türk-Yunan çatışmasını son dakikada bile olsa durduracağının garantisi artık yok veya eskiye oranla çok az. Oysa Yunanistan yıllar boyunca NATO üyeliği ve Amerika’nın bir Türk-Yunan savaşının çıkmasına izin vermeyeceği varsayımını kendi politik duruşunu desteklemek için tepe tepe kullandı.
Ağızlara sakız olmuş bir söz vardır: NATO Sovyetler Birliği’nin dağılmasını sağladı ve bir Türk-Yunan savaşının çıkmasını önledi. Doğrudur; çünkü tarihi ve stratejik bir perspektiften bakacak olursak, örneğin iki kutupluluğun ve NATO-Varşova Paktı askeri rekabetinin olmadığı çok kutuplu bir dünya düzeninde Atina Ankara’ya karşı bu denli diklenebilir miydi? Çatışma risklerinin yükseldiği bir dönemde ikili müzakereler yoluyla sorunları çözme konusunda çok daha istekli olurdu. İki savaş arası dönem kabaca buna güzel bir örnektir. Kısacası NATO/Amerika bir Türk-Yunan savaşının çıkmasını gerçekten engellemiş; ancak buna güvenen Yunanistan’ın aşırı taleplerle sürdürdüğü politikaları ve Türkiye’ye karşı kullandığı AB havucu yüzünden iki ülke arasındaki sorunlar adeta çözülemez hale gelmiştir. Atina, Soğuk Savaş sonrasında AB’nin Doğu Avrupa’ya genişleme kararlılığını Kıbrıs Rum tarafının ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla ve adanın tümünü temsilen AB üyelik başvurusu değerlendirilmezse veto etme tehdidine Türkiye NATO içerisinden karşılıklar verebilecekken ‘ağır başlı ve sorumlu davranmak’ adına bu fırsatlar heba edilmiştir.
Oysa o günlerde AB Kıbrıs Rum tarafının başvurusunu kabul edince veya etmeye hazırlanırken Türkiye de NATO’ya katılmak isteyen bütün Doğu Avrupa ülkelerinin önce KKTC’yi tanıyıp büyükelçilik açmalarını, aksi takdirde bunların başvurularının işleme konulmasını veto edeceğini söyleyebilirdi. NATO üyeliği gerçekleşmeden bu ülkelerin AB’ye girmesi söz konusu olamayacağından süreç kilitlenir ve sonuçta ya Rumların üyelik başvurusu askıya alınır ya da Türk tarafının tezlerine uygun bir Kıbrıs çözümü gerçekleşebilirdi. Olmadı; çünkü Türkiye hep AB üyelik beklentisiyle uyutuldu. Buna alet olan medya mensuplarının, akademisyenlerin ve diğerlerinin adeta psikolojik harp yöntemleriyle yazıp söylediklerini de aklımızın bir kenarında tutalım.
Şimdilerde Yunanistan’la yeni bir deprem diplomasisi süreci hiç de fena olmaz; ancak bunun Türkiye-AB süreci içine monte edilmesi büyük sorunlara yol açar. Böylece AB’nin yumruk menzili içerisine alınacak bir Türkiye’ye herkes birkaç yumruk vurmaya gelir. Ne Ege’deki haklı tezlerimizi savunabiliriz ne de Kıbrıs’ta iki devletli çözümü. İsveç bu süreçten çok memnun kalır; çünkü AB sürecimizi bloke edeceğini söyleyerek NATO’ya katılım anlaşmasını onaylamamızı şart koşar. Fransa Ermeni soykırım iftiralarını kabul etmemiz için baskı yapar ve Azerbaycan’ın ezici üstünlüğüyle sona eren savaşın siyasi sonuçlarının elde edilmesini engellemek için elinden geleni yapar. Suriye ile uzlaşma sürecimizi durdurmaya zorlarlar ve ülkemizi bir sığınmacı ve illegal göçmen cennetine çevirirler. Daha önceki deprem/sismik diplomasi Yunanistan’ın terör örgütü PKK’ya destek verirken nasıl suçüstü yakalandığını bir anda unutturuvermişti. Bu defa da Türkiye’nin çok kutuplu dünyada orta büyüklükte ve birden fazla bölgede güç yansıtma kabiliyetine sahip bir ülke olarak elde edeceği fırsatların hepsi AB’nin çöplüğünde heba olur.
Bunlara gerek olmadığı ortada. Yunanistan ve Rumlara çok kutuplu dünyada Türkiye’ye karşı düşmanca politikalar izlemelerinin kendi çıkarlarına olmayacağını, Kıbrıs’ta iki devletli çözümün Rumların çıkaracağı doğal gaz ve petrolün Türkiye üzerinden ihracının mümkün olduğunu, Ege’de sınırların tam olarak belirlenmesinin Atina’nın gelecek planları açısından nasıl olumlu sonuçlar doğuracağını, hidrokarbon rezervlerinin ortak işletilmesinden turizmde ve pek çok başka alanda iş birliği yapmanın faydalarına dikkat çekmek lazım. AB cenderesine girersek bunların hiç birisini telaffuz bile demeyiz.
İlginizi Çekebilir
-
AB, Ukrayna için 40 milyar avroya kadar kredi sağlamayı planlıyor
-
Orta Avrupa’da sel: Polonya AB acil durum fonuna başvuracak
-
Brezilya’dan AB’ye: Elektrikli araçlarınızı istemiyoruz
-
AB ülkeleri Almanların sınır kontrolleri kararı karşısında bölündü
-
Avrupalı silah şirketlerinden AB’ye inovasyon finansmanı eleştirisi
-
Scholz sınır kontrollerini savundu, CDU müzakerelerden çekildi
GÖRÜŞ
Jammu ve Keşmir kritik dönüm noktasında
Yayınlanma
14 saat önce17/09/2024
Yazar
Duygu Çağla Bayram5 Ağustos 2019’da Hindistan hükümeti yaklaşık 70 yıldır devam eden statükoyu devirerek Hindistan Anayasası’nın 370. maddesini bir başbakanlık emri ile feshetti. Eski Jammu ve Keşmir prenslik devletine, kendi anayasası ve içişlerinde özerkliği olan özel bir statü verilmişti. 370. maddeyi kaldırırken aynı zamanda Hindistan Parlamentosu, Jammu ve Keşmir’i iki birlik bölgesine yeniden düzenleyen bir yasa tasarısını kabul etti: Jammu ve Keşmir ve Ladakh. Hindistan’ın birlik devletlerinin aksine, birlik bölgeleri federal tarzda yönetilir. Özünde, Yeni Delhi bölge üzerinde kontrol sağlamak için kararlı bir şekilde hareket etmişti. Başka anlatımla Yeni Delhi, Jammu ve Keşmir’in Hindistan ile ilişkisindeki belirsizliği sonlandırarak, iç statüsünün açık uçlu ve müzakere edilebilir olduğu fikrine son verdi; bu arada Hindistan’ın Batı ile büyüyen ortaklıkları, Pakistan ve Çin’in Keşmir sorununu uluslararasılaştırma çabalarını köreltmeye yardımcı oldu. Ancak son parlamento seçimleri Delhi için Keşmir’de önemli siyasi kazanımlar gösterirken aynı zamanda ayrılıkçı duyguların devam ettiğini de gösterdi.
5 Ağustos 2019’da Başbakan Narendra Modi yönetimindeki Hindistan hükümetinin, Birliğin eski Jammu ve Keşmir devletine bir miktar özerklik sağlayan 370. maddenin ve devlette ikamet eden sakinlere özel mülkiyet hakları veren 35a fıkrasının yürürlükten kaldırdığını söylemiştik. O zamandan bu yana bölge gerginliğini sürdürüyor; Yeni Delhi tarafından atanan bir yönetici tarafından yönetiliyor ve demokratik kimliği olmayan bürokratlar tarafından idare ediliyor.
Jammu ve Keşmir’de son meclis seçimi 2014’te yapılmış ve ardından Modi’nin Bharatiya Janata Partisi (BJP) ilk kez Jammu ve Keşmir Halkın Demokratik Partisi ile koalisyon halinde bölgeyi yönetmişti. 2018’de BJP hükümete desteğini çekmiş ve ardından meclis feshedilmişti. Bir yıl sonra Yeni Delhi’nin aylarca süren yoğun güvenlik ve iletişim kısıtlamaları altında devlet statüsünü kaldırarak bölgeyi ikiye bölmesinin ardından, Aralık 2023’te Hindistan Yüksek Mahkemesi, hükümetin Jammu ve Keşmir’in özerkliğini ve devlet statüsünü iptal etme kararını onayarak, yerel seçimlerin 30 Eylül 2024’e kadar yapılması gerektiğine hükmetmişti.
Nihayet on yıl aradan sonra Hindistan Seçim Komisyonu geçen ay Jammu ve Keşmir’de 18 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında üç aşamalı meclis seçimleri yapılacağını duyurdu. 2019’da eski Jammu ve Keşmir devletinden ayrılan Ladakh hariç 90 seçim bölgesinde yapılacak oylama, hükümetin herhangi bir şiddet olayını önlemek için on binlerce asker konuşlandırmasına olanak tanıyan kademeli bir süreç ile gerçekleşecek ve sayımlar 4 Ekim’de yapılacak. Eski devlet meclisi, dördü Ladakh’tan olmak üzere 87 üyeye sahipti. 2022’de Hindistan hükümeti meclis seçim bölgelerini yeniden düzenlemiş ve Hinduların çoğunlukta olduğu Jammu’ya dört, ezici çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Keşmir Vadisi’ne üç sandalye eklemişti.
Bu seçimler ile yerel yönetim belirlenecek, ancak gerçek yasama yetkisi Yeni Delhi’de kalacak; seçimlere katılan Hindistan yanlısı partiler arasından bölgenin en üst düzey yetkilisi olarak görev yapacak bir başbakan ve bakanlar kurulundan oluşan bir yerel hükümet seçilecek. Ancak geçmişin aksine, yerel meclis eğitim ve kültür üzerinde yalnızca nominal bir kontrol ile neredeyse hiçbir yasama yetkisine sahip olmayacak. Bölge için yasama kanunları Hindistan Parlamentosu’nda olmaya devam edecek, politika kararları başkentte alınacak. Birlik yönetiminin yakın zamanda vali yardımcısına polis, memurların atanması ve nakilleri, kovuşturma izni ve hatta mali işler gibi temel yetkiler vermesi ile seçilmiş yönetim yalnızca sınırlı yetkiye sahip olacak. Jammu ve Keşmir Yeniden Düzenleme Yasası’nın 55. Bölümü kapsamındaki yeni kurallar, vali yardımcısı kararlarının bakanlar kurulu tarafından incelenemeyeceğini belirtiyor. Temsilcisi tüm Kabine toplantılarına katılacak, hatta bakanların programları ve toplantı gündemleri dahi en az iki gün önce ofisine sunulmak zorunda kalacak.
Yani Jammu ve Keşmir halkı Delhi halkı gibi bir yönetim için oy kullanma hakkına sahip olacak, ancak seçtikleri yönetim tarafından tam olarak yönetilmeyecekler. Valilik vasfı taşıyan bu yeni kuralların anayasal olarak geçerli olup olmadıkları tartışmalı. Vali yardımcısı ile seçilmiş yönetimin olası sürtüşme kaynakları arasında sakinleri yabancılaştıran güvenlik stratejileri, insan hakları ve mevzuatın kötüye kullanılması, tartışmalı arazi edinimi ve ekonomik kalkınma politikaları ve medyanın bağımsızlığı sayılabilir. Ancak vali yardımcısı arka planda kalarak seçilmiş yönetim için işleri kolaylaştırır ve gerektiğinde de Birlik içişleri bakanlığına karşı seçilmiş yönetime destek çıkarsa, Jammu ve Keşmir’de işler yoluna girebilir.
Yerel siyasetçiler, yasama yetkilerinin tamamının yerel meclise geri verilebilmesi için devlet statüsünün en kısa sürede geri verilmesini talep ediyor. Halkın Demokratik Parti sözcüsü Mohit Bhan, bu demokrasi değil, bu ancak alay edilecek bir şey; yararsız, boş bir çaba diye tepkisini göstererek, bölgenin bir zamanlar özel statüye sahip güçlü bir devlet statüsü varken belediyeye indirgendiğini ve ilk adımın tam devlet statüsünü geri getirmek olması gerektiğini yazdı.
Hindistan’ın tartışmalı bölge üzerindeki egemenliğine meydan okuyan Keşmirli Müslüman ayrılıkçı liderlerce geçmişte oylamanın boykot edilmesi çağrısında bulunulsa ve bunu askeri işgal altında gayrımeşru bir uygulama olarak nitelense de 2024 genel seçimlerinde Jammu ve Keşmir’den 35 yılın en yüksek seçmen katılımı kayıtlara geçtiği gibi bu bölgenin eylülde yapılacak meclis seçimlerinde de oldukça yüksek bir seçmen katılımı beklentisi var. Bu arada Hindistanlı yetkililer, bölgedeki şiddetin 2019’dan bu yana önemli ölçüde azaldığını, ancak son aylarda Hinduların çoğunlukta olduğu Jammu bölgesinin bazı bölgelerinde hükümet güçlerine yönelik militan saldırılarında keskin bir artış olduğunu söylüyor.
Peki, 2019’dan Bu Yana Neler Değişti?
Başbakan Narendra Modi, 370. maddenin kaldırıldığını duyurmasından üç gün sonraki ulusa seslenişinde hükümetinin kararını gerekçelendirerek, “370. madde ve 35a, Jammu ve Keşmir’e büyük ölçekte ayrılıkçılık, terörizm, kayırmacılık ve yolsuzluktan başka bir şey vermedi” demişti. Hindu milliyetçileri uzun zamandır bu anayasal hükmün, Jammu ve Keşmir’in Hindistan Birliği’nin tam entegre bir parçası olmasını engellediğini, ayrılıkçı özlemleri canlı tuttuğunu, militanlığı ve terörizmi körüklediğini savunuyorlarken hükmün yürürlükten kaldırılması Hindu milliyetçisi BJP’nin temel gündem maddelerinden biriydi.
Jammu ve Keşmir’in özerkliğini kaldırma kararı Jammu ve Keşmir bölgelerinde farklı tepkiler doğurmuştu. Keşmir Vadisi’nde, Yeni Delhi’nin tek taraflı kararına karşı çıkmasıyla protestolar patlak verirken hükümet, kararın açıklanmasından önceki günlerde Keşmir’in onlarca siyasi liderini ev hapsine almış, takip eden aylarda binlerce siyasi aktivist ve gazeteci tutuklanmış, internet aylarca kapatılmış ve kamusal toplantılar yasaklanmıştı. BJP’nin 370. maddeyi iptal etme misyonunu destekleyen Jammu’da ise kutlamalar hüküm sürüyordu: Keşmir siyasi elitleri tarafından ayrımcılığa uğradığını hisseden Jammulular bunu Jammu ve Keşmir bölgeleri arasındaki güç dengesizliğinin düzeltilmesi yolunda bir adım olarak gördüler.
Modi hükümetine göre bu karar sayesinde Hindistan’ın tamamen ayrılmaz bir parçası olarak Hindistan yasaları ve kuralları Jammu ve Keşmir’e uygulanacak ve yönetimi iyileşecekti; güvenliğin iyileştirilmesi ve Keşmirli olmayanların Jammu ve Keşmir’de arazi sahibi olabilmesiyle yatırımlar artacak, ekonomi canlanacak ve iş fırsatları açılacaktı. Ancak özerkliğin feshedilmesinden beş yıl sonrasına, bugüne baktığımızda, iyileşme anlamında minimal bir değişim görülüyor. Hükümetin 370. maddeyi iptal etme ve bölgeyi yeniden düzenleme kararının başlıca nedeni olarak gösterdiği güvenlik önemli ölçüde iyileşmedi; ancak sivil toplum, bağımsız medya ve yerel ekonomi baskı altında kaldı.
Güvenlik durumuyla ilgili olarak, bölge kaynaklarınca, Keşmir Vadisi’ndeki militan saldırılarında düşüş yaşandığı söylenirken 2000’li yılların başında militanlıktan arındırılmış ilan edilen Jammu bölgesindeki saldırılarda artışın olduğu ifade ediliyor; güvenlik güçlerinin odağını Keşmir Vadisi’ndeki militanlar üzerine yoğunlaştırdıkça, militanların odak noktasının Keşmir’den kolaylıkla dağlık ve sık ormanlık coğrafi araziye sahip Jammu’ya kaydığı belirtiliyor. Dolayısıyla buradan, hükümetin tezine göre Keşmir’deki militan saldırılar azalmış olsa da militanlığın genişlediği, hatta Jammu bölgesine doğru yayıldığı sonucu ortaya çıkıyor. Dahası, terörle mücadele yasası Yasadışı Faaliyetler (Önleme) Yasası ve devlete bir kişiyi yargılamadan iki yıl boyunca tutuklama yetkisi veren önleyici gözaltı yasası Kamu Güvenliği Yasası kapsamında, Hindistan devletinin son beş yıldır Keşmirlilerin hakları konusunda sert davrandığına dikkat çekiliyor.
Ekonomik ve kalkınma bağlamında değerlendirdiğimizde, çok sayıda duyurulan plan-projelere karşın sahada pek bir uygulamanın olmadığı, yalnızca minimal çapta üstgeçit ve yol güzelleştirme çalışmalarının yapıldığı görülürken benzer şekilde işsizliğe karşı da pek bir hareketliliğin olmadığı görülüyor ki bölgedeki işsizliğin ulusal ortalama olan yüzde 6’ya kıyasla yüzde 25 düzeylerinde olduğuna, bölgede iş bulmakta zorluk çeken 1 milyondan fazla eğitimli gence dikkat çekiliyor. Bizzat kendi kaynaklarımdan edindiğim bilgiler ise bölgenin yüksek işsizlik oranının başlıca nedeninin altyapı ve endüstriyel gelişme yoksunluğu olduğunu söylerken az sayıda iş fırsatından dolayı ne kadar eğitimli gençler olsalar da iş konusunda ülkenin diğer bölgelerine göç etmek zorunda olduklarının, istemeyerek memleketlerinden ayrılmak durumunda kaldıklarının ve ayrıca bu durumun vasıfsızlar için dahi geçerli olduğunun altını çiziyor. Ek olarak, hükümet istihdamına aşırı bağımlılığın, bununla birlikte hükümet istihdamındaki kayırmacılığın-yolsuzluğun, ve bölgenin iyileşmeye muhtaç eğitim standartlarının da işsizlikte büyük payı olduğunu söylüyorlar.
Son Sözler
Bölgenin yerel gazetecilerinin söylemlerinden hareketle Keşmir Müslümanlarının, mevcut düzenin Keşmir Müslüman kimliklerini güçsüzleştirmek amaçlı olduğunu, dışlanıp susturulduklarını hissettikleri; Jammuluların ise bekledikleri üzere Keşmir’in algılanan güçsüzleşmesinin Jammu’nun özel bir güçlenmesine dönüşmemesinden dolayı hayal kırıklığı hissettikleri belirtiliyor. 18 Eylül’de başlayacak ve 25 Eylül ile 1 Ekim olmak üzere üç aşamada -ki bu, son yirmi yıldaki en az aşamadır- Jammu ve Keşmir halkının 8 milyon 709 bin kayıtlı seçmeni Kasım 2014’ten bu yana ilk kez hükümetlerini seçmek için oy kullanacak. 2022’de getirilen değişiklikle 90 sandalyeye çıkarılan Jammu ve Keşmir meclisi için yapılacak oylamaların sayımları 4 Ekim’de yapılacak. Bunun, kararın beşinci yıldönümünde, Jammu ve Keşmir halkına kendilerini yönetme gücü vermek için atılmış küçük ve bölge halkı tarafından uzun zamandır beklenen bir ilk adım olacağı açık ancak derinleşen sorunların çözümü için, Jammu ve Keşmir halkının acılarını hafifletmek için bir ilk adım olacak mı bunu sanıyorum zaman söyleyecektir.
İlber Vasfi Sel
Geçtiğimiz günlerde BRICS ülkelerinden ve olası katılımcı ülkelerden gelen temsilcilerin hazır bulunduğu; IMBRICS Forum adı verilen bir etkinlik Rusya Federasyonu’nun Başkenti Moskova’da gerçekleştirildi. Benim de katılarak gözlemleme şansı bulduğum etkinliğe gelen yabancı katılımcılar, ilgili ülkelerin bölgesel ve yerel hükümetlerinin temsilcileriyle birlikte uluslararası girişimcilerden oluşuyordu. Forumda fikir ve deneyim alışverişinde bulunuldu ve etkili iletişim kurmalarına olanak sağlandı.
Etkinliğin ana düzenleyicisi Rusya Federasyonu Devlet Başkanlık İdaresi Kremlin’di ve Moskova Şehir İdaresi de etkinliğin gerçekleştirilmesine katkıda bulundu.
Forum içerisinde BRICS+ İş İletişimi Destek Fonu kapsamında 30’dan fazla ülkenin diplomatik temsilcileri ve ticari ataşeleriyle yakın işbirliği içerisinde etkinliğin hazırlanması ve düzenlenmesi sağlandı. Bu fon, aynı zamanda etkinliğin ticari programını da oluştururken; foruma katılan BRICS üyesi ülkelerin ortak heyetlerinden oluşan komisyonları ve iş misyonlarını da koordine ediyor.
Forum kapsamında:
- Akıllı şehir, kentsel çevre, iş inşaları için şehir yapısı,
- Sağlık, Eğitim, Enerji ve Gıda güvenliği,
- Yapay zeka ve dijital teknolojiler,
- Ulaşım ve lojistik,
- Ortak yatırım ve kamu-özel sektör ortaklığı,
- Tarım-Sanayii kompleksleri gibi konular ele alandı.
Eğitim konusu kapsamında, yaz kamplarında gençlerin ve çocukların rekreasyonunun yanı sıra ders dışı eğitimin tartışıldığı “Çocuk ve Ergen Eğitiminde Ders Dışı Eğitimin ve Uluslararası İşbirliğinin Rolü” başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı düzenlendi.
Bu oturumda, Rus devletinin yasama ve yürütme organlarının temsilcileri, Rus ve yabancı çocuk kamplarının başkanları ve kar amacı gütmeyen kuruluşlar katıldı. Etkinliğe özellikle Rusya Federasyonu Federal Meclisi Devlet Duması Başkan Yardımcısı Boris Çernişov, Rusya Eğitim Bakanlığı Eğitim, Ek Eğitim ve Çocuk Rekreasyonu Alanında Devlet Politikası Departmanı Müdürü Nataliya Agre, Federal Devlet Eğitim Kurumu “Artek” Müdürü Konstantin Fedorenko, Alyoşa Vakfı Başkanı Aleksey Zinoviyev, Birinci Hareket Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Sonya Pogosyan’ın yanı sıra Brezilya’dan “English Camp” Müdürü Sandra Urioste, Uluslararası Kampçılık Derneği (ICF) Başkanı Fahrettin Gözet (Türkiye), Çin Kamp Eğitimi Enstitüsü (ICE) Yönetim Kurulu Başkanı Nie Aijun da (Çin Halk Cumhuriyeti) hazır bulundu. Konuşmacılar çeşitli raporlar sundu ve söz konusu faaliyet alanını ortaklaşa organize etmek adına deneyimlerini paylaştılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin de BRICS’e katılmak için başvuruda bulunduğu gerçeğini de göz önüne alırsak; etkinliğe katılımda bulunan Fahrettin Gözet’in “BRICS Ülkeleri Arasında İşbirliği Girişimi: Gençlik Katılımını Güçlendirme” konulu sunumu da özellikle ilgi çekiciydi.
Gözet, konuşmasında BRICS ülkeleri de dahil olmak üzere dünya çapındaki gençlik kampları arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesine dikkat çekti ve Başkanlığını sürdürdüğü ICF’nin önemini dile getirdi. ICF’nin programlarına ve uluslararası diğer girişimcilerle birlikte küresel çapta ağın güçlendirilmesi ve kurumun kaynaklarının kullanılarak gençlere yönelik BRICS ülkeleri ve olası üye ülkeler arasındaki işbirliği fırsatlarına değindi.
Forum sonucunda Afrika, Asya, Orta Doğu ve Latin Amerika ülkeleri de dahil olmak üzere küresel çapta işbirliğinin geliştirilmesi ve ekonomik bağların genişletilmesini amaçlayan 300’den fazla anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalarla birlikte dijital platformların geliştirilmesi ve çevre konusundaki girişimlerin artırılması kararlaştırıldı.
Eski gazeteler bir dönemin ruhunu kavramak, dolayısıyla karşılaştırmalı analizler yapabilmek için en gerekli şeylerden biri. Sadece belli meselelerde kamuoyu algısını tespit etmek için değil devletlerin tutumundaki değişiklikler ve benzerlikleri göstermek için de önemli bunlar.
Aşağıdaki yazı, Sovyetler Birliği’nin resmi hükümet organı (“SSCB Halk Temsilcileri Sovyeti Haberleri”) İzvestiya ile resmi parti organı (“SBKP Merkez Komitesi Organı”) Pravda’da, başka bir deyişle Sovyet yönetiminde 12 Eylül askeri faşist darbesinin nasıl yansıdığını, 12 Eylül’den 31 Aralık 1980’e kadar Türkiye ile ilgili bütün haberlerini inceleyerek ele alıyor.
İzvestiya darbe haberini aynı gün akşam baskısında vermiş. Şöyle diyor:
“Ankara sabahı boş caddelerle karşıladı. Tanklar ve zırhlı araçlar başkentin bütün anayollarını kapatmış, hükümet binalarını bloke etmişti. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Türk Silahlı Kuvvetleri ülkede iktidarı ellerine aldı. Askerler genelkurmay başkanı Kenan Evren’in başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi kurdular. Anayasa askıya alındı. Parlamento dağıtıldı. Demirel hükümeti devrildi. Bütün siyasi partilerin, sendikaların ve sosyal örgütlerin faaliyeti de durduruldu. Ülkede sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklarda askerler devriye geziyor. Radyo halka sükuneti koruma çağrısı yapıyor. …”
Pravda’nın 12 Eylül’le ilgili ilk yayını ise ertesi gün, Ankara muhabiri A. Filippov’un 12 Eylül’de geçtiği iki haber. Bu haberlerde darbeci Milli Güvenlik Konseyinin açıklaması aktarılıyor; “ülkede durumun sakin olduğu ve herhangi bir şiddet eylemi veya kurbanla ilgili haber ulaşmadığı” söyleniyor. Evren’in ilk radyo konuşması da haberde geniş yer bulmuş: “General Evren Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını koruyacağını, imzaladığı bütün uluslararası anlaşmalara saygı göstereceğini ve bütün komşu ülkelerle eşitlik, karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama temelinde iyi ilişkileri devam ettireceğini vurguladı.”
Aynı gün İzvestiya, Evren’in ilk konuşmasını daha ayrıntılı vermiş: “Evren’in dediğine göre dağıtılan parlamentonun üyeleri parlamento dokunulmazlığını kullanarak kanunları ihlal edenler dışında mahkemeler tarafından kovuşturulmayacak.” “Geçici olarak ordunun korumasında” oldukları bildirilen dört siyasi partinin liderlerinin “şartlar imkân verir vermez” serbest bırakılacağı da haberde belirtiliyor.
Bu ilk haberlerdeki “normalleşme” vurgusu Pravda’nın 14 Eylül’deki haberinin de vurgusu: gazete, “kısa bir süreliğine kesilen” demiryolu ve karayolu ulaşımının yeniden sağlandığını, havaalanları ve limanların açıldığını, yabancı ülke vatandaşlarının giriş çıkışına engellerin kaldırıldığını yazıyor, keza: “Posta, telgraf, marketler, dükkânlar, pazarlar, fırınlar ve apartman hizmetleri normal çalışıyor.” Pravda’nın yerel basından aktardığına göre pazartesi günü de milli ve özel bankalarla devlet kuruluşları yeniden çalışmaya başlayacakmış. Öte yandan: “İktidar için mücadele eden partilerin liderleri… tecrit edildi. Resmî açıklamalara göre bunlar askerlerin kontrolü altındaki güvenli yerlerde bulunuyor.” Gazete Evren’in açıklamasına göre son iki yıldır “aşırılıkçılar” tarafından girişilen terör sonucu 5241 kişinin öldüğünü ve 14152 kişinin de yaralandığını eklemiş.
Pravda’nın “ideolojik yol göstericiliği” altında İzvestiya da ertesi gün “Durum normalleşiyor” başlığı atmış. Evren’in devlet başkanı yetkilerini üstlendiğini yazmış; durum da öyle bir hızla normalleşiyormuş ki: “Ülkede sükûnet korunuyor, sokağa çıkma yasağı süresi kısaltıldı.” İzvestiya, Demirel ve Ecevit’in Gelibolu’da askeri yetkililerin gözetimi altında bulunduklarını, yabancı ajansların haberlerine göre ise MHP genel başkanı Türkeş’in de tutuklandığını belirtmiş.
İzvestiya ertesi gün şöyle yazıyor: “Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkelerini takip etmekte kesin kararlı olduğunu açıkladı.” Durum normale dönerken: “Fiilen bütün kurum ve işletmeler faaliyetlerine yeniden başladı”. Ancak haberin en dikkat çekici cümlesi şu: “MGK grevleri yasakladı ve grevlerin sardığı özel işletmelerin sahiplerini de işçi ücretlerini yükseltmeye mecbur kıldı.” Demek ki güvenliğin tesisi için (sahi, başka neden olabilir ki?) grevler yasaklanmış ama ücret artışı metazori dayatılmış. Öyleyse Türkiye’de emekçi kesimler için durumun fena olmadığı anlaşılıyor. En dikkat çekici ikinci cümle: “Neofaşist ve sol aşırılıkçı örgütlerin elebaşı ve aktivistlerine yönelik de tutuklamalar bildiriliyor.” Demek ki demokratik gelişmeden yana olanlara dokunulmuyor; sadece faşistler ve “aşırı solcular” hedefte. İzvestiya Ankara ve İstanbul da içlerinde 27 şehirde belediye başkanlarının yerini askerlerin atadığı isimlerin aldığını da eklemiş.
Pravda ise aynı gün askeri yönetimin çağrısıyla ülkedeki diplomatik temsilcilerin Dışişleri bakanlığına çağrılarak bilgilendirildiğini yazıyor. Pravda’nın Ankara temsilcisi A. Filippov’un ulusal radyo ve televizyon yayınlarından aktardığına göre “iş hayatı” normalleşmiş, özel ve devlet sektöründeki bütün işletmeler faaliyetlerine tekrar başlamışlar. Darbecilerin patronlardan ücret artışı istediği hatırlatmasını da yapmış Filippov, üstelik öyle böyle bir artış değil: “Bir dizi tesiste ve yönetim aygıtı alanındaki grevler kesildi. İşletmecilere ve kurum yöneticilerine ülkedeki pahalılığın artışını dikkate alarak derhal grevcilerin başlıca ekonomik taleplerini kabul etmeleri ve yüzde 70’e varan ücret artışları yapmaları öneriliyor.” Belirtmek gerek; “grevlerin kesildiği” ifadesi yasaklandığı değil kendiliğinden bitirildiği iması taşıyor. TİP genel başkanı Behice Boran’ın İstanbul’da ev hapsinde tutulduğu özellikle vurgulanmış. Haberin en ilginç cümleleri şunlar: “Son iki gündür askeri yetkililer çok sayıda aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçıyı gözaltına aldılar. Tutuklananlar arasında bu yılın temmuz ayında eski başbakan N. Erim’i öldüren terörist grupları da var. Yetkililerin emriyle neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin yayın organı Hergün kapatıldı. Yerel Aydınlıkçıların gazetesi Aydınlık da yasaklandı.” Pravda’nın çaldığı tel, tıpkı İzvestiya gibi, “askeri yönetimin” (darbeciler ifadesi özellikle geçmiyor) sola değil “aşırı sola” ve “neofaşistlere” karşı olduğu.
Ankara mahreçli haberlerde hayırhah tutumun örneklerine aşağıda da rastlayacağız. Ancak Avrupa başkentleri mahreçli haberlerde başka ve nesnel bir eğilim var. Örneğin Pravda’nın Bonn temsilcisi V. Mihaylov 18 Eylül’de ABD dışişleri bakan yardımcısı Warren Christopher’in Bonn’a planlanmamış bir ziyarette bulunduğunu, görüşmelerde “Türkiye’deki olayların” da ele alındığını bildiriyor. Mihaylov’a göre Türkiye’deki darbe NATO üyeleri arasındaki eski tartışmaları tekrar alevlendirmiş, “NATO’nun Türkiye’yi çok büyük ölçüde militarize etmesi ve askeri köprübaşına dönüştürmesinin ülkeyi ekonomik felakete sürüklemekte ve iç çelişkileri patlama noktasına kadar kızdırmakta olduğu” endişeleri varmış. Dahası, “Washington’un Avrupalı müttefiklerinden bir kısmı artık bu siyasetin devam etmesine karşı çıktılar.” Mihaylov, Belçika ve Danimarka’nın Türkiye’de planlanmış NATO tatbikatının iptalini istediklerini, ancak ABD ve Almanya’nın karşı çıktığını, bunun üzerine Belçika’nın tatbikata katılmayacağını açıkladığını da bildiriyor.
Pravda’da 14 Ekim’de yayınlanan ve NATO liderlerinin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi çabalarına hız verdiğini vurgulayan Brüksel mahreçli haberi de bu türden. Yunanistan 1974’te Kıbrıs harekatının ardından NATO’nun “ataletini” protesto için askeri kanattan ayrılmıştı. Gazete ayrıca ABD’nin Avrupa’daki kuvvetlerinin komutanı Rogers’in Türkiye’de Yunanistan meselesiyle ilgili görüşmeler yaptığını da belirtiyor: “Yerel gazetelerin değerlendirmelerine bakıldığında Rogers… son üç haftadır üç defa Ankara’ya gitti ve ‘Yunanistan ve Türkiye’nin niyetleri hususunda tam bir iyimserlik içinde’”. Bu Rogers, bilindiği gibi, Evren’in “yakın dostu” (öyle demişti faşist darbenin lideri); Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi de bu “dostluğun” eseri.
16 Ekim’de İzvestiya’da da Brüksel mahreçli bir haberde aynı nesnel ve doğru tutum şu ifadeyle formüle edilmiş: “Türkiye’deki darbe ABD’nin desteğiyle yerli gericilik tarafından gerçekleştirildi.” Bu, üç buçuk ay boyunca darbenin gerçek niteliğiyle ilgili Pravda ve İzvestiya sayfalarında yer alan tek doğru cümle.
Ama Avrupa mahreçli yazılar darbenin ABD destekli olduğunu açıkça ima ederken Ankara mahreçli haberler toz pembe bir tablo çiziyor.
Pravda aynı gün Evren’in basın toplantısının ayrıntılı bir haberini de vermiş.
Bu toz pembe tablo, darbecileri neredeyse halkın dostu ilan eden eğilimi yıl sonuna kadar görmeye devam ediyoruz.
Beyrut’un güneyinde tuhaf olay: Çağrı cihazları patladı, yüzlerde Hizbullah üyesi yaralandı
Jammu ve Keşmir kritik dönüm noktasında
Birleşik Krallık ve İtalya “göç yönetimi için yeni çözümler” üzerinde anlaştı
Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir
Apple’ın Hindistan’daki yıllık satışları %33 arttı
Çok Okunanlar
-
ASYA1 hafta önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
RUSYA2 hafta önce
Putin, Doğu Ekonomi Forumu’nda konuştu
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Kremlin: Türkiye’nin BRICS’e üyelik başvurusunu değerlendireceğiz
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye ile normalleşme başka bahara kalamaz: Pişmiş aşa su katılmaz