Bizi Takip Edin

DİPLOMASİ

Zengin ülkeler bu sefer sözünü tutacak mı?

Yayınlanma

Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde düzenlenen Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı (Cop27) dün sabah sona erdi.

Zirve sonunda basın toplantısı düzenleyen COP27 Başkanı ve Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şukri, gelecek yılki COP28’in başkanlığının Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) devredilmesi için koordinasyon sürecinin başladığını açıkladı.

Şukri ayrıca, konferansta iklim değişikliğinin yoksul ülkelerde meydana getirdiği kayıp ve zararların karşılanacağı bir fon kurulması için anlaşmaya varıldığını duyurdu.

Yoksul ve gelişmekte olan ülkeler yaklaşık 30 yıldır bu fonu ve ödeme takvimi çıkarılmasını talep ederken, küresel ve tarihsel sera gazı emisyonlarında tek başına en fazla sorumluluğa sahip ABD ve Avrupa Birliği (AB) üyeleri gibi zengin ülkeler bu konuyu ağırdan alarak fon oluşturulması gündemine ayak diriyordu.

İklim krizi en çok bu konuda en az suçlanacak ülkeler tarafından hissediliyor, bu nedenle tazminatlar iklim adaleti taleplerinin merkezinde yer alıyor.

Gezegeni ısıtan sera gazlarına en az katkıda bulunan ülkelerin ve toplumların en çok acıyı çektiği, ölüm ve yıkımla başa çıkmak için en az donanıma sahip olduğu gerçeği bu zirvede bir kez daha gündeme geldi. Zirvenin başarı kriterlerinden en önemlisini de bu konuda alınması beklenen kararlar oluşturuyordu.

Batı Çin’i fona zorluyor

ABD ve AB ülkeleri bir yandan tarihi sera gazı emisyonlarından dolayı karşı karşıya kalabilecekleri devasa ödemelerden ve yasal olarak sorumlu tutulabileceklerinden korktukları için gündemi geciktirirken, diğer yandan fonun Çin gibi Birleşmiş Milletler’in gelişmekte olan ülkeler listesinde yer alan devletlere de gitmesini istemiyor.

AB bunun üzerine, yoksul ülkelerdeki kayıp ve zararları karşılamak için “daha geniş bir donör tabanından finanse edilecek özel bir fon oluşturma” önerisinde bulundu. Bu öneriye göre, kayıp ve hasar fonu, yalnızca ABD ve Avrupa ülkeleri gibi tarihsel emisyonlarda en çok katkıda bulunan zengin ülkeler tarafından değil, emisyonları modern zamanda yükselen Çin gibi gelişmekte olan ekonomiler tarafından da katkıda bulunulacak.

Ancak daha önceki önerilerde Çin, fona katkı sağlayan değil, fondan yararlanacak olan tarafta yer alıyordu. Pekin bu konuda “ortak ama farklılaştırılmış sorumluluk” ilkesini savunuyor. Kayıp ve hasar konusunda Çin’in sorumluluğu olmadığını söyleyen Pekin, diğer yandan Güney-Güney işbirliği yoluyla uyum sağlama kapasitelerini artırmaları için gelişmekte olan ülkelere yardım etmeye istekli olduklarını ve hali hazırda yardım ettiklerini savunuyor. Pekin, bu bağlamda Batılı ülkelerin baskısını reddediyor.

Dolayısıyla bu konu iklim zirvelerinde Çin ve ABD arasındaki önemli tartışmalardan biri olarak öne çıkıyor.

Anlaşmanın kapsamı muallak

Bu tartışmalara rağmen, COP 27’de yaklaşık 200 delege kayıp ve hasar fonu oluşturulması konusunda anlaşmaya vardı. Ancak anlaşmanın kapsamı ve uygulanıp uygulanmayacağı konusunda ciddi soru işaretleri mevcut.

Anlaşmaya göre, 24 ülkenin temsilcilerden oluşan bir geçiş komitesi, fonun biçimi, hangi ülkelerin katkıda bulunacağı ve paranın nereye gitmesi gerektiğini belirlemek için önümüzdeki yıl boyunca çalışma yürütecek. Komitenin ilk toplantısını Mart 2023’ten önce yapması bekleniyor. Fonun operasyonel detayları gelecek yıl Dubai’de düzenlenecek COP28’de belirlenecek. Bu genel çerçeve dışında birçok ayrıntı ise belirsizliğini koruyor.

Yetkililer, kayıp ve hasar anlaşmasının halen müzakere aşamasında olan daha geniş bir anlaşmanın parçası olduğu konusunda uyardı.

Diğer yandan zengin ülkeler de, hükümetleri küresel ısınmayı 2 santigrat derecenin oldukça altında ve tercihen 1,5 dereceyle sınırlamaya çağıran Paris anlaşmasının iklim hedeflerini yerine getirmek için gelişmekte olan ülkelerden önümüzdeki on yılda emisyonları azaltmak adına daha güçlü taahhütler istiyor.

Global Times’a göre, Pekin ile Washington arasındaki resmi görüşmeler ve hatta yüz yüze görüşmeler de COP27 tamamlandıktan sonra yürütülecek.

Eyleme dönüşmeyebilir 

Yoksul ülkeler sonunda fonla ilgili bir karar alınmasından dolayı memnun olsa da, pek çoğu alınan kararların anlamlı bir eyleme dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda endişeli. Nitekim bu endişelerin haklılık payı büyük. Gelişmiş ülkeler 2009’da, gelişmekte olan ülkelere emisyonları azaltmalarına ve iklim değişikliğine hazırlanmalarına yardımcı olmak için 2020 yılına kadar yılda 100 milyar dolar vermeyi taahhüt etmişti. Ancak bu taahhüt yerine getirilmedi ve sürekli olarak ertelendi.

Uzmanlar ayrıca, alınan karar doğrultusunda mekanizmanın nasıl uygulanacağına ve iklim krizinin neden olduğu hasarın nasıl ölçüleceğine dair ayrıntıların net olmadığına dikkat çekerek, bu durumun mekanizmanın çalışmasını zorlaştıracağını ve zengin ülkelere manevra alanı bırakacağını vurguluyor.

Tarihsel olarak en büyük sera gazı yayıcısı olan ve bugüne kadar kayıp ve hasar için geliştirilen önerilere ket vuran ABD’nin, gelişmekte olan dünya için iklim finansmanı sağlama çabalarına öncülük etmesinin beklenmesi gerçekçi değil. ABD’nin fona ayıracağı bütçenin Kongre tarafından onaylanması gerektiği düşünüldüğünde, öncülük etmek bir yana Washington’ın fona para koyması bile sağlanamayabilir.

‘Batı’nın boş vaatleri’

Kayıp ve hasar gündemine kayıtsızlıkları ile ilgili Batı dünyasını eleştiren İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon, bunun iklim adaleti ile ilgili temel bir sorun olduğunu ve “zengin dünyanın” burada bir sorumluluğu olduğunu vurguladı.

Sturgeon, iklim krizinin kötüleşen etkilerine rağmen, Batı’nın ve özellikle de AB’nin “boş vaatler ve tatlı sözlerle” sorumluluğundan vazgeçtiğini söyledi.

‘Aşamalı durdurma’dan ‘aşamalı azaltma’ya 

Öte yandan, ‘kömürden aşamalı çıkış’ın ilk defa dile getirildiği COP26’dan sonra, bu yıl taahhüdün tüm fosil yakıtları kapsaması yönündeki talepler kabul görmedi. “Tüm fosil yakıtların aşamalı olarak kaldırılması” yönündeki talep sonuç metninde yer bulmadı.

Ayrıca, metinde “düşük emisyonlu ve yenilenebilir enerjiye” referans verilmesi, daha fazla doğal gaz (kömürden daha az emisyon ürettiğinden)  kaynağının geliştirilmesine yol açabilecek bir unsur olarak yorumlandı.

Rusya’ya yaptırımlar sonrası devam eden enerji krizi sebebiyle Avrupa Birliği’nin hedeflerinden geri adım atması da bu bağlamda eleştiriliyor. Geçen yıl COP26’da, kömürün “aşamalı olarak durdurulması” konusundaki söylem ve taahhütler bu yıl yerini “aşamalı azaltma”ya bıraktı.

Fosil yakıt lobicilerinin şovu

COP27 ile ilgili en öne çıkan eleştirilerden biri de fosil yakıt lobicilerinin zirveye yoğun katılım göstermesi oldu. Güçlü fosil yakıt şirketleri bu zirvede yoğun bir şekilde varlığını gösterdi. Petrol ve gaz endüstrisiyle bağlantılı 636 kişinin zirveye katıldığı bildirildi.

Her yıl yaklaşık 120 milyar atık plastik şişe üreten ve bunu yaparken de fosil yakıt kullanan Coca-Cola’nın COP27’ye sponsor olması sosyal medyada gündem oldu.

DİPLOMASİ

Reuters: Kushner, Suudi Veliaht Prensi ile ABD-Suudi diplomasisini görüştü

Yayınlanma

Görüşmeler hakkında bilgi sahibi bir kaynak, ABD eski Başkanı Donald Trump’ın damadı Jared Kushner’in Trump Beyaz Saray’dan ayrıldıktan sonra Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ile İsrail’i de kapsayan ABD-Suudi diplomatik müzakerelerini birçok kez görüştüğünü söyledi.

Reuters’a konuşan kaynak görüşmelerin ne zaman yapıldığını ve Gazze çatışmasının başlamasından önce mi yoksa sonra mı gerçekleştiğini belirtmedi. Ancak kaynağa göre bu görüşmelerde hem Biden hem de Trump yönetimlerinin önemli diplomatik hedeflerinden biri olan İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi süreci ele alındı.

43 yaşındaki Kushner’in, kongre müfettişlerinin Kushner’in Beyaz Saray’dan ayrıldıktan sonra kurduğu özel sermaye fonu Affinity Partners’a 2 milyar dolar yatırım yaptığını söylediği Suudi Arabistan ile yakın bir ilişkisi var.

Suudi Arabistan’ın Kushner’in fonuna yaptığı yatırımlar etik uzmanları, Kongre’deki Demokratlar ve hatta bazı Cumhuriyetçiler tarafından eleştirilmiş, Kushner’in Trump’ın Beyaz Saray’ından ayrılmadan önce Suudi meseleleri üzerinde çalışmış olması nedeniyle Suudi Arabistan’ın hissesinin bir rüşvet gibi görünebileceğine dair endişelerini dile getirmişlerdi.

Senato Finans Komitesi Başkanı Demokrat Senatör Ron Wyden, 24 Eylül ‘de Affinity’ye gönderdiği bir mektupta Suudi Arabistan’ın Kushner’in fonuna yaptığı yatırımların “bariz çıkar çatışması endişeleri” yarattığını yazdı.

Affinity ve Kushner, Suudi Arabistan’ın yatırımlarının bir ödeme ya da çıkar çatışması olduğunu reddetti. Affinity, Wyden ve Senato çalışanlarının özel sermayenin gerçeklerini anlamadıklarını söyledi. Kushner’in bir sözcüsü “Bu kadar çok insanın Jared’in görüş ve fikirlerine başvurmasının nedeni, onun başarılarla dolu bir geçmişe sahip olmasıdır” dedi.

Kushner’e yakın bir kaynak, “MbS” olarak da bilinen Veliaht Prensle yapılan görüşmeler hakkında daha fazla ayrıntı vermekten kaçındı ve ikili arasındaki dostluğu bozmak istemediğini söyledi. Kaynak, “Bunu paylaşmam uygun olmaz” dedi.

Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçiliği’nden bir sözcü Kushner’in MbS ile yaptığı görüşmelere ilişkin soruları yanıtlamadı.

Gazze savaşı ‘normalleşmeyi’ erteledi

18 Eylül’de yaptığı bir konuşmada MbS, krallığın bir Filistin devleti kurulmadan İsrail’i tanımayacağını söyleyerek, öngörülebilir gelecekte bir anlaşmanın neredeyse imkansız olabileceğini öne sürdü. Şubat ayında Reuters’a konuşan üç kaynağın Suudi Arabistan’ın ABD başkanlık seçimlerinden önce Washington’la bir savunma anlaşmasını onaylatmak için İsrail’den daha bağlayıcı bir şey yerine bir Filistin devleti kurulması yönünde siyasi bir taahhüt kabul etmeye hazır olduğunu söylemesinden bu yana bir değişim söz konusu.

Biden yönetimi Suudi Arabistan’ı İsrail’i tanımaya teşvik etmek için Riyad’a güvenlik garantileri, sivil bir nükleer program için yardım teklif etti. Anlaşma, Çin’in bölgeye girmeye çalıştığı bir dönemde dünyanın en büyük petrol ihracatçısını Washington’a bağlayarak Orta Doğu’da ABD’nin elini güçlendirebilir.

Ancak Gazze savaşı Riyad’ın Filistinlilerin isteklerini ele almadan İsrail’i tanımayı tartışmasını zorlaştırdı.

Trump’ın dönüşü süreci hızlandırabilir

Cumhuriyetçi Trump’ın Demokrat Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile Beyaz Saray için tarihi bir yarışa girdiği ABD seçimleri de bir faktör.

Suudilerin Trump ile ilişkileri oldukça yakındı. Trump’ın başkan olarak 2017’deki ilk yurtdışı gezisi Kushner eşliğinde Riyad’a oldu. Suudi gurbetçi muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi konsolosluğunda öldürülmesinin ardından Trump, ABD istihbaratının cinayeti onun işlediğine dair değerlendirmesine rağmen Veliaht Prensin yanında durdu. MbS olaya karıştığını reddetti.

Suudi stratejisini bilen iki kaynak, Reuters’a, Trump’ın Beyaz Saray’a dönmesi halinde Veliaht Prensin onun liderliğinde İsrail ile bir anlaşma yapmaya sıcak bakacağını söyledi. Kaynaklar, Harris’in kazanması halinde de anlaşmanın ilerleyeceğini söyledi. Kaynaklar her iki durumda da, birkaç ay daha sabır gerektirse bile, bunun MbS için bir kazan-kazan olduğunu belirtti.

27 Eylül’de İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu anlaşma ihtimalini olumlu bir şekilde değerlendirdi. BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Suudi Arabistan’la böyle bir barış ne büyük bir nimet olur” dedi.

İsrail-Suudi ilişkilerinin normalleşmesi, Trump görevdeyken imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”nın genişletilmesi anlamına gelir. Bu anlaşmalar İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açmıştı. İsrail’e yakın olan Kushner, Trump’ın Beyaz Saray’ında kıdemli danışman olarak müzakereleri yönetti.

Kushner’e yakın üç kaynak, Trump’ın kasım ayındaki başkanlık seçimlerini kazanması halinde, Kushner’in resmi olmayan bir sıfatla da olsa Suudi görüşmelerinde yer almasını beklediklerini söyledi. Kushner’in sözcüsü ise Kushner’in böyle bir rol arayışında olduğunu yalanladı.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Çin’in Rusya’daki yatırımları artıyor

Yayınlanma

2024’ün ilk dokuz ayında, Rusya’da Çinli ortaklı şirket sayısı yüzde 32 artış gösterdi. Çin, yabancı yatırımcılar arasında liderliği ele geçirirken, özellikle otomotiv ve toptan ticaret sektörlerinde önemli büyüme kaydetti.

Çin’in Rusya ekonomisindeki etkisi giderek artıyor. SPARK-Interfax verilerine göre, 2024 yılının ilk dokuz ayında Rusya’da kayıtlı ve Çinli ortaklı şirketlerin sayısı, bir önceki yıla kıyasla yüzde 32 artış gösterdi.

Kommersant gazetesinin aktardığına göre Çinli işletmelerin toplam yeni şirket kayıtları içindeki payı, 2021’de yüzde 13 iken 2024’te yüzde 34’e yükseldi. Aylık kayıt sayısı, yaklaşık 200 ile 2021 seviyesinin dört katına ulaştı. Sonuç olarak Çin, 2023’te lider konumda olan Belaruslu yatırımcıları geride bırakarak yabancı yatırımcılar arasında ilk sıraya yerleşti.

Verilere göre, Çinli ortaklı şirketlerin geliri 2021-2023 yılları arasında neredeyse üç katına çıktı. Özellikle motorlu taşıt ticareti sektöründe bu artış 5,1 kat olarak gerçekleşti ve Rusya’daki Çinli işletmelerin toplam gelirinin yüzde 43’ünü oluşturdu.

Toptan ticaret, gelirin yüzde 26’sını oluştururken, Çinli ortaklı tüm işletmelerin yüzde 38’i bu sektörde faaliyet gösteriyor. Ancak toptan ticaretin yapısı değişim gösteriyor: Mühendislik ürünleri ticareti büyürken (gelir 2,2 kat artmış; sektörün payı yüzde 69), diğer sanayi mallarının payı azalıyor (1,8 kat büyüme; yüzde 16).

Tüketim malları ticareti de büyüme gösteriyor. Gıda maddeleri 2,7 kat, hafif sanayi ürünleri ise 2,1 kat büyüme kaydetti. Bu iki sektörün toplam ağırlığı yüzde 11’e ulaştı.

Çin’in iştirak ettiği Rus imalat şirketlerinin gelirleri ise daha yavaş bir büyüme gösterdi (yıl içinde 2,7 kat). İmalat faaliyetlerinin toplam gelir içindeki payı yüzde 20’den yüzde 18’e düştü.

Bu sektörde lider konumda olan alanlar sırasıyla otomotiv endüstrisi (işlemedeki payı yüzde 46’dan yüzde 73’e çıktı), metalürji (payı yüzde 17’den yüzde 7’ye düştü) ve ahşap işleme (yüzde 9’dan yüzde 3’e düştü) oldu.

Analistler, hızlı büyüyen sektörler arasında bilimsel ve teknik faaliyetler ile ulaştırma sektörlerine dikkat çekiyor. Bu sektörlerin toplam gelirdeki payları yüzde 6 olmakla birlikte, büyüme hızları oldukça yüksek (2021’e kıyasla 2023’te sırasıyla 4,1 kat ve 2,8 kat).

Ukrayna’daki savaşın başlamasının ardından çoğu yabancı şirket Rusya’dan çekildi. Özellikle uluslararası otomobil şirketlerinin tamamı ülkeyi terk etti.

Bunun sonucunda, 2022 yılı sonunda Rusya’da yalnızca 14 otomobil markası kaldı; bunların 11’i Çinli, üçü ise yerli markalardı. Bu durum, Çin’in Rus otomobil pazarının yarısından fazlasını ele geçirmesine olanak sağladı.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Varşova Güvenlik Forumu: NATO’ya “savunma bütçeleri yükseltilsin” çağrısı

Yayınlanma

Varşova’da savunma ve silahlanma politikaları üzerine düzenlenen uluslararası forum, Avrupa’nın gelecekteki güvenlik stratejilerine odaklandı.

Bu yıl 11. kez düzenlenen Varşova Güvenlik Forumu’na (WSF) katılanların edindiği temel izlenim, güvenliğin karmaşık diplomasi ve uluslararası siyaset yerine, daha çok silahlanmayla ilişkilendirildiği yönünde.

NATO ülkeleri ve Ukrayna’dan yaklaşık 20 bakanlık delegasyonunun, ordu temsilcilerinin, iş dünyasından isimlerin ve düşünce kuruluşlarının katıldığı bu etkinlik, Avrupa’daki NATO ülkelerinin daha fazla silahlanma için yürüttüğü iki günlük bir kampanyaya dönüştü.

Polonyalı Casimir Pulaski Vakfı tarafından 1-2 Ekim tarihlerinde düzenlenen ve Münih Güvenlik Konferansı’na benzer bir yaklaşımı benimseyen forum, kendisini siyaset, ordu ve savunma sanayii arasında bir köprü olarak konumlandırıyor. Polonya, yeniden silahlanma politikaları için bu platformda güçlü bir yer edinmiş durumda; zira NATO ülkeleri arasında bu yıl ve önümüzdeki yıl gayri safi yurt içi hasılaya (GSYİH) oranla savunmaya en fazla harcama yapan ülke Polonya olacak.

Ukrayna’daki savaşın kontrol altına alınması mümkün görünmüyor

Berliner Zeitung gazetesinin aktardığına göre Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, forumda yaptığı konuşmada, diğer NATO ülkelerini de savunma ve silahlanma bütçelerini önemli ölçüde artırmaya çağırdı.

Cumhurbaşkanı, “Barış zamanında GSYİH’nin yüzde 2’sini savunmaya ayırmak iyi bir hedefti. Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz gerçek savaş tehditleri ve buna bağlı olarak silahlı kuvvetlerin yeniden inşası ve çoğu durumda kapasitelerinin yenilenmesi ihtiyacı göz önünde bulundurulduğunda, bu hedef yetersiz kalıyor. (…) Bu nedenle NATO ülkelerine, GSYİH’lerinin en az yüzde 3’ünü savunmaya ayırmaları çağrısında bulunuyorum. Durum, bunu bizden talep ediyor,” dedi.

Duda, bu çağrısını desteklemek için, Soğuk Savaş sırasında Batılı ülkelerin savunma harcamalarını GSYİH’nin yüzde 3’üne çıkartarak Sovyetler Birliği’ni “iktisadi çöküşe” sürüklediğini hatırlattı.

Fakat bugünkü koşullarda Avrupa’da yalnızca yeni bir Soğuk Savaş’tan değil, Ukrayna’da devam eden ve giderek şiddetlenen bir çatışmadan söz ediliyor. Buna rağmen forum katılımcıları, bu savaşı kontrol altına alma yollarını aramaktan çok, çatışmanın devamına dair stratejiler üzerinde durdu.

Forumun genel havasını özetleyen Cumhurbaşkanı Duda, şu sözleriyle dikkat çekti: “Çatışmalar ne kadar yoğun olursa olsun, Ukrayna’nın direnmesinden başka bir seçenek yok. Rusların acımasızlığı karşısında, Ukrayna’nın ve komşularımızın başka bir şansı kalmamıştır.”

Etkili ortaklar

Varşova Güvenlik Forumu, on yılı aşkın bir süredir Polonyalı düşünce kuruluşu Casimir Pulaski Vakfı tarafından düzenleniyor. Vakıf, NATO, Konrad Adenauer Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Polonya-Amerikan Özgürlük Evi gibi uluslararası kurumsal aktörlerle, siyaset, iş dünyası ve savunma sanayii alanında yakın iş birliği yapıyor.

Forumun en önemli stratejik ortakları arasında Polonya Ulusal Güvenlik Ofisi (BBN), Polonya Savunma Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yer alıyor. Bu kurumlar, forumun himayesinde aktif rol oynuyor.

Dikkat çekici bir unsur da forumun 15 “endüstriyel ortağının” çoğunluğunu yabancı savunma şirketlerinin oluşturması. Özellikle ABD’li savunma devleri Lockheed Martin ve Northrop Grumman gibi şirketler öne çıkıyor. Buna karşın, kimya sektöründen sadece bir Polonyalı şirket forumda yer alıyor.

ABD, forumda “endüstriyel sunumlar” adı altında savunma ürünlerini tanıtırken, siyaset, ordu ve savunma sanayisinden üst düzey temsilcilerle adeta her yerdeydi.

Örneğin, “Avrupa-Amerikan Güvenlik İlişkilerinin Geleceği” başlıklı panelde, Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda’nın vizyonuna uygun olarak, AB ülkelerinin Ukrayna’ya yönelik taahhütlerinin artırılması talebi gündeme getirildi.

ABD Temsilciler Meclisi’nin Demokrat üyesi Jason Crow, ABD’nin istihbarat bilgilerinin Avrupalı müttefiklerle paylaşımındaki engelleri açıkça dile getirdi:

“5G gibi Çin telekomünikasyon altyapısının ülkelerinize girmesine izin veremezsiniz ve aynı zamanda ABD’den yüksek düzeyde istihbarat paylaşımı bekleyemezsiniz. Oysa bizim ihtiyacımız tam da budur.”

Crow, ayrıca Çin’in Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşındaki rolünün küçümsenmemesi gerektiğini belirtti.

Crow, ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı yardımın, ABD’nin 2024 savunma bütçesi olan 883 milyar dolarlık düzenli harcama göz önüne alındığında nispeten küçük bir miktar olduğunu vurguladı:

“Bu bizim açımızdan hayırseverlik değil. (…) Avrupa’daki çıkarlarımızı koruyoruz; burada konuşlanmış 80 binden fazla ABD askerini, burada yaşayan yüz binlerce ABD vatandaşını savunuyor ve Rus savaş makinesini yok ediyoruz. Tüm bunları savunma ittifakımızın sadece yüzde üçüyle yapıyoruz – bu Amerikalılar için oldukça avantajlı bir anlaşma.”

Almanya-Polonya-Fransa üçgeni

Varşova Güvenlik Forumu’nun organizatörleri, AB’nin taahhütlerini daha etkili bir hale getirmek amacıyla, bu yılki raporlarını “Weimar Üçgeni” olarak bilinen Almanya-Fransa-Polonya iş birliği formatına adadı.

Polonya’nın eski Berlin Büyükelçisi ve şu anda Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olan Thomas Bagger, Ekim 2023’teki WSF’de, Weimar Üçgeni’nin yeniden güçlendirilmesi gerektiğini savundu.

Bagger, “Bir Alman olarak söylüyorum ki: Weimar Üçgeni’nin en iyi günleri henüz gelmedi,” ifadelerini kullandı.

Weimar Üçgeni, özellikle 1990’larda bazı önemli gelişmeler kaydetmişti ancak Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi (PiS)’nin 2023 yılına kadar iktidarda kalmasıyla bu iş birliği büyük ölçüde sekteye uğramıştı.

Fakat Aralık 2023’te AB yanlısı Tusk hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte bu format yeniden önem kazandı. WSF raporu, “Weimar Üçgeni ile AB Gündemini İleriye Taşımak” başlığı altında, öncelikle savunma politikalarına odaklanıyor.

Rapor, Almanya, Fransa ve Polonya’nın Avrupa savunma projelerinde daha fazla iş birliği yapmaları gerektiğini savunuyor. Bu bağlamda, üç ülkenin savunma projelerini finanse etmek için Uluslararası Weimar Üçgeni Fonu (IMF) gibi bir yapının kurulması öneriliyor.

İlk bakışta, Weimar Üçgeni savunma politikaları açısından anlamlı bir iş birliği formatı olarak değerlendirilebilir.

Bu üç ülke, sadece AB nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ını temsil etmekle kalmıyor, aynı zamanda AB ülkelerinin savunma harcamalarının yüzde 50’sinden fazlasını gerçekleştiriyor.

Ayrıca, bu ülkeler, diğer küçük AB ülkelerinin bazı pozisyonlarını da temsil ediyorlar. Örneğin, Polonya, aynı zamanda Baltık ülkeleri adına da konuşuyor.

Ancak Weimar Üçgeni’nin savunma alanında büyük bir geleceği olup olmadığı belirsizliğini koruyor. Örneğin, ABD’ye geleneksel olarak daha mesafeli duran Paris’in pozisyonları, Washington ile çok yakın ilişkiler geliştiren Varşova’dan oldukça farklı. Üç ülkenin savunma sanayileri de birbirinden ciddi şekilde ayrışıyor.

Almanya ve Fransa’nın birçok ortak savunma projesi bulunurken, Polonya daha çok ABD ve Güney Kore ile yaptığı uzun vadeli iş birliklerine bağlı. Bu iki ülkenin savunma ürünleri, Polonya için daha hızlı ve etkili tedarik imkânı sağlıyor.

Doğu Avrupalıların pahalı korkuları

Bu yıl Varşova’da düzenlenen güvenlik forumunda öne çıkan bir diğer önemli nokta, Doğu Avrupa ülkelerinin Ukrayna’daki savaşı uzun vadeli bir tehdit olarak algılamaları oldu. Rusya’nın Baltık ülkelerine saldırması senaryosu —NATO’nun 5. Maddesine rağmen— bu ülkeler için gerçekçi bir tehdit olarak değerlendiriliyor.

Örneğin Estonya Savunma Bakanı Hanno Pevkur, ülkesinin artan savunma harcamalarını karşılamak için yakında yeni “güvenlik vergileri” getireceklerini açıkladı. 2024 yılında Estonya, GSYİH’sinin yüzde 3,4’ünü savunmaya ayıracak ve bu kapsamda katma değer vergisi, gelir vergisi ve kurumlar vergisine iki puanlık artış yapılacak.

Pevkur, bu önlemlerin halk için büyük bir mali yük olacağını belirterek, panel moderatörü ve Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Christoph Heusgen’e dönerek şöyle dedi: “Bunu Almanya’da yaptığınızı düşünün — Alman toplumunda hafif bir çalkantıya yol açabilir.”

Heusgen ise esprili bir yanıt verdi: “Türbülans olmaz, bu siyasi intihar olur.”

Bir güvenlik forumundan savaşın nasıl sona erdirileceğine dair çözümler sunması beklenirdi; sonuçta, Ukrayna için en büyük güvenlik, silahların sustuğu bir ortamda sağlanabilir. Ancak tartışmalar bu yönde ilerlemedi. Bunun yerine, “Kaybedecek Zaman Yok” başlığı altında, odak noktası Avrupa’nın konvansiyonel bir savaşa nasıl hazırlanabileceği üzerineydi.

AB ve ABD’nin savunma konusundaki farklı yaklaşımları

Her ne kadar birlik mesajları verilse de AB ve ABD’nin bu hazırlığın nasıl olması gerektiği konusunda farklı görüşlere sahip olduğu gerçeğine yalnızca yüzeysel olarak değinildi.

“Daha Büyük, Daha Güçlü: Avrupa Orduları Nasıl Güçlendirilmeli” başlıklı panelde, Avrupa’nın stratejik özerkliği konusu gündeme geldi. 2019-2021 yılları arasında ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yapan ve şu anda savunma şirketi Boeing’in Küresel Politika’dan Sorumlu Başkan Yardımcısı olan Stephen E. Biegun, Avrupa’da bu konuda farklı sesler olduğunu belirtti.

Şöyle dedi: “Avrupa’da, savaş kabiliyeti açısından stratejik özerklikten bahseden birçok farklı ses var. Ancak eğer bu stratejik özerklik, savunma ürünlerinin yalnızca Avrupa ülkelerinden gelmesi gerektiği anlamına gelirse, bu elbette Amerikan savunma şirketleri tarafından çok olumsuz karşılanacaktır.”

Bu çıkar çatışması, Polonya’da da kendini gösteriyor. Varşova, şu anda 32 adet çok rollü savaş uçağı satın almak üzere ve üç büyük teklif sahibi yarışıyor: ABD’li Boeing’in F-15EX Eagle II, Lockheed Martin’in F-35A Lightning II ve Airbus, BAE ve Leonardo ortaklığının Eurofighter Typhoon modeli.

Leonardo’nun Polonya şefi Marco Lupo, forumda yaptığı “endüstriyel sunumda” Polonya’nın sadece bir müşteri değil, aynı zamanda Eurofighter Typhoon’un yeni neslinin üretiminde bir ortak olacağını vurguladı.

Lupo, sözleşme bedelinin yaklaşık yüzde 40 ila 50’sinin Polonya ekonomisine fayda sağlayacağını belirterek, “Biz hileli hesaplar yapmıyoruz, bu gerçek bir değer olacak,” diye konuştu. Ondan önce ise bir Lockheed Martin temsilcisi, F-35 jetini tanıtmıştı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English