Dünya Basını
Çin-İsrail ilişkileri ne kadar istikrarlı?

Çevirmenin notu: Avrupa’daki savaş devam ederken Orta Doğu ve Arap ülkeleri son yılların en sakin dönemini geçiriyor. Bu sükûnet döneminde, tarihi sayılabilecek hadiseler de meydana geldi. Bunların başında, Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkilerin, Çin’in arabuluculuğuyla normalleşmesi geliyor. Bunun diğer bölge ülkeleri üzerinde de etkileri oldu ve Yemen’deki dondurulmuş çatışmada (ki esasında Suudi Arabistan ve çeperindeki Körfez ülkelerinin Mart 2015’te başlattığı bir işgaldi) uzun zaman sonra ilk kez çözüm belirtileri görülmeye başladı. Ayrıca Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşü de büyük sayılabilecek bir gelişmeydi. Durumun Çin’in ABD karşısındaki amansız yükselişiyle bir ilgisi olduğu muhakkak ve burada, öteden beri Washington’un bölgedeki ileri karakolu olan İsrail’in Çin ile geliştirdiği ilişkiler ve bu ilişkilerdeki açmazlar yakından bakmayı hak ediyor.
Çin-İsrail ilişkileri ne kadar istikrarlı?
Giorgio Cafiero
28 Ağustos 2023
Yirmi birinci yüzyıl Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki iktisadi yükselişine tanıklık etti. Pekin’de 10 Mart’ta imzalanan Suudi-İran normalleşme anlaşmasıyla da vurgulandığı üzere Çin’in bölgedeki diplomatik etkisi de artıyor. Uluslararası jeopolitik düzen daha çok kutuplu hale geldikçe, dünyanın jeo-iktisadi ağırlık merkezi Kuzey Amerika ve Avrupa’dan Asya’ya doğru kaydıkça, bölgedeki neredeyse tüm aktörler yükselen Çin ile bağlarını derinleştirdi. İsrail de bir istisna değil. Çin-İsrail iktisadi bağları yatırım, teknoloji, altyapı, lojistik, bilimsel işbirliği, turizm, inşaat ve eğitim dahil olmak üzere pek çok sektörde geniş bir yelpazeye yayılmış durumda. Ancak, en az üç ana faktör muhtemelen ikili ilişkilerin büyümesini sınırlayacaktır: Pekin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki dış politikası ve İsrail’in düşmanlarıyla olan ilişkileri, İsrail’in Çin’e yapılan bazı teknoloji transferleriyle ilgili güvenlik kaygıları ve ABD’nin İsrail’e Asya deviyle olan ilişkilerini soğutması için yaptığı baskı.
Bu dinamikler İsrail’in Çin ile ilişkilerine tavan yaptırsa da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu daha derin bir ilişkinin ülkesinin çıkarlarına hizmet edebileceğine inanıyor gibi görünüyor. Haziran ayında Pekin’e davet edilen Netanyahu’nun Çin başkentine dördüncü resmi ziyaretini gerçekleştirme planları, hükümetinin İsrail’in uluslararası arenadaki diplomatik konumunu güçlendirme arayışıyla örtüşüyor. İsrail’in küresel ilişkilerini Batı’nın ötesinde çeşitlendirmek Netanyahu’nun hedeflerinden biri, zira Tel Aviv’in iktidar koalisyonundaki aşırılıkçıların son derece kışkırtıcı eylem ve söylemleri Batı başkentleriyle sürtüşmeyi körüklüyor. İç politika da konuya dahil. Netanyahu hükümetinin stratejik düşüncesinin bir parçası da İsrail içindeki siyasi ve sosyal krizleri büyük iktisadi anlaşmalarla örtmesi muhtemel Pekin ziyaretiyle dengeleme çabasında da görülebilir.
İsrail ayrıca Çin’i İran ve Suudi Arabistan üzerinde etkisi olan yükselen bir güç olarak görüyor ki bu da İran’ın nükleer programı veya Suudi-İsrail normalleşme anlaşması beklentileri de dahil olmak üzere Tel Aviv’in çıkarlarını ilerletme adına potansiyel olarak kullanılabilir. Ayrıca Çin’in Abraham Anlaşmalarına verdiği destek, gelecekte daha güçlü Çin-İsrail ilişkileri için yeni bir temel daha oluşturabilir.
Düşmandan dosta
1940’lardan bu yana Çin-İsrail ilişkileri farklı evrelerden geçti. İsrail’in kuruluşundan bir yıl sonra 1949 Çin Komünist Devrimi gerçekleşti. Bu devrim ile Çin’in 1970’lerin sonundaki İktisadi Reform ve Açılımı arasında Pekin’in Arap dünyasındaki dış politikası (çoğunlukla devrimci amaçlarla) radikal Arap hükümetleri (Mısır, Libya, Irak, Suriye, Güney Yemen, vb.) ve Filistin’deki gibi ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemişti.
Fakat 1979 yılına gelindiğinde Çin, İsrail ile daha pragmatik ve daha az ideolojik bir ilişki kurmaya başlamıştı. Bu, İsrail savunma teknolojisinin Pekin’e transferi için sözleşmeler imzalanmasını gerektirdi. Haziran 1990’da ise iki ülke Pekin’de İsrail Bilimler ve Beşerî Bilimler Akademisi İrtibat Bürosu ve Tel Aviv’de Çin Uluslararası Seyahat Servisi ofisi olmak üzere “fiili büyükelçilikler” açtı. Ocak 1992’de iki ülke tam teşekküllü ilişkiler kurdu. Geçtiğimiz 31 yıl içinde Çin-İsrail iktisadi ilişkileri önemli ölçüde büyüdü. Çin İstatistik Bürosuna göre 1992 yılında 50 milyon dolar olan ikili ticaret 2021 yılında 22,8 milyar dolara ulaştı. 2021-22’de Çin, İsrail’in en büyük ithalat kaynağı olarak ABD’nin yerini aldı ve İsrail, Çin’in para birimi renminbiyi yabancı rezervlerine ekledi.
Netanyahu’nun 2009’da İsrail’in başbakanı olarak geri dönmesinin ardından iktisadi ilişkiler yeni boyutlara ulaştı. Mart 2017’de Netanyahu, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’i Pekin’de ziyaret ederken iki ülke teknolojik işbirliğine dayalı kapsamlı ve yenilikçi bir ortaklık ilan etti. Bunu, Çin’in İsrail ekonomisine yaptığı yatırımların artması izledi.
İsrail’in Doğu Akdeniz’deki konumu, Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) kapsamında ikili ilişkilere verdiği değere katkıda bulundu. Çinliler ve İsrailliler, 2017 yılında Kuşak ve Yol Girişimi işbirliğini ilan ederek ikili ilişkilerinde yeni bir sayfa açtılar. Pekin’in bakış açısına göre İsrail, KYG açısından eşsiz bir pazar. Çin, Doğu Akdeniz’de daha fazla varlık göstermeye çalışırken İsrail’in nispeten düşük yatırım riski ortamı Pekin’e cazip geliyor. İsrail’in Akdeniz’deki doğalgaz rezervlerinin geliştirilmesi, gelişen İsrail limanları ve BAE ile normalleşmesinin ardından daha fazla Arap ülkesiyle artan ticareti ile birlikte, İsrail’in komşu ülkeler Kıbrıs, Mısır ve Yunanistan ile güçlendirdiği artan iktisadi ve enerji bağları da öyle.
Çin’in İsrail’e olan ilgisi, İsrail’in pek çok yenilikçi şirketin iş yaptığı bir teknoloji merkezi olmasıyla da yakından ilgili. İsrail de Çin’i büyük bir ihracat pazarına sahip ve en hızlı büyüyen büyük ekonomi olarak görüyor. Pekin’deki hükümet, Çinli şirketleri İsrailli teknoloji şirketlerini (HexaTier, Visualead, ThetaRay, Lumus, Pixellot, vs.) satın almaya, onlarla ortaklık kurmaya ve onlara yatırım yapmaya ve Aşdod ve Hayfa limanları, Tel Aviv hafif raylı sistemi ve Carmel Tünelleri gibi büyük altyapı projelerinde aktif olmaya güçlü bir şekilde teşvik etti.
Potansiyel problem kaynakları
1990’ların başından bu yana Çin-İsrail ilişkilerinde pek çok sektörde yaşanan hızlı büyümeye rağmen, İsrail’in Çin ile ilişkilerine ne kadar bağlı kalacağı konusunda ciddi kuşkular uyandıran üç ana faktör var. Bu dinamikler önümüzdeki yıllarda ikili ilişkilerin istikrarını sorgulatıyor.
Birincisi, Pekin’deki karar alıcıların İsrail’i çatışmalarında, “gölge savaşlarında” ve Filistinliler, Lübnan Hizbullah’ı, Suriye ve İran ile olan anlaşmazlıklarında desteklemesi pek mümkün değil. Orta Doğu’daki güçleri bölen siyasi krizlerde taraf tutmaktan kaçınmaya çalışan Çin, bölgede “stratejik belirsizliği” temel alan “herkesin dostu” bir dış politikaya bağlı kalmaya devam ediyor. Başka bir deyişle İsrail, Çin’de ABD’nin yaptığı gibi Orta Doğu’daki saldırganlığını destekleyecek bir müttefik bulamayacaktır. Aslında bazı durumlarda Çin’in bölgedeki dış politikasının İsrail’in algılanan ulusal çıkarlarına zarar verdiği görülüyor.
Çin-İran ilişkileri bunun bir örneği; Pekin, İranlıların ABD yaptırımlarını delmesine yardımcı olarak Washington’un İslam Cumhuriyeti’ni tecrit etme ve zayıflatma çabalarının altını oyuyor. Pekin’in Filistin konusundaki tutumu da bir başka örnek. Çin, İsraillilerle Filistinlilerden çok daha derin iktisadi ilişkilere sahip olmasına ve Pekin’in Filistinlilere verdiği desteğin artık büyük ölçüde retorik ve sembolik olmasına rağmen, Çinli karar alıcılar İsrail’i Filistinlilere hiçbir İsrail hükümetinin, özellikle de mevcut hükümetin vermeyi düşünmeyeceği tavizler vermeye çağırıyor. Elbette Çin ile İsrail arasında, Filistin ile ilgili konulardaki anlaşmazlıklar, Çin-İsrail iktisadi ilişkilerinin gelişmesini engellemedi ama İsrail’in Batı Şeria’yı işgali, Çin ile İsrail’in aynı görüşte olma şansını sınırlayabilir. Ayrıca Çin hükümeti Lübnan’daki Hizbullah’ı ya da Gazze’deki Hamas’ı “terör örgütü” olarak görmüyor, bu grupları Lübnan ve Filistin’deki kesimlerin meşru temsilcileri olarak değerlendiriyor.
2012 yılında Çin’in o dönemki Lübnan Büyükelçisi Wu Zexian, Hizbullah yanlısı bir gazete olan El Ahbar’a verdiği mülakatta, Pekin’in Hizbullah konusundaki tutumunu ele almıştı. İsrail’i Lübnan’da işgalci bir güç olarak nitelendiren Wu, “Lübnanlıların ülkelerini korumak ve egemenliklerini muhafaza etmek için gösterdikleri tüm çabaların meşru olduğunu” ve Hizbullah’ın Lübnan’da silahlı bir grup olarak statüsünün Lübnanlıların herhangi bir dış müdahale olmaksızın kendi aralarında diyalog yoluyla ele almaları gereken bir iç mesele olduğunu vurgulamıştı. Son zamanlarda Çinli şirketler ve hükümet, tüm Akdeniz ülkeleriyle ilişkileri geliştirme çabalarının bir parçası olarak Lübnan’da rol oynamaya büyük ilgi gösterdi.
Pekin yönetimi, uzun zamandır ABD’yi İsrail’in Hamas yönetimindeki Gazze’ye yönelik askerî harekâtlarına verdiği destek konusunda yalnız olarak tanımlıyor ve Washington’u Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i eylemlerinden sorumlu tutma çabalarını engellemekle suçluyor. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrail’in Mayıs 2021’de Gazze’de gerçekleştirdiği Duvarları Koruma Harekâtına cevaben BMGK toplantısında İsrail’in tutumunu kınamış ancak Hamas’ı roket saldırıları nedeniyle eleştirmemişti. Çin, ayrıca İsrail ile Hamas arasındaki gerilimi azaltmak üzere kendi desteklediği bir girişimin parçası olarak İsrail’in Gazze ablukasına son vermesi konusunda ısrarcı olmuştu.
İkinci olarak, İsrail yıllar içinde teknoloji sektöründe Çin ile daha derin ilişkilerin yarattığı bazı riskleri görmeye başladı. Bunlar veri gözetimi, gri bölge teknoloji transferleri, siber güvenlik ve veri hırsızlığı ile ilgili. Çin’de fikri mülkiyet haklarının zayıf bir şekilde uygulandığı göz önüne alındığında İsrail’in fikri mülkiyetinin çalınması ve teknoloji alanındaki rakiplerine karşı avantajlarını kaybetmesi konusunda kaygılar mevcut. Dahası, Çinli teknoloji şirketlerinin İsrail’in bazı düşmanlarıyla iş yapması nedeniyle ulusal güvenlik kaygıları İsraillileri çift kullanımlı teknolojilerin Çinlilere transferi konusunda temkinli davranmaya itiyor. ABD de teknoloji sektöründe Çin-İsrail işbirliğine ilişkin bu tür kaygılarını dile getirmişti.
Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, Washington’un Çinlilerin İsrail ekonomisindeki ayak izlerini büyütmelerini engelleme konusunda İsrail’e yaptığı baskı. Trump döneminde ABD, Çin-İsrail işbirliğinin belirli alanlarda derinleşmesinden duyduğu endişeyi dile getirmişti. Biden yönetimi de Çin’in İsrail ekonomisi için artan öneminden duyduğu rahatsızlığı ifade etti ve Biden’ın nihai halefi de muhtemelen aynını yapacaktır.
2019 yılında ABD Savunma Bakanlığı, Amerikan ordusunun Çin’in İsrail’deki yatırımlarına ve İsrail ile ticaretine “son derece ihtiyatlı” baktığını açıklamıştı. Washington’daki yetkililer, Çin devletine ait Şanghay Uluslararası Liman Grubu’nun, İsrail’in, ABD Donanmasının Altıncı Filosunun uğrak limanı olan Hayfa limanını yönetmek üzere yaptığı 2 milyar dolarlık anlaşmanın Amerikan ulusal güvenliği üzerindeki potansiyel etkilerinden tedirgin oldular. Orta Doğu’dan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı Mick Mulroy, “ABD ve İsrail ekonomilerinin açıklığı ülkelerimiz için bir güç, ancak ihtiyatlı olmazsak kötü niyetli aktörler bundan faydalanabilir,” dedi. ABD’li yetkililer ayrıca Çin’in, Tel Aviv’deki hafif raylı sistemdeki yatırımlarının kaygı verici olduğunu belirtmiş ve 2020’de Trump yönetimi, Çin kontrolündeki bir şirketin İsrail’in merkezindeki bir su arıtma tesisi çalışmalarındaki rolü hakkında açıklama talep etmek için İsrailli yetkililerle temasa geçmişti.
Genişleyen ilişki
Nihayetinde Çin ile İsrail, gelecekte daha da genişleme potansiyeline sahip olan derin ilişkilerini sürdüreceklerdir. Pekin’in uluslararası arenada artan etkisi göz önüne alındığında İsrail, Çin ile olan ilişkisini, ABD ve Avrupalı güçlerle olan ortaklıklarını dengeleme çabaları açısından kritik olarak görmeye devam edecektir. İktisadi açıdan Çin ile İsrail birbirlerine, özellikle de teknoloji söz konusu olduğunda, iki ülkenin de bu ikili ilişkinin değerini göz ardı edemeyeceği kadar çok şey sunuyor.
Bununla beraber ABD, İsrail’in dış politika ve savunma stratejilerinde Çin’in oynamayacağı özel bir rol oynuyor. Hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin Orta Doğu’ya baktıkları İsrail yanlısı mercek, Pekin’in bölgeye bakış açısından farklı. Sorulması gereken kritik sorular ve izlenmesi gereken eğilimler, İsrail liderliğinin ABD ile Çin arasındaki “yeni soğuk savaşı”, özellikle de bunun Orta Doğu’daki sonucunu nasıl yönlendireceği ile ilgili. İsrail için önemli bir sınav da Tayvan konusunda askeri bir çatışma olacaktır ki bu da İsrail’in muhtemelen Washington’un yanında yer almasını ama aynı zamanda Pekin ile sağlam ilişkiler sürdürme konusundaki çıkarlarını korumaya çalışmasını gerektirecektir.
Büyük olasılıkla, ABD olmasaydı, İsrail Çin ile ortaklığını daha da güçlendirme konusunda girişimlerde bulunacaktı. Fakat Washington, büyük güç rekabetine odaklanmaya devam ettiği ve Çin’i ABD’nin ulusal güvenliğine yönelik büyük bir tehdit olarak gördüğü sürece İsrail, Washington’da Çin ile ilişkilerinin niteliğine dair iki partinin de kaygılarıyla mücadele etmek zorunda kalacaktır.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Görüş5 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu3 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi6 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3