Dünya Basını
İsrail’e Gazze’de neden hayırlı seçenekler yok?

Çevirmenin notu: Filistinli grupların 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısından sonra yıllardır abluka altında olan Gazze Şeridi yoğun bombardıman altında. Önceki günlerde İsrail’in kara harekâtı —hava 20 derece olmasına rağmen— “hava muhalefeti nedeniyle” ertelendi. Saldırının başlayıp başlamayacağına dair net bir bilgi olmasa da Gazze ahalisi tehcire zorlanıyor.
Öte yandan kara harekâtı, İsrail açısından büyük risklere gebe. Almanya merkezli düşünce kuruluşu Le Beck’in istihbarat araştırmacısı Michael Horowitz’in yorumu.
İsrail’e Gazze’de neden hayırlı seçenekler yok?
Michael A. Horowitz
26 Ekim 2023
Netanyahu ilk konuşmalarından birinde İsrail’in vereceği karşılığın “Orta Doğu’yu değiştireceğini” söylemişti. Bu kesinlikle doğru: İsrail ve diğer herkes için çok ama çok daha kötü hale getirebilir.
Hamas’ın 1400 İsraillinin ölümüne yol açan eşi benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail makamları, Gazze’de ne tür bir karşılık vermeyi ve ne tür hedeflere ulaşmayı planladıkları konusunda çeşitli beyanlarda bulundu.
Tüm bunlar, İsrail’in Gazze’ye karşı başlattığı ve halihazırda Filistinlilerin devasa çaptaki kayıplarına, yerlerinden edilmelerine ve yıkıma yol açan hava harekatının sadece bir başlangıç olduğunu gösteriyor. Fakat İsrail makamları, Hamas’ın saldırılarına duygusal tepkiler verirken bazı kesimler de Gazze’ye ciddi bir plan olmadan girmenin felakete yol açabileceği uyarısında bulundu.
ABD’nin 11 Eylül’e verdiği karşılık ile İsrail’in 7 Ekim saldırılarına vereceği karşılık arasında paralellikler kuruldu, pek çok yorumcu ve yetkili (başta Başkan Biden olmak üzere) kolaylıkla hata yapılabileceği ve bu hataların bedelini büyük olasılıkla sivillerin ödeyeceği uyarısını yaptı.
Bu da İsrail’in beyanların ve bunların esasında ne anlama geldiğinin incelenmesini mecburi kılıyor. İsrail’deki çatışma genelde her iki tarafın da birbirini suçladığı bir anlatı düzeyinde tartışılıyor. Ancak her iki tarafın da salahiyeti açısından bu en karanlık zamanda bile geleceğin ne getireceğine dair vizyonun tartışılması gerek.
Netanyahu artan kamuoyu baskısıyla karşı karşıya
Anlaşılması gereken hususlardan biri, İsrail’de kamuoyu baskısının en üst düzeyde olduğu. Televizyon kanalları hala 7 Ekim’de yaşananlara dair tanık ifadeleri gösteriyor ve görüntüler servis edilmeye devam ediyor.
Çocuklar televizyonda ebeveynlerinin yasını tutuyor; bazıları tüm ailelerini kaybetti, yanmış kurbanların vücut parçaları hala analiz ediliyor ve insanlar hala kayıp. Yaşanan şok ne sindirilebildi ne de çoğu insan tarafından tam olarak anlaşılabildi. İsraillilerin çoğunun hükümetlerine karşı duydukları aşırı güvensizlik de bu durumu daha da derinleştiriyor.
Netanyahu, 7 Ekim’den önce hiçbir ölçüye göre destek görmüyordu. Fakat anketler popülaritesinin iyice çöktüğünü gösteriyor: İsrailli haber kuruluşu Ma’ariv tarafından yapılan kamuoyu yoklaması, Netanyahu’nun partisinin daha önce görülmemiş seviyelere gerileyeceğini ve bugün seçimler yapılsa koalisyonunun kesin olarak mağlup olacağını gösterdi.
Netanyahu’nun uzun süredir rakibi olan Benny Gantz (kamuoyu yoklamalarına göre krizden en kârlı çıkan şahsiyet) hükümete katılmış olsa da İtamar Ben Gvir ya da Bezalel Smotriç gibi aşırılıkçı isimlerin yer aldığı bir hükümette olmayı reddeden diğer bazı isimler nedeniyle bu hiçbir şekilde gerçek bir “birlik” hükümeti değil.
Başka bir deyişle, bu hükümet krize ispatlaması gereken her şeyle ve son derece düşük bir kamuoyu güveniyle giriyor. Yine de bu hükümet hem İsrail ve Filistin’de hem de ötesinde bölgenin akıbetini etkileyecek kararlar alabilecek bir hükümet.
Kara harekâtı: Gerçek bir plan var mı?
İsrailli yetkililer, 7 Ekim’den bu yana Gazze’ye yönelik olası kara harekâtının hedefi hakkında çeşitli beyanlarda bulundu. İlk günlerde Savunma Bakanı Gallant, ülkenin “Hamas denen bu şeyi yok edeceğini” söyledi, örgütü IŞİD’e benzetti ve tekrar “yeryüzünden silineceğini” dile getirdi.
Bu türden Hamas’ı Gazze’den “temizlemeye” dönük bir harekatın spesifik parametrelerini ya da böyle bir planın yol açacağı muazzam can kaybı sayısını dikkate almadan, Irak ve Suriye’deki IŞİD karşıtı harekâtı ya da Afganistan’daki Taliban karşıtı harekât gibi dünyanın başka yerlerinde yürütülen tüm silahlı kalkışma karşıtı harekâtlarda “zaferin” zor olduğunu kanıtladığını belirtmek isterim.
Militan örgütler güvenlik kampanyaları yoluyla zayıflatılabilir ama Gallant’ın öne sürdüğü gibi “mutlak” bir şekilde yenilgiye uğratılmaları nadiren mümkündür.
Siyasi ve devlet inşası bileşeni olmayan herhangi bir ciddi güvenlik kampanyası, radikal örgütlerin yenilgiye uğratılmasına yönelik önceki harekâtlardan çıkarılan derslere de aykırı olacaktır. Bu tür silahlı kalkışmayla mücadele harekâtlarının yıllar almasından bahsetmiyorum bile.
İsrail daha önce hiç böyle bir harekât düzenlememişti ve ciddi hazırlıklar yapmadan, sürpriz bir saldırıyla bu tür bir harekata girişmek en hafif tabirle akılsızlık olur.
Hamas’ın alaşağı edilmesi
İsrailli yetkililerin sözünü ettiği ikinci hedef ise Gazze’deki Hamas rejiminin “alaşağı edilmesi”. Hamas bir diktatörlük gibi davrandı, Gazze’deki her türlü huzursuzluğu bastırdı ve uluslararası yardımı başka yöne çekti. Bu durum bölgeyi bölgesel bir savaşın eşiğine hiç olmadığı kadar yaklaştırdı.
Gazze’yi ortadan kaldırmak İsrailliler açısından mantıklı bir hedef gibi görünse de bunun nasıl yapılacağına dair gerçekler çok daha az önemsiz sayılıyor. Özellikle Gazze’deki olası savaşın ardında bırakacağı (ve halihazırda bırakmakta olduğu) muazzam yıkım göz önüne alındığında, bunun için gerçekçi bir alternatif ve gerçekçi bir devlet inşası yolu gerekiyor.
Hamas’ı destekleyerek ve Filistin Yönetimi’ni marjinalleştirerek uzun süredir “böl ve yönet” arayışında olan Netanyahu liderliğindeki hükümet, şimdi aniden Mahmud Abbas’ın Gazze’nin kontrolünü geri almasına yardım etmeye hazır mı?
Durum böyle olsa bile —ki Netanyahu’nun sicili göz önüne alındığında buna pek ihtimal vermiyorum— İsrail, Gazze’yi “ele geçirdiğinde” Filistin Yönetimi ölmüş olabilir. Otorite, 7 Ekim’den önce bile uzun ve köklü bir kriz yaşıyordu; Filistinlilerin gözünde meşruiyetini kaybetmiş ve hatta Batı Şeria’nın bir kısmının kontrolünü de fiziksel olarak kaybetmişti.
Abbas hiç sevilmiyor ve Gazze adına bir şeyler yapabilecek gücü yok. Ramallah’taki hükümet Mukata’dan güçlükle çıkabiliyor. Ama esasında onun kaderi Gazze’nin kaderine bağlı. Gazze’deki El Ehli Hastanesine yapılan saldırının ardından Ramallah da dahil pek çok Filistin kentinde spontane protestolar patlak verdi.
Sloganlar yalnızca İsrail’e değil Abbas’a da yönelikti. Hamas bayrakları ve sloganları işitildi. Bu yeni bir olgu değil: Aynı eğilime 2021’deki Gazze savaşı esnasında da şahit olmuştuk. Eğer Gazze’de bir ay, hatta yıllar sürecek bir harekata tanık olacaksak, bu sloganlar daha da artacaktır.
İsrail’in Gazze’de “ortadan kaldırmaya” çalıştığı şey, yakında Batı Şeria’da da karşısına çıkabilir. Bölgesel kırılganlıklar çatırdayabilir ve Ürdün ve Mısır da dahil ılımlı Arap devletleri de İsrail’in Gazze’yi ele geçirme teşebbüsünün artçı şoklarını hissedecektir.
Filistin Yönetimi’nin geleceği
Filistin Yönetimi sağ kalırsa, Gazze ve Batı Şeria’yı yönetmekten aciz bir kabuk haline gelecektir. Bu “en iyi senaryoda” İsrail, Gazze’de (ve muhtemelen Batı Şeria’da da) şu anda Lübnan’da Hizbullah ile karşı karşıya olduğu durumla —kendisini durdurmaya gücü yetmeyen bir hükümetin arkasına saklanan militan bir örgütle— karşı karşıya kalacaktır.
Hamas isyancı bir örgüt olarak kökenine geri dönecektir. Başlangıçta bazıları tarafından örgütün değiştiği, 1967 sınırı boyunca bir İsrail devletini (ihmal ederek) kabul ettiği düşünülüyordu. Fakat 2023 saldırıları bu sözüm ona değişimin bir yanılsama olduğunu ve Gazze’deki örgütün daha da radikalleştiğini gösteriyor.
Daha da önemlisi, Hamas hedeflerinden birini gerçekleştirmiş olacak: Gazze’den İsrail’e ateş açabilecek ve 2007’de ele geçirdiğinden beri İsrail ablukası altında olan Gazze’nin 2 milyondan fazla sakinine bakabilecek sorumlu bir hükümet gibi davranmak gibi ağır bir sorumlulukla uğraşmak zorunda kalmayacaktır.
Aslında örgüt geçtiğimiz yıllarda, Gazze’deki Filistinlilerle ilgilenmek zorunda kalmadan İsrail’in işgaline karşı “direnişin” yüzü olma kabiliyetini sürdürme niyetinde olduğu için Filistin Yönetimi’nin Gazze’nin kontrolünü geri almasını istediğinin sinyallerini vermişti.
Örgüt sivil işlerle ilgilenmek istemiyor ve militan kimliğini her zaman ön planda tutacaktır. İsrail saldırısından sonra da varlığını sürdürürse, Filistin bölgesini istikrara kavuşturmaya yönelik her türlü çabayı engellemeye çalışacaktır.
Filistin Yönetimi’nin yeniden iktidara gelmesi için Mısır’ın yönetimi devralması ya da Abbas’ın uzun zamandır ezeli rakibi olan Muhammed Dahlan’ın hükümeti gibi başka alternatifler de araştırılıyor. Ancak bunların hiçbiri gerçekçi değil: Mısır, kendi içinde devasa sorunlarla karşı karşıyayken Gazze’nin sorumluluğunu yeniden üstlenmeye hiç de hevesli değil.
Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) sürgünde olan Dahlan, yıllardır Gazze’de değil ve 2007’de Gazze’yi Hamas’a kaptıran şahsiyet. En iyi ihtimalle Hamas ile ilişkileri net olmayan, karanlık ve fırsatçı bir figür. Gazze’nin başına yeniden getirilirse ya güçsüz bir figüran olacak ya da kendi bekası için anlaşmalar yapmaya —gerekirse Hamas ile de— devam edecek.
İsrail tarafından yönetime getirilen herhangi birinin Filistinlilerin gözünde gayri meşru bir figür olarak kariyerine başlayacağından bahsetmiyorum bile.
Nekbe 2.0
Filistinlilerin kesinlikle korktuğu diğer alternatif ise yeni bir “Nekbe”, yani Filistinlilerin Gazze’den sürülmesi. Eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Meyr Ben Şabat’ın başında bulunduğu marjinal bir düşünce kuruluşu da dahil İsrail’deki bazı isimler bu ihtimalden bahsetmiş olsa da İsrail’in planının bu olması pek mümkün değil.
İsrail bunu yaparak Arap dünyasında —özellikle de Mısır’da— büyük bir şok dalgası yaratacak ve birlikte çalışabildiği bir devleti ölümcül bir düşmana dönüştürecektir. Bu da sadece yılların değil, on yılların ilerlemesini geriye götürecektir.
Gazze’deki Filistinlilerin böyle bir senaryodan neden korktuklarını ve İsrail’in bunu düşünebileceğine neden inandıklarını anlasam da İsrail’de bunu savunan herkes, diğer İsrailli figürler ve ABD de dahil ülkenin müttefikleri tarafından tehlikeli bir aptal olarak görülecektir.
Bibi liderliğindeki hükümet aptallığın fıtratında olduğunu göstermiş olsa da şimdi bu tür eylemleri onaylamayacak “odadaki diğer yetişkinlerin” vesayeti altında.
Hamas’ın askeri kabiliyetlerini yok etmek
Son olarak İsrailli makamları, “Hamas’ın askeri kapasitesini yok edeceklerini” de iddia ettiler. Görünürde bu kesinlikle daha gerçekçi bir plan gibi duruyor. Fakat bu hedef bile zorlayıcı olacaktır.
Kapsam hakkında bir fikir vermesi açısından Rakka’yı IŞİD’den geri almaya yönelik harekât beş ay sürmüştü. Musul’u IŞİD’den geri alma harekâtı ise dokuz ay almıştı. Gazze çok daha büyük ve yoğun bir bölge.
Hamas’ın 30 binden fazla adamı olduğu düşünülüyor ki bu sayı IŞİD’den birkaç kat daha fazla; ancak İsrail de daha geniş bir gücü seferber etmiş durumda ve çok daha sağlam bir güç. Hamas, başta Gazze kenti olmak üzere Gazze Şeridi’nin orta kesimlerinde ve Han Yunus’un doğusunda bir yeraltı kenti inşa etmek üzere yıllardır beton harcıyor.
İsrail uçaklarının bazı tünelleri yok etmek için sığınak avcı uçaklarını kullanması gerekecek ve bu da muhtemelen içeride saklanan rehinelerin ölmesi riskini doğuracaktır. Gazze korkunç bir insani krizle karşı karşıyayken Hamas muhtemelen aylarca yetecek yakıt, gıda ve su depolamış durumda.
İsrail, savaş mühendisleri ve özel kuvvetler de dahil belirli birlikleri tünellerde savaşmak üzere eğitiyor ama bu, çok sayıda sivilin öldürüleceği ve Gazze’nin büyük oranda yıkılacağı zalim bir savaş olacak.
Şimdiye dek İsrailli liderlerin ve ortaklarının bu senaryoları akıllarında ve umarım yüksek sesle değerlendirmiş olmalarını bekliyorum. Odadaki daha soğukkanlı kişiler bu değerlendirmeleri yapmış olsa gerek; ki bunları önceden tahmin etmek hiç de kolay değil.
Umarım bazıları, İsrail’in Hamas’ın barbarlığına karşılık vermesi gerekirken, aynı zamanda destansı boyutlarda hatalar da yapabileceğini anlar. Bu hatalar, Filistinlilerin sefaletinden istifade etmekten ve bölgesel emellerini beslemek için daha fazla asker toplamaktan her zaman mutluluk duymuş bir ülke olan İran da dahil bölgedeki radikallerin işine gelecektir.
Netanyahu ilk konuşmalarından birinde İsrail’in vereceği karşılığın “Orta Doğu’yu değiştireceğini” söylemişti. Bu kesinlikle doğru: İsrail ve diğer herkes için çok ama çok daha kötü hale getirebilir.
İhtiyatlı olmak en önemli kelime olmalı. İsrail bir yandan Hamas’ı geriletecek gerçekçi ve kademeli hedefler belirlerken diğer yandan da çatışmanın gerçek anlamda çözüleceğine dair umut beslemeli.
Netanyahu’ya güveniyor olsaydım, harekâtın ilk parametreleri belirlendikten sonra, halkın öfkesinin bir kısmını absorbe etmek, halkın güveninin yeniden tesis edilmesine ve kararın daha meşru figürler tarafından verilmesine olanak sağlamak için istifa etmesini önerirdim.
Bunu yapacağından şüpheliyim. Fakat bir sürprizle karşılaşıldığında dikkatli davranmak gerekir. Ve bazen aptal olarak anılmak, aptal olmaktan daha iyidir.
Dünya Basını
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.
ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?
Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.
12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.
Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.
UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.
İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.
Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.
Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.
Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.
UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.
UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.
Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.
İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.
Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.
İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.
UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.
Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.
İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.
2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.
CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.
Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.
2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.
El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.
Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.
Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.
Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.
UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.
2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.
Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.
Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”
Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.
Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Ortadoğu1 hafta önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Avrupa1 hafta önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını1 hafta önce
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor
-
Dünya Basını2 gün önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir