Dünya Basını
Foreign Affairs: ABD’nin çıkarı, Orta Doğu’nun Suudi liderliğinde yeniden şekillendirilmesinde

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD dış politikasının oluşturulmasında etkili yayın organlarından Foreign Affairs’te yayınlandı. ABD’nin Suudi Arabistan’ın liderliğinde yeni Orta Doğu’yu nasıl şekillendirebileceğinin ele alındığı makaleye göre bu zor yolu başarabilirse “ancak o zaman Washington mevcut sorumluluklarından kurtulacak.”
***
Orta Doğu’yu Yeniden Şekillendiren Savaş
Washington Dönüşen Bölgeyi Nasıl İstikrarlı Hale Getirebilir?
Maria Fantappie ve Vali Nasr
7 Ekim 2023’ten önce, ABD’nin Orta Doğu vizyonu nihayet meyve veriyor gibi görünüyordu. Washington, Tahran’la nükleer programı konusunda üstü kapalı bir anlaşmaya varmıştı; bu anlaşmaya göre İran İslam Cumhuriyeti sınırlı bir mali rahatlama karşılığında nükleer programını fiilen durdurmuştu. Amerika Birleşik Devletleri Suudi Arabistan’la bir savunma anlaşması üzerinde çalışıyordu ve bu da Krallığın İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesine yol açacaktı. Ve Washington, Çin’in bölgede artan etkisini dengelemek için Hindistan’ı Orta Doğu üzerinden Avrupa’ya bağlayacak iddialı bir ticaret koridoru planladığını duyurmuştu.
Elbette engeller de vardı. Tahran ve Washington arasındaki gerilim geçmişe kıyasla daha düşük olsa da devam ediyordu. İsrail’in sağcı hükümeti Batı Şeria’daki yerleşim birimlerini genişletmekle meşguldü ve bu durum Filistinlilerin öfkesine yol açıyordu. Ancak ABD’li yetkililer İran’ı bir oyunbozan olarak görmüyordu; ne de olsa yakın zamanda çeşitli Arap hükümetleriyle ilişkilerini düzeltmişti. Ve İsrail, Filistinlilere anlamlı tavizler vermese de Arap devletleri ile ilişkilerini normalleştirmişti.
Ardından Hamas İsrail’e saldırarak bölgeyi kargaşaya sürükledi ve ABD’nin vizyonunu altüst etti. Militan grubun Gazze Şeridi’nden başlattığı ve savaşçılarının yüksek teknoloji ürünü bir sınır duvarını aşarak İsrail’in güney kasabalarına girdiği yaklaşık bin 200 kişiyi öldürdüğü ve 240’tan fazla kişiyi rehin aldığı geniş çaplı saldırı, Orta Doğu’nun hâlâ son derece patlamaya hazır bir bölge olduğunu açıkça ortaya koydu. Bu saldırı, İsrail’in Gazze’de insanlık trajedisine yol açan şiddetli bir askeri tepki vermesine yol açtı; çok sayıda ölü ve Filistinlilerin yerinden edinmesine neden oldu ve daha geniş bir bölgesel savaş riskini artırdı. Filistinlilerin sıkıntısı tekrar gündemde ve İsrail-Suudi Arabistan anlaşması artık mümkün değil. Hamas’ın direnci ve askeri yetenekleri için İran’ın desteğinin belirleyici olduğu göz önüne alındığında, İran’ın bölgesel askeri kapasitesi artık oldukça güçlü görünüyor. Tahran’a ayrıca yeni bir özgüven gelmiş gibi. Daha geniş çaplı bir çatışmaya hevesli olmasa da İran, Hamas’ın güç gösterisinin tadını çıkardı ve o zamandan bu yana İsrail’in Lübnanlı milis Hizbullah ile karşılıklı ateş açması ve İran destekli diğer grupların ABD birliklerine roket fırlatması üzerine çıtayı yükseltti.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu üzerindeki etkisi hâlâ büyük. Ancak İsrail’in savaşına verdiği destek, bölgedeki güvenilirliğine kesinlikle gölge düşürdü. (Bu destek, özellikle İsrail’in meşru müdafaa iddiasının Filistinli sivillere yönelik toplu cezalandırmaya dönüşmesi nedeniyle Washington’un küresel Güney’deki konumuna da zarar verdi). Bu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu için uzun süredir göz ardı ettiği gerçeklerle başa çıkacak yeni bir strateji oluşturmak zorunda kalacağı anlamına geliyor. Örneğin Washington artık Filistin meselesini ihmal edemez. Aslında bu çatışmanın çözümünü, çabalarının odak noktası haline getirmek zorunda kalacak. Gelecekte yaşanabilir bir Filistin devletine giden güvenilir bir yol bulunana kadar ABD’nin Arap-İsrail ilişkilerinin geleceği de dahil bölgedeki diğer sorunları ele alması kesinlikle imkânsız olacak.
Washington ayrıca Ortadoğu’yu sarsan Tahran’ın yükselen gücünü de ele almalı. ABD bölgeye barış getirmek istiyorsa İran ve vekillerini sınırlandırmanın yeni yollarını bulmalı. En az bunun kadar önemli olan bir diğer husus da ABD’nin İran’ın bölgesel düzene meydan okuma arzusunu frenlemesi. Özellikle de İran’ın nükleer silah yapma kapasitesine ulaşma adımlarını durduracak yeni bir anlaşmaya ihtiyaç duyacaktır.
Bu hedeflere ulaşmak için Amerika Birleşik Devletleri’nin uğruna çalıştığı her şeyi bir kenara bırakması gerekmiyor. Aslında, daha önce öngördüğü düzenin unsurları üzerine inşa edebilir ve etmeli de. Özellikle Washington bölgeye yönelik yeni planını İran, İsrail ve tüm Arap dünyası ile işleyen ilişkilere sahip Suudi Arabistan ile ortaklığına dayandırmalı. Riyad, İsrail-Filistin müzakerelerini canlandırmak ve ABD’nin İran’la nükleer bir anlaşma yapmasına yardımcı olmak için geniş nüfuzunu kullanabilir. Riyad ve Washington, ABD’nin Çin’i dengelemek için ihtiyaç duyduğu Orta Doğu ekonomik koridorunu oluşturabilir.
Bu yeni büyük pazarlık, ABD’nin 7 Ekim’den önce müzakere ettiği anlaşma kadar basit olmayacak. İsrail-Suudi normalleşmesi ile başlamayacak ve İran’a karşı bir Arap-İsrail ittifakı ile sona ermeyecek. Ancak geçmiş anlaşmaların aksine, bu yeni çerçeve ulaşılabilir. Ve doğru yapıldığı takdirde bölgesel gerilimi düşürecek ve kalıcı barışı tesis edecektir.
HÜSNÜKURUNTU
Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’dan uzaklaşabileceğine inanması anlaşılabilir bir durumdu. İsrail-Filistin çatışması sürüncemede kalsa da Arap-İsrail çatışması sona eriyor gibi görünüyordu. İran, nükleer programının ilerlemesini sınırlamak için ABD ile etkili bir pazarlık yapmış ve Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmişti. Bölge, kendi başının çaresine bakıyor gibiydi ve bu da Washington’un Asya ve Avrupa’ya odaklanmasına olanak sağlıyordu.
Ancak Washington bu durumun istikrarını abartmış ve kendisine karşı olan güçleri hafife almıştı. Örneğin ABD Başkanı Joe Biden, Suudi Arabistan’la yapılacak bir savunma anlaşması için Senato’nun onayını nasıl alacağını çok az düşünmüş görünüyor; üstelik bu anlaşma Krallığa gelişmiş silahlar ve sivil nükleer altyapı sağlamayı gerektirebilecekken. ABD ayrıca Riyad’ın bölgesel hegemonya arayışını güçlendirirken diğer Orta Doğu ülkelerinin buna itiraz etmeyeceğini varsayarak da yanlış yaptı. Washington, örneğin Tahran’ın Arap devletleriyle ilişkilerini normalleştirmeye çok hevesli olduğunu ve ABD’nin planlarına müdahale edemeyecek kadar iç huzursuzluklarla meşgul olduğunu düşündü. Elbette gerçekte İran silahlı vekillerini güçlendirmeye ve beslemeye devam ediyordu.
Ancak Washington’un en büyük yanılgısı Filistin meselesini görmezden gelebileceğini düşünmesiydi. Örneğin Suudilerle yapılan belirsiz anlaşma, Filistinlilere büyük tavizler vermeden Riyad’ın İsrail’le ilişkilerini normalleştirebileceği ve bunun geniş çaplı bir tepkiye yol açmayacağı varsayımına dayanıyordu. ABD, gerilimi düşürme vaadine rağmen İran ve İsrail arasındaki gölge savaşın devam ettiğini biliyordu. Ancak bu savaşın Filistin meselesiyle birleşeceğini ve yıkıcı bir etki yaratacağını öngöremedi.
7 Ekim’in de gösterdiği gibi, Washington’un Orta Doğu’ya ilişkin kanısı tamamen yanlıştı. Yine de ABD şu ana kadar fikirlerini güncellemedi. Washington’un Gazze’deki savaşa yönelik genel tepkisi, İsrail’in itibarını kurtarabilecek sınırlı bir askerî harekât için baskı yapmak yerine, acımasız bir askeri saldırıya neredeyse açık destek oldu. Bunun sonucunda Orta Doğu’da hem İsrail hem de Amerikan karşıtı bir öfke oluştu. Örneğin Ürdün Kralı II. Abdullah ve eşi Kraliçe Rania el- Abdullah, İsrail’in askeri harekâtını kamuoyu önünde kınadı, Amerika’nın bu harekata verdiği desteği eleştirdi ve Ürdün’ün bu savaşta Batı’nın yanında yer almadığını açıkça ifade etti. Hem Ürdün hem de Bahreyn İsrail’deki büyükelçilerini geri çağırdı ve diplomatik ilişkilerini dondurdu. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Arap liderler Kasım ayında Amman’da bir araya geldiklerinde, göstermelik bir ortak bildiri bile yayınlayamadılar.
ABD, Gazze’ye insani yardım ulaştırmak için çatışmalara ara verilmesini destekleyerek İsrail yanlısı tutumunu telafi etmeye çalıştı. Ayrıca rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamak için Hamas ile yakın ilişkileri olan Katar hükümeti ile işbirliği yaptı. Ve Washington savaşın sonunda Gazze’nin uzun süreli bir İsrail işgaline maruz kalması yerine Filistin Yönetimi tarafından yönetilmesi için lobi faaliyeti yürüttü.
Ancak bu mütevazı adımların bölgeyi istikrara kavuşturması pek olası değil. Aslında tam tersi bir etki yaratıyor: Arap dünyasının diğer aktörlerinin kendi çıkarlarını ilerletmek için kullanacakları bir boşluk yaratıyor. İsrail Hamas’ı yok etmeyi öncelikli hedefi haline getirdi, ancak ABD’nin baskısı olmazsa Gazze’ye hesaplanamaz zararlar vererek vatandaşlarını ve bölgeyi yenilmezliğine ikna etmeye ve potansiyel rakiplerini caydırmaya çalışacak. Mısır, Ürdün ve Filistin Yönetimi, kendilerine yönelik iç ve dış tehditleri en aza indirmek isteyecek, bu nedenle savaş sonrası diplomasinin ekonomik çıkarlarına uygun olmasını ve bölgesel konumlarını güçlendirmesini sağlamaya çalışacaklar. Körfez ülkeleri de bu çatışmayı nüfuz mücadelesi için kullanacak. Katar şimdiden Hamas’la olan ilişkisini kullanarak kendisini vazgeçilmez bir bölgesel oyuncu haline getirmeye çalışıyor- bu konuda hem Suudi Arabistan hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) daha fazla nüfuza sahip bir oyuncu. Türkiye ise Washington’un kendisine F-16 savaş uçakları satmasını ve Suriye’deki Kürtleri desteklemekten vazgeçmesini sağlamak için çatışmanın çözümünde rol almak istiyor.
Ancak savaştan şimdiden en çok kazançlı çıkan devlet İran. Filistin meselesinin yeniden canlanması bölgesel dikkatleri bir kez daha Levant’a odakladı. Hamas ve Hizbullah’ın yanı sıra Esad rejimini, Irak ve Suriye’deki Şii milisleri ve Yemen’deki Husileri de içeren İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”, Ortadoğu siyasetinin yönünü değiştirebileceğini, bölgesel çatışmaları istediği zaman tırmandırıp istediği zaman yatıştırabileceğini gösterdi. İran ayrıca Hamas’a verdiği sarsılmaz destekle Filistinlilerin savunucusu imajını güçlendirerek Orta Doğu’daki popülaritesini artırdı. Tahran, Hamas’a verdiği desteği Arap dünyasıyla gelişen ilişkileriyle dengeleyerek bölgesel siyasete tam anlamıyla dahil olmaya çalışıyor. Hamas saldırılarından kısa bir süre sonra İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman ile Mart 2023’te iki ülke arasındaki ilişkilerin yenilenmesinden bu yana ilk kez telefonda görüştü. Reisi daha sonra prensin daveti üzerine Kasım ayında Riyad’a giderek katılımcıların Arap-İslam Ortak Olağanüstü Zirvesi olarak adlandırdığı toplantıya katıldı. Tahran, İran’ı çevreleyecek Arap-İsrail ekseni fikrini tersine çevirdi.
Bu eğilimler hep birlikte bölgeyi daha geniş bir çatışmaya doğru sürüklüyor. ABD’ye karşı derinleşen güvensizlik, bu ülkenin bölgeyi istikrara kavuşturmadaki yetersizliği ve etrafında toplanabilecekleri ortak bir vizyonun olmaması, farklı devletleri, sokaklardan gelen baskı ve daha geniş bir savaş korkusuyla kendi kısa vadeli çıkarlarının peşinden gitmeye itiyor. Bu farklı çıkarlar bölgedeki krizi uzatıyor ve istenmeyen bir tırmanma ihtimalini artırıyor. En kötüsünden kaçınmak için Washington’un temel varsayımlarını yeniden gözden geçirmesi, Orta Doğu’ya olan bağlılığını yenilemesi ve bölge için yeni bir vizyon ortaya koyması gerekecek.
RİYAD BU İŞTE VAR MI YOK MU
Washington’un en acil görevi Gazze’deki savaşı sona erdirmek. İsrail bölgeye saldırıp sivilleri öldürdüğü ve ABD müttefikini dizginlemek için çok az şey yaptığı sürece, Arap ülkelerindeki hükümetler ve halklar ABD’nin liderliğini takip edemeyecek kadar öfkeli olacak. Sonuç olarak, ABD yetkilileri İsrail’e Hamas’a karşı sivilleri topluca cezalandıran bir savaş yürütmekten vazgeçmesi için baskı yapmalı. 16 Kasım itibariyle Gazze’deki çatışmalar 11 binden fazla Filistinlinin ölümüne ve bölgenin gıda, su ve ilaca erişiminin engellenmesine neden oldu. Washington İsrail’in Gazze’de sınırsız şiddet uygulamasına son vermesini sağlamalı ve bunun yerine on yıllardır devam eden Filistin sorununa barışçıl ve siyasi bir çözüm bulması için baskı yapmalı.
Çatışmalar sona erdiğinde Washington ileriye bakmaya başlayabilir. Bunu yaparken de soğukkanlı bir bakış açısına sahip olması gerekecek. Ancak 7 Ekim’den önce uğruna çalıştığı her şeyi bir kenara atmasına gerek yok. ABD stratejisini yine Suudi Arabistan’la büyük bir pazarlık yapmaya dayandırmalı. Her ne kadar Riyad yakın zamanda İsrail’le ilişkilerini normalleştiremeyecek olsa da Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki her ülkeyle iyi ilişkiler içinde olan bölgedeki birkaç hükümetten biri. Hatta İsrail ile gayrı resmi de olsa samimi ilişkileri var. Bölgede kilit bir arabulucu konumunda.
Gazze’deki savaş, Suudi Arabistan’a İsrail-Filistin çatışmasını istikrara kavuşturma şansı vererek Krallığın itibarını artırabilir. İran ve Türkiye’nin yanı sıra Arap dünyasının dört bir yanından liderlerin katıldığı Arap-İslam Ortak Olağanüstü Zirvesi bu yönde atılmış ilk adımdı. Mısır, Ürdün ya da genellikle İsrail ile düşmanları arasında arabuluculuk yapan diğer devletlerin aksine Suudi Arabistan gerçek bir barış anlaşmasına yardımcı olmak için gereken güvenilirliğe ve bölgesel ilişkilere sahip. Bunu gerçekleştirmek için Suudi Arabistan, Arap dünyasındaki başlıca güç odakları olan İran ve Türkiye’nin yanı sıra ABD aracılığıyla İsrail’le birlikte çalışarak Filistin devleti kurulması hedefiyle İsrail-Filistin barış süreci için geniş bir çerçeve oluşturabilir. Ardından Suudi Arabistan ve ortakları bölgesel güvenlik için tüm tarafların üzerinde mutabık kalacağı kurallar ve kırmızı çizgiler içeren kapsayıcı bir çerçeve oluşturmaya çalışacaklar. Ancak böyle bir anlaşma İsrail’in sınırlarında kalıcı barışı sağlayabilir, Filistinliler arasındaki radikal güçlere kapıyı kapatabilir, İran ve İsrail arasındaki gölge savaşını kontrol altına alabilir ve Tahran’ın direniş eksenini dizginleyebilir.
Suudiler, Filistin meselesini sahiplenme konusunda isteksiz olacaklar. Ancak Suudi Arabistan’ın çıkarları bölgesel barış ve güvenliğe dayanıyor. Büyük ekonomik vizyonu, bölgede kalıcı bir kriz olması halinde gerçekleşemez. Riyad ayrıca bölgesel liderlik ve dünya sahnesinde büyük bir güç olarak tanınma arzusunu sürdürüyor ki bu da Amerikan desteğini gerektiriyor ve bu nedenle Riyad’ı, ABD’nin bir barış anlaşmasına aracılık etme çağrılarına kulak vermeye sevk edebilir.
Suudi Arabistan’a yardım etmek için ABD’nin Riyad’a geniş çaplı diplomasi yürütmesi için Filistin meselesini çözecek bir anlaşma için İran’ın rızasını araması amacıyla hükümete izin vermek de dahil, destek sunması gerekecek. Washington’un diğer Arap müttefiklerini de Riyad’ı desteklemeye ikna etmesi gerekecek. Ve ABD, 7 Ekim’den önce Riyad ile masada olan savunma anlaşmasını sürdürmeli. Ancak artık ön koşul olarak İsrail’in derhal tanınmasını talep edemez. Bunun yerine ABD, Suudi Arabistan’dan İsrail-Filistin barış sürecine liderlik etmesini istemeli. İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi bu sürecin bir sonucu olabilir.
İsrail ve Filistin toprakları için bir barış önerisi ortaya koyarken Suudi Arabistan’ın Körfez’deki komşularına danışabileceğini ve onların hırslarının yanı sıra güvenlik kaygılarını da daha iyi dikkate alabileceğini kanıtlaması gerekecek ki bunu 7 Ekim’den önce yapmamıştı. Bunu yapmak Riyad’ın harcamak istemeyebileceği diplomatik enerjiyi kullanmasını gerektirebilir. Ancak İsrail-Filistin anlaşmasına giden yolun kolaylaştırılmasına yardımcı olmayı ve daha fazla bölgesel güvenlik sağlamayı başarırsa, Suudi Arabistan arzuladığı diplomatik ciddiyeti kazanacaktır. Bu arada ABD ile yapılacak bir savunma anlaşması, Suudi Arabistan’a Orta Doğu’nun önde gelen ekonomik ve siyasi aktörü olma konumunu sağlamlaştırmak için ihtiyaç duyduğu askeri kabiliyetleri sağlayacaktır.
SINIRLAMA VE KONTROL ETME
Filistin meselesinin çözülmesi istikrarlı bir Orta Doğu yaratmak için elzem. Ancak bölgenin karşı karşıya olduğu tek zorluk bu değil. Herhangi bir büyük pazarlığın parçası olarak Washington’un İran’la gerilimi düşürmesi ve Riyad’la yaptığı anlaşmayı bu ülkenin hırslarını kısıtlamak için kullanması gerekecek. Riyad’la yapılacak bir anlaşma tek başına bunun tam tersini yapma riski taşıyor.
İran’ın ABD-Suudi anlaşmasına olumsuz tepki vermesinin pek çok nedeni var. Örneğin ABD’den Suudi Arabistan’a akmaya başlayacak silahların ölçeği ve niteliği Tahran’ı telaşlandıracaktır. Ayrıca Washington ne kadar kısıtlama getirirse getirsin, Suudi Arabistan’ın sivil nükleer programını doğası gereği saldırgan olarak görecektir. İran ayrıca ABD-Suudi savunma anlaşmasının Orta Doğu’da Amerikan askeri varlığının artmasına yol açacağından endişe edecektir. Dolayısıyla Tahran, ABD-Suudi anlaşmasına kendi silah üretimini artırarak, daha fazla vekaleten saldırı düzenleyerek ve nükleer programını ilerleterek karşılık verebilir. (Mısır, Türkiye ve BAE de nükleer kapasite arayışına girebilir).
İsrail ve Suudi Arabistan sonunda ilişkileri normalleştirirse, İsrail Körfez’de ABD-Suudi savunma anlaşması tarafından korunabilecek doğrudan bir askeri ve istihbarat varlığı bile kurabilir. İran için böyle bir sonuç tam bir kâbus olur. Tahran artık vekillerinin Suudi birliklerine ya da petrol rafinerilerine saldırmasını sağlayarak Suudilerin İsrail’le askeri işbirliğini caydıramaz çünkü böyle bir şey Washington’la doğrudan bir çatışmaya neden olur.
İran’ın şansına, Riyad bir nimet olarak gördüğü Tahran’la yakınlaşmasını sona erdirmek istemiyor. Suudi Arabistan, İran ile ilişkilerini yeniden başlattığından beri Yemen’deki İran destekli Husiler Suudi topraklarına saldırmayı bıraktı. Riyad ve Tahran birlikte, yıllarca süren acımasız savaşın ardından Yemen’de istikrarlı bir ateşkes sağladı. Şimdi Yemen’deki taraflar kalıcı bir anlaşmaya doğru ilerleme kaydediyor. Bu yeni güvenlik ortamı, Suudi rafinerilerine ve diğer altyapılara yönelik Husi füze saldırıları tehdidini ortadan kaldırarak Suudi Arabistan’ın yüksek ekonomik hedeflerine ulaşmasını kolaylaştırdı. Sonuç olarak Riyad artık İsrail’in İran’ın bölgesel nüfuzunu geriletecek ortak askeri ve istihbarat ekseni vizyonunu paylaşmıyor gibi görünüyor. Aslında mart ayından bu yana İran ve Suudi Arabistan büyükelçilikler açarak, ülkeleri arasında seyahati kolaylaştırarak ve kültürel alışverişler yoluyla ilişkileri tamamen normalleştirmeye çalıştı. İran 2022 yılında Kuveyt ve BAE ile tam ilişkiler kurmuştu. Mısır ve Ürdün’le de ilişkileri yeniden tesis etmek için görüşmeler yürütüyor.
ABD-Suudi savunma anlaşması Tahran için endişe kaynağı olmaya devam edecek. Ancak Riyad ve Körfez’in geri kalanıyla diplomatik ve ekonomik ilişkilerini etkilemeyen ve gücünü azaltmayı amaçlayan, bölgesel bir güvenlik düzenlemesi oluşturmayan bir anlaşmaya olumsuz tepki verme olasılığı daha düşük. Suudi Arabistan, ABD ile büyük bir pazarlık peşinde koşarken İran’ı ikili ve bölgesel meselelere dahil ederek İran’ın ABD anlaşmasına karşı direncini en aza indirebilir ve hatta Tahran’ın yeni bir bölgesel düzene rıza göstermesini sağlamanın yollarını bulabilir.
Washington, Riyad’ın diplomatik imtiyazlar ve ekonomik avantajlar kullanarak Tahran’ı yanında tutma çabalarını onaylamayabilir. İran ABD’nin başlıca düşmanlarından biri ve İsrail’in de başlıca düşmanı. Ancak ABD, İran ile Arap komşuları arasındaki ilişkilerin normalleşmesini durduramaz. İran’ın direniş ekseni güçlendikçe Suudi Arabistan, Türkiye ve BAE kendilerini güvende tutmak için Tahran’ın bölgeye entegre edilmesi gerektiğine karar verdi. İran’la ilişki kurarlarsa ve Tahran’ın kendileriyle ikili ilişkilerde çıkarı olursa güvenliklerini daha iyi koruyabileceklerine karar verdiler.
Amerika Birleşik Devletleri de normalleşmeyi durdurmaya çalışmamalı. Arap dünyasının yaklaşımı başarılı olursa, bölgesel gerilimleri azaltarak Amerikan çıkarlarına hizmet edecek ve ABD’nin Asya ve Avrupa’ya odaklanmasını sağlayacak. Bu nedenle ABD, Tahran karşıtı bir ittifak oluşturmak için boşuna uğraşmak yerine Orta Doğu’nun yeni düzenini İran’ın hırslarını engellemek için kullanmalı. Bunun için Washington, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini İran’la diplomatik ve ekonomik ilişkilerini derinleştirmeye teşvik ederek Tahran’ın Filistin meselesinde kalıcı bir çözüme razı olmasını ve Levant bölgesinde gerilimi azaltmasını sağlamalı. İran’ın en azından zımni onayı olmadan Filistinliler için bir çözüme ulaşmak zor olacak ve herhangi bir anlaşma İran’ın onayı ile çok daha sağlam bir zemine oturacak. Böyle bir çözüm aynı zamanda İran’ın meseleyi istismar etmesini engelleyecek, Filistinli radikal seslerin etkisini azaltacak ve Arap dünyasına İsrail ile daha iyi ilişkiler kurması için siyasi alan yaratacak.
EŞİKTEN DÖNDÜ
İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ve çoğu Arap ülkesinin üzerinde hemfikir olduğu bir konu var: İran’ın nükleer programı. Hepsi de programın genişlemeye devam etmesinin Orta Doğu’daki en istikrarsızlaştırıcı gelişmelerden biri olduğuna inanıyor. Tahran nükleer silah üretmeye yaklaştıkça İsrail, İran’a yönelik gizli saldırılarını artırabilir. Tahran’ın nükleerleşmenin eşiğinde olduğu anlaşılırsa İsrail bu ülkeye doğrudan saldırabilir ki bu da ABD’yi hızla doğrudan bir çatışmanın içine çekebilir. Riyad ve Washington bir savunma anlaşması imzalarsa Suudi Arabistan da herhangi bir savaşın tarafı haline gelebilir. Bu durumda savaş, hem Levant bölgesinde hem de Körfez’de yaşanacak ve her iki bölge ve küresel ekonomi için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.
İran ve ABD, Biden’ın 2021 başında göreve gelmesinden bu yana yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çalıştı ve başarısız oldu. Ve ilk başta, 7 Ekim saldırıları yeni bir anlaşmaya varılmasını neredeyse imkânsız hale getirmiş gibi görünebilir. Ancak Tahran ve Washington 7 Ekim’den önce gerilimi düşürmek için dikkatle çalışmışlardı ve aralarındaki sessiz anlaşma büyük ölçüde istikrarlı bir şekilde devam etti. Örneğin gayrı resmi nükleer anlaşma yürürlükte kalmaya devam edecek gibi görünüyor. İran’ın vekilleri Amerikan üslerine roket fırlattı, ancak iki tarafın da diğeriyle savaşmak istediğine dair çok bir belirti yok- bu saldırılar gerçek bir zarar vermekten ziyade Gazze’ye destek göstermek ve ABD’yi gayrı resmi anlaşmayı bozmaması konusunda uyarmak için tasarlandı. Washington’un tek tük gerçekleştirdiği saldırılar da benzer şekilde İran’ın saldırılarına yanıt verilmesini isteyen iç kamuoyunu yatıştırmaya yönelik bir duruş sergiliyor. Washington için İran’la gerilimi tırmandırmak, askeri ve diplomatik kaynaklarını Pekin ve Moskova’yla olan rekabetinden uzaklaştıracaktır. İran’ın liderleri ise ekonomilerini mahvedecek ve muhtemelen rejimlerini yıkacak bir çatışma riskini almak istemiyorlar.
Bu göreceli sükûnet muhtemelen en azından Kasım 2024’teki ABD başkanlık seçimlerine kadar devam edecek. Ancak eski ABD Başkanı Donald Trump’ın göreve dönme ihtimali, Tahran ve Washington’un yeni bir anlaşma yapmak için fazla zamanları olmadığı anlamına geliyor. Biden yeniden seçilse bile iki devletin, nükleer anlaşmazlığı Ekim 2025’ten önce çözmesi gerekiyor. Ekim 2025’te, imzacıların (Trump’ın çekildiği) 2015 nükleer anlaşması kapsamında BM tarafından onaylanmış yaptırımları yeniden uygulama yeteneği sona erecek. Eğer ABD ve Avrupalı müttefikleri BM yaptırımlarını o tarihten önce yeniden uygulamaya koymazlarsa, bir daha asla uygulayamayabilirler; Çin ve Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nden geçmesi gereken gelecekteki kısıtlamaları muhtemelen veto edecekler. Ancak Batı bu kısıtlamaları yeniden uygulamaya kalkarsa, İran Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan ayrılacağı uyarısında bulundu -ki bu silah yapmanın çok açık bir habercisi- ve bu da büyük bir uluslararası krize yol açabilir. O halde Washington ve müttefikleri, kararlarını vermeden önce yeni bir anlaşma istiyorlar.
Yeni bir anlaşma için İran ve ABD’nin en son nükleer görüşmeleri yaptıkları Ağustos 2022’de Viyana’da kaldıkları yerden devam etmeleri gerekiyor. Gazze’deki çatışmalara rağmen hedefleri aynı: ABD, İran’ın zenginleştirebileceği uranyum miktarını ve saflığını sınırlandırmak, böylece Tahran’ın nükleer silah yapmak için yeterli bölünebilir madde üretmesi için gereken süreyi uzatmak ve İran’ın nükleer programının sıkı bir uluslararası denetime tabi olmasını sağlamak istiyor. İran’ın ise hâlâ felç edici ekonomik yaptırımlardan kurtulmaya ihtiyacı var.
Ancak 2022’den farklı olarak ABD, nükleer görüşmelerini Suudi Arabistan’ın İran’la gerilimi azaltma çabalarıyla yakından koordine etmeli. Ne de olsa ikisi birbiriyle bağlantılı. İran ile ABD arasındaki gerilimi azaltan nükleer görüşmelerdeki başarı, Suudi Arabistan’ın İran’la yaptığı görüşmelerin de aynı sonuca varmasına yardımcı olacak; bu arada Riyad ile Tahran arasındaki görüşmelerin başarısı, özellikle de bu tür görüşmelerin Washington tarafından teşvik edilmesi durumunda, İran’a ABD ile nükleer anlaşmaya güvenmesi için daha fazla neden verecek. ABD’nin Suudi Arabistan’la yapacağı herhangi bir nükleer anlaşmanın İran’la yaptığı anlaşmaya benzer sınırlamalar ve kısıtlamalar içermesini sağlaması gerekecek. Aksi takdirde, hangi devlete daha düşük nükleer kabiliyet verilirse o devlet diğerini yakalamak için çok çalışacağından giderek şiddetlenen bir gerilim sarmalına girebilir.
YETİŞMEK
Yakın vadede Washington’un Orta Doğu stratejisi Gazze’deki savaşı sona erdirmeye ve bölgesel istikrara giden yolu bulmaya odaklanmalı. Ancak uzun vadede ABD’nin İran ve Filistinlilerin ötesine bakması gerekiyor. Orta Doğu politikaları Washington’un başlıca uluslararası rakibi Pekin ile de mücadele etmek zorunda.
Çin’in Orta Doğu’daki ekonomik varlığı son on yılda belirgin bir şekilde arttı. Ülke enerji kaynakları için büyük ölçüde Körfez’e güveniyor ve Körfez’i Afrika’da genişleyen ticaret ve yatırım ağları için bir geçit olarak kullanıyor. Çin de Suudi Arabistan ve BAE’ye Batı’dan temin edemedikleri bilgiye -örneğin yeşil enerjinin temelini oluşturan teknolojilere- erişim imkânı sunarak Körfez’de kalkınmaya öncülük etmelerine yardımcı oldu. Çin ayrıca Körfez’de, özellikle de Suudi Arabistan’da önemli doğrudan finansal yatırımlar yaptı. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping döneminde bu ticari ilişki, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne dahil edildi. Xi, bu bağları geliştirmeyi Washington’un Pekin’i kısıtlama çabalarına verdiği yanıtın bir parçası haline getirdi.
Amerika Birleşik Devletleri, Çin’in Orta Doğu ülkeleriyle genişleyen ilişkilerini dikkate aldı. Xi’nin İran ve Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşmaya aracılık etmesine özellikle dikkat etti. Washington, Çin’in Orta Doğu’daki ekonomik nüfuzunu kullanarak bölgede siyasi ve güvenlik gücü olmak istediğine inanıyor. ABD-Suudi savunma anlaşması buna bir yanıt: Riyad’ın Çin’in yörüngesine kaymasını durdurmanın bir yolu. Washington’un Orta Doğu üzerinden ticaret koridoru planları da Pekin’in planlarını baltalamak için tasarlandı. Böyle bir koridor bölgeye ekonomik fayda sağlayacak ancak asıl amacı bölgenin ekonomik geleceğini Hindistan ve Avrupa’ya bağlayarak Kuşak ve Yol Girişimi’ne karşı koymak. Koridor aynı zamanda BAE ve Suudi Arabistan’ı İsrail’e bağlayacak ve İsrail ekonomisini Orta Doğu ekonomisine entegre edecek.
Pekin, Washington’un önerilerine ihtiyatla karşılık verdi. ABD bir Hindistan-Ortadoğu-Avrupa ekonomik koridoru oluşturmaktan bahsettiğinde Çin, “jeopolitik bir araç” haline gelmemesi koşuluyla koridoru memnuniyetle karşılayacağını söyleyerek tepki gösterdi ki bu da elbette ABD’nin tam olarak amaçladığı şey. Bu durum Orta Doğu’yu ekonomik koridorun parçası olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölecek: Çin’in bölgesel vizyonuna ters düşen dışlayıcı bir sistem. Ve Pekin, Biden yönetiminin İsrail-Suudi normalleşmesine yönelik çabasının, Çin’in İranlılar ve Suudiler karşısındaki başarısına denk bir girişim olduğunu biliyor. Çin henüz ABD’nin planlarını engelleyebilecek bir konumda değil ancak bölgeyle ekonomik ilişkilerini yavaşlatacağına dair bir işaret de yok. Mevcut jeopolitik boşlukta bu angajman genişlemeye ve derinleşmeye devam edecek.
Suudi Arabistan Çin ve ABD arasında bir seçim yapmak istemiyor. Ancak tıpkı İsrail ve Filistin topraklarında olduğu gibi Riyad da Washington’un planlarını kabul edebilir çünkü bu planlar Riyad’ın bölgesel konumunu güçlendirerek ve ekonomik etkisini artırarak büyük güç olma hedeflerini destekleyecek. Bu planlar diğer bölge ülkelerinin ekonomilerini de iyileştirecek. Sonuç olarak, Suudi merkezli bir Orta Doğu’ya düşmanca yaklaşabilecek Arap ülkeleri ABD’nin önerilerini kabul edebilir. Bunu yaparlarsa, sonuç hem Orta Doğu ülkeleri içinde hem de aralarında daha fazla istikrar olacaktır.
Ancak her devletin önerilen düzeni kabul etme olasılığını artırmak için ABD’nin, sisteminin geniş bir refah ortamı sağladığından emin olmaktan daha fazlasını yapması gerekebilir. ABD aynı zamanda Orta Doğu’nun güvenliği için bölgeyi kamplara ayırmayan ve tüm aktörlere yer açan bir vizyonu da benimsemeli. Bu da ABD’nin öngördüğü ekonomik koridordaki ülkelerin diğer ekonomik düzenlemelere de katılmasına izin vermesini gerektiriyor. Aynı zamanda İsrail’in, diğer Arap devletlerinin ve hatta İran’ın güvenliğini destekleyecek büyük bir pazarlık gerektiriyor. Böyle bir güvenlik kısmen yeni bir nükleer anlaşma ve İran ile Suudi Arabistan arasında bölgesel anlaşma yoluyla sağlanabilir. Ancak ABD, Suudi Arabistan ile imzalayacağı anlaşmanın ötesinde bölgesel anlaşmalar yapmayı da düşünmeli. Bu paktlar ABD’nin güvenlik garantilerini diğer devletlere de yayabilir ancak aynı zamanda kısıtlamalar ve kırmızı çizgiler de içermeli. Washington 7 Ekim’den önce yaptığı gibi bölgesel müttefiklerine silah sağlamaya devam edemez. Bu politika istikrarı teşvik etmek yerine bölgesel bir silahlanma yarışını ve savaşı teşvik etti.
BARIŞ
Washington ne yaparsa yapsın, Orta Doğu vizyonuna karşı direnç olacak. İran; İsrail ve ABD’ye karşı düşmanca tutumunu sürdürecek. Suudi Arabistan’ın Körfez’deki komşuları krallığın hakimiyetinden asla memnun olmayacak. İsrail ve Türkiye de Suudi Arabistan’ın bu kadar güç toplamasının ve ABD’nin Suudilere bağlılığının kendi çıkarları için ne anlama geldiğini hesaplayacak. Buna göre ve muhtemelen Washington’un tahmin edemeyeceği şekillerde tepki verecekler.
Ancak tüm bu ülkeler daha fazla güç istese de en çok istedikleri şey rejimlerinin istikrarını korumaktır. Yerel çatışmaları sona erdirecek, ekonomik büyümeyi teşvik edecek ve iç baskıları azaltacak bir vizyona sahip olmak istiyorlar. Eğer bir ABD-Suudi anlaşması bunu sağlarsa, nihayetinde bunu kabul edecekler.
Ancak bu pazarlığın işe yaraması için ABD’nin İsrail’i, birçoklarının Filistinli sivillere yönelik toplu cezalandırma olarak gördüğü uygulamalardan vazgeçmeye ikna etmesi gerekecek. Washington, Filistinlilerin davasını görmezden gelmek yerine, gelecekteki Filistin devletine giden güvenilir bir yol yaratılmasına yardımcı olarak Filistinlilerin kötü durumunu daha geniş bir şekilde ele almalı. Washington’un pazarlığı, İran’ın nükleer programını dondurarak ve hem caydırıcılık yoluyla hem de gerilimi azaltacak adımlar atarak bölgesel vekil ağını kısıtlayarak ortaya koyduğu meydan okumayla mücadele etmeli. Ve ABD, Orta Doğu ekonomilerinin gelişmesine yardımcı olacak bir ticaret koridoru oluşturmalı. Ancak o zaman bölge istikrarlı olacak ve ancak o zaman Washington mevcut sorumluluklarından kurtulacak.
Dünya Basını
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.
ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?
Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.
12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.
Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.
UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.
İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.
Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.
Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.
Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.
UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.
UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.
Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.
İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.
Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.
İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.
UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.
Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.
İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.
2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.
CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.
Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.
2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.
El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.
Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.
Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.
Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.
UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.
2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.
Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.
Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”
Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.
Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu7 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Avrupa7 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?