Görüş
Gazze Savaşı’nın ‘en görkemli sürprizi’ Husiler

“Biden yönetiminin dış politikasındaki son rezilliğine hoş geldiniz…”
Bu ifadeler ABD’nin National Review’ında ‘Husiler Bizi Küçük Düşürüyor’ başlıklı makalede geçiyor. ‘Husiler’ olarak bilinen Yemen’deki Ensarullah hareketinin benzersiz meydan okumasını tema alan makalede, “Dünyanın tek süper gücü, yeryüzündeki en önemli ticari arterlerden birini, bir grup üçüncü dünya isyancısından koruyamadı” deniyor.
National Review, Ukrayna’dan Orta Doğu’ya uzanan ABD hegemonyasının ‘paralandığı’ şu günlerde kuşkusuz Amerika’daki hissiyatı yansıtıyor. İsrail’deki Netanyahu yönetimi; Filistin İhvan’ı Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısını fırsat bilerek Amerikan koruması altında dünyanın gözü önünde etnik temizliğe girişmişken, Orta Doğu’nun ve ‘Küresel Güney’in hissiyatı çok farklı. Ve işin doğrusu 2.5 ayı bulan Gazze Savaşı’nın en görkemli sürprizi de Yemen’deki Husiler.
Biden yönetimi, Orta Doğu’ya iki uçak gemisi grubunu konuşlandırıp Lübnan’daki Hizbullah, İran ve Irak ile Suriye’deki Şii gruplardan oluşan ‘Direniş Cephesi’ne ‘caydırıcı gücünü’ sergilerken, hesaba katmadığı unsur Husiler oldu. Filistinlilere destek için harekete geçen Husiler, kasım başından itibaren İsrail’e füzeler fırlatmaya başlarken, dünyanın kilit deniz yollarından birisini kapatarak Gazze savaşını bambaşka bir boyuta taşıdılar.
‘AĞIT KAPISI’ VE HUSİLERİN GAZABI
Ensarullah hareketi; ABD’nin Orta Doğu’daki ‘Arap baharı’ projesinin cehenneme çevirdiği Yemen’de en başından beri hesaba katılmayan faktör olmuştu. Hareket, 2015’ten bu yana ABD’nin lojistik desteğiyle, görev süresi çoktan bitmiş ve üstüne istifa da etmiş bir ismi ‘başkanlığa oturtmayı’ hedefleyen Suudi koalisyonuyla savaştaydı. Husiler yedi yıl boyunca bombalanan, kolera gibi salgınların ‘hortlatıldığı’ Yemen’de hakim siyasi güç olarak kalmayı başardılar. Suudi koalisyonuna direnen ‘baldırı çıplaklar’ olarak dünyaya nam saldılar.
Tarihin ironisi! Biden yönetimi 2021’de başa geldiğinde ilk işlerinden birisi Yemen savaşına son verme vaadiyle Husileri ‘terör örgütü’ listesinden çıkarmak olmuştu. Ne ki Biden’ın Ukrayna’da tetiklediği çatışmayla birlikte ABD’nin işleri bölgede de iyi gitmezken, jeopolitik oyunun önemli sonuçlarından birisi Rusya Federasyonu ile birlikte Çin Halk Cumhuriyeti’nin Orta Doğu denklemine girmesi oldu. Pekin yönetimi bu yıl başlarında Suudi Arabistan ile İran’ı barıştırırken, Arap Yarımadası’nın ‘akil ülkesi’ Umman’ın da devreye girmesiyle Yemen cephesi teskin oldu. Suudiler değişen konjonktürde savaş batağından çıkmak için San’a’ya barış heyeti yolladılar. Sonunda sükunet hakim olmuştu. Ta ki Gazze savaşına kadar.
Orta Doğu ülkeleri; 2.5 ayı bulan süreçte bir taraftan savaşın bölgesel olarak yayılmaması, diğer taraftan da Gazze’deki Filistinlilerin Mısır yahut Ürdün’e sürüleceği yeni bir senaryodan kaçınmanın derdine düşmüşken, kasım ortalarında dikkatler Yemen’e çevrildi.
Husiler, Aden Körfezi’ni Kızıldeniz’e bağlayan 26 km genişliğinde dar deniz geçidi olan Bab-ül Mendeb’in efendileri. Arapça ‘Ağıt Kapısı’ anlamına gelen Bab-ül Mendeb, Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı üzerinden Hint Okyanusu ve Akdeniz arasında son derece stratejik konumda. Dünya deniz trafiğinin yaklaşık yüzde 15’i buradan akıyor. Ve Husilerin meydan okuması bu rotayı alt üst etmiş durumda.
Ensarullah’ın Gazze’ye yönelik gıda ve ilaç ablukasının yarmak amacıyla ilk eylemi 9 Kasım’da balistik füzelerle Eilat’ı (Umm el Raşraş) hedef alması oldu. Bunu 11 Kasım’dan itibaren fırlatılan roket ve İHA’lar izledi. İlk deniz hamlesi 19 Kasım’da geldi. Bir İsraillinin sahipliğindeki Galaxy Lideri gemisi ele geçirilerek Yemen kıyılarına çekildi. Propaganda ayağı ihmal edilmedi; Husilerin gemi güvertesinde nargile tüttürürken görüntüleri yayınlandı. Ardından gemiye yönelik turistik turların videoları geldi.
ABD telaşla kendini Kızıldeniz’de Husilerle ‘ilan edilmemiş’ bir çatışmanın ‘önleme misyonu’nda buldu. Husiler 3 Aralık’ta bir deniz füzesiyle bu kez Unity Explorer gemisini, bir İHA ile de Number Nine gemisini hedef aldılar. 12 Aralık’ta bir başka deniz füzesi Astrinda isimli petrol yüklü gemiye isabet etti. 14 Aralık’ta bir İHA Maersk Gibraltar konteyner gemisini hedef seçti. 15 Aralık’ta iki deniz füzesi bu kez MSC Alanya ve MSC Palatium konteyner gemilerini hedef aldı. Son olarak 18 Aralık’ta iki deniz uçağı Swan Atlantic petrol gemisi ile MSC Clara konteyner gemisini hedef aldı. ABD Husilere pahalı savunma sistemleriyle kalkan olmaya çalışmaktaydı.
ÜMİT BURNU ‘ÇİLESİ’
Kızıldeniz sularından açılan yeni cephe haliyle deniz taşımacılığı şirketlerinin rotasını altüst etti. Danimarkalı MAERSK, Alman konteyner devi HAPAG-LLOYD, İngilizlerin petrol devi BP, Norveçli petrol ve gaz şirketi EQUINOR, Fransız nakliye grubu CMA CGM, Belçikalı petrol şirketi EURONAV, Japonya’nın Ocean Network Express’i (ONE), Tayvan merkezli EVERGREEN ve Yang Ming Marine ve Çin’in COSCO Shipping ile Hong Kong merkezli Orient Overseas Container Line’ı (OOCL) art arda Kızıldeniz üzerinden sevkiyatları durdurmak zorunda kaldılar. Ancak Batılılar ‘gemi güvenliği risklerinin’ altını çizerken, OOCL ve EVERGREEN gibi Asyalı denizcilik şirketlerinin doğrudan İsrail’e sevkiyatlarını durdurmayı vurgulayan açıklamaları da dikkat çekti. Burada ‘küresel bir bölünme’ var gibi görünüyor.
Nihayetinde çoğu rotalarını Ümit Burnu’na çevirdi ki, bu da 14-18 günlük bir rötar ve maliyet artışı demek. Özellikle Çin merkezli şirketlerin İsrail kargolarını kabul etmeyi durdurma vurgulu açıklamaları dikkat çekti. Kızıldeniz rotası ve Süveyş kanalının kapanması, küresel ticareti felç edecek bir durum yarattı. Mısır’ın Süveyş Kanalı İdaresi, bir ayı aşan sürede 55 geminin rotasının Babu-ül Mendeb yerine Afrika’nın güney ucuna yönlendirdiğini duyurdu. Şimdi bu sayının 121’e çıktığı belirtiliyor.
BAB-ÜL MENDEB’DEN NANİK YAPAN RUSYA TANKERLERİ
Ensarullah ‘küresel ticareti’ engelleme niyeti olmadığını savunuyor. Ancak Gazze Şeridi’ndeki direnişe açık destek için ‘Siyonist düşman İsrail’e karşı eylemlerinden vazgeçmeyeceğini belirtiyor. ‘Nakliye şirketleri İsrail limanına uğramama ve doğrudan bir sonraki durağa geçme seçeneğine sahip’ dense de bunun pratikte uygulanabilirliği şüphe yaratırken, son taktik Batı’ya nanik yaparcasına Rusya tankerlerinin geçişine izin verilmesi oldu.
Rivayet o ki, ABD Kızıldeniz’deki savaş gemileriyle Husilerin roket ve İHA’larına önleme yaparken, ‘fevri bir karar vermesinden’ çekinilen Biden başlangıçta krizle ilgili bilgilendirilmedi. Bu arada kasım sonunda İran kıyılarında ‘endam eyleyen’ USS Eisenhower Uçak Gemisi grubu yeniden Aden Körfez yakınlarına çekildi. USS Carney USS Mason ile USS Thomas Hudner destroyerleri bu süreçte 40’a yakın Husi İHA’sı ve roketlerini durdurmakla iştigal etti. Pentagon 2 bin dolarlık İHA’lar için 2 milyon dolarlık füzeleri kullanmak durumunda kaldı.
‘REFAH MUHAFIZI’NIN GÖNÜLLÜLERİ VE GÖNÜLSÜZLERİ…
Sonunda 18 Aralık’ta Pentagon, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’in Orta Doğu turu sırasında ‘Refah Muhafızı Operasyonu’nu (Operation Prosperity Guardian- OPG) duyurdu. Amerikan yönetimi bölgede deniz haydutluğu, uyuşturucu kaçakçılığı gibi tehditlere karşı geçmişte Bahreyn-Manama merkezli CMF (Combined Maritime Forces-Birleşik Deniz Gücü) temelli 5 görev gücü (CTF-Combined Task Forse-Birleşik Görev Gücü) oluşturmuşken, şimdi jeopolitik hedefli yeni bir operasyon devreye sokuluyor. Ve aslında Kızıldeniz askerileştirilmiş oluyor.
Austin, artan Husi saldırılarının serbet ticaret akışını ve uluslararası hukuku ihlal ettiğini vurguladı. Ve CTF-153 çatısı altında çok uluslu güvenlik girişimi kurduklarını belirtti. Misyonda ABD’nin yanı sıra İngiltere, Bahreyn, Kanada, İtalya, Fransa, Hollanda, Norveç, Şeyseller ve İspanya’nın yer aldığı duyuruldu. Operasyonda 19 ülkenin yer aldığı ama bir kısmının isimlerinin açıklanmasını istemediği belirtiliyor.
Hemen dikkati çeken Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır’ın koalisyona katılmaması oldu. Amerikan yönetiminin Gazze savaşının yarattığı rahatsızlık eşliğinde Arap müttefiklerini iknada zorlandığı iddiaları sızarken, ABD 5. Filosu’na ev sahipliği yapan Bahreyn sayılmazsa hiçbir Arap ülkesi ‘gönüllü’ görüntüsü vermek istemediği anlaşılıyor. Bu arada koalisyona katılmadıkları söylenen Suudi Arabistan, BAE ve Mısır Ocak 2024’ten itibaren ‘Küresel Güney’in öne çıkan yapılanması BRICS’in üyesi olacaklar.
En sıkıntılı Mısır. Süveyş kanalı gelir kapısı. Dolayısıyla Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şükri Britanyalı mevkidaşı David Cameron ile ortak basın toplantısında “Kızıldeniz’deki ülkelerin Kızıldeniz’i koruma sorumluluğu vardır” vurgusu yapıp, “Seyrüsefer özgürlüğü için uygun koşulları sağlamak üzere birçok ortağımızla işbirliği yapmaya devam ediyoruz” dedi. Ne ki Refah Muhafızı’na katılımlarını duyurmadı.
Krizi Çin’le koordine ettiği anlaşılan Suudi Arabistan’ın ise Yemen savaşını bitirecek şekilde Husilerle anlaşma arayışı haberleri yansıyor. Yemen savaşı Suudiler ile ortakları BAE’yi çoktan ayrıştırmışken BAE’nin ismi de Refah Muhafızı’nda açıkça geçmiyor.
Son tahlilde dünyaya yansıyan görüntü ‘Refah Muhafızı’nın Batılı doğası. Tabii açıklanan ilk 10 ülkeye Yunanistan dahil olurken, Almanya durumu değerlendiriyor. Asya cephesinden ise Hindistan’ın kendine özgü adımı dikkat çekti. Yeni Delhi, resmi olarak koalisyona katılmadan Aden Körfezi açıklarına iki güdümlü füze destroyerini, INS Kochi ve INS Kalküta’yı gönderdi.
YA BİR UÇAK GEMİSİNDEN DUMANLAR YÜKSELİRSE?
ABD meseleyi ‘uluslararası’ kıldı fakat nihayetinde her şey yine Amerikalılarda bitiyor. ABD’nin Kızıldeniz’deki USS Carney ve USS Mason destroyerlerine USS Laboon da katılmış durumda. Basra Körfezi’nden çıkıp tekrar bölgeye yollanan USS Eisenhower’a ek olarak Filipinler’deki görev yerinden Orta Doğu’ya sevk edilen USS Carl Vinson uçak gemisi grubu da çabası. ABD Orta Doğu’ya tam üç uçak gemisi grubu yığmış oluyor!
Peki Refah Muhafızı ne yapacak? Deniz eskortluğu bölgenin coğrafi koşullarında başlı başına sıkıntı. Müttefik filolarının füzelerinin Husi rampalarını vurması, keşif uydularının kamplarını aramak için çalışması, yüksek hassasiyetli mühimmatın harcanması gerekiyor. Birkaç milyon dolarlık pahalı füze sistemleriyle Husilerin birkaç bin dolarlık roket ve İHA’larını ne kadar süreyle avlayacakları soru işareti. Ayrıca uzmanlar geniş bir alanda devriye gezecek sınırlı sayıda savaş gemisi ile Yemen karasının yakınlığı ve Husi füzelerine karşı erken uyarı süresinin kısıtlı olması nedeniyle, başarılı bir savunma yapmanın zorluğuna dikkat çekiyor. Peki ya süper güç ABD’nin bir gemisi yahut uçak gemisinden dumanlar yükselirse?
Denklemin İran ayağı ihmale gelecek gibi değil. ABD’yle ‘vekalet savaşının’ uzmanı haline gelmiş İran yönetimi Ensarullah’ın arkasında olduğunu açıkça dile getiriyor. Nitekim Batı medyasında Husilere askeri saldırıdan söz edilirken, teskin edilemezlerse İran’ı da içeren planlamalara atıf yapılıyor. Fakat krizin Bab-ül Mendeb’i aşıp İran’ın Hürmüz Boğazı’nın kapatması riski eksik değil. Bu durumda Biden yönetimi 2024 başkanlık seçimi senesine Orta Doğu’da kontrolden çıkabilecek, en hafifinden petrol fiyatlarını zıplatacak bir çatışmayla girmeyi göze alabilir mi, sorusu doğuyor.
HUSİLER: AFGANİSTAN VE VİETNAM’DAN BETER EDERİZ
Teslim etmek lazım ki ‘baldırı çıplakların’ da gözü kara. Tehditlere boyun eğecek gibi görünmüyorlar. En son Gazze için savaşçı seferberliği başlatıp, Arap ülkelerine kendilerine yol açma çağrısı yaptılar. 2015’ten bu yana -ve öncesinde de- alışkın oldukları savaş hali, menzilleri 300-1200 km ve hatta bunu aşan çok sayıda balistik ve seyir füzesi, uzun menzilli İHA’ları, radar sistemleri ile hazırlıkları da eksik görünmüyor. 2019’da Suudi Arabistan’ın Aramco tesislerini vurarak Patriot’ların karizmasını çizmişlikleri de akıllarda.
Nitekim Refah Muhafızı’nın gözlerini korkutmadığını söylemekte gecikmediler. Husilerin Yemen ordusunun sözcüsü Yasin Sari, “Bizi 9 yıldır yok etmeye çalışıyorlar ve bunu tekrar yapmak isterlerse biz buradayız ve hazırız” diyerek meydan okudu.
Ensarullah lideri Abdul-Malik el Husi de televizyondan uzun ve detaylı bir açıklama yaptı. Refah Muhafızı’nı ABD’nin ‘ticareti koruma kisvesi altında’ İsrail’i korumaya yönelik bir adım olduğunu söylerken, “Nakliye hatları, İsrail düşman varlığıyla bağlantılı ya da işgal altındaki Filistin limanlarına giden gemiler hariç tüm gemiler için güvenlidir” diye tekrarladı. Gazze savaşının ABD sayesinde devam ettiğini söyleyen El Husi, Avrupa ülkelerini de ‘adaletsizlik, zorbalık, kibir ve ulusları yağmalayan güçler’ olarak nitelendirip, “Siyonist lobi Batılı rejimleri etkilediğinde, onları liberal değerleri bile terk etmiş gibi davranmaya zorluyor” dedi. “En büyük tehlike Kızıldeniz’i askerileştirmeyi amaçlayan Amerikan hamlesidir” vurgusu yapan El Husi, ekledi: “Amerika’nın ülkemize yönelik herhangi bir askeri eylemine karşılık verilecek ve Amerikan savaş gemilerini, çıkarlarını ve navigasyonunu füzelerimizin, İHA’larımız ve askeri operasyonlarımızın hedefi haline getireceğiz. Eğer Amerikalılar askeri birliklerini Yemen’e gönderirlerse, bilsinler ki Afganistan’da karşılaştıklarından ve Vietnam’da çektiklerinden daha ağır bir şeyle karşılaşacaklar.”
Doğrusu bu tabloda Biden yönetimi için ateşkesin maliyeti riskli bir çatışmadan çok daha az. Gazze çatışması ABD’nin ‘değerler ve kurallar’ dünyasını zaten temelinden sarsıyor. Ve meydan okumaları her geçen gün artırıyor. Son örneği, Malezya Başbakanı Enver İbrahim’in Malezya limanlarını İsrail taşımacılık şirketleri ve İsrail’e giden herhangi bir gemiye kapatması oldu.
ÇİN’İN GÜVENLİ KARA HATTI
Elbette Husilerin değiştirdiği denklemin, Orta Doğu’da nüfuzları artan iki ülkeye yaradığını belirtmeli: Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti. Nitekim Husiler, Rusya petrolü taşıyan tankerlere Bab-ül Mendeb’den geçit verirken, Cibuti’de limanı bulunan Çin savaş gemilerinin İsrail kargo gemilerinin yardım çağrısını reddettikleri haberi yankı yarattı.
Esasında Husilerin yarattığı güvenlik durumu birçok Çin gemisi ya da varış noktası Çin olan veya Çin’den yola çıkan gemi için de sorun. Ancak onların cazip bir alternatifi var: Tıpkı 2021’de Süveyş kanalındaki deniz kazasının yarattığı tıkanıklıkta olduğu gibi Çin-Avrupa demiryolu hattı. Rivayet o ki Çin’in Cosco şirketinin siparişleri artmakta. Global Times gazetesi keyifle, ‘Çin-Avrupa Demiryolu Ekspresi, Kızıldeniz’deki güvenlik endişelerinin ortasında küresel tedarik zincirlerini istikrara kavuşturuyor’ diye yazdı.
İsrail’in ise Kızıldeniz’deki limanı Eliat sinek avlıyor. Tabii İsrail, Çin’in dış ticaretinde yüzde 1’den azını teşkil ediyor. Oysa İsrail için Çin’le dış ticaretin payı yüzde 20 ile ifade ediliyor. Çinlilerin Tayvan üzerinden kendilerini sıkıştırmaya çalışan Biden yönetiminin donanma yığınağını Orta Doğu’ya çekmesini izlemesi de cabası… Dolayısıyla Gazze savaşında siyasi duruşunu ateşkesten yana net olarak koyan Çin Dışişleri Bakanlığı’na ‘Çin’in her zaman uluslararası su yollarının güvenliğini savunduğu ve sivil gemilere yönelik her türlü saldırı eylemine karşı çıktığı’ ve ‘büyük ülkelerin yapıcı ve sorumlu rol oynamaları gerektiğini’ vurgulayan bir açıklama yapmak kalıyor.
Kıssadan hisse.. BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail’e kendini siper eden ABD, 193 ülkenin temsil edildiği BM Genel Kurulu’nda en son 172 lehte oyla ‘Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını’ teyit eden kararıyla karşı karşıya kalmış durumda. Durum ‘aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık’ misali. Buna bir de Biden yönetiminin Netanyahu’ya ocak ayına kadar Gazze’de ‘işini tamamlaması’ için süre verdiği iddialarını ekleyin… Ya Husiler ateşkes ve insani yardım şartlarının karşılandığı bir görüntüde İsrail’den Gazze’yi yeniden inşa etmesi ve Filistinlilerin evlerine dönmesine izin vermesi şartlarını koşarsa?
Görüş
Seçim Arefesinde Moldova

2025 Parlamento Seçimleri arifesinde Moldova, ülke içerisindeki çelişkiler, iç politikadaki istikrarsızlık ve büyük ölçekli dış etkiler nedeniyle derin dönüşümler içindedir. Ülkenin verimli bir değişim noktasına mı veya tam tersine mevcut otoriter gidişatı sürdürmeye mi daha yakın olduğunun tartışıldığı günümüz koşullarında, hali hazırdaki gerçekliği şekillendiren temel faktörlerin analizi özellikle değerlidir. Çünkü bu durumun sıradan bir seçim süreci olmadığına; dahası ülkenin nihai medeniyet paradigmasını değiştirebilecek potansiyeldeki ve geri dönüşü pek de mümkün olmayan bir noktaya sürüklenmesi muhtemel bir süreç olduğuna dair veriler mevcut.
İç Politikanın Kısa Analizi
Son yıllarda, Eylem ve Dayanışma Partisi – PAS ve bireysel olarak Mayya Sandu tarafından yönetilen iktidar rejimi, muhalefete, bölgesel hareketlere ve Rusça konuşan nüfusa karşı baskıyı artırma yönünde bir politika izledi. Bu süreçte Moldova’da enformasyon alanında tam sansüre odaklanan otoriter devletin oluşturulduğu gözlemleniyor. Örneğin: Rumen faşist diktatör Ion Antonescu’yu yücelten ders kitapları, eğitim müfredatına sokuldu. Yerel yetkililer, “Rus müdahalesine” karşı mücadele gerekçe gösterilerek siyasi muhaliflere karşı baskıcı önlemler alıyorlar. Alexandr Nesterovschi, İrina Lozovan ve Marina Tauber gibi siyasetçilere yönelik baskılarla birlikte alternatif politikaya engel getirildiği gözlemleniyor. Öte yandan II. Dünya Savaşı’nda Faşizme karşı zaferin temsili olan 9 Mayıs Zafer Günü kutlamaları da yasaklanıyor. Bu da demokrasinin kademeli olarak terk edilmesi ve otoriter eğilimlerin güçlenmesi anlamına geliyor.
Yetkililerin yetkileri sınırlama ve ekonomik baskı politikası izlediği özerk bir bölge olan Gagauzya’daki duruma da özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. Ülkedeki birçok siyaset bilimciye göre bu tür eylemler özerklik nüfusunu protestolara ve çatışmalara itebilir. Pekala bu durum da iç düzeni daha da istikrarsızlaştıracaktır.
Yaklaşan seçimler bağlamında, protestocuların haklarını kısıtlayan yasaların aktif bir şekilde kullanılması ve bölgelerdeki seçim sürecini yeniden biçimlendirme girişimleri gözlemleniyor. Örneğin: Mevcut iktidar, Gagauzya’daki seçim prosedürünü değiştirmek suretiyle oylamanın sonucunu kontrol etme ve muhalif güçlerin etkisini en aza indirme niyetini açıkça ortaya koyuyor.
Bir diğer husus ise “Transdinyester Meselesi”. Moldova yetkilileri, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti üzerinde ekonomik ve insani baskı politikası izliyor gibi görünüyor. Bölgeye yönelik çifte gümrük vergisi politikası, bankacılık ablukası ve ilaç tedariğinin yasaklanması gibi durumlar gözlemleniyor. Transdinyester lideri Vadim Krasnoselski, kendilerine “soykırım politikasına eşdeğer bir politika” izlendiğini iddia ediyor ve Moldova iktidarının bölgede fiziksel ve politik bir yıkıma yönelik girişimleri olduğunu belirtiyor.
Dış Politikanın Kısa Analizi
Ülke liderliğinin Bağımsız Devletler Topluluğu – BDT ile bağları koparma ve Rusya ile kültürel ve ekonomik bağları azaltma çabalarına rağmen, bu önlemler ekonomik durumun kötüleşmesine ve iç gerginliklerin artmasına yol açıyor. Özellikle, BDT ülkelerinin çoğuyla vizesiz rejimin sona ermesi ve Rusya ile işbirliği yapmayı reddetme kararının ardından ülkenin ihracat verilerinde bir düşüş meydana geliyor. Resmi rakamlara göre 2024 yılının sonuna kadar yaklaşık %45 oranında ihracatın azaldığı belirtiliyor ve Rus pazarına yapılan ihracatın da %50’den fazla azaldığı görülüyor. Bu tür göstergeler, nüfusun refahı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olan önemli bir ekonomik izolasyona işaret ediyor.
Bununla birlikte, yetkililerin jeopolitik yönelimine rağmen, nüfusun çoğunluğu hala Rusya yanlısı veya dengeli bir dış politikayı tercih ediyor (anketlere göre, katılımcıların %60’tan fazlası Rusya’ya veya her iki etki merkezine -Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği- yönelik bir dış politika yönelimine meyilli). Bu, Batı yanlısı stratejileri destekleyen entelijansiya ile Rusya’yla kültürel ve tarihi bağları sürdüren vatandaşlar arasındaki iç çatışmayı gözler önüne seriyor.
AB ve diğer Batılı yapıların tepkisi de açık: Seçim arifesinde Avrupa Komisyonu, Moldova’ya yardımı onayladı. Bu, Avrupa’nın etkisini güçlendirme ve ülkeyi yeni rotasında istikrara kavuşturma çabalarını göstermektedir. Ancak, bu tür mali destek (2 Milyar Avro), ülkenin dış bağışçılara bağımlılığı ve olası koşullar konusunda endişelere yol açmaktadır.
Öte yandan NATO ve Avrupa Birliği’nin açıkça desteğiyle birlikte Moldova’da aktif bir şekilde militarizasyon gözlemlenmektedir. Ulusal ordu 8.000 kişiye çıkarıldı ve Avrupa hava savunma sistemlerine entegrasyon söz konusu. Ek olarak Moldova karayolları ve hava sahası, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemek için Batı güçleri tarafından kullanılıyor.
İfade Özgürlüğü ve Jeopolitik
İfade özgürlüğüne karşı ve medyayı kontrol etmeyi amaçlayan enformasyon politikasının etkinleştirilmesi konusu da Moldova özelinde hususi bir yer işgal etmektedir. Seçim kampanyası sırasında yetkililer, kamu protestolarını kısıtlayan yasa tasarıları yürürlüğe koyuyor ve ek olarak nüfusun önemli bir bölümüne nesnel bilgi sağlayan Rusça yayın yapan medyayı bastırmaya çalışıyorlar.
Buradaki kilit bir faktör ise: Rusya ve Batı’nın enformasyon savaşları yoluyla iç siyasi durumu etkileme girişimleridir. Bu, olası krizlerin ve artan iç anlaşmazlıkların habercisi haline gelmektedir. Ekonomik durum ve toplumsal gerginliklere yol açması muhtemeldir ve bunun örnekleri yakın geçmişte birçok şekilde karşımıza çıktı.
Bir diğer yandan Moldova ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Sanayi geriliyor, gaz ve elektrik ithalatına olan enerji bağımlılığı yüksek kalmaya devam ediyor ve tarife politikaları halk arasında hoşnutsuzluğa neden oluyor. 2024 yılında hem Rusya hem de diğer BDT ülkeleriyle ihracatta düşüş yaşandı ve bu da ekonomik durumu kötüleştiriyor.
Sosyolojik açıdan incelendiğinde özellikle gençler ve Rusça konuşan nüfus ciddi anlamda baskı altında gibi görünüyor. Yetkililer, etnik azınlıkların haklarını sınırlamak için adımlar atıyor. Örneğin: Onlara seçimlere katılma fırsatını veya Rusça konuşan vatandaşlara yönelik entegrasyon önlemlerini reddediyorlar. Bu, direnişe ve potansiyel çatışma durumlarının gelişmesine neden oluyor.
Romanya ile Etkileşim ve Entegrasyon Süreçleri
Buradaki en kritik hususlardan birisi: Moldovalılara Rumen vatandaşlığı verilmesidir. Ek olarak Rumen işadamlarının ekonomiye dahil edilmesi ve kamuoyu üzerinde medya etkisi yoluyla uygulanan Romanya ile entegrasyon çabalarının yoğunlaşmasıdır. Uzmanlara göre bu stratejinin ülkenin egemenliğinin kaybına ve Moldova halkının fiili olarak Romanya’ya asimile olmasına veya Avrupa Birliği’ne entegrasyonun genişlemesine yol açabileceğine inanıyor.
Nüfusun çoğunluğu tarafsız kalmaya veya Rusya ile entegrasyona sıcak bakan duygulara sahip. Buna karşılık yetkililerin AB’ye ve milliyetçi söylemlere yakınlaşmak için başlattığı adımlar ise iç direnişe neden oluyor.
Sonuç olarak, Moldova’daki 2025 parlamento seçimleri öncesi durum, yüksek derecede iç gerginlik, artan dış bağımlılık ve ülkenin kimliği için mücadele ile karakterize haldedir. Dış güçlerin etkisi altındaki siyasi elit, bölge üzerindeki gücü ve kontrolü sağlamlaştırmak için baskıcı yöntemler kullanıyor. Bu da otoriterlik risklerine yol açıyor. İç çelişkiler, ekonomik kriz ve vatandaşların hükümete olan güvensizliğinin seviyesi, protesto hareketlerinin ve toplumun daha da bölünmesinin ön koşullarını yaratıyor. Moldova’nın kalkınma beklentileri, siyasi istikrarı koruma, dış etkiyi dengeleme ve değişim için kamuoyu desteğini sağlama becerisine bağlı gözüküyor. İç güçlerin, çeşitli etnik ve bölgesel grupların görüşlerini dikkate alan ve demokratik kurumlar ve ekonomik sürdürülebilirlik geliştirme yoluna bağlı kalan bir uzlaşmaya varabilmesi bu süreçteki en önemli hususlardan birisi olarak ön plana çıkıyor.
Görüş
Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?

Modern Alman edebiyatının en önemli yazarı Thomas Mann’ın doğumunun 150. yılının kutlandığı bu günlerde, sayısız başyapıt kaleme alan Mann önemini ve güncelliğini korumaya devam ediyor.
Her büyük yazar gibi Mann da romanlarında yaratıcı yeteneğiyle kendi çağındaki karmaşık çatışmaları berrak biçimde ortaya koyarak, toplumdaki çelişkilerin nasıl şekilleneceğine dair öngörüsünü dile getirmiştir.
Yüzyıl önce savaş sonrası Almanya’nın toplumsal ve kültürel sorunlarını irdelediği eserleri, bugün yine Rusya’ya karşı savaşı açıktan destekleyen ya da sessizce onaylamak zorunda kalan Alman entelektüellerin düşünsel mirasına dair çok şey söylemektedir.
Yüzyıl önce yayımlanan eseri Büyülü Dağ romanında Rusya karşıtlığını, İslam ve Doğu toplumlarına karşı önyargıları dile getiren karakterleri, bugünkü Alman aydınlarının geçmişteki gölgeleri gibidir.
Diğer taraftan Mann’ın yüzyıl önce Doğu’ya yaptığı seyahat, Avrupa’nın ilerlemeci ve hümanist geleneğini temsil eden yazarların dahi Batılı muhafazakarların birçok önyargısını nasıl paylaştığını göstermektedir.
Yüzyıl önceki krizde Avrupa’nın geleceğini tartışan ve savaşın muhasebesini yapan Thomas Mann’ın eserleri, bugünkü savaş ve kriz koşullarındaki Avrupa için hatırlatılması gereken derslerle doludur.
Mann’ın İstanbul izlenimleri
Thomas Mann, 1925 yılında başta Kahire olmak üzere Doğu’ya uzun olmayan bir seyahat gerçekleştirmiştir. Yusuf ve Kardeşleri eserlerine ilham veren Mısır izlenimleri dışında, Mann’ın bu seyahati, en titiz biyografi eserlerinde dahi görmezden gelinmiştir.
Mann’ın biyografisini kaleme alanların ihmalinde bir ölçüde haklılık payı vardır. Mann’ın izlenim notları şaşılacak derece yüzeysel ve kısadır. Bu kısa gezi notları okurda, Mann’ın kendi isteği dışında bir zorunluluk sonucu seyahate çıkmak zorunda kaldığı hissini uyandırır.
Özellikle Mann’ın İstanbul ziyaretine dair izlenimlerin yüzeyselliği ve kısalığı dışında, bakışındaki politik ve sosyolojik sınırlılıklar çarpıcıdır. Eserlerinde etrafındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar betimleyen büyük yazarın merakının genişliğini gölgelemektedir.
Bağımsızlık savaşı vererek yeni bir demokratik cumhuriyet kurmuş, işgal altındaki imparatorluk başkentinin hürriyet sonrasında yaşamakta olduğu dönüşümüne dair en ufak izlenimler rastlanmaz Mann’ın notlarında.
Bir yüzyıl önce İstanbul’u ziyaret eden Alman seyyahların izlenimlerimi andırır Mann’ın gözlemleri: Fes giyen insanlar, Avrupai kadınlarla birlikte Doğu ile özdeştirilen geleneksel kadınların tezatlığı… O kadar ki İstanbul’un ihtişamına dair neredeyse tek övgü Ayasofya’ya aittir.
Şüphesiz bu durumun oryantalist düşünceyle doğrudan bağlantıları vardır. Flaubert’in Doğu’ya Yolculuk izlenimlerindeki tüm oryantalist tınıya rağmen, gözlemlerinin yoğunluğu ve derinliğiyle kıyaslandığında, Mann’ın durumu daha çok ilgisizlik, kayıtsızlık şeklinde değerlendirilebilir.
Ancak Mann’ın 1918 yılında yazmaya başladığı ve 1924 yılının sonunda yayımlanan başyapıtı Büyülü Dağ eserini göz önünde bulundurursak, İstanbul’a dair notları değerlendirmek çok daha karmaşık hale gelir.
Romanın en önemli karakterlerinden hümanist, Aydınlanma geleneğinin temsilcisi Settembrini “Olanları doğru buluyordu çünkü uygarlığa yarayacak bir yol izleniyordu. Avrupa’da genel bir barış ve silahsızlanma havası esiyordu. Demokratik düşünceler gelişiyordu. Jöntürklerin devrimci ayaklanma için hazırlıklarını tamamladıklarını el altından öğrendiğini iddia ediyordu. Türkiye anayasal bir ulus devlet olacaktı, insanlık için ne büyük bir zafer!” sözlerini dile getirir.
Settembrini’nin geleceğe dair Akdenizli iyimserliğini paylaşmasa da Weimar Cumhuriyeti’ni savunan, demokratik düşüncenin Almanya’da kalıcı şekilde kök salmasını isteyen Mann bu fikirleri paylaşmaktaydı.
Mann’in İstanbul’a dair notlarını daha geniş bakışla ele almak için, Settembrini’nin romandaki politik konumunu, aynı zamanda Settembrini’nin düşünsel ağırlığını dengeleyen karşı kutuptaki Naphta’yı, önemli ölçüde bugün hale devam eden aralarındaki tartışmayı eleştirel okumayla ele alacağız.
Büyülü Dağ’da savaşın muhasebesi
Settembrini’nin Türkiye’deki anayasal ulus devletinin zaferini müjdelediği bölümün, Naphta’nin romana girdiği kısım olması çarpıcıdır. Naphta karakteri romana girene kadar Settembirini’nin Hans ve Joachim’e verdiği politik ve estetik öğütler hayata dair, Avrupa burjuva toplumunun temel değerlerine dairdir. Bir anlamda Naphta’nin dediği gibi “Bizim şu Voltaire’e, akılcıya kulak verin” bağlamında, Aydınlanma’nın akılcılığına ve ilerlemeye olan sarsılmaz inancı döne döne tekrar eder.
Naphta’nin romana girmesiyle, politik ve estetik tartışma bir katman daha genişler ve trajik biçimde yoğunlaşır. Romanın ideolojik çerçevesi Avrupa’nın sınırlarını aşarak, savaşa ve kaçınılmaz olarak Batı-Doğu çatışmasına, uluslararası politik sistemdeki krize kayar.
Settembirini’nin Türkiye’deki demokratik ulus devletin doğuşuna dair sözlerine karşı Naphta alaycı biçimde “İslamiyet’in özgürleşmesi, Aman ne iyi. Aydınlanmış fanatizm – harika.” sözleriyle karşı çıkar.
Özellikle 11 Eylül sonrası birçok Batılı entelektüelden duyduğumuzda bizi şoke eden bu sözlerin yüzyıl öncesindeki düşünsel köklerini tüm çıplaklığıyla görmek sarsıcıdır.
Bu bağlamda Büyülü Dağ eserini okuduğumuzda, birçok başyapıt gibi eserin güncelliği bizi büyüler. Mann, romanı Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru kaleme almaya başlamıştı. Eser İkici Dünya Savaşı’nda önce yayımlanmıştı.
Roman yayımlandıktan sonra okuyanlar eseri, savaşın bir muhasebesi, savaşı yaratan toplumsal hastalıkların teşhisi ve savaşı olumlayan Avrupa’daki fikirsel iklimin eleştirisi olarak değerlendirmişlerdi.
Kitabı 2. Dünya Savaşı sonrası okuyanlar ise, Büyülü Dağ’ı, büyük bir yazarın Avrupa’da yükselen otoriter rejimlerin derin bir öngörüsü, Avrupa burjuva toplumunun hastalığının kaçınılmaz sonuçlarının derin seziyle anlatılması olarak değerlendirmişti. Böylece her büyük yazar gibi Mann’a da iki savaş sonrası ‘kahin’ gözüyle bakılmıştır.
Bugünkü uluslar arası politik sistemdeki çatışmalar, özellikle Ukrayna krizi sonrası, Avrupa’nın yeniden savaşla yüz yüze gelmesi, Rusya ile yaşanan siyasi krizin kültürel krize doğru genişlemesi sonucu Batı-Doğu çatışmasına dair tarihsel önyargıların yeniden dirilmesinin yanı sıra Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülist partiler, Batı liberal demokrasinin krizi, parlamenter rejimdeki yapısal sorunlar…. daha benzeri birçok sorun Büyülü Dağ’ı yeniden önümüze koyup değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçirmeye bizi zorlamaktadır.
Büyülü Dağ’ın bu kışkırtıcı kehanetleri, özellikle Settembirini ve Naphta’nin gerçek hayatta kimleri temsil ettiği hep tartışılmıştır. Belki de çarpıcı ve en yakın benzetmeyi Alman yazar Safransky yapmıştır. Safransky, Settembrini’yi Kantçi Cassier ile Naphta’yi Heidegger ile özdeşleştirir.
Romanın geçtiği Davos’ta, romanın yayımlanmasından sadece 4 yıl sonra Cassier ile Heidegger 1920 yılında bir konferansta, karşı karşıya gelerek ‘İnsan nedir’ temel sorusundan hareketle, Batı felsefesinin temel ayrılık noktalarını tıpkı Settembrini ve Naphta gibi tartışmıştı.
Çözülmekte olan Weimar Cumhuriyeti sonrası yolları keskin biçimde ayrılacak, trajik şekilde karşı düşman kamplarına bölünecek Alman aydınlarının yaşadığı derin tartışmaydı. Bu bağlamda da Mann, romanında gündeme getirdiği özgürlük, savaş, Avrupa’nın düşünsel mirasına dair uzlaşmaz karşıt fikirleri ortaya koyarak, öngörüsünü ortaya koymuştur.
Safransky’yi böylesi benzerliği düşündüren belki de, Settembrini’nin “Pan-Germanizm’i savunuyorsunuz demek? Öyle mi?” diyerek Naphta’yi suçlamasıdır. Heidegger’in Nazizm’in saflarına katılması düşünüldüğünde kurulan bu benzetme daha çarpıcı hale gelmektedir.
Bugün Avrupa’da en çok da Almanya’da gözlemlenen Rusya karşıtlığı ise, Naphta’nin sözlerinde yüzyıl önce yankılanmaktadır: “Ben de sizin bir Rus hayranı olduğunuzu düşünüyorum.” Yüzyıl önceki ideolojik ve kültürel kırılmalar bugün de canlı şekilde hissedilmektedir.
Avrupa hümanizminin savaşla imtihanı
Tolstoy hayranı Mann’ı düşündüğümüzde, romanın bu bölümleri Dostoyevski’nin eserindeki tansiyonu hiç düşmeyen dramatik politik tartışmalara benzemektedir. Mann da Dostoyevski gibi, karşıt görüşleri dile getiren karakterleri en güçlü argümanlarıyla konuşturmaktadır.
Güçlü fikirler yoğunlaştığı noktada içe doğru çökmeye başlar, böylelikle en tumturaklı söylemlerin dahi gizlemeyeceği çelişkiler meydana çıkarılır. Karşıt, uzlaşmaz gibi görülen fikirler, dramatik biçimde yakınlaşarak, evrensel etik ilkeler eğilip bükülmeye başlar.
Savaşa karşı romandaki karakterlerin politik konumlanışında da aynı izler gözlemlenir. Asker Joachim “Savaş gerekli bir şeydir. Moltke’nin dediği gibi, savaş olmazsa dünya kısa zamanda bozulur” sözleriyle savaşın kaçınılmazlığını hatta gerekliliğini dile getirir.
‘Princeps scholasticorum’ entelektüel Naphta da tartışmanın en hararetli noktasında “bu arada kalabalıktan boğulmak üzereyiz; tüm meslekler öylesine insan kaynıyor ki yakında daha önceki savaşlar, bir parça ekmek için yapılacak kavgaların yanında solda sıfır kalacak. Açık alanlar ve yeşil kentler! Irkın güçlendirilmesi! İyi de uygarlık ve ilerleme savaş olmayacak dediğine göre neden güçlensin ki? Savaş bu sorunların icabına bakacak ve ırkı güçlendirmeye de, doğumların azalmasına da çözümler üretecek” sözleriyle savaşı, yaşanan tüm toplumsal sorunların tek ve geçerli çözümü olarak sunmasıyla tartışma biter.
Askerden üniversitedeki aydına kadar savaş aynı ahlaki ilkeler temelinde savunulur. Emperyalist burjuva toplumunun, derin ekonomik ve siyasi kriz karşısında çözüm olarak her zaman bir savaşı gündeme getirerek insanlığı felaketin kıyısına götürdüğü çıplak biçimde gözlemlenir.
Avrupa’yı veba gibi saran bu savaş taraftarlığı karşısında hümanist, barışı ve ilerlemeyi savunan Settembrini nasıl pozisyon almaktadır? Settembrini, özgür ve eşit devletler sistemine geçilerek uluslararası barışın tesis edileceğini dile getirir. Ne var ki Settembirini, gerçeklikteki olgulardan ziyade prensiplerden, iyimser ideallerden hareketle savaş karşıtı tavır alır.
Bu noktada Mann, Settembirini’nin zayıf noktalarının ortaya çıkmasına izin verir. En başta Settembirini, Avrupa burjuva toplumun içine sürüklendiği krizi görmez ya da kabul etmez. Avrupa burjuva toplumunu, 18. yüzyıldaki ilerici ve devrimci karakterini değişmez ve evrensel kabul eder, akılla özdeşleştirdiği burjuva toplumunun artık akıldışı eğilimlere sahip olduğunu göremez.
Savaşın yüksek sesle dile getirildiği Avrupa’da hümanist geleneğin neden bu savaş taraftarlığına karşı kamuoyunda etkili olmadığının işaretleri bu noktalarda saklıdır.
Naphta tüm kışkırtıcı dini fikirlerine rağmen, Settembirini’ye göre daha gerçekçidir. Kapitalizmin krizine karşı kendinden emin muhafazakar bir seçeneği ortaya koyar. Hatta Avrupa’da kapitalizme karşı en güçlü muhalif sesi dile getirerek, kriz sonucu huzursuz insanlar için çekim noktası olur. Tartışma sonunda Hans ile Joachim’in, Naphta’dan hoşlanmasalar da bazı konularda ona hak vermeleri bunun çarpıcı örneğidir.
Settembirini’nin diğer çelişkisi çok daha dramatiktir. Savaş karşıtı, hümanist duruşuna rağmen, Settembirini de ilerleme ve özgürlük adına bir noktada savaşı savunur: “Voltaire bile uygarlığı yaymaya yarayan savaşları onaylamış ve İkinci Frederik’e Türklere savaş açmasını önermiştir.”
Tartışmanın devamında Settembirini Haçlı Seferleri’ni savunma noktasına kadar gelir: “Savaş bile, sevgili bayım, sırasında ilerlemeye hizmet etmeye zorlanmıştır; sizin o çok sevdiğiniz dönemdeki, yani, Haçlı Seferleri dönemindeki belirli olayları hatırlarsanız o savaşlar uygarlık adına halklar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri sıkılaştırmış ve Batılıları tek bir düşünce altında toplamıştır.”
Şüphesiz Settembirini’nin çelişkileri Aydınlanma’nın, özellikle ılımlı Aydınlanma’nın, çelişkilerini açığa vurur. Montesquieu’nün medeniyetlerin nitelik farkını coğrafya ve iklimler teorisiyle açıklayan görüşleri, Aydınlanmanın Doğu’ya dair fikirlerini oryantalist söylemle ele almasını başlatmıştı. Voltaire gibi birçok filozof ise bu oryantalist görüşün kemikleşmesine neden olmuştu.
Roman boyunca zıt kutupları, karşıt değer yargılarını temsil eden Settembrini ve Naphta, trajik biçimde savaş ve Doğu’ya bakışta özdeşleşir.
Dostoyevski’nin romanlarındaki gibi iki zıt karakter aslında birbirini tamamlamaktadır, birinin varlığı diğerini zorunlu kılmaktadır. Settembirini ve Naphta birbirlerini tamamlayan ötekilerdir.
Avrupa’da yükselen savaş taraftarlığının izleri Aydınlanma’ya kadar uzanmakta, Batı’nın Doğu’ya dair emperyalist oryantalist bakışı Aydınlanma’nın birçok fikrinden hareket etmektedir.
Bunun en çarpıcı ifadesi Settembirini’nin Türkiye’de demokratik gelişimi coşkuyla selamlamasına rağmen, Doğu’yu atalet, hareketsiz, devimine ve ilerlemeye kapalı medeniyet olarak genellemesidir: “Ben Avrupalıyım, bir Batılıyım. Sizin derecelemeniz tam Doğu’ya göre; Doğu eylemden nefret eder. Lao-Tzu, yerle gök arasında hiçbir şey yapmamak kadar hayırlı bir şey olmadığını ve insanlık eylemlerden vazgeçmiş olsa yeryüzüne tam bir barışın ve mutluluğun egemen olacağını öğretir”
Settembirini tam olarak Batılı, Avrupalı olduğu için kendi burjuva toplumundaki çelişkileri göremez. Bu kör nokta onun, Avrupa’da yükselen muhafazakar savaş taraftarlığına ve Doğu’ya dair oryantalist söyleme karşısında bocalamasına yol açarken, net bir cephe almasını engeller.
Birinci Dünya Savaşı öncesi küçük bir azınlık entelektüel dışında, muhafazakardan hümaniste, radikal avangartlara kadar Avrupalı aydınların, sanatçıların savaşın saflarında yer almasının tarihsel ve ideolojik köklerini bu noktalarda irdelemek gerekir.
Batılı, Avrupa’nın hümanist geleneğinin temsilcisi Thomas Mann’ın da İstanbul notları ve hatta savaşın başında Mann’ın çelişkili tutumu bu bakış açısıyla tartışılmalıdır.
Büyülü Dağ’daki yüzyıl önceki tartışmayı Naphta kazanmıştı, bugünkü tartışmayı yine Naphta’nın kazanamayacağını kim söyleyebilir?
Görüş
‘Mükemmel fırtına’nın gözünde korkuyla dalgalanan piyasalar

Bugün itibarıyla İsrail ile İran arasındaki sıcak çatışmalara artık ABD’nin de dahil olmasıyla savaşın kapsamı genişlemiş oluyor. B-2 bombardıman uçaklarının İsfahan, Natanz ve Fordo nükleer tesislerini bombalamasının ardından, bugün gün içinde yaşanacaklar, bu yeni evrenin nasıl şekilleneceğini gösterecek. Bu tek bir seferlik bir hava operasyonu muydu, yoksa ABD bu operasyonlarını İsrail ile ortaklaşa devam ettirecek mi, hep birlikte göreceğiz. Anlaşılan o ki, ABD’de ‘Make America Great Again’ (MAGA) taraftarlarıyla neo-con’lar arasındaki çatışmanın galibi şimdilik neo-con’lar… Ancak İran’da rejimi devirmek konusunda Washington net bir karara vardı mı, onu bilemiyoruz.
Avrupa Birliği’nde (AB) nasıl tepkiler geleceği diğer önemli konu. Tabii en önemlisi Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping’in açıklamaları olacak. Aynı şekilde Batı Asya ülkeleri; ABD, Birleşik Krallık ve AB’nin koşulsuz emrine amade olmaktan geçmişe göre biraz daha uzak. Ortada garip bir durum var, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır, aynı zamanda İran ile birlikte BRICS üyesi ülkeler arasında yer alıyor. Yine Suudi Arabistan da dahil Körfez ülkelerinin Çin ve Rusya ile ekonomik ilişkileri hızla gelişiyor. Ve hemen herkes hemfikir ki, İsrail ile İran savaşı aslında, bir bölgesel çatışmanın çok ötesinde, ‘çok kutuplu dünyacılar’ ile ‘tek kutuplu dünyacılar’ arasındaki küresel mücadelede önemli bir mevzi… Temelinde küresel ekonomik gelişmeler, küresel ticaret koridorları, enerji hatları olan bir hegemonya savaşının köşe taşlarından biri… İran artık Çin’in ön bahçesi ve stratejik açıdan büyük önem taşıyor. Batı Bloku bu bahçeyi bir şekilde ele geçirirse, Kuşak ve Yol Girişimi’nden tutun bölgesel tüm ticaret ve enerji rotalarında daha belirleyici bir güç olabilir.
Ancak aynı şekilde Kuşak ve Yol Girişimi’ne alternatif olarak ABD’nin öncülüğünde gündeme getirilen Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ticaret Koridoru’nun (India-Middle East-Europe Trade Corridor-IMEC) ilk aşamasında hayal olma ihtimali de var. Yani Batı Asya’dan Orta Asya’ya oyun kurucu olmak için bu operasyonu başlatan Batı Bloku, kendi oyununu bozan taraf da olabilir. Zira böylesi bir savaşın daha da alevlenmesi durumunda, IMEC’in üyesi olan BAE, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün İsrail ile aynı projede yer alması, bu üç ülkenin halkları tarafından sineye çekilecek bir durum olmayacaktır. Diyelim ki her şeye rağmen Batı Bloku amacına ulaşmaya yaklaştı, bu gelişmeye ne Çin ne de Rusya göz yumabilir. Yani her şey kendi içinde avantajlar kadar dezavantajları da barındırıyor. Kabaca jeostratejik ve jeokonomik panorama bu gibi görünüyor.
EKONOMİK KIRILGANLIKLAR İÇİNDE
BİR DE SAVAŞA YAKALANMAK!..
Her savaş, savaşan ülkeler için çok maliyetli, ancak küresel ekonominin yapısı gereği artık sadece savaşan ülkeler için değil, farklı farklı boyutlarda tüm ekonomiler için ciddi bedelleri var. Bu her ülkenin doğal kaynaklarından ekonomik yapısına, finans sektöründen coğrafi konumuna kadar pek çok etken tarafından belirleniyor.
Söz gelimi, Türkiye gibi enerji sepetinde hidrokarbon temelli enerjinin önemli bir yer tuttuğu ve enerji bağımlı bir ülke için, enerji fiyatlarında yukarı yönlü hareketler çok ciddi bir sorun, hele ki ciddi dış açığı varsa, ki var! Yine enflasyon ve durgunluğun iç içe geçtiği bir evrede, sınırlarının hemen yanında patlak verecek bir savaş çok ciddi sorunlar yaratmaya aday. Bu sebeple ki, Borsa İstanbul diğer borsalara göre çok daha ciddi bir tepki veriyor bu gelişmeye ve diğer borsalardan negatif ayrışıyor. Aynı sorun savaş sebebiyle yaşanacak küresel ticaret ikliminde bozulma ve tedarik zincirlerindeki kopukluklar için de geçerli! Bu hem ihracatı hem de turizmi olumsuz yönde etkileyeceğinden ötürü zaten sıkıntıda olan ekonomiyi daha da zora sokacak. Yine savaşın küresel enflasyonu yukarıya taşıyacak olan etkisi de Türkiye’de dezenflasyonist sürece sekte vuracak.
HİNT OKYANUSU’NUN BATISINDA
DENİZ NAKLİYATI RİSK ALTINDA
Tabii savaşın bir tarafı İran gibi petrol ve doğalgaz üreticisi bir ülke olunca, ilk akla gelen hampetrol fiyatları oluyor. Hampetrol fiyatlarındaki artış, küresel ekonominin büyüme oranını negatif etkiliyor. Üstelik bu yıl ve gelecek yıl için büyüme tahminleri hiç de parlak değilken… İsrail’in saldırıya başladığı gün hampetrol fiyatlarında görülen sıçrama önemli bir işaret. 12 Haziran’da Brent hampetrolü varil başına 69 dolarken, 13 Haziran’da varil başına 74 dolara yükseldi. 12 Haziran’a kadar 69 dolara tırmanmasının sebebi de zaten bir sıcak çatışma beklentisiydi. Bu süreçte Batı Texas hafif petrolü (WTI) yüzde 1.5 artışla 72.83 dolar/varil oldu. Petrol piyasaları, yüzde 7’lik artışla geçtiğimiz cuma günü aylardır görülen en önemli haftalık artışı yaşadı. O günden bu yana, tarafların karşılıklı açıklamalarıyla dalgalı bir seyir izliyor petrol fiyatları, ancak her an 80 doların üzerine çıkabilir.
Üç temel senaryo üzerinden gidersek, eğer ki İran Hürmüz Boğazı’nı mayınlayarak kapatırsa varil başına petrol fiyatının 120 dolara çıkması işten bile değil. Bu fiyatta sabit kalmayıp yeniden düşmesini sağlayacak olan ise küresel ticaretin ve dolayısıyla üretimin daralması sebebiyle enerjiye talebin azalması olabilir. Ki bu da, küresel ekonomi, özellikle ihracata dayalı gelişen ekonomiler için ciddi bir kayıp anlamına gelir.
Bundan kötüsü, ABD’nin bu hava operasyonunun ardından İsrail’in yanında bilfiil savaşa girmesi olacaktır. Bu, Batı Asya’da çok ciddi gerilimler ve istikrarsızlığa sebep olmakla kalmayacak, aynı zamanda Hint Okyanusu’nda deniz nakliyatının ciddi bir darbe yemesi anlamına gelecek zincirleme reaksiyonları da beraberinde getirecektir. Hürmüz Boğazı, dünyanın en kritik petrol geçiş noktası olmaya devam ediyor. Küresel petrol ticaretinin yaklaşık yüzde 26’sı, deniz yoluyla yapılan petrol sevkiyatlarının yüzde 30’u, küresel LNG akışının yüzde 20’si bu boğazdan gerçekleşiyor. Ve bu sevkiyatın yüzde 80’i Asya-Pasifik Havzası’na gidiyor, yüzde 20’si ise Avrupa pazarlarına… Bu rotanın alternatifi olacak bir boru hattı yok, başka deniz yolu rotası da. Basra Körfezi’nin enerji vanası Hürmüz Boğazı…
Peki OPEC’in 5 milyon varil/günlük yedek kapasitesi İran’ın arz kayıplarını telafi edebilir mi? Evet karşılayabilir, ancak bu petrolün deniz yoluyla nakliyesinin ne denli güvenilir olacağı da bir başka sorun. Ayrıca OPEC + ülkelerinin bu ek üretime ne kadar istekli olacağı da bir başka mesele… Ve mesele sadece Hürmüz Boğazı’nın kapanması değil, Bab’ül Mendeb Boğazı’nda geçişlerin ne kadar güvenli olabileceğiyle de ilgili… Yemen’de Husiler ABD’nin savaşa dahil olması durumunda bu bölgede saldırılarını artıracaklarını açıkladılar bile. Malum Kızıldeniz’i Aden Körfezi üzerinden Hint Okyanusu’na bağlayan su yolu bu.
TEDARİK ZİNCİRİNDE KOPUKLUKLAR
CİDDİ BİR RİSK OLUŞTURUYOR
Böylesi bir durumda, İran’ın hampetrolü ve doğalgazının yanı sıra Irak, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan ve BAE’nin de enerji kaynaklarının küresel piyasalara akışı ciddi oranda etkilenecektir. Yani küresel ekonomi açısından kayıp salt petrol fiyatlarındaki artışla sınırlı kalmayacak, her türlü deniz ticareti rotasındaki tedarik zincirlerinde de kırılmalara neden olacak. Bu zararın parasal karşılığını ise bugünden hesaplamak mümkün değil.
Bundan daha kötüsü ise İran’a bir kara harekâtı olacaktır ki, işte o zaman Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Batı Bloku’na yaptığı uyarı gerçek olabilir; yani sınırlı da olsa bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın yolu açılabilir. Zira Putin, bir endişe belirtmekten öte, Rusya’nın İran’ın yanında yer alacağı uyarısını yapıyor. Çin için de aynı şeyi söylemek gerek. Çin ile çok yakın ilişkiler içinde olan Pakistan zaten ‘nükleer’ bir uyarı yapmıştı. Ve unutmayalım, daha sayılı günler önce Pakistan ile Hindistan bir savaşın kapısından sınırlı bir sıcak çatışmayla dönmüştü de dünya derin bir nefes alabilmişti! Böylesi bir durumda, yani ‘cehennem senaryosu’nda kimi uzmanlara göre hampetrol fiyatları 200 doları aşabilir!
Bir dördüncü senaryo var ki, yeryüzünde yaşayan her insan açısından en olması gereken senaryo diyelim. ABD’nin B2 bombardıman uçaklarının üç nükleer tesisi hedef alan bombardımanı sonrasında, hâlâ bir seçenek olarak İran ile İsrail’in bir arabulucu eşliğinde masaya oturtulması… Madem ki Trump’ın açıklamasına göre nükleer tesisler yok edildi, öyleyse bir savaşın gereği de kalmadı değil mi? Sebebin bu olduğuna pek inanan olmasa da!..
Peki kim olabilir bu arabulucu? Mesela Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu rol için sahne almaya çalışıyor. Düşük olasılık onun bu rolü üstlenmesi, ama belki!.. Belki de ABD ve Rusya’nın birlikteliğinde bir heyet bu arabuluculuğu üstlenir. Hâl böyle olursa, hampetrol ve doğalgaz fiyatları kısa bir süre içinde 65 dolar seviyelerine ve belki de daha da aşağısına inebilir. Sonuçta bu yıl küresel ekonominin performansı pek şahane olmayacak ve enerjiye talep de bu eğilime paralel seyredecek. Talep düşükse fiyatın artmasını gerektirecek bir sebep de olmaz.
ONS ALTIN KÖTÜ SENARYOLARIN
‘YÜKSELEN YILDIZI’DIR HER ZAMAN
Emtia piyasaları dendi mi, ilk akla gelen petrol, ancak değerli metaller de bir o kadar önemli… Değerli metaller söz konusuysa, altını ayrı bir kefeye koymak gerek. Altın korkuların, belirsizliklerin vaz geçilmezidir. Donald Trump’ın seçimleri kazandığı gün itibarıyla sert bir düşüş sürecine giren ons altın, ‘tarife savaşları’yla birlikte korku endeksinin (volatility index) zirvelerde dolaşmasına paralel olarak yukarı yönlü hareketini sürdürüyordu. Tabii ki savaş ortamıyla birlikte yükseliş eğilimini perçinledi.
Bu süreç boyunca gelişmelere göre dalgalı seyir izleyerek yukarı yönlü hareketini koruyacağını söylemek mümkün. Ons başına 3,400-3,500 dolar seviyelerinde hareket etmesi beklenmeli… 3,400 dolar seviyesini direnç noktası olarak işaretleyebiliriz. Büyük olasılıkla günün ilk saatlerinde yaşanan son gelişmeyle birlikte kötü senaryoların daha ağırlık kazanması altında yukarı yönlü ataklara sebep olacak.
PLATİNLE PALADYUMDA FİYAT HAREKETLERİ
NEDEN TERS YÖNLÜ BİR EĞİLİM GÖSTERİR?
Diğer değerli metallerden platinde de saldırı günü sonrasında yukarı yönlü hareket çok belirgin seviyelerdeydi, sonrasında belli bir düzeltme hareketi gerçekleşti. Platin, gümüş ve diğer değerli metaller salt bir yatırım aracı değil, aynı zamanda endüstriyel metaller olduğundan fiyat hareketleri savaşın gidişatı kadar, küresel büyümeye paralel talep eğrilerine göre şekillenecek gibi görünüyor. Burada referans metallerden sayılan paladyumdaki fiyat hareketleriyle platin fiyat hareketleri arasındaki ayrışma, bu eğilimin iyi bir örneği olarak dikkat çekiyor. Platinin Haziran 2025’te ons başına 1,078 dolara yüzde 9’luk artışı arz darboğazları ve endüstriyel zorunlulukları işaret ediyor. Elektrikli araçların (EV) benzinli motorlara olan talebi azaltmasıyla zayıflayan paladyumun aksine, platinin hem EV’ler hem de geleneksel araçlar için hidrojen yakıt hücrelerinde ve katalitik konvertörlerdeki rolü, onu enerji dönüşümü için kritik bir metal olarak konumlandırıyor.
Bakır, alüminyum, çinko, kurşun gibi endüstriyel metallerde ise genel olarak küresel ekonomik durgunluk üzerine gelen savaş ortamı sebebiyle aşağı yönlü hareketler söz konusu… Büyük olasılıkla savaşın gidişatına göre talepte göreli bir düşüşün tetiklenmesi ve bunun fiyatlara yansıması beklenebilir.
NAVLUN FİYATLARI KÜRESEL
TİCARET İKLİMİNİ BOZABİLİR
Mesele salt emtia fiyatlarındaki oynaklıklar değil, tedarik zincirlerinde maliyetlerin artması gibi ciddi bir yan etki daha var. Gerek enerji fiyatlarındaki artış gerekse deniz yolu taşımacılığında risklerin yükselmesi; yani rota değişiklikleri, yakıt maliyetlerinin artışı, hızla yükselen sigorta primleri navlun fiyatlarına yansıyor. Hürmüz Boğazı’ndan yapılan deniz taşımacılığında navlun sadece bir haftada iki kata yakın yükseldi. Yine de sorun henüz korkulan boyutta değil.
En çok endişeli duyulan konu Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması. Maersk gibi büyük deniz nakliyat firmaları Batı Asya limanlarına, söz gelimi İsrail limanlarına gemilerin uğramasını ise şimdiden askıya alabiliyor. Sonuçta İsrail limanları İran’ın füzelerinin menzilinde! Bu savaşın şiddetinin artması durumunda, bölgedeki deniz taşımacılığının bir süreliğine felç olması ya da nakliye maliyetlerinin çok daha yükselmesi olasılık dahilinde. Bu sadece petrol ve doğalgaz için değil her türlü hammadde, yarı mamul ürün ve diğer emtiaların fiyatlarında ek nakliye maliyetlerinden kaynaklı artışa sebep olacak gibi görünüyor.
GÜBRE SEKTÖRÜNDE KRİZ GIDA
GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDEBİLİR
Dolaylı bir yoldan bu savaş tarımsal emtia arzını ve fiyatları da etkileyecek, kısa vadede ciddi bir gıda güvenliği krizine neden olma potansiyeli de var. Bölge ülkeleri, gübre üretiminde ve ihracatında çok önemli bir güce sahip. Yaşanan savaşın üretim ve ihracat yapan ülkelere etkisi çok büyük. Uluslararası Gübre Derneği (IFA) ve İran Enerji Bakanlığı verilerine göre, İran’ın yıllık 5 milyon ton üre ihracatı ve 4.5 milyon ton amonyak üretimi var. İran, dünya gübre pazarında ilk üçte… Tesisler İran Ulusal Petrokimya Şirketi (NPC) tarafından işletiliyor. İsrail, yılda 4.5 milyon ton potasyum gübresi ihracatıyla, bu alanda dünyanın dördüncü büyük üreticisi.
Mısır, üre gübresi üretiminde ve ihracatında önemli role sahip. Mısır Petrol Bakanlığı verilerine göre, 6 milyon tonluk üretim kapasitesiyle, 3.5 milyon ton üre ihraç ediyor. Yıllık 5.6 milyon ton üre ve 3.8 milyon ton amonyak üretimiyle Katar önemli üretici ülkelerden bir diğeri. Suudi Arabistan, yılda 7 milyon ton gübre üretiyor, bunun yüzde 60’ını ihraç ediyor. Bölge ülkeleri Avrupa ve Afrika ülkelerinin önde gelen gübre tedarikçisi…
Dahası da var… Bu savaşın merkez bankalarının politika faizi kararları, tahvil piyasaları, borsalar başta olmak üzere küresel finans piyasaları üzerinde de çok ciddi etkileri olacak. Emtia piyasalarında yaşanan benzer dalgalanmaları bu alanlarda da en az benzer sertlikte göreceğiz. Bu iki hafta sadece 2025’in değil, 2026’nın da küresel ekonomik kaderini belirleyecek dramatik gelişmelere gebe!
-
Görüş2 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Ortadoğu1 hafta önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi2 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?
-
Avrupa1 hafta önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Dünya Basını4 gün önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor