5 Kasım’da, tüm dünyada büyük bir ilgiyle beklenen ABD başkanlık seçimleri yapılacak. Siyasetçiler ve uzmanlar, bugünün yalnızca Amerika’nın değil, tüm dünya düzeninin geleceğini etkileyeceğine inanıyor. Ancak seçim günü, bu uzun soluklu seçim sürecinin yalnızca bir aşaması; hatta sürecin sonu bile değil.
ABD’de başkanlık seçimleri, kasım ayının ilk salı günü yapılan ana oylamanın çok öncesinde başlıyor ve oylar sayıldıktan sonra bile aylarca sürebilen bir süreç.
ABD’de başkanlık seçimlerinin dolaylı bir seçim olduğu bilinir: 538 üyeden oluşan Seçiciler Kurulu’nda yüzde 50’den fazla oy alan, yani en az 270 oya ulaşan aday Beyaz Saray’ın başına geçer. Bu sistem, halk oyuyla kazananın başkan olmasını şart koşmaz.
“Dolaylı seçim” terimi kafa karışıklığına yol açabilir ve sanki ABD vatandaşları sürecin dışında bırakılmış gibi görünebilir. Fakat gerçekte, Amerikalılar bu sürecin doğrudan içinde. Başkanlık yarışı, Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin ön seçimleriyle ocak veya şubat ayı gibi erken bir tarihte başlar.
Bu dönemde, Oval Ofis’e talip politikacılar, partilerinin desteğini kazanmak için yarışır. Her eyalette yapılan bu ön seçimlerde Amerikalılar, ülkenin iki büyük partisinin başkan adaylarını doğrudan belirleme sürecine katılır.
Ancak bu sistem her zaman böyle değildi. 20. yüzyılın başlarına kadar, Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin başkan adaylarını belirleme kararı doğrudan parti liderliğine aitti.
Adayların resmen açıklandığı ulusal kongreler, parti içi büyük rekabetlerin yaşandığı siyasi savaşlara sahne olurdu. Yüzde 100 halk katılımıyla yapılan ön seçimlerin 1970’lerde neredeyse tüm eyaletlerde yaygınlaşmasıyla, bu sistem bugünkü şeklini aldı.
Ön seçimlerde en sert rekabet, görevdeki başkanın iki dönem görev yapmış ve yeniden aday olma hakkını kaybetmiş olduğu yıllarda yaşanır. Örneğin, 2016’da pek çok siyasetçi başkanlık hırsıyla ortaya çıkarak partilerinin desteğini almak için yoğun bir mücadele vermişti. Görevdeki başkanın yeniden aday olduğu yıllarda ise en çok ilgi, muhalefetin ön seçimlerine odaklanır. Bu durumda, muhalefetin adayları, seçmenlere kendilerinin başkanı devirebilecek kişi olduğuna ikna etmeye çalışır.
2024 yılı ön seçimleri, bu rekabetin farklı bir versiyonunu sundu. Demokrat Parti, Joe Biden’ı ikinci dönem aday gösterirken, Cumhuriyetçilerde ise eski Başkan Donald Trump öne çıktı. Trump, parti içindeki gücü sayesinde diğer adayları hızlıca saf dışı bıraktı.
Bu yılın ön seçimlerinde, temmuz sonunda Demokratlar sürpriz bir değişiklik yaparak, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i aday gösterdi. Joe Biden’ın sağlık durumu ve yaşı nedeniyle seçimi kazanamayacağı endişesiyle yapılan bu hamle, Demokrat seçmenlerin desteğini büyük ölçüde kazandı.
Sonuç olarak, görevdeki Başkan Yardımcısı Harris ve eski Başkan Trump, 5 Kasım’da kıyasıya bir final mücadelesine girişecek.
2024’te rekor erken katılım
2024 seçimlerinde dikkat çeken bir diğer nokta ise rekor düzeyde erken oylama katılımı oldu. Koronavirüs pandemisi sırasında, 2020’de yüzde 66’sı erken oy kullanarak bir rekora imza atmıştı. Bu yıl, daha fazla Amerikalı seçmenin sandık başına gitmesi bekleniyor.
1 Kasım itibariyle, 66 milyon kişi oyunu kullanmış durumda ve bunların yüzde 53‘ü şahsen, yüzde 47’si ise posta yoluyla oy kullandı. Bu rakam, 2020 seçimlerinde 154 milyon seçmenin katılım gösterdiği rekor oranının yüzde 40’ını temsil ediyor.
Erken oylamada, başkanlık yarışının sonucunu belirleyebilecek kritik eyaletlerdeki yüksek katılım da dikkat çekiyor. Bu eyaletlerdeki seçmenlerin yoğun katılımı, seçim sonuçları hakkında ipucu arayan stratejistlerin ve uzmanların ilgisini çekiyor.
Salıncak eyaletler
ABD’deki başkanlık seçimleri dolaylı bir seçim sistemine dayanır ve bunun en doğrudan sonucu “salıncak eyaletler” olgusu. ABD’nin kurucu babaları, ülkenin ilk federasyon yapısını oluştururken, her eyaletin yönetim belirleme sürecinde özel bir rol oynaması gerektiği konusunda hemfikirdi.
Böylelikle hem küçük eyaletlerin seçim sonucuna etki edebilmesi sağlanmış hem de büyük eyaletlerin baskın iradesinin diğer eyaletleri gölgede bırakmasının önüne geçildi.
Bu kapsamda Seçiciler Kurulu tasarlandı ve 538 üyeden oluşan bu organ, eyaletlerin ABD Kongresi’ndeki temsil oranına göre belirli sayıda seçmenden oluşuyor. Temsilciler Meclisi’ndeki sandalye sayısı eyalet nüfusuna göre dağıtılırken, Senato’da her eyalete iki sandalye verilerek bu oran dengelendi. Örneğin, Kaliforniya 54 seçmene sahipken, Alaska sadece 3 seçmenle temsil ediliyor. Columbia’da ise 3 seçmen hakkı tanınıyor.
Seçmenlerin, eyaletlerinde hangi adaya oy vereceği halk oylaması ile belirlenir. Çoğu eyalette “kazanan hepsini alır” ilkesi uygulanır; bu da bir adayın, eyalet halk oylamasını kazanması halinde tüm seçmen oylarını aldığı anlamına gelir.
Fakat Maine ve Nebraska gibi eyaletlerde daha orantılı bir sistem mevcut. Seçim sonuçlarının öngörülemez olduğu ve her iki adayın oy farkını kapatma mücadelesi verdiği bu kararsız eyaletlerde, başkanlık yarışının kaderi belirlenir. 2024 yılı itibariyle Wisconsin, Michigan, Pennsylvania, Georgia, Kuzey Carolina, Arizona ve Nevada gibi eyaletler bu kritik konumda yer alıyor.
ABD seçimlerinin karmaşıklığı yalnızca oy verme günü ile sınırlı değil. Oy sayımı tamamlandığında, hangi adayın önde olduğu genel hatlarıyla netleşse de Seçiciler Kurulu yaklaşık bir buçuk ay sonra, 17 Aralık’ta toplanarak oylama yapar. Bu süreçte, eyaletlerin seçmenleri yasal olarak halk oylamasını kazanan adaya oy vermeye zorlanmaz; yanlış oyu kullanan seçmenler ise en fazla 1000 dolar cezaya tabi tutulur.
Fakat bu tür durumlar çok nadir ve Seçiciler Kurulu halk iradesine saygı gösterir. Örneğin, 2016 seçimlerinde “yanlış” oy kullanan yalnızca on civarında seçmen vardı ve sonuç üzerinde bir etkisi olmadı.
Seçim süreci burada da sona ermez. 6 Ocak’ta Kongre’de, başkanlık yarışının resmi olarak onaylandığı bir oturum düzenlenir ve yeni başkan ile başkan yardımcısının görevi devralması 20 Ocak’ta yemin töreni ile gerçekleşir.
Seçim sonuçları çoğu kez çarşamba sabahı netleşir ve Seçiciler Kurulu oylaması ya da Kongre onayı formalite haline gelir. Ancak bazı yıllarda, yarışın son ana kadar devam ettiği ve seçim sonucunun belirsiz kaldığı dönemler yaşanmıştı.
Seçim dönemlerinde en büyük sorunlardan biri oy pusulalarının işlenmesi aşamasında yaşanır; özellikle kararsız eyaletlerdeki yarışlarda başkanlık sonucunu belirlemek için yalnızca birkaç yüz oy yeterli olabilir.
Demokrat Al Gore’un Cumhuriyetçi George W. Bush Jr. ile başkanlık yarışı verdiği 2000 seçimleri, ABD’nin seçim sisteminin karmaşıklığını gözler önüne seren tarihi bir örnek.
Ulusal düzeyde Gore, Bush’tan yarım milyon fazla oy alarak zafer ilan etmeye hazırlanırken, seçim sonucu nihai olarak Seçiciler Kurulu’na bağlı olduğu için Florida’daki oylar belirleyici oldu. Florida’da, yaklaşık 6 milyon oy kullanılmış, ancak bu oyların sadece 1784’ü rakipleri ayırmıştı.
Al Gore, sonucu kabul etmeyerek yasaların gerektirdiği şekilde yeniden sayım talep etti. İlk yeniden sayım sonucunda Bay Bush’un farkı 900 oy pusulasına düştü. Bu durum karşısında Demokratlar, Florida’da yoğun bir yeniden sayım ve mahkeme süreci başlattı.
Bir sonraki turda Cumhuriyetçilerin avantajı 327 oya kadar geriledi. Fakat 12 Aralık’ta ABD Yüksek Mahkemesi, beşe karşı dört oyla yeniden sayımın durdurulmasına ve Bay Bush’un zaferinin kesinleşmesine karar verdi. Bu kararla birlikte, 2000 başkanlık seçimlerinin kaderi yalnızca 537 Amerikalının oyu ile tayin edilmiş oldu.
Al Gore’un, direnmeye devam etmesi için pek çok gerekçesi olmasına rağmen, 13 Aralık’ta seçimi kaybettiğini kabul etti ve “Amerika’nın partiler üstü bir değer” olduğunu ifade etti. 6 Ocak 2001’de seçim sonuçları Kongre’de onaylanırken, Temsilciler Meclisi’nden yaklaşık yirmi üye Florida sonuçlarına itiraz etse de oturumu yöneten Al Gore, tüm itirazları geri çevirdi ve Bush’un zaferini resmen kabul etti.
Donald Trump ve 2020 seçimlerinin yansımaları
ABD seçimlerinin süreci yalnızca seçim gününde sonuçlanmayabiliyor. 2020 başkanlık seçimleri de buna örnek bir vaka olarak dikkat çekiyor. Koronavirüs salgını nedeniyle pek çok seçmen oylarını posta yoluyla kullandı; bu oyların sayım süreci uzun sürdüğü için, örneğin kararsız eyaletlerden Pennsylvania’da seçim sonucunu ilan etmek dört gün sürdü.
Sonunda zaferini ilan eden, dört yıl önce Beyaz Saray’a çıkan Demokrat Joe Biden oldu. Ancak Donald Trump, yenilgiyi kabul etmeyerek “çalınmış seçim” iddialarını gündeme getirdi ve hâlâ bu iddialarını sürdürüyor. Trump’ın 2020’deki tutumu, ABD başkanlık seçimlerinin seçim günü bitmeyebileceğinin en çarpıcı örneği olarak kayıtlara geçti.
Ancak yılın en büyük skandalı, Pennsylvania’da değil, Demokratların Cumhuriyetçilere 13.500 oy fark attığı Georgia‘da patlak verdi. Eyalet Dışişleri Bakanı Brad Raffensperger elle yeniden sayım yapılmasını emretti ve sonuç olarak Biden‘ın farkı 12 bin 200 oya düştü.
Mesele burada da kapanmadı; yeniden sayımlar devam etti ve Demokratların zaferi ancak 7 Aralık’ta 11 bin 779 oy farkla onaylandı. Buna rağmen, dönemin başkanı Donald Trump, ocak ayında Raffensperger’i arayarak kendi lehine “11 bin 780 oy bulmasını” istedi. Raffensperger bu talebi reddettiğinde, Trump onu yasal sonuçlarla tehdit etti. Bu tür girişimler sonunda Trump hakkında federal bir ceza davası açılmasına yol açtı ve dava hala devam ediyor.
2020 seçimlerinin doruk noktası ise 6 Ocak 2021’de, Trump’ın mitinginden çıkan öfkeli bir kalabalığın seçim sonuçlarının onaylandığı sırada Kongre Binası’nı basması oldu.
Trump’ın başkan yardımcısı Mike Pence‘ten seçim sonuçlarını onaylamamasını, böylece Joe Biden’ın zaferini engellemesini istediği biliniyor. Ancak Pence, bu sürecin törensel olduğunu ve sonuçları değiştirme yetkisinin olmadığını belirterek Trump’a karşı çıktı.
O zamandan beri eski dostlar düşman oldu; muhafazakâr görüşleriyle tanınan Pence, Amerika’nın bir daha asla Donald Trump tarafından yönetilmemesi gerektiğini defalarca vurguladı. Ancak Joe Biden veya Kamala Harris’e açık bir destek sunmaktan kaçındı.
Kadınlar sola, erkekler sağa
2020 kampanyasının yarattığı yoğun atmosfer, Amerikalıların gündeminde derin bir etki bıraktı. Scripps News/Ipsos tarafından kısa süre önce yapılan ankete göre, Amerikalıların yüzde 62’si seçim sonrasında ülkede bir şiddet dalgası yaşanabileceğini düşünüyor.
Demokratların yüzde 70’i ve Cumhuriyetçilerin yüzde 59’u bu kaygıyı paylaşırken, Amerikalıların yüzde 51’i seçim sonrası olası huzursuzlukları önlemek için ordunun kullanılmasını destekliyor.
Aynı ankete göre, Amerikalılar olası bir şiddet ortamından uzak durmak istiyor. ABD vatandaşlarının dörtte üçü, kendi adayları kaybetse dahi seçim sonuçlarını kabul etmeye hazır olduklarını belirtti. Bu oran Demokratlar arasında yüzde 85, Cumhuriyetçilerde ise yüzde 77 olarak kaydedildi.
Her iki partinin temsilcileri de Kongre’de huzursuzluk çıkmasından endişe ediyor. Demokratlar, yenilgi halinde Trump’ın seçimlerin çalındığını iddia ederek halkı tahrik edebileceğinden korkuyor. Cumhuriyetçiler ise Trump’ın kazanması durumunda, sol eğilimli seçmenlerin şiddet olaylarına başvurabileceğinden endişe duyuyor.
Trump’a yönelik iki suikast girişiminin gerçekleştiği ve bu saldırılardan birinin Trump’ı neredeyse ciddi şekilde yaralayacağı düşünüldüğünde, bu korkular yersiz görünmüyor.
ABD federal hükümeti, 6 Ocak’taki Kongre oturumu sırasında Washington’daki güvenlik seviyesini en üst düzeye çıkarmaya karar verdi. Bu tören, Amerikan futbolu şampiyonası Super Bowl finali ve BM Genel Kurulu haftası gibi en yüksek güvenlik önemleriyle aynı seviyeye taşındı. Kongre toplantısı, “özel bir ulusal güvenlik etkinliği” olarak sınıflandırılacak.
Şimdiden çeşitli kurumlar, ocak ayında yapılacak bu toplantıya yoğun hazırlıklar yapıyor. Kongre Polisi kısa süre önce, üç helikopterin bina dışına iniş yaptığı bir “yaralı tahliye tatbikatı” gerçekleştirdi. Kolluk kuvvetleri bu tür önlemler için her türlü haklı sebebe sahip.
Sorun sadece, geçmişte olduğu gibi Al Gore’un “partiden önce Amerika” anlayışını desteklemeyen Trump’ın yeniden aday olması değil. Aynı zamanda, Amerikan toplumunun 2024’e kadar benzeri görülmemiş bir kutuplaşma içinde olması da dikkat çekiyor.
Bir yandan, tarih boyunca geleneksel olarak iki siyasi gücün hâkim olduğu ve 19. yüzyılın ortalarındaki İç Savaş’tan sonra Demokrat ve Cumhuriyetçi partilere dönüşen ABD’deki bu ayrışma oldukça olağan sayılabilir.
Fakat, uzmanlar modern Amerika’nın temel sorununu toplumun bölünmesinden ziyade kutuplaşmanın derinleşmesi olarak görüyor. Son yıllarda, her iki partinin de aşırı uçları ciddi şekilde güçlenmiş ve bir zamanlar marjinal ve radikal olarak görülen fikirler artık siyasi yelpazenin her iki tarafında da ana akım hale geldi.
2024 kampanyasının bir başka önemli özelliği, seçmenler arasındaki cinsiyet farkının tarihsel olarak yüksek olması. USA TODAY ve Suffolk Üniversitesi tarafından seçimlerden kısa bir süre önce yapılan bir ankete göre, Kamala Harris, kadın desteğinde Donald Trump’a yüzde 53’e yüzde 36 gibi büyük bir üstünlük sağladı. Cumhuriyetçiler ise erkek seçmenler arasında yüzde 53’e karşı yüzde 37 oranında benzer bir avantaj elde etti. Bu farkın seçim gününe yansıması durumunda, bu tür verilerin tutulmaya başlandığı 1980 yılından bu yana bir rekor kırılması muhtemel olacak.
Örneğin, 2020’de Joe Biden, kadınların yüzde 57’sinin desteğini alırken, Trump kadın seçmenlerin yüzde 42’sini kazanmıştı. Ancak Cumhuriyetçiler, erkek seçmenler arasında Demokratları yüzde 53’e karşı yüzde 45 ile geride bırakmıştı.
Uzmanlara göre, 2024’te cinsiyetler arasındaki farkın artmasının birkaç nedeni var. İlk olarak, Amerika’nın ilk kadın başkanı olma ihtimali olan Kamala Harris’in rolü, Demokratlara desteği artırıyor. İkinci olarak, kürtaj meselesi de büyük bir etken.
Yüksek Mahkeme’nin 2022’de federal kürtaj hakkını iptal etmesi sonrası, bu konu Amerikan toplumunun en önemli meselelerinden biri haline geldi. Cumhuriyetçilerin yönettiği eyaletlerin yaklaşık yarısında kürtaj yasaklanırken, bu durum kadınları Kamala Harris’in kısıtlamaları kaldırma vaatlerine yönlendiriyor.
Tüm bu gelişmeler ışığında, Kamala Harris ile Donald Trump arasındaki yarış sadece çekişmeli değil, kamuoyu açısından da son derece gergin bir atmosfer yaratıyor. Bu nedenle, 6 Kasım sabahı başkanlık yarışının sonucu hala belirsiz olabilir.
Temsilciler Meclisi
Başkanlık seçimleriyle aynı gün, kongre seçimleri de gerçekleşecek. Üyeleri her iki yılda bir yenilenen Temsilciler Meclisi ve her iki yılda bir üçte biri yenilenen Senato için yapılan seçimlerin sonucu, Beyaz Saray’ın iç ve dış politikalar üzerindeki etkisini de belirliyor.
Özellikle ara dönem seçimlerine genellikle büyük ilgi gösterilse de başkanlık yarışı sırasında siyasilerin koltuk mücadeleleri gölgede kalıyor.
Ancak, başkan adayları için parti arkadaşlarının kongrede başarılı olması oldukça kritik. Beyaz Saray yarışının galibi açısından her iki meclisteki güç dengesi, önümüzdeki dönemde ne ölçüde etkili olacağını belirleyecek.
Eğer Oval Ofis’in yeni sahibi muhalefet ağırlıklı bir Kongre ile karşılaşırsa, başkanlığın ilk günlerinden itibaren ciddi zorluklar yaşaması kaçınılmaz olabilir. Bu yüzden başkan adayları, yalnızca kendi mitinglerine katılmakla kalmaz, aynı zamanda Kongre’de, özellikle de Senato’da koltuk için yarışan parti üyeleriyle de ortak etkinlikler düzenler.
Örneğin ağustos ayında, Joe Biden’ın yarıştan çekilmesi ve Kamala Harris’in kampanyaya başlamasıyla anketlerde düşüş yaşayan Trump, başkanlık seçimleri açısından güvenli bir Cumhuriyetçi eyalet olan Montana’ya gitti.
Burada Demokrat Senatör Jon Tester ve Cumhuriyetçi Tim Sheehy’nin 2024’teki koltuk yarışı önem taşıyor. Montana’daki seçim sonucu, Senato’da hangi partinin çoğunluğu sağlayacağını etkileyebileceği için Trump kendisi için değil, partisi adına kampanya yürüttü.
Ekim ortasında Kamala Harris, anketlerde ivme kaybettiği, salıncak eyaletlerde geride kalmaya başladığı bir dönemde, Cumhuriyetçilerin güçlü olduğu Teksas’a sürpriz bir ziyaret gerçekleştirdi. Burada, uzun zamandır Senatör Ted Cruz’a karşı meydan okuyan Demokrat aday Colin Allred’i destekledi.
Amerika’da aynı seçmenlerin bir partinin başkan adayını ve eyaletlerindeki diğer partinin Senato adayını desteklemesi oldukça yaygın bir durum. Ancak 2024 yılında Kongre için verilen mücadele Beyaz Saray yarışından geri kalmayacak gibi görünüyor.
Birçok medya kuruluşuna göre, Cumhuriyetçilerin Senato ve Temsilciler Meclisi’nde çoğunluk elde etme olasılığı yüksek. The Hill‘e göre, Cumhuriyetçi Parti’nin Senato seçimlerini kazanma ihtimali yüzde 71, Temsilciler Meclisi’nde ise yüzde 54.
Bu arada The Hill, Donald Trump’ın seçimleri kazanma olasılığını da yüzde 53 olarak öngörüyor. Bu durum, Cumhuriyetçilerin 2024’te zafer kazanma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor.
Kanada Maliye Bakanı Chrystia Freeland’ın, başkan seçilen Donald Trump’ın yaklaşan gümrük vergisi tehditleriyle en iyi nasıl başa çıkılacağı konusundaki uzlaşmaz farklılıkları gerekçe göstererek istifa etmesiyle Kanada siyaseti karıştı.
Kanada Başbakanı Justin Trudeau, Trump ile olası bir gümrük vergisi savaşına ilişkin korkularla bağlantılı bir iç siyasi krizle karşı karşıya kalırken, Seçilmiş Başkan, Kanada’nın ABD’nin 51. eyaleti olmasının “harika bir fikir” olacağını söyleyerek şaka yapınca işler daha da karmaşık hale geldi.
Trump çarşamba günü Truth Social platformunda yaptığı paylaşımda, “Birçok Kanadalı Kanada’nın 51. Eyalet olmasını istiyor. Vergilerden ve askeri korumadan büyük ölçüde tasarruf edecekler. Bence bu harika bir fikir. 51. Devlet!!!” dedi.
Leger tarafından yapılan bir ankete göre Kanadalıların %13’ü ülkenin ABD’nin bir eyaleti olmasını istiyor.
Trump, Trudeau’ya “Kanada Valisi” demişti
Trump aynı şakayı kasım ayı sonlarında Mar-a-Lago tatil köyünde verdiği bir akşam yemeğinde de yapmış ve izleyicilerden kahkahalar yükselmişti.
Fox News’e göre seçilmiş başkan, iki ülkenin birleşmesinin fentanil kaçakçılığı konusundaki endişelerini gidereceğini ve büyük ölçüde ABD’nin güney sınırını etkileyen bir sorun olan yasadışı göç akışını durduracağını öne sürmüştü.
Daha sonra Trump, Truth Social’da yaptığı başka bir paylaşımda da Başbakan Justic Trudeau’yu Kanada’nın “valisi” olarak adlandırmıştı ki bu, normalde ABD eyaletlerinin liderleri tarafından kullanılan bir unvan.
Bakan Freeland, istifadan önce Trudeau ile atıştı
Freeland ve Trudeau, kısa bir süre önce açıklanan iki aylık tatil satış vergisi ve Freeland’ın “maliyetli bir siyasi hile” olarak nitelendirdiği Kanadalılara 250 Kanada doları (168 avro) çek verilmesi konusunda anlaşmazlığa düştü.
Freeland, Trump’ın Kasım ayında yaptığı ülkeye %25 gümrük vergisi uygulama tehdidi bağlamında da Kanada’nın bu tür politikaları kaldırayamayacağını savunuyordu.
Freeland istifa mektubunda, “Ülkemiz ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya. Bu da mali barutumuzu bugünden kuru tutmak anlamına geliyor, böylece yaklaşan bir tarife savaşı için ihtiyaç duyabileceğimiz rezervlere sahip olabiliriz,” dedi.
Muhalefetten ve iktidar partisinden erken seçim çağrısı
Kararının, Trudeau’nun bir hafta önce kendisine ülkenin maliye bakanı olarak kalmasını istemediğini söylemesinin ardından geldiğini söyledi.
Hükümetin bütçesini sunmadan hemen önce gelen bu ayrılış, hükümeti zor durumda bıraktı ve Trudeau ile zaten kırılgan olan Liberal Parti’yi uçurumun kenarına getirdi.
Trudeau’nun partisinin üyeleri onu istifaya çağırırken, Kanada’nın üç muhalefet partisi lideri de pazartesi günü Trudeau’nun görevi bırakması gerektiğini söyledi.
Muhalefetteki Kanada Muhafazakâr Partisi lideri Pierre Poilievre de erken federal seçim çağrısında bulundu. Kanadalı siyasetçi, “Her şey kontrolden çıkmaya başladı. Bu şekilde devam edemeyiz,” dedi.
Olası Trump vergileri Kanada’yı felç edebilir
Kasım ayında Trump, yasadışı göç ve ABD’deki fetanil kriziyle mücadele etmek gerekçesiyle Kanada ve Meksika’dan ülkeye giren tüm ürünlere %25 oranında kapsamlı bir vergi uygulayacağını söylemişti.
Ekonomistler bu tür tarifelerin Kanada ekonomisine önemli ölçüde zarar vereceği uyarısında bulunuyor. ABD hükümetinin verilerine göre Kanada 2022 yılında ABD ithalatının yaklaşık 437 milyar dolarını gerçekleştirmiş ve aynı yıl ABD ihracatının da en büyük pazarı olmuştu.
Kanada toplam ihracatının yaklaşık %75’ini ABD’ye yapıyor.
Freeland, Trump’ın kasım ayında yaptığı açıklamanın ardından, “ABD’ye sattığımız şeyler gerçekten ihtiyaç duydukları şeyler. Onlara petrol satıyoruz, elektrik satıyoruz, kritik mineraller ve metaller satıyoruz,” demişti.
Arjantin, Uluslararası Para Fonu ile mevcut 44 milyar dolarlık anlaşmanın yerini alacak yeni bir program arayışında.
Bloomberg’in aktardığına göre IMF Baş Sözcüsü Julie Kozack perşembe günü yaptığı açıklamada Javier Milei hükümetinin, selefinden devraldığı anlaşmanın son gözden geçirmelerini tamamlamak yerine yeni bir program üzerinde çalıştığını doğruladı.
Perşembe günü Washington’da bir basın toplantısı düzenleyen Kozack, “Yetkililer yeni bir programa geçmek istediklerini resmen ifade ettiler ve müzakereler şu anda devam ediyor,” dedi.
Arjantin ile IMF arasındaki görüşmeler, Ekonomi Bakanı Luis Caputo’nun ofisinden ve merkez bankasından yetkililerden oluşan bir ekibin bu ayın başlarında fon temsilcileriyle görüşmek üzere Washington’a gitmesinin ardından ivme kazandı.
Arjantin’in bir sonraki IMF programına ilişkin müzakerelerdeki temel soru, kurumun Milei’ye 44 milyar dolarlık yükü devretmenin ötesinde ek finansman sağlayıp sağlamayacağı ve ne kadar sağlayacağı.
Arjantin lideri bu yılın başlarında 15 milyar doları telaffuz etmiş fakat son zamanlarda bu rakama atıfta bulunmamıştı. Caputo bu hafta yaptığı açıklamada yeni fonların programın bir parçası olmasını beklediğini söyledi.
Kabul edildiğinde bu, ülkenin 1958’den bu yana kuruluşla yaptığı 23’üncü, 2018’den bu yana ise üçüncü program olacak.
IMF’nin Arjantin’deki sicili, on yıllar boyunca yapılan pek çok anlaşmanın ekonomiyi toparlayamaması ve birbiri ardına gelen hükümetlerin küresel borç verici kurumun parasını harcarken program hedeflerini sıklıkla ihlal etmesi nedeniyle kötü.
Milei ve baş müzakerecisi Caputo’nun da IMF ile ilişkileri karışık. Başkan bu yılın başlarında fonun üst düzey yetkililerinden biri olan Rodrigo Valdes’i eleştirmiş, Valdes de müzakerelerden çekilmeyi tercih etmişti.
Caputo da 2018’deki ilk anlaşma sırasında IMF yetkilileriyle kur politikası konusunda anlaşmazlığa düşmüş ve o dönemde Arjantin’in maliye bakanı olarak kısa bir süre merkez bankası başkanlığı yaptıktan sonra istifa etmişti.
Bu arada IMF yönetimi bu yıl Milei ve Caputo’yu harcamaları kısmak, enflasyonu düşürmek ve ülkenin birçok döviz kuru arasındaki farkı kapatmakla övdü.
ABD Temsilciler Meclisi, hükümetin kapanmasına sadece bir gün kala, dün gece federal fonların süresini uzatacak bir tasarıyı kabul edemedi.
Harcama tedbirinin çökmesi, Cumhuriyetçi Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson’ın defalarca taktik değiştirmek zorunda kaldığı kaotik bir mücadelenin uzamasına neden oldu.
Trump destekli tasarı, 30’un üzerinde Cumhuriyetçi ve neredeyse tüm Demokratların karşı çıkmasıyla gerekli üçte iki çoğunluğu sağlayamadı.
Nihai oylamada 235 üye tasarı aleyhinde, 174 üye ise tasarı lehinde oy kullandı; 38 Cumhuriyetçi tasarı aleyhinde, iki Demokrat ise tasarı lehinde oy kullandı.
Cumhuriyetçi muhalefetin düzeyi, Cumhuriyetçi liderlerin tasarıyı başka bir süreç altında gündeme getirmekte zorlanacağına işaret ediyor.
Johnson başlangıçta Demokrat liderlerle hükümetin finansmanını 14 Mart’a kadar uzatacak yaklaşık 1.550 sayfalık bir tasarı üzerinde anlaşmaya varmıştı. Tasarı, afet yardımı, çiftlik yardımı ve Kongre üyeleri için maaş zammı da dahil olmak üzere partiler üstü yasama öncelikleriyle doluydu.
Fakat Cumhuriyetçilerin sağ kanadı, Trump’ın milyarder danışmanı Elon Musk’ın özellikle eleştirdiği tasarıya yüklendi ve nihayetinde Trump, tasarıyı engelledi.
Bunun üzerine Johnson tasarıyı yeniden yazmak için kolları sıvadı ve Trump’ın talep ettiği iki yıllık borç tavanı uzatma maddesini ekledi.
Trump NBC’ye verdiği demeçte borç tavanının kaldırılmasını desteklediğini ve bunun gerçekleşmesi için “öncülük etmeye” hazır olduğunu söylemişti.
Trump’ın Kongre’deki en güçlü destekçilerinden bazıları da dahil olmak üzere Cumhuriyetçiler, en azından Demokratlar görevdeyken borç tavanının yükseltilmesine tarihsel olarak karşı çıkmışlardı. Şimdi ise Trump, tavanı tamamen kaldırmaları için onları zorlayacağını söylüyor.
Demokratlar perşembe günü kapalı kapılar ardında yapılan bir toplantıda tasarıya karşı çıkma kararı aldılar.
Demokrat Temsilci Jamie Raskin, “Anlaşmada yer alan pek çok önemli şeyi yerle bir eden bu teklifle geri dönmek, özellikle de liderliğimize danışmadıkları için bir hakaret ve aşağılamadır,” dedi.
Gözden geçirilmiş tasarı bazı muhafazakâr bütçe açığı savunucuları için de yetersizdi ve Teksaslı Cumhuriyetçi Temsilci Chip Roy tasarıya karşı çıkanlar arasındaydı.
Borç tavanı, ABD Hazinesi tarafından üstlenilebilecek ulusal borç miktarına ilişkin yasal bir sınır ve böylece federal hükümetin halihazırda aldığı borca ek olarak daha fazla borç alarak ne kadar para ödeyebileceğini belirliyor.