Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

ABD’de NATO tartışması: Hint-Pasifik’te Avrupa’nın ağırlığına güvenilmemeli

Yayınlanma

ABD’li stratejist Foreign Policy’de yazdı: Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek.

Harvard Üniversitesi Robert ve Renée Belfer Merkezi’nde Uluslararası İlişkiler profesörü olan Amerikalı siyaset bilimci Stephen Martin Walt, Foreign Policy’de yayımlanan makalesinde kuruluşundan bu yana büyük dönüşümler geçiren NATO’nun gelecekte evrilebileceği dört modeli inceledi. Özetle “hayati çıkarlarına doğrudan tehdit olmadığı müddetçe ABD’nin yurt dışında asker konuşlandırmamasını ve Avrupa ve Ortadoğu gibi kritik bölgelere yerel ortak üzerinden müdahaleyi” savunan “kıyıdan dengeleme” stratejisinin mimarlarından Walt, ABD’nin Çin karşısındaki üstünlüğünün çok uzun süre devam etmeyeceğini ve Çin’in ekonomik büyümesi devam ederse bir süre sonra uluslararası politikayı belirleme noktasında daha etkili bir konuma yükseleceğini dolayısıyla ABD’nin de buna göre pozisyon alması gerektiğini savunuyor.

Walt, “Hangi NATO’ya İhtiyacımız Var” başlığını taşıyan makalesinde NATO’nun Avrupa güvenliğine odaklanan mevcut yaklaşımının değişmesi gerektiğini belirtiyor. Walt’a göre Avrupa artık kendi başının çaresine bakmalı ve ABD de esas rakibi Çin’e odaklanmalı. Walt, Çin’e karşı yaklaşımda ABD ve Avrupa çıkarlarının uyuşmadığı görüşünde ve ona göre “…(Amerikalı) hiç kimse Hint-Pasifik terazisinde Avrupa’nın ağırlığına güvenmemeli.”

Stephen Martin Walt’ın yazısını aynen yayınlıyoruz:

Sürekli değişim dünyasında, transatlantik ortaklığın dayanıklılığı öne çıkıyor. NATO benden daha yaşlı ve ben genç bir adam değilim. NATO’nun varlığı, Kraliçe II. Elizabeth’in Britanya tahtına çıkmasından bile önceye dayanıyor. Orjinal mantığı – “Sovyetler Birliği’ni dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak” – bugün eskisi ile daha az alakalı olsa da (Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına rağmen) yine de Atlantik’in her iki tarafında da refleks olarak saygı görüyor. Eğer Washington, Berlin, Paris, Londra gibi şehirlerde iz bırakmayı uman hevesli bir politika yapıcı iseniz NATO’nun kalıcı meziyetlerini övmek hala akıllıca bir kariyer hamlesi olur.

Bu uzun ömür, NATO’nun kurulması ve “transatlantik topluluk” fikrinin şekillenmeye başlamasından bu yana ne kadar değiştiği düşünüldüğünde özellikle dikkat çekici. Varşova Paktı gitti ve Sovyetler Birliği çöktü. Amerika Birleşik Devletleri, geniş Orta Doğu coğrafyasında masraflı ve başarısız savaşlarda 20’yi aşkın yıl harcadı. Çin, küresel nüfuzu az olan yoksul bir ulustan dünyanın en güçlü ikinci ülkesine yükseldi ve liderleri gelecekte daha da büyük bir küresel rol üstlenmeyi hedefliyor. Avrupa’nın kendisi de derin değişimler yaşadı: değişen demografi, tekrarlanan ekonomik krizler, Balkanlar’daki iç savaşlar ve 2022’de bir süre devam etmesi muhtemel görünen yıkıcı bir savaş.

Elbette, “transatlantik ortaklık” tamamen durağan değildi. NATO tarihi boyunca yeni üyeler ekledi, 1952’de Yunanistan ve Türkiye ile başlayarak 1982’de İspanya ardından 1999’dan itibaren eski Sovyet müttefikleri ve en son da İsveç ve Finlandiya. İttifak içindeki yüklerin dağılımı da değişti ve Avrupa’nın çoğu Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra savunma katkılarını önemli ölçüde azalttı. NATO ayrıca bazıları diğerlerinden daha önemli olan çeşitli doktrinsel dönüşümlerden geçti. Bu nedenle, transatlantik ortaklığının gelecekte nasıl şekillenmesi gerektiği sorulmaya değer. Misyonunu nasıl tanımlamalı ve sorumluluklarını nasıl dağıtmalı? Bir yatırım fonunda olduğu gibi, geçmiş başarı gelecekteki performansın garantisi değildir, bu nedenle, en iyi getiriyi arayan akıllı portföy yöneticileri, bir fonun varlıklarını değişen koşullara göre yeniden düzenleyecektir. Önceki değişiklikler, mevcut olaylar ve gelecekteki olası koşullar göz önüne alındığında, var olmaya devam ettiğini varsayarak, transatlantik ortaklığı gelecekte hangi geniş vizyon şekillendirmeli?

İleriye dönük en az dört farklı model düşünebiliyorum:

Model 1: Aynı Tas Aynı Hamam

Bariz yaklaşım ki bürokratik katılık ve politik ihtiyatlılık göz önüne alındığında belki de en muhtemel olanı, mevcut düzenlemeleri üç aşağı beş yukarı aynı tutmak ve mümkün olduğunca az değişmektir. Bu modelde NATO, öncelikli olarak adındaki ‘Kuzey Atlantik’ ifadesinin de ima ettiği gibi Avrupa güvenliğine odaklanmaya devam edecek. ABD, Ukrayna krizi sırasında olduğu gibi Avrupa’nın “ilk müdahalecisi” ve tartışmasız ittifak lideri olarak kalacak.

Yük paylaşımı yine çarpık olacak: Amerika’nın askeri yetenekleri Avrupa’nın askeri güçlerini gölgelemeye ve ABD’nin nükleer şemsiyesi ittifakın diğer üyelerini kapsamaya devam edecek. NATO’nun Afganistan, Libya ve Balkanlar’daki maceralarının hayal kırıklığı yaratan sonuçları ışığında mantıklı bir karar olan, Avrupa’nın yeniden kendine odaklanması vurguları öne çıkacak, bu da “alan dışı” misyonun önemini azaltacak.

Adil olmak gerekirse, bu modelin bazı belirgin meziyetleri var. Tanıdık ve Avrupa’nın “Amerikan müdahalesini” devam ettiriyor. Sam Amca düdüğü çalmak ve kavgaları ayırmak için hâlâ orada olduğu sürece, Avrupa devletleri, aralarında çıkan çatışmalar konusunda endişelenmek zorunda kalmayacaklar.

Yeniden silahlanma masraflarını karşılamak için zengin refah devletlerinden pay vermek istemeyen Avrupa hükümetleri, Sam Amca’nın yükün orantısız payını üstlenmesine izin vermekten mutlu olacak ve özellikle Rusya’ya en yakın ülkeler güçlü bir ABD güvenlik garantisini arzulayacaklar. Orantısız yeteneklere sahip net bir ittifak lideri, daha hızlı ve tutarlı karar almayı kolaylaştıracaktır, aksi durumda hantal bir koalisyona dönüşebilir. Bu nedenle, birileri bu formülü değiştirmeyi önerdiğinde tutucu Atlantikçilerin alarma geçmesinin haklı nedenleri var.

Yine de, “aynı tas aynı hamam” modelinin de bazı ciddi dezavantajları var. En barizi, fırsat maliyeti: ABD’yi Avrupa’nın ilk müdahalecisi olarak tutmak, Washington’un, güç dengesine yönelik tehditlerin önemli ölçüde daha büyük olduğu ve diplomatik ortamın özellikle karmaşık olduğu Asya’ya yeterli zaman, dikkat ve kaynak ayırmasını zorlaştırıyor.

ABD’nin Avrupa’ya olan güçlü adanmışlığı, bazı olası çatışmaları önleyebilir, ancak 1990’lardaki Balkan savaşlarını engellemedi ve ABD’nin Ukrayna’yı Batı güvenlik yörüngesine sokma çabası mevcut savaşı kışkırtan bir sebep oldu. Batı’da kimsenin amaçladığı şey bu değil elbette, ama önemli olan sonuçtur. Ukrayna’nın savaştaki son başarıları memnuniyet verici ve umarım devam ederler, ancak savaş hiç çıkmasaydı herkes için çok daha iyi olurdu.

Dahası, “aynı tas aynı hamam modeli” Avrupa’yı Avrupa’nın korunmasına bağımlı kalmaya teşvik ediyor ve Avrupa dış politikasının yürütülmesinde rehavete kapılarak gerçeklerden kopmasına neden oluyor.

Sorun başlar başlamaz dünyanın en büyük gücünün sizin tarafınızda olacağından eminseniz, yabancı enerji kaynaklarına aşırı bağımlılığın ve evinize yaklaşan otoriterliğe aşırı hoşgörülü olmanın risklerini gözardı etmek daha kolay olur. Ve neredeyse hiç kimse bunu kabul etmek istemese de, bu model ABD’yi kendi güvenliği ve refahı adına çok da kritik olmayan çatışma bölgelerine sürükleme potansiyeli taşıyor. En azından bu model, artık eleştirmeksizin onaylamamız gereken bir yaklaşım değil.

Model 2: Uluslararası Demokrasi

Transatlantik güvenlik işbirliği için ikinci bir model, çoğu NATO üyesinin demokratik karakterini ve demokrasiler ile otokrasiler (ve özellikle Rusya ve Çin) arasında büyüyen ayrımı vurgulamaktır. Biden yönetiminin ortak demokratik değerleri vurgulama çabası ve demokrasinin küresel sahnede hâlâ otokrasiden daha iyi performans gösterebileceğini kanıtlama arzusunun arkasında bu vizyon yatıyor. Eski NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in Demokrasiler İttifakı Vakfı da benzer bir anlayışı yansıtıyor.

Öncelikle Avrupa güvenliğine odaklanan “aynı tas aynı tamam” modelinin aksine, bu transatlantik ortaklık anlayışı daha geniş bir küresel gündemi kucaklıyor. Bu model, çağdaş dünya siyasetini demokrasi ve otokrasi arasındaki ideolojik bir rekabet tasavvur ediyor ve bu mücadelenin küresel ölçekte verilmesi gerektiğine inanıyor. ABD yönünü Asya’ya “dönüyorsa”, Avrupalı ortaklarının da bunu yapması gerekir, ancak demokratik sistemleri savunmak ve teşvik etmek gibi daha temel bir amaç için. Bu vizyonla tutarlı olarak, Almanya’nın yeni Hint-Pasifik stratejisi, o bölgenin demokrasileriyle bağları güçlendirme çağrısında bulunuyor ve Alman savunma bakanı yakın zamanda, 2024’e doğru bölgedeki donanma gücünü genişleteceğini duyurdu.

Bu vizyonun “Demokrasi iyidir, otokrasi kötü”ye dayanan basitliği en önemli meziyeti, ancak kusurları çok daha ağır basıyor. Öncelikle, böyle bir çerçeve kaçınılmaz olarak ABD ve/veya Avrupa’nın desteklemeyi seçtiği otokrasilerle (Suudi Arabistan ya da diğer Körfez ülkeleri veya Vietnam gibi potansiyel Asya ortakları gibi) ilişkilerini karmaşıklaştıracak ve transatlantik ortaklığı yaygın bir ikiyüzlülük suçlamasına maruz kalacak.

İkincisi, dünyayı dost demokrasilere ve düşman diktatörlüklere bölmek, ikinciler arasındaki bağları güçlendirecek ve birincileri “böl-yönet” stratejisinden vazgeçmek zorunda bırakacak. Bu açıdan bakıldığında, o zamanki ABD Başkanı Richard Nixon ve danışmanı Henry Kissinger’in, Maoist Çin ile yakınlaşmalarının Kremlin’e endişelenecek yeni bir baş ağrısı verdiği 1971’de, bu çerçeveyi benimsememiş olmalarına sevinmeliyiz.

Son olarak, demokratik değerleri merkeze almanın, transatlantik ortaklığı mümkün olan her yere demokrasiyi yerleştirmeye çalışan bir haçlı örgütüne dönüştürme riski bulunuyor. Özetle bu hedef ne kadar arzu edilse de, son 30 yıl ittifakın hiçbir üyesinin bunu nasıl yapacağını bilmediğini gösteriyor. Demokrasi ihracı son derece zor ve özellikle dışarıdakiler onu zorla dayattığında başarısız oluyor. NATO’nun şu anki üyelerinden bazılarında demokrasinin vahim durumu göz önüne alındığında, bunu ittifakın temel varlık nedeni olarak benimsemek aşırı derecede tuhaf görünüyor.

Model 3: Çin’e Karşı Küreselleşme

Üçüncü model, ikinci modelin kuzeni, ancak transatlantik ilişkileri demokrasi gibi liberal değerler etrafında organize etmek yerine, Avrupa’yı yükselen Çin’i kontrol altına almayı hedefleyen ABD’nin temel çabasına katmaya çalışıyor. Gerçekte, Amerika’nın çok taraflı Avrupalı ortaklarını Asya’da halihazırda var olan ikili hub-and-spoke anlaşmalarıyla birleştirmeyi ve Avrupa’nın güç potansiyelini ABD’nin uzun yıllar karşı karşıya kalabileceği tek ciddi rakibine karşı konuşlandırmayı amaçlıyor.

İlk bakışta bu cazip bir vizyon gibi görünüyor ve bunun erken bir tezahürü olarak ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya arasındaki AUKUS anlaşmasına işaret edilebilir. Rand Corperation’dan Michael Mazarr’ın yakın zamanda gözlemlediği gibi, Avrupa’nın artık Çin’i sadece kazançlı bir pazar ve değerli bir yatırım ortağı olarak görmediğine ve buna karşı “yumuşak bir denge” kurmaya başladığına dair kanıtlar var. Amerikan perspektifinden bakıldığında, Avrupa’nın ekonomik ve askeri potansiyelinin ana rakibine karşı hizaya sokulması son derece arzu edilir.

Ancak bu modelle ilgili iki bariz sorun var. Birincisi, devletler yalnızca güce karşı değil, tehditlere karşı da denge kurar ve coğrafya bu değerlendirmelerde kritik bir rol oynar. Çin hırsını ve gücünü her geçen gün artırabilir, ancak ordusu Asya’yı geçip Avrupa’ya saldırmayacak ve donanması dünyayı dolaşıp Avrupa limanlarını ablukaya almayacak.

Rusya, Çin’den çok daha zayıf ama çok daha yakın ve son zamanlardaki eylemleri, farkında olmadan askeri sınırlılıklarını ortaya çıkarmış olsa bile endişe verici. Bu nedenle, Avrupa’dan Çin’in yeteneklerine karşı ciddi bir çaba göstermesi değil,  en ılımlı ‘yumuşak dengeleme’  beklenmelidir. NATO’nun Avrupalı üyeleri Hint-Pasifik’teki güç dengesini önemli ölçüde etkileyecek askeri kapasiteye sahip değiller ve bunu yakın zamanda elde etmeleri mümkün değil. Ukrayna’daki savaş, en nihayetinde Avrupa devletlerini, askeri güçlerini yeniden inşaya sevk edebilir ancak çabalarının çoğu, Rusya’ya karşı savunma ve caydırma amacıyla kara, hava ve istihbarat yeteneklerine odaklanacak.

Bu, Avrupa açısından mantıklı, ancak bu güçlerin çoğu, Çin’e dair herhangi bir çatışmayla ilgisiz olacak. Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek veya Çin’in hesaplamalarında önemli bir fark yaratmayacaktır.

Avrupa elbette yabancı askeri güçlerin eğitilmesi, silah satışı, bölgesel güvenlik toplantılarına katılım gibi başka yollarla Çin’i dengelemeye yardımcı olabilir ve ABD bu çabalardan memnun olmalı. Ancak hiç kimse Hint-Pasifik sahnesinde çok sert bir dengeleme yapmak için Avrupa’ya güvenmemelidir. Bu modeli hayata geçirmeye çalışmak, hayal kırıklığının ve artan transatlantik hıncının bir formülü olur.

Model 4: Yeni bir İş Bölümü

Bunun olacağını biliyordunuz: bence doğru olan da bu model. Daha önce de tartıştığım gibi transatlantik ortaklık için gelecekteki en uygun model, Avrupa’nın kendi güvenliğinin ana sorumluluğunu üstlendiği ve ABD’nin Hint-Pasifik bölgesine çok daha fazla önem verdiği yeni bir iş bölümüdür. ABD resmi bir NATO üyesi olarak kalacak, ancak Avrupa’nın ilk müdahalecisi değil son çare müttefiki olacak. Bundan böyle, Birleşik Devletler, yalnızca bölgesel güç dengesi dramatik biçimde değişirse Avrupa’da karaya dönmeyi planlayacak, başka türlü değil.

Bu model bir gecede hayata geçirilemez ve Birleşik Devletler, Avrupalı ortaklarının ihtiyaç duydukları yetenekleri geliştirme ve edinmelerine yardımcı olurken işbirliği ruhu içinde müzakere edilmelidir.

Bu devletlerinin çoğu, Sam Amca’yı kalmaya ikna etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacakları için Washington’un, destekleyeceği tek modelin bu olduğunu açıkça belirtmesi gerekecek. NATO’nun Avrupalı üyeleri çoğunlukla kendi başlarına kalacaklarına gerçekten inanmadıkça, gerekli adımları atma kararlılıkları kırılgan kalacaktır ve taahhütlerinden geri adım atmaları da olası.

ABD başkanı olduğu süre boyunca geçerli bir amacı olmaksızın yaptığı küstahlık ve abartılı sözleriyle müttefiklerini kızdıran Donald Trump’ın aksine, Joe Biden bu süreci başlatmak için ideal bir konumda. Kendini adamış bir Atlantikçi olarak haklı bir üne sahip, bu nedenle yeni bir iş bölümü için baskı yapması, kızgınlık veya kızgınlık işareti olarak görülmeyecektir. O ve ekibi, Avrupalı ortaklarımıza bu adımın uzun vadede herkesin çıkarına olduğunu söylemek için eşsiz konumdalar. Biden ve ekibinin bu adımı atmasını beklemiyorum ama yapmalılar.

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English