Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

ABD’de NATO tartışması: Hint-Pasifik’te Avrupa’nın ağırlığına güvenilmemeli

Yayınlanma

ABD’li stratejist Foreign Policy’de yazdı: Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek.

Harvard Üniversitesi Robert ve Renée Belfer Merkezi’nde Uluslararası İlişkiler profesörü olan Amerikalı siyaset bilimci Stephen Martin Walt, Foreign Policy’de yayımlanan makalesinde kuruluşundan bu yana büyük dönüşümler geçiren NATO’nun gelecekte evrilebileceği dört modeli inceledi. Özetle “hayati çıkarlarına doğrudan tehdit olmadığı müddetçe ABD’nin yurt dışında asker konuşlandırmamasını ve Avrupa ve Ortadoğu gibi kritik bölgelere yerel ortak üzerinden müdahaleyi” savunan “kıyıdan dengeleme” stratejisinin mimarlarından Walt, ABD’nin Çin karşısındaki üstünlüğünün çok uzun süre devam etmeyeceğini ve Çin’in ekonomik büyümesi devam ederse bir süre sonra uluslararası politikayı belirleme noktasında daha etkili bir konuma yükseleceğini dolayısıyla ABD’nin de buna göre pozisyon alması gerektiğini savunuyor.

Walt, “Hangi NATO’ya İhtiyacımız Var” başlığını taşıyan makalesinde NATO’nun Avrupa güvenliğine odaklanan mevcut yaklaşımının değişmesi gerektiğini belirtiyor. Walt’a göre Avrupa artık kendi başının çaresine bakmalı ve ABD de esas rakibi Çin’e odaklanmalı. Walt, Çin’e karşı yaklaşımda ABD ve Avrupa çıkarlarının uyuşmadığı görüşünde ve ona göre “…(Amerikalı) hiç kimse Hint-Pasifik terazisinde Avrupa’nın ağırlığına güvenmemeli.”

Stephen Martin Walt’ın yazısını aynen yayınlıyoruz:

Sürekli değişim dünyasında, transatlantik ortaklığın dayanıklılığı öne çıkıyor. NATO benden daha yaşlı ve ben genç bir adam değilim. NATO’nun varlığı, Kraliçe II. Elizabeth’in Britanya tahtına çıkmasından bile önceye dayanıyor. Orjinal mantığı – “Sovyetler Birliği’ni dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak” – bugün eskisi ile daha az alakalı olsa da (Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına rağmen) yine de Atlantik’in her iki tarafında da refleks olarak saygı görüyor. Eğer Washington, Berlin, Paris, Londra gibi şehirlerde iz bırakmayı uman hevesli bir politika yapıcı iseniz NATO’nun kalıcı meziyetlerini övmek hala akıllıca bir kariyer hamlesi olur.

Bu uzun ömür, NATO’nun kurulması ve “transatlantik topluluk” fikrinin şekillenmeye başlamasından bu yana ne kadar değiştiği düşünüldüğünde özellikle dikkat çekici. Varşova Paktı gitti ve Sovyetler Birliği çöktü. Amerika Birleşik Devletleri, geniş Orta Doğu coğrafyasında masraflı ve başarısız savaşlarda 20’yi aşkın yıl harcadı. Çin, küresel nüfuzu az olan yoksul bir ulustan dünyanın en güçlü ikinci ülkesine yükseldi ve liderleri gelecekte daha da büyük bir küresel rol üstlenmeyi hedefliyor. Avrupa’nın kendisi de derin değişimler yaşadı: değişen demografi, tekrarlanan ekonomik krizler, Balkanlar’daki iç savaşlar ve 2022’de bir süre devam etmesi muhtemel görünen yıkıcı bir savaş.

Elbette, “transatlantik ortaklık” tamamen durağan değildi. NATO tarihi boyunca yeni üyeler ekledi, 1952’de Yunanistan ve Türkiye ile başlayarak 1982’de İspanya ardından 1999’dan itibaren eski Sovyet müttefikleri ve en son da İsveç ve Finlandiya. İttifak içindeki yüklerin dağılımı da değişti ve Avrupa’nın çoğu Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra savunma katkılarını önemli ölçüde azalttı. NATO ayrıca bazıları diğerlerinden daha önemli olan çeşitli doktrinsel dönüşümlerden geçti. Bu nedenle, transatlantik ortaklığının gelecekte nasıl şekillenmesi gerektiği sorulmaya değer. Misyonunu nasıl tanımlamalı ve sorumluluklarını nasıl dağıtmalı? Bir yatırım fonunda olduğu gibi, geçmiş başarı gelecekteki performansın garantisi değildir, bu nedenle, en iyi getiriyi arayan akıllı portföy yöneticileri, bir fonun varlıklarını değişen koşullara göre yeniden düzenleyecektir. Önceki değişiklikler, mevcut olaylar ve gelecekteki olası koşullar göz önüne alındığında, var olmaya devam ettiğini varsayarak, transatlantik ortaklığı gelecekte hangi geniş vizyon şekillendirmeli?

İleriye dönük en az dört farklı model düşünebiliyorum:

Model 1: Aynı Tas Aynı Hamam

Bariz yaklaşım ki bürokratik katılık ve politik ihtiyatlılık göz önüne alındığında belki de en muhtemel olanı, mevcut düzenlemeleri üç aşağı beş yukarı aynı tutmak ve mümkün olduğunca az değişmektir. Bu modelde NATO, öncelikli olarak adındaki ‘Kuzey Atlantik’ ifadesinin de ima ettiği gibi Avrupa güvenliğine odaklanmaya devam edecek. ABD, Ukrayna krizi sırasında olduğu gibi Avrupa’nın “ilk müdahalecisi” ve tartışmasız ittifak lideri olarak kalacak.

Yük paylaşımı yine çarpık olacak: Amerika’nın askeri yetenekleri Avrupa’nın askeri güçlerini gölgelemeye ve ABD’nin nükleer şemsiyesi ittifakın diğer üyelerini kapsamaya devam edecek. NATO’nun Afganistan, Libya ve Balkanlar’daki maceralarının hayal kırıklığı yaratan sonuçları ışığında mantıklı bir karar olan, Avrupa’nın yeniden kendine odaklanması vurguları öne çıkacak, bu da “alan dışı” misyonun önemini azaltacak.

Adil olmak gerekirse, bu modelin bazı belirgin meziyetleri var. Tanıdık ve Avrupa’nın “Amerikan müdahalesini” devam ettiriyor. Sam Amca düdüğü çalmak ve kavgaları ayırmak için hâlâ orada olduğu sürece, Avrupa devletleri, aralarında çıkan çatışmalar konusunda endişelenmek zorunda kalmayacaklar.

Yeniden silahlanma masraflarını karşılamak için zengin refah devletlerinden pay vermek istemeyen Avrupa hükümetleri, Sam Amca’nın yükün orantısız payını üstlenmesine izin vermekten mutlu olacak ve özellikle Rusya’ya en yakın ülkeler güçlü bir ABD güvenlik garantisini arzulayacaklar. Orantısız yeteneklere sahip net bir ittifak lideri, daha hızlı ve tutarlı karar almayı kolaylaştıracaktır, aksi durumda hantal bir koalisyona dönüşebilir. Bu nedenle, birileri bu formülü değiştirmeyi önerdiğinde tutucu Atlantikçilerin alarma geçmesinin haklı nedenleri var.

Yine de, “aynı tas aynı hamam” modelinin de bazı ciddi dezavantajları var. En barizi, fırsat maliyeti: ABD’yi Avrupa’nın ilk müdahalecisi olarak tutmak, Washington’un, güç dengesine yönelik tehditlerin önemli ölçüde daha büyük olduğu ve diplomatik ortamın özellikle karmaşık olduğu Asya’ya yeterli zaman, dikkat ve kaynak ayırmasını zorlaştırıyor.

ABD’nin Avrupa’ya olan güçlü adanmışlığı, bazı olası çatışmaları önleyebilir, ancak 1990’lardaki Balkan savaşlarını engellemedi ve ABD’nin Ukrayna’yı Batı güvenlik yörüngesine sokma çabası mevcut savaşı kışkırtan bir sebep oldu. Batı’da kimsenin amaçladığı şey bu değil elbette, ama önemli olan sonuçtur. Ukrayna’nın savaştaki son başarıları memnuniyet verici ve umarım devam ederler, ancak savaş hiç çıkmasaydı herkes için çok daha iyi olurdu.

Dahası, “aynı tas aynı hamam modeli” Avrupa’yı Avrupa’nın korunmasına bağımlı kalmaya teşvik ediyor ve Avrupa dış politikasının yürütülmesinde rehavete kapılarak gerçeklerden kopmasına neden oluyor.

Sorun başlar başlamaz dünyanın en büyük gücünün sizin tarafınızda olacağından eminseniz, yabancı enerji kaynaklarına aşırı bağımlılığın ve evinize yaklaşan otoriterliğe aşırı hoşgörülü olmanın risklerini gözardı etmek daha kolay olur. Ve neredeyse hiç kimse bunu kabul etmek istemese de, bu model ABD’yi kendi güvenliği ve refahı adına çok da kritik olmayan çatışma bölgelerine sürükleme potansiyeli taşıyor. En azından bu model, artık eleştirmeksizin onaylamamız gereken bir yaklaşım değil.

Model 2: Uluslararası Demokrasi

Transatlantik güvenlik işbirliği için ikinci bir model, çoğu NATO üyesinin demokratik karakterini ve demokrasiler ile otokrasiler (ve özellikle Rusya ve Çin) arasında büyüyen ayrımı vurgulamaktır. Biden yönetiminin ortak demokratik değerleri vurgulama çabası ve demokrasinin küresel sahnede hâlâ otokrasiden daha iyi performans gösterebileceğini kanıtlama arzusunun arkasında bu vizyon yatıyor. Eski NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in Demokrasiler İttifakı Vakfı da benzer bir anlayışı yansıtıyor.

Öncelikle Avrupa güvenliğine odaklanan “aynı tas aynı tamam” modelinin aksine, bu transatlantik ortaklık anlayışı daha geniş bir küresel gündemi kucaklıyor. Bu model, çağdaş dünya siyasetini demokrasi ve otokrasi arasındaki ideolojik bir rekabet tasavvur ediyor ve bu mücadelenin küresel ölçekte verilmesi gerektiğine inanıyor. ABD yönünü Asya’ya “dönüyorsa”, Avrupalı ortaklarının da bunu yapması gerekir, ancak demokratik sistemleri savunmak ve teşvik etmek gibi daha temel bir amaç için. Bu vizyonla tutarlı olarak, Almanya’nın yeni Hint-Pasifik stratejisi, o bölgenin demokrasileriyle bağları güçlendirme çağrısında bulunuyor ve Alman savunma bakanı yakın zamanda, 2024’e doğru bölgedeki donanma gücünü genişleteceğini duyurdu.

Bu vizyonun “Demokrasi iyidir, otokrasi kötü”ye dayanan basitliği en önemli meziyeti, ancak kusurları çok daha ağır basıyor. Öncelikle, böyle bir çerçeve kaçınılmaz olarak ABD ve/veya Avrupa’nın desteklemeyi seçtiği otokrasilerle (Suudi Arabistan ya da diğer Körfez ülkeleri veya Vietnam gibi potansiyel Asya ortakları gibi) ilişkilerini karmaşıklaştıracak ve transatlantik ortaklığı yaygın bir ikiyüzlülük suçlamasına maruz kalacak.

İkincisi, dünyayı dost demokrasilere ve düşman diktatörlüklere bölmek, ikinciler arasındaki bağları güçlendirecek ve birincileri “böl-yönet” stratejisinden vazgeçmek zorunda bırakacak. Bu açıdan bakıldığında, o zamanki ABD Başkanı Richard Nixon ve danışmanı Henry Kissinger’in, Maoist Çin ile yakınlaşmalarının Kremlin’e endişelenecek yeni bir baş ağrısı verdiği 1971’de, bu çerçeveyi benimsememiş olmalarına sevinmeliyiz.

Son olarak, demokratik değerleri merkeze almanın, transatlantik ortaklığı mümkün olan her yere demokrasiyi yerleştirmeye çalışan bir haçlı örgütüne dönüştürme riski bulunuyor. Özetle bu hedef ne kadar arzu edilse de, son 30 yıl ittifakın hiçbir üyesinin bunu nasıl yapacağını bilmediğini gösteriyor. Demokrasi ihracı son derece zor ve özellikle dışarıdakiler onu zorla dayattığında başarısız oluyor. NATO’nun şu anki üyelerinden bazılarında demokrasinin vahim durumu göz önüne alındığında, bunu ittifakın temel varlık nedeni olarak benimsemek aşırı derecede tuhaf görünüyor.

Model 3: Çin’e Karşı Küreselleşme

Üçüncü model, ikinci modelin kuzeni, ancak transatlantik ilişkileri demokrasi gibi liberal değerler etrafında organize etmek yerine, Avrupa’yı yükselen Çin’i kontrol altına almayı hedefleyen ABD’nin temel çabasına katmaya çalışıyor. Gerçekte, Amerika’nın çok taraflı Avrupalı ortaklarını Asya’da halihazırda var olan ikili hub-and-spoke anlaşmalarıyla birleştirmeyi ve Avrupa’nın güç potansiyelini ABD’nin uzun yıllar karşı karşıya kalabileceği tek ciddi rakibine karşı konuşlandırmayı amaçlıyor.

İlk bakışta bu cazip bir vizyon gibi görünüyor ve bunun erken bir tezahürü olarak ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya arasındaki AUKUS anlaşmasına işaret edilebilir. Rand Corperation’dan Michael Mazarr’ın yakın zamanda gözlemlediği gibi, Avrupa’nın artık Çin’i sadece kazançlı bir pazar ve değerli bir yatırım ortağı olarak görmediğine ve buna karşı “yumuşak bir denge” kurmaya başladığına dair kanıtlar var. Amerikan perspektifinden bakıldığında, Avrupa’nın ekonomik ve askeri potansiyelinin ana rakibine karşı hizaya sokulması son derece arzu edilir.

Ancak bu modelle ilgili iki bariz sorun var. Birincisi, devletler yalnızca güce karşı değil, tehditlere karşı da denge kurar ve coğrafya bu değerlendirmelerde kritik bir rol oynar. Çin hırsını ve gücünü her geçen gün artırabilir, ancak ordusu Asya’yı geçip Avrupa’ya saldırmayacak ve donanması dünyayı dolaşıp Avrupa limanlarını ablukaya almayacak.

Rusya, Çin’den çok daha zayıf ama çok daha yakın ve son zamanlardaki eylemleri, farkında olmadan askeri sınırlılıklarını ortaya çıkarmış olsa bile endişe verici. Bu nedenle, Avrupa’dan Çin’in yeteneklerine karşı ciddi bir çaba göstermesi değil,  en ılımlı ‘yumuşak dengeleme’  beklenmelidir. NATO’nun Avrupalı üyeleri Hint-Pasifik’teki güç dengesini önemli ölçüde etkileyecek askeri kapasiteye sahip değiller ve bunu yakın zamanda elde etmeleri mümkün değil. Ukrayna’daki savaş, en nihayetinde Avrupa devletlerini, askeri güçlerini yeniden inşaya sevk edebilir ancak çabalarının çoğu, Rusya’ya karşı savunma ve caydırma amacıyla kara, hava ve istihbarat yeteneklerine odaklanacak.

Bu, Avrupa açısından mantıklı, ancak bu güçlerin çoğu, Çin’e dair herhangi bir çatışmayla ilgisiz olacak. Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek veya Çin’in hesaplamalarında önemli bir fark yaratmayacaktır.

Avrupa elbette yabancı askeri güçlerin eğitilmesi, silah satışı, bölgesel güvenlik toplantılarına katılım gibi başka yollarla Çin’i dengelemeye yardımcı olabilir ve ABD bu çabalardan memnun olmalı. Ancak hiç kimse Hint-Pasifik sahnesinde çok sert bir dengeleme yapmak için Avrupa’ya güvenmemelidir. Bu modeli hayata geçirmeye çalışmak, hayal kırıklığının ve artan transatlantik hıncının bir formülü olur.

Model 4: Yeni bir İş Bölümü

Bunun olacağını biliyordunuz: bence doğru olan da bu model. Daha önce de tartıştığım gibi transatlantik ortaklık için gelecekteki en uygun model, Avrupa’nın kendi güvenliğinin ana sorumluluğunu üstlendiği ve ABD’nin Hint-Pasifik bölgesine çok daha fazla önem verdiği yeni bir iş bölümüdür. ABD resmi bir NATO üyesi olarak kalacak, ancak Avrupa’nın ilk müdahalecisi değil son çare müttefiki olacak. Bundan böyle, Birleşik Devletler, yalnızca bölgesel güç dengesi dramatik biçimde değişirse Avrupa’da karaya dönmeyi planlayacak, başka türlü değil.

Bu model bir gecede hayata geçirilemez ve Birleşik Devletler, Avrupalı ortaklarının ihtiyaç duydukları yetenekleri geliştirme ve edinmelerine yardımcı olurken işbirliği ruhu içinde müzakere edilmelidir.

Bu devletlerinin çoğu, Sam Amca’yı kalmaya ikna etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacakları için Washington’un, destekleyeceği tek modelin bu olduğunu açıkça belirtmesi gerekecek. NATO’nun Avrupalı üyeleri çoğunlukla kendi başlarına kalacaklarına gerçekten inanmadıkça, gerekli adımları atma kararlılıkları kırılgan kalacaktır ve taahhütlerinden geri adım atmaları da olası.

ABD başkanı olduğu süre boyunca geçerli bir amacı olmaksızın yaptığı küstahlık ve abartılı sözleriyle müttefiklerini kızdıran Donald Trump’ın aksine, Joe Biden bu süreci başlatmak için ideal bir konumda. Kendini adamış bir Atlantikçi olarak haklı bir üne sahip, bu nedenle yeni bir iş bölümü için baskı yapması, kızgınlık veya kızgınlık işareti olarak görülmeyecektir. O ve ekibi, Avrupalı ortaklarımıza bu adımın uzun vadede herkesin çıkarına olduğunu söylemek için eşsiz konumdalar. Biden ve ekibinin bu adımı atmasını beklemiyorum ama yapmalılar.

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English