DÜNYA BASINI
“ABD’nin İsrail’e baskısı ters teper” tezini bu çalışma çürüttü
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trGazze’deki savaşı sonlandırmak için ABD’nin neden İsrail’e baskı yapmadığı sorusuna birçok neden öne sürülüyor. Bu nedenlerden en çok dile getirileni Washington’un aslında İsrail üzerinde o kadar büyük bir etkiye sahip olmadığı ve olası ABD baskısının İsrail kamuoyunda ABD karşıtlığını körükleyeceği düşüncesi. Bu iki argümanın çıkış noktası da İsrailli yetkililer. Aşağıda çevirisini okuyacağınız çalışma, bu tezi çürütüyor. Makalenin yazarlarının İsrailli seçmenlerle yaptığı anket benzeri bir çalışma sonucunda İsrailli seçmenlerin ve özellikle Netanyahu’ya oy verenlerin ABD’nin İsrail’e baskısı üzerine Hamas’la anlaşmaya daha sıcak baktığı ortaya çıktı.
Makalenin tamamını dikkatinize sunuyoruz:
***
Amerika’nın İsrail üzerinde düşündüğünden daha çok etkisi var
ABD’nin baskısı, Netanyahu’yu Gazze’deki rotasını değiştirmeye nasıl ikna edebilir?
Daniel Silverman, Anna Pechenkina, Austin Knuppe, Yehonatan Abramson
İsrail’in Gazze’de, Hamas’a karşı yaklaşık bir yıldır sürdürdüğü savaş boyunca ABD Başkanı Joe Biden yönetimi, İsrail’e en yıkıcı operasyonlarını azaltması ve çatışmayı sona erdirmesi için ciddi bir baskı uygulamakta isteksiz davrandı. Biden’ın geride durmasının birkaç nedeni var. Bu nedenlerden bir tanesi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümetinin rotasını baskı yoluyla değiştirmenin iyi bir sonuç vereceğine duyulan şüphe.
Bazı analist ve uzmanlar, ABD’nin İsrail hükümetinin davranışlarını temelden değiştirecek etkiye sahip olmadığını ve hatta İsrail’in Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki yıkıcı saldırısına verdiği tepkiye meydan okumanın geri tepebileceğini savunuyor. Bu görüşlerin ABD’nin üst düzey karar mercileri tarafından ciddiye alındığı görünüyor.
Bu yaz başında, İsrail ve Hizbullah arasında arabuluculuk yapan Biden yönetimi yetkililerinden Amos Hochstein, Lübnanlı siyasetçileri ABD’nin İsrail’i zorlayacak gücü olmadığı konusunda uyardı.
Kâr amacı gütmeyen Lübnan’ın Amerikan Görev Gücü (ATFL) Başkanı Ed Gabriel, Hochstein’ın mesajını şöyle özetledi: “[İsrailli yetkililere] Onlara, istediğimizi yaptırabileceğimizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz… Amerika’nın İsrail’i durduracak gücü olmadığını anlamalısınız.”
Benzer bir yorum geçen yıl sonunda uzun süredir Orta Doğu müzakerecisi olan ABD’li diplomat Dennis Ross’tan da geldi: “Tarih İsrailli seçmenlerin ABD’nin makul olmayan taleplerde bulunması durumunda maliyeti ne olursa olsun bu talepleri reddettiğini gösteriyor.”
Kısmen İsrailli yetkililerin açıklamalarından kaynaklanan bu görüş, İsrail’in aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in ABD’nin savaşı sona erdirmek için yaptığı baskıların İsraillileri savaşmaya devam etmek için motivasyon kaynağı haline geldiğini dile getirmesi gibi örneklerle destekleniyor.
Ancak bu tahmin, yalnızca bir varsayımdan ibaret. Bunu test etmek için, mayıs ayında İsrail kamuoyunun savaşa yönelik tepkilerini daha iyi anlamak amacıyla ABD hükümetinin koşulsuz desteği ile ABD’nin Gazze’de strateji değiştirme baskısı arasındaki farkı ölçen daha önce yapılmamış bir anket yaptık. Sonuçlar, ABD’nin elinde koz bulunmadığına dair kanaatin yanlış olduğunu gösterdi: ABD büyük olasılıkla İsraillilere barışçıl bir uzlaşmaya gitmeleri ve Gazze’deki savaşı önemli bir tepki yaratmadan sona erdirmeleri için baskı yapabilir. Eğer Biden yönetimi ya da belki de daha büyük olasılıkla halefi İsrail’e gerçek ve sürekli bir baskı uygularsa- örneğin bir anlaşmaya varmak için saldırı silahlarının ihracatını şarta bağlarsa- bu muhtemelen İsrail kamuoyunun savaşa olan desteğini önemli ölçüde zayıflatacak ve savaşın sona ermesini hızlandıracak.
KAMUOYU KAZANILABİLİR
Son zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamaları birçok İsraillinin, İsrail’in savaşı sona erdirmesi ve Gazze’den tamamen çekilmesi karşılığında tüm rehinelerin serbest bırakılmasını öngören bir ateşkes anlaşmasını desteklediğini gösteriyor. Haziran ayında böyle bir uzlaşmaya sıcak bakan İsrailliler yüzde 56’lık dilimi oluştururken ağustos ayında bu oran yüzde 63’e yükseldi. ABD politikasının bu rakamları bir ölçüde etkilemiş olması muhtemel; Biden, Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve CIA Direktörü William Burns, açıkça bir anlaşmaya yönelik sözlü desteklerini ve İsrail hükümetinin bunu kabul etmemesi karşısında sabırlarının dolmak üzere olduğunu dile getirdiler.
İsraillilerin ABD’nin ülkeye yönelik tutumuna nasıl tepki verdiğini daha iyi anlamak için, 7 Mayıs’tan 12 Mayıs’a kadar, genel İsrail nüfusunu temsil eden bin 238 İsrailli yetişkinden oluşan bir örneklemle, yaklaşık iki düzine sorudan oluşan çevrimiçi bir anket yaptık. Katılımcılardan, Washington’un İsrail’in Refah’ı işgalini engellemeye çalışmak amacıyla yıllardır ilk kez bir silah sevkiyatını durdurduğu haberinin ortaya çıkmasından sadece birkaç gün sonra görüş alındı. Bu strateji, anketimizin sahada olduğu dönemde ABD’nin Gazze’deki savaşa yönelik politikasının yönünü özellikle belirsiz hale getirdi.
Anketimiz, İsraillilerin ABD’nin duruşuna nasıl tepki verdiğini görmek için dikkatle hazırlanmış bir mesaj testi içeriyordu. Katılımcıları üç gruba ayırdık. Birincisi kontrol grubuydu; anketi doldurmadan önce katılımcılara herhangi bir mesaj verilmedi. İkinci grup soruları yanıtlamadan önce, Amerikan halkının çatışmada İsrail’i desteklediğini ve Biden yönetiminin İsrail’in Hamas’a karşı tam bir zafer elde etmesi için koşulsuz destek sağlayacağını öne süren gerçekçi ancak hayali bir haber okudu. Üçüncü grup ise Amerikalıların savaştan soğuduğu, Biden yönetiminin İsrail’in savaşı sona erdirmesi gerektiğini ve bunu yapmaması halinde ABD desteğinin koşulsuz olmayacağını kesin olarak ifade ettiği kurmaca bir haber okudu. İki test grubuna sunulan her iki pozisyon da mayıs ayı başlarında, Biden yönetiminin silah sevkiyatının ilk kez durdurulduğunu duyurduğu ve gerçekten büyük bir politika değişikliğinin eşiğinde mi olduğu, yoksa savaşı hafif eleştirilerle desteklemeye devam mı edeceği konusunda çelişkili haberlerin olduğu dönemde, tamamen akla yatkındı.
Bu müdahalenin ardından her üç katılımcı grubuna da Gazze’deki çatışma, çatışmanın sona erme olasılığı ve diğer jeopolitik konulara ilişkin tutumları hakkında aynı sorular soruldu.
Sonuçlar çarpıcıydı.
Genel olarak, ABD’nin savaşı sona erdirmek için İsrail’e gerçek bir baskı uygulamaya hazır olduğunu okuyan İsraillilerin savaşa, savaşı sona erdirmek için yapılan müzakerelere ya da ABD ve jeopolitik rakiplerine ilişkin görüşlerini önemli ölçüde değiştirmediğini gördük.
Özellikle, ABD’nin, İsrail’e rotasını değiştirmesi için baskı yaptığını duyan grupta, daha sonra ABD’ye olumlu baktığını söyleyen katılımcıların yüzdesinde anlamlı bir düşüş ya da Rusya veya Çin’e olumlu bakanların yüzdesinde bir artış olmadı. Bu bulgular, ABD’nin baskı uygulamasının İsraillilerin ateşkese desteğini azaltacağı veya Amerika’ya yönelik görüşlerini ciddi şekilde zedeleyeceği endişesini çürütüyor. Kısacası, Smotrich yanılıyor: Baskının geri tepeceğine dair bir kanıt yok.
Ayrıca, ABD’nin İsrail’e koşulsuz destek verdiğini duyan katılımcılar arasında ABD’ye olumlu bakanların yüzdesinin kontrol grubuna göre sekiz puan daha yüksek olduğunu belirtmek gerekir. Anket katılımcıları, ABD’nin İsrail’e koşulsuz destek vermesini tercih etmişti. Ancak, Amerika’nın baskı uyguladığını duyduklarında da ABD itibarını kaybetmiş görünmüyordu.
BASKIYI YOĞLUNLAŞTIRMA
ABD’nin İsrail üzerindeki baskısını duymanın etkisini, katılımcıları Netanyahu’yu destekleyenler ve desteklemeyenler (Bu, İsrail’de önemli bir siyasi bölünme) olarak ayırarak daha derinlemesine inceledik. Katılımcılara bir sonraki seçimde Netanyahu’ya mı yoksa diğer önde gelen İsrailli politikacılardan birine mi oy vermeyi planladıklarını sorduk.
Netanyahu’ya oy veren katılımcıların, ABD’nin uyguladığı baskıya ilişkin haberi okuduktan sonra Hamas’la anlaşmaya verdiği desteğin önemli ölçüde arttığını (yüzde 25’ten yüzde 40’a) gördük; bu da İsrail halkının önemli bir kesiminin ABD’nin İsrail’e savaşı sona erdirmesi için baskı yaptığını duyduklarında, aslında oldukça duyarlı olduklarını ve bazı liderlerin aksi yöndeki iddialarına rağmen bu baskıya istendiği gibi karşılık verdiklerini gösteriyor.
Bu bulgular, kontrol grubundaki Netanyahu seçmenleri ve diğer seçmenler tarafından ifade edilen görüşler göz önüne alındığında özellikle dikkat çekici. Anketi tamamlamadan önce ABD stratejisi hakkında hiçbir şey okumamış olan katılımcılar arasında, Hamas’ı ortadan kaldırmaya çalışmak için savaşı sürdürmek yerine savaşı sona erdirmek ve Gazze’de tutulan İsrailli rehineleri iade etmek için bir anlaşmaya varılmasına verilen desteğin oranları, Netanyahu seçmenleri arasında yüzde 25, diğer İsrailliler arasında ise yüzde 73’tü. Başka bir deyişle, Netanyahu seçmenleri İsrail’in savaşta maksimalist bir sonuç elde etmesine yönelik desteğin birincil kaynağı idi. Bu seçmenlerin topyekûn bir zafer kazanma arzusunu azaltmak ve onları uzlaşmaya itmek, İsrail siyasetinde çatışmayı sürdürmenin uygulanabilirliğini ciddi şekilde tehlikeye atacaktır.
Netanyahu’nun kendisi siyasi geleceğini bağlı gördüğü bu savaşta ne kadar kararlı olursa olsun, nadiren de olsa uygulanan ABD hükümeti baskısına duyarlı olduğunu da gösterdi. Örneğin Nisan ayında Biden’ın Netanyahu’ya İsrail’in savaştaki tutumunda ciddi değişiklikler yapmasını söylediği bir telefon görüşmesinin ardından İsrail, Gazze’ye insani yardım taşıyan kamyonların sayısını önemli ölçüde artırdı. Bu olay, Netanyahu’nun bugüne kadarki oy oranlarının en düşük olduğu ve savaş kabinesinin ılımlı üyeleri sayılan Benny Gantz ve Gadi Eisenkot’un istifa edeceğine dair spekülasyonların arttığı bir döneme denk geldi. Baskıyı savunanlar, kamuoyunda artan muhalefet, elitlerden kopma tehditlerinin artması ve politikadaki değişimlerin benzer bir birleşimini gördüklerinde harekete geçebilirler.
Belki de bu nedenle Netanyahu, sağındaki İsrailli bakanlar ve İsrail hükümetinin ABD’deki en ateşli ve refleksif savunucularıyla birlikte, Amerika’nın İsrail’e savaşı sona erdirmesi için baskı yapması halinde neler olacağına dair böylesine korkunç uyarılarda bulundu. ABD politikasının İsrail siyasetini şekillendirme gücünün farkındalar. Örneğin, büyük ölçekli kitlesel protestolara ek olarak, daha fazla yedek askerin, Netanyahu’nun İsrail güvenliğini ve Amerikan desteğini eşi benzeri görülmemiş bir şekilde tehlikeye atmasını protesto etmek için görevden çekilmesi, geçen yıl hükümetinin yargı reformlarına karşı yapılan protestolarda olduğu gibi, ülkeyi daha da büyük bir kaosa sürükleyebilir.
Peki ya ABD’nin İsrail’e koşulsuz destek vereceğini duymanın sonuçları? Burada, ABD’nin savaşı sona erdirmesi için İsrail’e baskı yaptığını söylemenin etkisine kıyasla ilginç ama daha zayıf bir paralellik bulduk. ABD’nin İsrail zaferine koşulsuz destek verdiğine dair kurgu haberi okumak, Netanyahu karşıtı seçmenler arasında ateşkes desteğini kontrol grubuna kıyasla altı puan azalttı; bu, Netanyahu seçmenleri üzerinde ABD baskısına dair hikayeyle ilişkili farktan daha küçük ve istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir farktı.
Bununla birlikte İsraillilerin, ABD’nin ne olursa olsun arkalarında olduğunu düşündüklerinde daha maksimalist hedeflere ulaşmak için serbest hareket edebileceklerini hissettiklerini gösteriyor. Koşullu destekle ilgili kurgu haber gruplarının sonuçlarıyla birleştirildiğinde, İsraillilerin savaşa yönelik görüşlerinin esnek olduğunu ve dolayısıyla ABD’nin tutumunun İsrail kamuoyunu savaşı sonlandırmaya itebileceğini gösteriyor.
Sonuç olarak anketimiz, ABD’nin İsraillilerin çatışmayı sürdürme maliyetleri ve faydaları hakkındaki düşüncelerini ciddi ölçüde etkileyebileceğini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. ABD’nin savaşı sona erdirmesi için baskı yaptığı haberini duymak, İsraillilerin askeri operasyonların devamına karşı çıkıp uzlaşmaya yönelmesini sağlayabilir, üstelik bu durum İsraillilerin ABD’ye yönelik genel görüşlerinde önemli bir maliyet yaratmadan gerçekleşebilir.
Kaldı ki bulgularımız muhtemelen gerçek ABD baskısının gücünü olduğundan düşük gösteriyor, çünkü denekler sadece tek bir kurgusal haber okudular. İsrail hükümetinin karşı mesajlarının, ortaya çıkardığımız etkileri azaltması mümkün olsa da elde edilen sonuçlar, ABD’nin çatışmayla ilgili İsrail vatandaşlarının görüşlerini etkileme yeteneği kapsamında umut verici.
BURADAKİ SÜPER GÜÇ KİM?
Elbette, ABD baskısının başarısız olabileceği ya da geri tepebileceği endişesi, Washington’un Netanyahu hükümeti ve davranışları üzerinde daha fazla etki yaratmaya çalışmasının önündeki tek engel değil. Biden’ın İsrail hükümetine savaştaki tutumu konusunda ciddi bir baskı uygulamaktan kaçınmasının en az iki önemli nedeni daha var. Biden’ın geçmişten beri İsrail’e karşı kişisel bir sempatisi var, bu da onu ülkeyi eleştireceği yerde tereddütte bırakıyor. Ayrıca, davranışları kuşkusuz, başkanlık seçim yılında yaşanan iç politika kaygılarından da etkilendi.
Ancak yakında bu faktörlerin hiçbiri bu kadar önemli olmayacak. Biden, başkanlığının sonuna yaklaşıyor ve ardından kişisel dünya görüşü, ABD dış politikasının ana yönlendiricisi ve kısıtlayıcısı olmaktan çıkacak. Ülkenin yüksek riskli başkanlık yarışıyla ilişkili aşırı güçlü siyasi baskılar da birkaç ay içinde geçecek. Bir sonraki başkanlık yönetimi, savaş politikasını yeni yönlere ayarlama konusunda çok daha özgür olacak.
Şu anda Demokratların başkan adayı olan Başkan Yardımcısı Kamala Harris İsrail’in güvenliğine olan temel bağlılığını teyit etmekle birlikte son aylarda Filistinlilerin çektiği acılara daha fazla empati duyduğunun ve Netanyahu’ya karşı daha sert bir söylem ve muamele sergilediğinin sinyallerini verdi. Muhtemelen bu duruş, Harris’in Orta Doğu konusundaki yenilikçi dış politika danışmanları tarafından teşvik ediliyor. Bu nedenle bazı ateşkes destekçileri, Harris yönetiminin, İsrail ve Hamas arasında anlaşmaya varılmasını daha güçlü bir şekilde teşvik edebilmek adında sözlerini eyleme geçireceği konusunda umutlu.
Demokratların İsrail konusundaki ortak görüşü Biden’ın soluna kaymış durumda. Bir sonraki Demokrat başkan, yeni Demokrat liderlerle birlikte İsrail’e daha fazla baskı uygulamak isteyebilir. Böyle bir baskının olumsuz etki yaratacağı endişesi muhtemelen devam edecektir. Ancak anketimiz, politikada bu tür bir değişim için birçok stratejistin korktuğundan daha fazla alan olduğunu gösteriyor.
Anketimizin sonuçları ikinci bir Trump yönetiminin politikalarına da yön verebilir mi? Donald Trump’ın ilk döneminde İsrail’in sağ kanadını kucaklaması, savaşı sona erdirmek için İsrail’e silah ambargosuna karşı olduğunu belirtmesi ve İsrail’in “işi bitirmesi” gerektiği yönündeki yorumları göz önüne alındığında, Trump yönetiminin savaşı sona erdirmesi için İsrail’e baskı yapmaya istekli olacağını hayal etmek daha zor. Yine de Trump ile Netanyahu arasındaki, Trump’ın ilk döneminin sonlarına kadar uzanan gerilimler ve Trump’ın Suudilerle olan bağları gibi bölgedeki diğer yakın ilişkileri, Kasım seçimlerinin sonucundan bağımsız olarak gelecek yönetimde ABD’nin İsrail’e savaşı sona erdirmesi için baskı yapma olasılığını açık bırakıyor.
Yeni yönetimin atabileceği adımlara gelince, tarihsel olarak, İsrail’in davranışını değiştirmek isteyen ABD başkanları birkaç mekanizma kullandılar. Bunlardan biri diplomatik baskıd ki bu da genellikle İsrail’i eleştiren kararların Birleşmiş Milletler’den geçmesine izin vermeyi ve hatta bu kararlar lehinde oy kullanmayı gerektiriyor. Haziran ayında ABD hem İsrail’i hem de Hamas’ı savaşı sonlandırmaya çağıran bir BM kararına destek olarak bu yönde bir hamle yaptı. Ancak kullanılan dil biraz temkinliydi ve kararın, şimdilik, pek bir etkisi olmadı.
ABD geçmişte ekonomik ve askeri alanlarda daha ciddi baskılar uyguladı. Başkan George H. W. Bush 1991 yılında İsrail’e 10 milyar dolarlık kredi garantisini durdurarak Başbakan Yitzhak Shamir’i İsrail’in yerleşim politikasını değiştirmeye ve Filistinlilerle Madrid’de yapılacak büyük bir barış konferansına katılmaya zorladı. Başkanlar Ronald Reagan ve Barack Obama, İsrail ordusunun Lübnan ve Gazze’ye müdahaleleri nedeniyle İsrail’e üst düzey silah sevkiyatını durdurdu. Kararlılık ve sabırla uygulandığında bu tür baskılar, çoğu zaman İsrail hükümetini dizginlemeyi ve askeri harekatlara son vermek üzere pazarlık masasına oturtmayı başardı.
Harris’in ulusal güvenlik danışmanı Philip Gordon, Harris’in başkanlığı kazanması halinde, silah ambargosunun söz konusu dahi olmayacağını açıkça ifade etti. Ancak Gordon’un açıklamaları, bir ateşkes anlaşmasına varılana kadar İsrail’e tüm saldırı amaçlı silah sevkiyatının durdurulmasına kadar varabilecek önemli bir baskı olasılığını hala açık bırakıyor. İsrail’e (saldırı amaçlı olmayan) silahların bir kısmının ya da tamamının sevkiyatının durdurulması, hükümet çatışmalara son vermediği sürece ülkeye kredi verilmemesi ve muhtemelen bir anlaşmayı teşvik için ekonomik teşvik vaadinde bulunulması, potansiyel baskı listesini oluşturabilir. Bu tür hamlelerin, bölgedeki kilit güçleri Hamas’a baskı yapmaya zorlamak için yenilenen diplomatik çabalarla birleştirilmesi de muhtemelen değerlendirilecektir.
Nihayetinde Gazze’deki savaş sona ermeli. Çatışma hem İsrail’de hem de Gazze’de, şimdiden çok sayıda insanın ölümüne neden oldu. Savaş ne kadar uzun sürerse, daha geniş çaplı bölgesel savaş olasılığını o kadar artırır, dünya genelinde antisemitizm ve İslamofobiyi körükler. ABD İsrail’i destekliyor gibi göründükçe ya da sadece kenarda durdukça, Arap dünyasında ve küresel Güney’de imajı daha da zedeleniyor. Bu savaşı sona erdirmenin ABD’nin ulusal çıkarına olduğu açık ve eski güvenlik şeflerinden barış aktivistlerine kadar pek çok İsraillinin de söylediği gibi bu, İsrail’in de ulusal çıkarına olacaktır. İsrail hükümetine baskı uygulamak, ABD’nin savaşın sona ermesini teşvik için sahip olduğu birincil araçtır. Analizimiz, Washington’un itibarına önemli bir zarar vermeden merkez sağ İsraillileri anlamlı bir şekilde müzakere masasına itebileceğini gösteriyor. Eğer bir sonraki ABD başkanı savaşın sona ermesini istiyorsa, bunun için gerekli cesareti bulmalı.
ÇEVİREN: Bilge Dilay Misir
İlginizi Çekebilir
-
“Da Tong” ve “Ubuntu”: Çin ve Afrika için Ortak Bir Gelecek Topluluğu
-
IMF, AB’den gelen tepkiler üzerine Rusya planını iptal etti
-
Lübnan’daki çağrı cihazı saldırısının ardından hatırlatma: Amerikan istihbaratı kargolara nasıl müdahale ediyor?
-
Hizbullah üyelerinin çağrı cihazlarında patlamalar: Kim, ne diyor?
-
Türk bankaları Rusya’dan Avrupa’ya yapılan ödemeleri engellemeye başladı
-
Beyrut’un güneyinde tuhaf olay: Çağrı cihazları patladı, yüzlerce Hizbullah üyesi yaralandı
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”
Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]
Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.
Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?
Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.
Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?
Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.
Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.
Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.
Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?
Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.
Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?
Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.
Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.
Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.
Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.
Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.
Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?
Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?
Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?
Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.
Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?
Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.
Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.
Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.
DÜNYA BASINI
Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin veren Batı hangi riskleri göğüslüyor?
Yayınlanma
3 gün önce15/09/2024
Yazar
Emre KöseGeçen hafta İngiliz basınında çıkan haberlere göre, İngiltere hükümeti Ukrayna’ya uzun menzilli Storm Shadow füzelerini verme kararı aldı. The Guardian gazetesine konuşan hükümet kaynakları, bu füzelerin Rusya’nın iç bölgelerini hedef almak için kullanılabileceğini belirtti. Kaynaklar, kararın alındığını ancak henüz kamuoyuna duyurulmadığını ifade etti.
The Times gazetesi ise konuyla ilgili farklı bir boyuta dikkat çekti. Gazeteye göre, ABD yönetimi Ukrayna’nın İngiliz ve Fransız yapımı uzun menzilli füzeleri Rus topraklarına karşı kullanmasına onay verirken, kendi üretimi olan ATACMS füzelerini vermekten kaçınıyor. Başkan Joe Biden’ın bu tutumunun arkasında, çatışmanın daha fazla tırmanmasını engelleme çabası olduğu belirtiliyor.
Öte yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, konuyla ilgili yaptığı açıklamada ilginç bir iddiada bulundu. Putin, Kiev’in bu tür ileri teknoloji füzeleri kendi başına kullanamayacağını, Batılı ülkelerin uydu istihbaratına ihtiyaç duyacağını öne sürdü. Ayrıca, bu füze sistemlerinin uçuş planlamasının yalnızca üretici ülkelerin askeri uzmanları tarafından yapılabileceğini iddia etti. Şu anda Quincy Enstitüsü kadrosunda olan CIA’in eski Rusya analisti George Beebe, ilgili kararın Batılı ülkeler açısından yaratacağı risklere işaret ediyor.
Ukrayna için fark yaratacak kadar uzun menzilli füzeler yok
Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin vermek, bizi doğrudan savaşın içine çekebilir
George Beebe, Responsible Statecraft
Rusya ile Batı arasındaki gerilim tırmanıyor ve askeri çatışmayı önlemek için hareket alanı giderek daralıyor.
ABD ve İngiltere’nin Rusya’nın iç bölgelerine saldırı için Batı menşeili füzelerin kullanımını onaylayacağı söylentileri üzerine, Putin dün sert bir açıklama yaptı. Bu hamlenin “çatışmanın doğasını değiştireceğini” ve NATO ile Rusya’nın fiilen savaşta olacağı anlamına geleceğini belirtti. Rusya’nın “gerekli adımları atacağı” konusunda uyarıda bulundu.
Buna karşılık İngiltere Başbakanı Keir Starmer şöyle konuştu: “Bu çatışmayı Rusya başlattı. Rusya, Ukrayna’yı hukuksuz bir şekilde işgal etti. Rusya isterse bu çatışmayı hemen bitirebilir. Ukrayna’nın kendini savunma hakkı var.”
Rusya’nın kararlılığını sınamanın askerî açıdan mantığı net değil. Havadan fırlatılan seyir füzelerinin kullanılması, Rusya’nın nüfus ve askeri üretim açısından büyük avantaja sahip olduğu bu yıpratma savaşında, Ukrayna’nın kazanma şansını kayda değer ölçüde artırmayacak. Ruslar, Ukrayna’nın iyi eğitimli ve donanımlı güçlerini savaşa sokma kabiliyetini zayıflatıyor ve seyir füzeleri bu durumu değiştirmeyecek.
Ayrıca, Ruslar Ukrayna’nın daha uzun menzilli saldırı yeteneklerine uyum sağlayabilir. Nitekim HIMARS topçuları ve ATACMS karadan fırlatılan füzelerine karşı halihazırda önlem aldılar. Örneğin, ikmal depolarını taşıdılar ve gelişmiş Batı silahlarını etkisiz hale getirmeye dönük elektronik harp yöntemlerini daha etkin kullanmaya başladılar.
Ukrayna’nın Rusya anavatanına gerçek manada zarar verebilmesi için, Batı’nın çok sayıda uzun menzilli füze sağlaması gerekecek. Fakat Batı’nın bu miktarda füze temin etme kapasitesi sınırlı ve bu füzelerin sağlanması neredeyse kesin olarak Rusya’nın doğrudan misillemesine yol açacak.
Rusya’ya yönelik derin saldırılara onay vermenin siyasi mantığı da belirsiz. Bu tür saldırıların Putin üzerinde savaşı sona erdirme baskısı yaratacağı veya onu müzakere masasına oturtacağı konusunda iyimser olmak için pek sebep yok. Bilakis, Rusya’nın Ukrayna halkıyla değil NATO ile savaştığı iddialarını güçlendirmesi muhtemel. Tarihte geniş çaplı bombardımanların halk direnişini artırdığına dair çok sayıda örnek var. Şimdiye dek Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları da bunu kanıtladı ve Ukrayna milliyetçiliğini ve Rusya karşıtı duyguları körükledi.
İstenmeyen bir başka muhtemel sonuç, Batı’nın artan askeri desteğinin, Rusya’nın gelecekteki müzakerelerdeki taleplerini sertleştirmesi. Batı, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kullanmaya ne kadar istekli görünürse, Ruslar da bir çözümün koşulu olarak Ukrayna’nın kapsamlı bir şekilde silahsızlandırılması konusunda o kadar ısrarcı olacak.
Öte yandan, riskler olası kazanımlara göre çok daha büyük. En büyük tehlike, Rusya’nın “caydırıcılığını yeniden tesis etmek” zorunda hissetmesi ve Batı’ya, Ukrayna’ya sağladığı silahların etkisini ve menzilini sonsuza dek artıramayacağını göstermek istemesi. Putin, kendi ülkesinde, Rusya’nın NATO ile geniş çaplı bir savaştan başka seçeneği kalmayana kadar Batı’nın müdahalesini derinleştirmemesi için Batılı bir hedefi vurarak net bir sınır çizmesi yönünde baskı altında kalabilir.
Putin hangi “gerekli önlemleri” alabilir? Rusya’nın derhal nükleer bir tırmanışa gitmesi pek olası değil. Bunun yerine, Avrupa’daki sabotaj eylemlerini (şimdiye kadar büyük saldırılardan çok uyarı niteliğindeydi) ciddi ölçüde artırabilir; Hizbullah’a veya Husilere füze ve uydu istihbaratı sağlayabilir; ya da daha ileri gitmek isterse, Ukrayna saldırıları için kritik öneme sahip Batı uydularına saldırabilir.
Bu eylemlerden herhangi biri Batı’ya ciddi zarar verebilir ve Batı’nın tepkisine yol açabilir. Bu da sonu belirsiz, son derece tehlikeli bir tırmanma döngüsünü tetikleyebilir.
Sınırı nerede çizeceğini yalnızca Putin bilebilir. Ancak dünyanın en büyük nükleer güçleri arasında doğrudan bir savaşın tehlikeleri göz önüne alındığında, bu sınırın nerede olabileceğini zorlamaya devam etmek bizim açımızdan oldukça riskli.
Rusya bu savaşı kayıtsız şartsız kazanamaz. Ukrayna’nın geniş topraklarının tamamını ele geçirip yönetemez, zira bu Rusya’nın mevcut ordusunun kat kat üstünde bir işgal gücü gerektirir. Fakat Ukrayna’yı harap edebilir, yeniden inşa edilemeyecek ya da kimseyle ittifak kuramayacak kadar işlevsiz bırakabilirler.
Ukrayna’nın bağımsızlığını koruyan ve müreffeh bir gelecek fırsatı sunan bir çözüme ulaşmayı zorlaştırmak ne Batı’nın ne de Ukrayna’nın çıkarına.
Ukrayna’nın şu anda acilen ihtiyaç duyduğu şey uzun menzilli silahlar değil, bu savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesi ve Ukrayna’ya kendini yeniden inşa etme ve refaha kavuşma konusunda gerçekçi bir şans tanıyan uygulanabilir bir plan.
DÜNYA BASINI
Fransa’da “Macro-Lepenizm” dönemi başladı
Yayınlanma
6 gün önce12/09/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, bütün teamüllere aykırı olarak ve bir “darbe” görüntüsü ile solcu Yeni Halk Cephesi’ne hükümet kurma şansı vermeyip Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN) ile zımni bir anlaşma ile muhafazakâr başbakan Barnier’yi ataması tartışmaları alevlendirdi. Macron’un düşmanı gibi görülen Le Pen ve sağcı partisi, görünen o ki göç gibi bazı meselelerde takındığı tutumdan memnun kalarak Barnier’ye güven oylamasında destek çıkacak. Bu, Macron-Le Pen iktidarının ilk adımı gibi görünüyor; ama bunun da ötesinde, Batı’da “proto-faşist” gibi görünen partilerin ana akım “neoliberal” unsurlarla kutsal olmayan ittifakında önemli bir aşama kat edildiğini de gösteriyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çeirmene aittir.
Macron ve Le Pen’in “kutsal olmayan” iktidarı: Bu tehlikeli birliktelik, Avrupa’yı yeniden şekillendirebilir
Thomas Fazi
Unherd
7 Eylül 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Macron, temmuz ayında aldığı parlamentoyu erken seçime götürme kararı nedeniyle acımasız eleştirilere maruz kaldı. Le Pen’in Ulusal Birlik’in (RN) Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ilk sıraya yükselmesinin ardından halktan bir “açıklama” istediğini söyleyen Macron, yapılan seçimlerde çoğunluğu kaybederek “asılı parlamento” ile karşı karşıya kaldı. Bunu Fransa’yı kaosa sürükleyen iki aylık siyasi tıkanıklık süreci takip etti. Gerçekten de Cumhurbaşkanı’nın fevri kumarı başta feci bir şekilde ters tepmiş gibi görünüyordu.
Ancak 5 Eylül’de şaşırtıcı bir gelişme yaşandı ve Élysée sonunda yeni başbakan üzerinde uzlaşıldığını duyurdu. Bu tanıdık bir isimdi: AB’nin önceki dönem Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier. Macron onu “ülkenin hizmetinde birleştirici bir hükümet” kurmakla görevlendirmişti. İlk bakışta bu zayıf bir ihtimal gibi görünebilir. Zira Barnier Fransa’da ne popüler ne de o kadar iyi tanınıyor, partisi Cumhuriyetçiler de son seçimlerde ancak yüzde 5 kadar oy alabildi. Dört kez hükümette bakanlık ve iki kez de AB komiserliği yapmış olan 73 yaşındaki Barnier, uzun zamandır merkezci, liberal görüşlü bir neo-Gaullist olarak görülüyor ve (seçmenlerin kitlesel olarak reddettiğini gördüğümüz) müesses nizamın bir temsilcisi. Hatta “Fransız Joe Biden” olarak biliniyor. Macron için uzun süredir devam eden bir dizi siyasi kumarın sonuncusu olan bu hamle belki de pek yakında dahice olarak anılacak.
Daha iki ay önce, Macron’un Avrupa seçimlerinde Le Pen karşısında aldığı ezici yenilgi, onu derin bir gayrimeşruluk girdabının içine sokmuştu. Bir zar attı ve Le Pen’i uzak tutmayı başardı- ancak karşılığında Macronizm’in yeminli düşmanı Jean-Luc Mélenchon’un sol-popülist partisi Boyun Eğmeyen Fransa’dan [La France insoumise] oluşan yeni bir sol kanat bloku güçlendirdi. Macron şimdi hem solda hem de sağda iki düşman arasında sıkışmış durumda. Oysa hem kurumsal protokol [teamül gereği] hem de temel demokratik mantık, en çok sandalyeyi kazanan koalisyon olan Yeni Halk Cephesi’nden bir başbakan atanması gerektiğini dikte ediyor.
Ne var ki bu Macron için pek çok bakımdan felaket anlamına gelebilirdi: Yeni Halk Cephesi [Nouveau Front populaire], diğer vaatlerinin yanı sıra, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran ve Macron’un amiral gemisi niteliğindeki oldukça tartışmalı emeklilik yasasını yürürlükten kaldırmayı taahhüt etmişti. Bu senaryoyu bertaraf edebilmek için Macroncu blok ve Fransız müesses nizamı ciddi bir manevra yaptı. Le Pen’i yenmek için bir “cumhuriyetçi cephe” kurmada solun desteğini başarıyla aldıktan sonra aynı mantığı bu kez solun kendisine karşı kullandı. Artık iktidardan uzak tutulması gereken “tehlikeli radikaller” ya da “aşırı sağdakiler” değil, “aşırı soldakiler” idi. Bununla tutarlı olarak da Mélenchon’un partisi ile çalışmayı ya da herhangi bir iş birliğini ivedilikle reddetti.
Yeni Halk Cephesi, başbakan adayı olarak 37 yaşında, pek de radikal sayılmayacak bir devlet memuru olan Lucie Castets’i ortaya attığında, Macron bir açıklama yaparak sol koalisyondan bir başbakan atamayacağını, çünkü onların istikrarlı şekilde hükümet edebilecek bir durumda olmadıklarını öne sürecekti. Bu ilk bakışta belki de şok edici bir demokrasi ihlaliydi. Fakat Fransız cumhurbaşkanının günden güne daha baskıcı olan tekno-otoriter yönetimi ve sağa karşı solu kendi çıkarına kullanma, karşılığında ise hiçbir şey sunmayan pratiği düşünüldüğünde bütünüyle tutarlıydı.
Her ne kadar Yeni Halk Cephesi’nden bu kararın bir “rezalet” ya da “kabul edilemez bir irade gaspı” olduğu şeklinde pek çok ses çıksa da Macron ekonomik reformlarını korumak ve solu iktidardan uzak tutmak için elinden ne gerekiyorsa yapacaktı. Temel demokratik ilkeleri göz ardı etmekten çekinmeyecek ve hatta Le Pen ile anlaşmaya varmaktan dahi geri durmayacaktı.
Barnier’e gelelim. Belki de Macroncu blok ile AB karşıtı Ulusal Birlik arasındaki olası anlaşmaya aracılık etmesi beklenmeyen bir aday. AB’nin baş Brexit müzakerecisi olarak üstlendiği görevde, karşılıklı fayda sağlayacak bir ilişki kurmaya çalışmaktansa Birleşik Krallık’ı birlikten ayrılmaya cüret ettiği için “cezalandırmaya” daha niyetli görünen radikal bir AB yanlısı ideolog olarak ün kazandı. Pazarın bütünlüğü ve İrlanda sınırı meselesi başta olmak üzere AB’nin kırmızı çizgileri konusundaki ısrarı, Brexit yanlıları tarafından Birleşik Krallık’ın tatmin edici bir anlaşma elde etmesini engellediği ve benzer ayrılıkları düşünen diğer üye devletler için caydırıcı olduğu şeklinde değerlendirilmişti.
Yeni başbakanı onaylamak için resmi bir ittifaka gerek olmasa da –Le Pen’in Macron ile resmi bir anlaşma sürecine girmesi kendi siyasi intiharı anlamına geleceğinden elbette böyle bir şey söz konusu değil– Cumhurbaşkanı, Le Pen ile önden anlaşmadan Barnier’in ismini telaffuz edemezdi. Le Pen’in, adı geçen başbakana karşı sol ile birlikte bir güvensizlik önergesini desteklemesi riski göze alınamazdı zira (ki sol cephe böylesi bir oylamayı gündeme getirme sözünü zaten vermişti). Le Pen ise yeni hükümeti bazı tekil politikaları konusunda desteklemeye açık olduğunun sinyallerini çoktan vermiş durumda: “Michel Barnier en azından talep ettiğimiz ilk kriteri karşılıyor gibi görünüyor, yani farklı siyasi güçlere saygılı ve Ulusal Meclis’teki birinci parti olan Ulusal Birlik ile diyalog kurabilecek bir isim.”
Anlaşmanın nasıl gerçekleşmiş olabileceğini tahmin etmek pek zor değil aslında: Ulusal Birlik’in Macron’un ekonomik reformlarına karşı çıkmaması ve Fransa’nın mevcut Ukrayna politikasını desteklemesi ön koşuluyla yeni hükümet, başta göç olmak üzere Ulusal Birlik’in öncelik bellediği bazı konulara eğilecek. Elbette bu anlaşmanın geçerli olup olmayacağının ya da devam edip etmeyeceğinin bir garantisi yok. Ancak sürecin buraya kadarki kısmını dahi Macron için büyük bir zafer olarak görmemek güç. Tek hamlede solu marjinalleştirirken, Ulusal Birlik’i ana akım siyasetin içine çekti ve ekonomi ve dış politika konularında sivri yanlarını köreltmeye zorladı – öyle ki müesses nizama yanaştığı düşünülürse partiye olan desteğin azalma ihtimali dahi var. Sadece birkaç ay önce siyasi olarak ölü kabul edilen biri için hiç de fena bir netice sayılmaz.
Elbette bu, kilit konularda hükümet politikasını etkileyebilme potansiyeline sahip Le Pen için kötü bir sonuç değil. Macron yanlısı blok ve geriye kalan merkez sağ partiler mutlak çoğunluğa sahip olmadığından, Le Pen’in partisi hükümet politikası üzerinde fiili bir veto yetkisine sahip. Merkezde yer alan bir milletvekilinin ifadesiyle Barnier’in kaderi fiilen “Ulusal Birlik’in elinde” olacak. Yine de burada asıl kazananın müesses nizam olduğunu görmek lazım: Macron, göç ve güvenlik konularında verdiği tavizin karşılığında, ekonomi ve dış politikadaki mevcut yönelimi –AB’nin dayattığı bütçe kesintileri ve neoliberal yapısal reformlar ile NATO bayrağı altında Ukrayna’ya mali-askeri desteğin devam ettirilmesi– sürdürecek bir istikrar sağlamayı başardı.
Fransız tarihçi Emmanuel Todd’un 2018’de ortaya attığı “Macro-Lepenizm” kavramı düşünüldüğünde, bu sonucun çoktan öngörüldüğü fark edilecektir. Bu kavram, Macron’un temsil ettiği finans sermayesi ile Le Pen’e zımni olarak atfedilen otoriterlik arasındaki örtük bir anlaşmayı imliyor. Todd, Macron ve Le Pen’in siyasi yelpazenin farklı uçlarını temsil ettiği iddialarına rağmen, politikalarının ve eylemlerinin görünenden daha derin bir uyumu olduğunu savunuyor. Todd’a göre her iki isim de daha büyük toplumsal değişimler pahasına yönetici sınıfın, özellikle de servet sahiplerinin çıkarına olacak bir siyasal sistemi destekliyor. Todd’un ortaya koyduğu temel eleştirilerinden biri hem Macron’un hem de Le Pen’in otoriter eğilimler sergilemesiydi: Örneğin Le Pen, Fransız polisinin Sarı Yelekliler protestoları karşısındaki, acımasız saldırganlığını desteklediğini değişik biçimlerde ifade etmişti. Tüm bunlar, bu ittifakın olası bir iktidarının Fransa coğrafyasını aşan siyasal sonuçlar doğuracağını söylüyor bize.
Merkezci-liberal ve sağ-popülistler arasındaki bu ittifak –“liberal-muhafazakâr popülizm” olarak adlandırabiliriz– pekâlâ diğer Avrupa ülkeleri için de bir model haline gelebilir. Yani daha katı göç politikaları ve ilericiliğe karşı kültürel gericilik, AB-NATO çerçevesinde dizayn edilmiş ana akım bir ekonomi ve dış politika yaklaşımıyla yan yana gelebilir. Bunu sağ-popülizm için hem bir zafer hem de bir yenilgi olarak görmek mümkün: Başta göç ve kamu güvenliği olmak üzere muhtelif alanlardaki politikaları değiştirmeyi başaracağı ölçüde bir zafer; hâkim ekonomik-politik düzene radikal şekilde meydan okumayacağı başaramayacakları ve Le Pen örneğinde olduğu gibi müesses nizamın içine çekilecekleri anlamına geleceği ölçüde ise yenilgi.
Tam da bu noktada AB’nin yapısı büyük bir rol oynamaktadır: Brüksel’in üye ülkeler, özellikle de Avro bölgesine dahil olanlar üzerinde uyguladığı ekonomik ve mali kontrolün derecesi, mevzubahis sağ-popülist partiler olduğunda bile AB’nin diktalarına uymaktan başka seçenekleri olmadığı anlamına gelir. Bu anlamda Barnier’in Brüksel ile olan yakın ilişkisi kilit önem taşıyacaktır, zira Fransa’yı Avrupa gündemiyle uyumlu tutma konusunda AB ile el ele çalışması bekleniyor. İlk açıklamasında Fransa için bir tür “yeşil kemer sıkma” müjdesi vermesi bu bağlamda tesadüf olmasa gerek. Başbakan olarak insanlara “gerçekleri, söylemesi zor dahi olsa, söyleyeceğini” ifade etmişti -kamu borçlarının yanı sıra çocukların omuzlarına yüklenen çevresel/ekolojik gerçekleri de-.
Fakat sağ popülist partiler de sorumluluğun bir kısmını paylaşıyor: Güvenlik sorununu daha geniş bir ekonomik güvenlik bağlamından ziyade neredeyse sadece göçe dönük daha sıkı tedbirlerle çerçeveleyerek ve AB’nin yapısının gerçek değişimlerin önünde yapısal engeller koyduğunu kabul etmeyerek müesses nizam tarafından içerilmek için kolay bir av haline geldiler. Bu gidişle “Macro-Lepenizm” kalıcı olacak.
Vietnam lideri To Lam yeni Pekin elçisine Çin ile ilişkilerin ‘en önemli öncelik’ olduğunu söyledi
Britanya ve Fransa yeni bir askeri anlaşma planlıyor
Ermenistan’da ‘askeri darbe girişimi’ iddiası
Çin-Afrika Zirvesi ve Kolektif Batı: Eyvah Çin Afrika’yı da kaptı
Rusya’nın ekim ayında petrol ihracatını artırması bekleniyor
Çok Okunanlar
-
ASYA1 hafta önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
RUSYA2 hafta önce
Putin, Doğu Ekonomi Forumu’nda konuştu
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 1
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Kremlin: Türkiye’nin BRICS’e üyelik başvurusunu değerlendireceğiz
-
AMERİKA2 hafta önce
Arjantin’de Milei’nin “şok terapisine” karşı yeni para birimi piyasaya sürüldü