Bizi Takip Edin

AVRUPA

Alman otomotiv krizi Vişegrad ülkelerine sıçrıyor

Yayınlanma

Alman otomotiv endüstrisindeki kriz sadece Almanya’daki otomobil fabrikalarını değil, aynı zamanda Alman endüstrisinin Macaristan da dahil olmak üzere Vişegrad ülkelerindeki (Çekya, Macaristan, Polonya ve Slovakya) başlıca üretim tesislerini de etkiliyor.

Satışlardaki mevcut düşüşten özellikle e-araba sektörü etkileniyor. Bu durum hem Volkswagen başta olmak üzere otomobil üreticilerinin kendileri hem de tedarikçiler için geçerli.

German Foreign Policy’nin aktardığına göre, örneğin otomotiv tedarikçisi ZF, 2028 yılı sonuna kadar Almanya’da 14.000 kişiyi işten çıkarmayı planladığını açıkladı. Continental ise muhtemelen tedarikçi işletmesini tamamen kapatmayı ve borsaya açmayı planlıyor.

Federal Motorlu Taşımacılık Kurumuna göre, bu yılın ağustos ayında bir önceki yılın ağustos ayına kıyasla neredeyse yüzde 69 daha az yeni elektrikli otomobil tescil edildi. Dizel motorlarda bu düşüş yüzde 24.4, benzinli araçlarda ise yüzde 7,4.

Bu düşüşler ve aynı zamanda otomotiv sektörünün dönüşümü, ekonomileri büyük ölçüde Alman sanayisine bağlı olan ve büyümeleri büyük ölçüde Alman işlerinin bir sonucu olan Vişegrad ülkeleri için büyük zorluklar yaratıyor. Örneğin Macaristan’da sanayi üretimi şimdiden çökmüş durumda.

Vişegrad: Alman otomotiv sektörünün arka bahçesi

Vişegrad ülkeleri Alman sanayisi için dünyanın en önemli üretim merkezlerinden biri haline geldi.

Sadece 2016 yılı itibariyle Alman şirketleri bu dört ülkeye (V4) yaklaşık 84 milyar avro yatırım yapmış durumdaydı ki bu rakam, o tarihte Çin’e yapılan yatırımdan daha fazlaydı.

Almanya’nın bakış açısına göre V4 ülkeleri bir dizi yatırım avantajı sunuyor: Batı Avrupa’ya coğrafi yakınlık, gelişmiş bir sanayi altyapısı, büyük bir kalifiye işgücü ve düşük ücret seviyeleri.

Kimya ve elektronik sektörlerindeki Alman şirketleri güçlü bir şekilde temsil edilmekle birlikte, özellikle Alman ekonomisinin amiral gemileri olan makine mühendisliği ve özellikle otomotiv endüstrisi bir hayli etkili.

V4’teki otomobil üretimi 1991 ile 2019 yılları arasında 670.000’den 4,4 milyon araca çıkarak 6,6 kat arttı. Bu rakam 2019 yılında AB’de üretilen tüm araçların yüzde 24,9’una tekabül ediyordu.

2020 yılında pandemi nedeniyle üretim 3,6 milyon araca düşmüştü; fakat yüzde olarak bakıldığında, V4’ün AB otomobil üretimindeki payı yüzde 26,2’ye yükseldi.

Vişegrad’ın Almanya’ya bağımlılığı

V4’ün Alman sanayisine ve özellikle de Alman otomobil üretimine aşırı bağımlılığı dört ülke için sorunlu başlıklardan biri.

Planlamanın, geliştirmenin ve kârın önemli kısmı Almanya’ya gidiyor. Öte yandan Almanya’daki ekonomik gelişmenin V4 üzerinde doğrudan etkisi var. Örneğin küresel ekonomik krizin sonucu olarak 2009 yılında küresel otomobil satışları çöktüğünde Çekya, Slovakya ve Macaristan ekonomileri durgunluğa girmişti.

Alman otomobil üreticilerinin satışlarındaki mevcut düşüş de V4’teki üretimi etkiliyor. Örneğin Macaristan’da sanayi üretimi çöküş eğiliminde. Bloomberg bunu otomobil ve batarya üretimindeki zayıflamaya bağlıyor.

Buna bir de AB ile şu anda Macaristan’ın en önemli yatırımcısı olan Çin arasında baş gösteren ticaret savaşı ekleniyor. 2024’ün ikinci çeyreğinde Macaristan ekonomisi yüzde 0,2 oranında küçüldü.

Elektrikli araç dönüşümünün Vişegrad eksenine etkileri

Elektrikli araçlara geçiş üretimde büyük değişikliklere yol açarken bazı tedarikçiler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

Polonya ve Macaristan, diğer Doğu Avrupa ülkelerine kıyasla içten yanmalı motorlar, motor parçaları ve şanzıman ihracatına daha bağımlı. Çekya ve Slovakya’da ise motor ve vites kutusu üretimi çoğunlukla büyük, yerel otomobil montajı için kullanılırken, ihracat için daha az kullanılıyor.

Altı motor fabrikası bulunan Polonya en büyük motor üreticisi konumunda ve 2020 yılında 2,8 milyar avro değerinde motor ihraç etti. Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan aynı zamanda Doğu Avrupa’dan en büyük motor parçası ihracatçıları.

V4 hükümetleri de dönüşümle farklı şekillerde ilgileniyor. Polonya, Macaristan ve Slovakya, batarya fabrikaları ve elektrikli şanzıman bileşenlerinin üretimi için yatırımcıları çekmek için çalışıyor. Polonya ve Macaristan, Çin ve Güney Kore fabrikalarını çekme konusunda çok başarılı oldu. Çek Cumhuriyeti bu konuda oldukça geri kalmış durumda.

Karma üretim Doğu Avrupa’nın işine yaramayabilir

German Foreign Policy’ye göre Batı Avrupa’da Zwickau ve Emden’deki VW fabrikaları, Berlin yakınlarındaki Tesla fabrikası gibi tamamen e-araçların seri üretimine yönelik fabrikalar açılmış ya da VW’nin Wolfsburg yakınlarındaki Trinity fabrikası gibi bu tür fabrikalar planlanıyor olsa da, Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu için durum böyle değil.

Buradaki mevcut strateji, elektrikli araçların içten yanmalı motorlarla birlikte aynı fabrikalarda üretileceği karma üretime yönelik. Karma üretimi orta vadede kârlı hale getirmek için Doğu Avrupa’daki birçok fabrika düşük üretim maliyetleri ve yüksek işgücü esnekliği ile daha düşük üretimi telafi etmeyi planlıyor. 

Fakat uzun vadede, bu karma üretim stratejisinin tamamen e-mobiliteye yönelik fabrikalarla rekabet etmesi zor. Bu durumun uzun vadede Doğu Avrupa’da büyük iktisadi sorunlara yol açabileceği düşünülüyor.

Almanya ile Asya’nın kesişim noktası: Macaristan

Macaristan, “Doğu periferisindeki” konumunu güçlendirmek için Doğu Asya’nın batarya üretimine yaptığı doğrudan yatırımı Alman otomobil üreticilerinin elektrikli araç üretimine yaptığı yatırımla birleştiriyor.

Bu, Alman yatırımcılar için devlet teşvikleri, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimine (KYG) katılım ve Rusya ile enerji anlaşmaları ve altyapı projelerinin bir karışımını içeriyor.

Doğu Asyalı yatırımcılar sayesinde Macaristan, Avrupa’nın önde gelen elektrikli otomobil bataryası üreticilerinden biri haline geldi. Örneğin şu anda Szeged’de ilk Macar otomobil fabrikasını inşa eden Çinli BYD şirketi, Budapeşte’nin kuzeyinde bir batarya montaj tesisine de yatırım yapıyor.

Çinli şirketler 2016’dan bu yana Komárom’da Londra ve başka yerlerde kullanılan elektrikli otobüsler üretiyor. İki Çinli batarya üreticisi, Eve Energy ve dünyanın en büyük endüstri grubu CATL, Macaristan’da faaliyet gösteriyor.

CATL, Erfurt’taki ilk tesisinin ardından Debrecen’de ikinci Avrupa tesisini inşa ediyor. Güney Koreli grup SK Innovation Macaristan’daki üçüncü tesisini Budapeşte yakınlarındaki Iváncsa’da inşa ediyor.

Alman sanayisini Rusya üzerinden Asya’ya bağlamak

German Foreign Policy’deki habere göre Macaristan’daki yeni sanayi tesisleri, enerji ve altyapı projeleri birbiriyle bağlantılı olduğundan, Alman otomobil üreticilerinin e-araba üretimine ayak uydurabilmek için Macaristan’a olan ilgisini artırıyor.

Örneğin Çinli batarya üreticisi CATL, BMW ile aynı bölgede bir fabrika inşa ediyor. Bu fabrikaların yakınında ilave gaz yakıtlı enerji santralleri ile yeni bir enerji altyapısı inşa ediliyor.

Dolayısıyla Kuzeydoğu Macaristan, “kayda değer bir jeostratejik yolla” Alman sanayisini Doğu Asya yatırımlarına bağlayan ve Rus enerji kaynaklarını neredeyse eksiksiz bir batarya üretim zincirine entegre eden bir merkeze dönüşüyor.

AVRUPA

Meloni, Arnavutluk göçmen anlaşmasını kurtarmaya çalışıyor

Yayınlanma

Ulusal basında yer alan haberlere göre İtalya, Arnavutluk’taki göçmen tesislerini sadece “geri gönderme merkezi” olarak sınıflandırarak yasal engelleri aşmaya çalışıyor.

Cuma günü yapılan bir toplantıda yetkililerin, İtalya tarafından finanse edilen 653,5 milyon avroluk merkezleri, tüm projeyi engelleyen üç olumsuz mahkeme kararına rağmen çalışır durumda tutmanın yollarını tartıştığı bildirildi.

Kasım 2023’te imzalanan İtalya-Arnavutluk göç anlaşması, İtalya tarafından denizde kurtarılan “güvenli üçüncü ülkelerden” yetişkin göçmenlerin Arnavutluk’a transfer edilmesini sağlıyor. Sığınmacılar Şingin’de taramadan geçirilirken, Gjader’de sığınma kararlarını bekliyorlar.

Hükümet, yargı denetimini atlatmak için bu merkezleri sadece sınır dışı işlemleriyle sınırlandırmayı planlıyor.

Yeniden sınıflandırılmaları halinde, başlangıçta denizde yakalanan göçmenleri işlemek üzere tasarlanan Şingin ve Gjader tesisleri, sınır dışı edilmeyi bekleyen sıcak noktalarda ve kabul merkezlerinde bulunanlar da dahil olmak üzere, halihazırda İtalya’da bulunan düzensiz göçmenleri alıkoyacak.

Dışişleri Bakanı Antonio Tajani pazartesi günü Roma’da yaptığı açıklamada Arnavutluk’taki merkezlerin geri gönderme merkezlerine dönüştürülmesini tartışırken, “Göreceğiz. İlerliyoruz, Arnavutluk’taki çalışmalardan vazgeçmeyeceğiz,” diye ekledi.

İtalya-Arnavutluk göç anlaşması çerçevesinde İtalya tarafından Arnavutluk’ta inşa edilen göçmen merkezleri 11 Ekim 2024 tarihinden bu yana faaliyette olmalarına rağmen henüz tek bir göçmeni bile kabul etmedi.

Son aksilik geçen hafta Roma Temyiz Mahkemesinin 43 göçmenin Arnavutluk’ta gözaltında tutulmasını onaylamayı reddederek cumartesi günü İtalya’ya geri gönderilmelerine karar vermesiyle yaşandı. Altı göçmen zaten reşit olmadıkları ya da sağlık durumları kötü olduğu için geri gönderilmişti.

Daha önceki yasal engellere rağmen, Başbakan Meloni’nin gerekirse görev süresinin sonuna kadar “her geceyi” merkezlerde geçirmeye hazır olduğunu belirtmesi ile, hükümet rotasını değiştirmeye niyetli olmadığını gösterdi.

Avrupa düzeyinde, Arnavutluk’un göçmen projesi, genellikle gevşek bir şekilde tanımlanan “geri dönüş merkezleri” kavramıyla bağlantılı olarak, göç için “yenilikçi çözümler” konusundaki görüşmelerde yer alıyor.

Avrupa Komisyonunun geri dönüşlere yönelik yeni ortak yaklaşımını önümüzdeki ay açıklaması bekleniyor.

Komisyon pazartesi günü Arnavutluk’taki merkezlerin yeniden sınıflandırılması konusunda yorum yapmaktan kaçındı ve bunu “ulusal bir mesele” olarak nitelendirdi.

Fakat Komisyon, tesislerin potansiyel olarak yeniden sınıflandırılmasına ilişkin tartışmalardan “haberdar” olduğunu söyledi.

İtalya-Arnavutluk projesinin geleceği, İtalyan mahkemelerinin davayı havale ettiği Avrupa Adalet Divanına bağlı. Nihai kararın 25 Şubat’a kadar verilmesi bekleniyor.

Avrupa İşlerinden sorumlu Bakan Tommaso Foti pazar günü yaptığı açıklamada, karardan önce harekete geçip geçmeyeceklerini değerlendireceklerini söyledi.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

İtalya’da tarihsel revizyonizm tam gaz: “Foibe katliamları” anmasına üst düzey katılım

Yayınlanma

İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru ve savaşın sona ermesinin ardından Hırvatistan ve Slovenya’nın Istria ve Dalmaçya bölgelerinden İtalyan kökenli insanların öldürülmesi ve göçe zorlanmasını anmak üzere pazartesi günü İtalya’nın dört bir yanında Ulusal Sürgünler ve Foibe Anma Günü törenleri düzenlendi.

Foibe cinayetleri konusu uzun yıllar uykudaydı fakat Başbakan Giorgia Meloni gibi sağcı İtalyan politikacılar tarafından siyasi takipçilerini harekete geçirmek için bir dava olarak yeniden canlandırıldı. Pazartesi günkü anma töreni, ulusal anma gününün ilk kez uygulanmaya başlamasının 20. yılını kutladı.

2004 yılında çıkarılan bir yasa ile gündeme gelen anmaya konu “Foibe” sözcüğü, cesetlerin atıldığı çukurlara atıf yapıyor. 

Roma’da düzenlenen ana törene Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella, Başbakan Meloni, Senato Başkanı Ignazio La Russa ve Dışişleri Bakanı Antonio Tajani katıldı.

Slovenya ve Hırvatistan’ın İtalya’nın Balkanlardaki ortakları olarak öneminin altını çizen Tajani, “Hatırlamak, suçlama ve hatta intikam anlamına gelmez,” dedi.

Cumhurbaşkanı Mattarella ise, Faşist İtalya’nın Yugoslavya’nın savaş zamanı işgali sırasında Sloven ve Hırvatlara uyguladığı baskıyı hatırlatarak, “Tito’nun komünist diktatörlüğü kuruldu ve bu bölgelerde yaşayan İtalyanlara karşı acımasız bir şiddet dönemi başladı,” iddiasında bulundu.

Trieste’ye işaret eden “faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganı ortalığı karıştırdı

Anma töreni, 8 Şubat’ta Trieste, Basovizza’da İtalyanlar için yapılan ulusal anıtın yakınında yere sprey boyayla yazılmış Slovence bir sloganın bulunmasının ardından köpürtülen öfkenin ardından gerçekleşti.

“Trieste bizimdir, faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganı, birçok Sloven’in İkinci Dünya Savaşından sonra Yugoslavya’nın bir parçası olmasını umduğu fakat İtalya’ya verilen İtalyan şehrine ve Yugoslav partizanların faşist işgale karşı bayraklaştırdığı “faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganına atıfta bulunuyordu.

Meloni de mesajı kınayanlar arasındaydı ve bunu “tüm ulusa hakaret” olarak nitelendirdi.

İtalya sınır bölgesindeki Sloven azınlığın partisi Slovenska Skupnost da mesajı kınayarak, “siyasi varlıklarını tam da geçmişin yaraları ve trajedilerinden besleyenler tarafından körüklenen, topraklarımızdaki halklar arasındaki çatışma ve nefreti yeniden alevlendirme girişimi” olarak nitelendirdi.

Bakan Tajani’nin provakatif sözleri hatırlandı, neofaşistler İstria’nın ilhakını istedi

Öte yandan olayın duyulmasından kısa bir süre sonra Trieste kentindeki İtalyan neofaşist Pro Patria örgütü tarafından düzenlenen bir yürüyüşte katılımcılar, İstria yarımadasının tamamının İtalyan yönetimine geri dönmesi çağrısında bulunan sloganlar attılar.

2019 yılında, o dönemde Avrupa Parlamentosu Başkanı olan Dışişleri Bakanı Tajani, Foibe Ulusal Anıtında yaptığı konuşmayı savaş çığlığıyla bitirmiş ve “Yaşasın İtalyan Istria’sı, yaşasın İtalyan Dalmaçya’sı!” diyerek Slovenya ve Hırvatistan’ın öfke ile ayağa kalkmasına neden olmuştu.

2020 yılında İtalya Cumhurbaşkanı Mattarella ve Slovenya Cumhurbaşkanı Borut Pahor ilk kez Basovizza’daki Foibe anıtını ve faşizmin Slovenyalı askeri kurbanları anıtını ziyaret ederek uzlaşma yolunda önemli bir adım atmışlardı.

Foibe “kurbanları” kimlerdi? Antifaşist direnişçiler Balkanları nasıl özgürleştirdi?

“Foibe” terimi, İtalya’nın 8 Eylül 1943’te ateşkes ilan etmesinin ardından Tito’ya ve Komünist Parti’ye bağlı antifaşist partizanların Trieste-İstria bölgesine girerek faşistlere ve faşist olduğu iddia edilenlere karşı toplu infazlar ve diğer şiddet eylemleri gerçekleştirdiği öne sürülen iki ana katliam dalgasını ifade ediyor.

Bazı raporlara göre ilk dalgada 700’e yakın İtalyan hayatını kaybetmiş, bunların bir kısmı “foibe” olarak bilinen çukurlara atılmıştır.

Yaklaşık 2.000 ila 4.000 kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan ikinci yarı organize şiddet dalgası ise, İtalya’nın İtalyan antifaşist partizanlar ve Müttefik kuvvetler tarafından kurtarılmasını takip etti ve 1945 yılının mayıs-haziran aylarına kadar sürdü.

Bu arada, İkinci Dünya Savaşından sonra 300.000’den fazla İtalyan, komünistlerin iktidara geldiği Yugoslavya’yı terk etti. Bölgedeki İtalyanlar yaygın olarak “halk düşmanı” olarak görülüyordu.

İtalyanlar, Foibe katliamları için 3.000 ila 5.000 arasında kurban verirken, aynı topraklarda faşist işgal ve katliamlar yoluyla 60.000 ila 100.000 arasında Yugoslav ve diğer halklardan kişiler hayatını kaybetmişti.

İtalyan komünistler: Partizanlar İtalyanlara karşı değil, faşistlere ve işbirlikçilerine karşı silahlandı

Örneğin İtalya Komünist Cephesi tarafından yapılan açıklamada, “Anma Günü”nün revizyonist içeriğine dikkat çekilirken, İtalya’nın suçlarının örtbas edildiğini; bu suçların sadece bugün Slovenya ve Hırvatistan’ın bir parçası olan toprakların ilhakına değil, aynı zamanda “Slav halklarına yönelik taciz, her türlü şiddet ve katliamlara” da yol açtığı vurgulanıyor.

Komünist Cephe, “Yugoslavya’nın faşist işgali sırasında İtalyan ordusu halka karşı tarifsiz bir şiddet uygulamış, siviller toplama kamplarında toplanmış ve binlerce kişi açlık, sıkıntı ve hastalıktan ölmüştür,” dedi.

Açıklamada, söz konusu savaş bağlamında ve birçok İtalyan partizanın da katıldığı faşizmden kurtuluş mücadelesi sırasında, Yugoslav partizanların İtalyanlarla savaşmak için değil, “faşist savaş suçluları ve onların işbirlikçileri” ile savaşmak için silahlandığına vurgu yapıldı.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Alman ordusu ve istihbaratından sivilleri savaşa hazırlama raporu

Yayınlanma

Almanya’da ordu, bakanlık yetkilileri ve gizli servis ajanları tarafından hazırlanan bir “yeşil kitap”, bir kriz ya da savaş durumunda Almanya’daki sivillerin askeri lojistiğe entegrasyonunun ana hatlarını çiziyor.

Belgenin yazarları, Rusya ile NATO arasındaki gerilimin tırmandığı ve Almanya, Fransa ve ABD’nin de aralarında bulunduğu bazı büyük NATO ülkelerinin en az 70.000 askerini Alman toprakları üzerinden doğuya doğru kaydırdığı bir senaryoyu temel alıyor. Bu birlikler doğuda doğrudan Rus birlikleriyle karşı karşıya geliyor.

Belgeye göre, birliklerin konuşlandırılması sırasında bile, siviller tarafından yerine getirilmesi gereken çok sayıda görev ortaya çıkıyor, çünkü düzenli Alman Silahlı Kuvvetleri (Bundeswehr) birliklerine büyük ölçüde savaş operasyonları için ihtiyaç duyuluyor.

Sivillerin de kullanıldığı görevler arasında örneğin Konvoy Destek Merkezleri (CSC) adı verilen ve tedarik edilmesi gereken bir tür “motorlu araçlarla yürüyen birlikler için dinlenme ve toplanma noktası” kurmak yer alıyor.

Sivil altyapı sağlık sektöründe de yaralı askerleri tedavi etmek için kullanılıyor; zira günde 1.000 kadar yaralı bekleniyor. Bu senaryoda siviller sadece “ikincil olarak” tedavi ediliyor.

Kamu Güvenliği Gelecek Forumu: “Gölge MGK” mı?

German Foreign Policy’nin bildirdiğine göre “Yeşil Kitap ZMZ 4.0” adındaki belge, aralarında çok sayıda askeri personel, çeşitli federal ve eyalet bakanlıkları ile üç Federal Anayasayı Koruma Teşkilatının (BfV) temsilcileri ve danışmanlık firması PricewaterhouseCoopers’ın (PwC) dört çalışanının da bulunduğu 20 kişilik bir çekirdek ekip tarafından hazırlandı.

Belge üzerindeki çalışmalar, Berlin’de 2007 yılında kurulan ve kâr amacı gütmeyen bir dernek olarak sınıflandırılan Zukunftsforum Öffentliche Sicherheit (Kamu Güvenliği Gelecek Forumu) tarafından yürütülürken, yönetim kurulunda çeşitli federal ve eyalet bakanlıkları, itfaiye, çeşitli özel güvenlik şirketleri ve federal bütçe tarafından milyonlarca dolar finansman verilen Liberal Modernite Merkezinin (LibMod) başkanlığını yürüten ve eski Federal Meclis üyesi olan Marieluise Beck (Yeşiller) yer alıyor.

3 Haziran 2024 itibariyle Kamu Güvenliği Gelecek Forumunun 77’si tüzel kişilik, yani çeşitli türden kuruluşlar olmak üzere 136 üyesi bulunuyor. Yönetim kurulu başkanı, Federal Teknik Yardım Ajansının (THW) eski başkanı (2006-2019) ve Alman İtfaiyeciler Birliğinin eski başkan yardımcısı (1999-2006) Albrecht Broemme.

Savaş senaryosu: Solcu barış aktivistleri çatışmaya karşı çıkarsa…

Yeşil Kitap, 2030 baharında NATO ile Rusya arasındaki gerilimin hızla tırmanması senaryosuna dayanıyor.

Bu senaryoya göre NATO ülkeleri, Rus birliklerinin Kaliningrad ve St. Petersburg çevresine konuşlandırılmasına büyük birliklerini doğu kanatlarına kaydırarak tepki veriyor.

Örneğin Bundeswehr, Litvanya’ya Hollanda, Hırvatistan ve Norveç’ten gelen birliklerle takviye edilmiş yaklaşık 30.000 asker konuşlandırıyor. ABD, çoğunluğu güney Almanya’da konuşlu 25.000 askerini Polonya’ya gönderiyor. Fransa, Birleşik Krallık ve Kanada ise Estonya ve Letonya’ya 15.000 asker göndermeye hazırlanıyor.

Her iki durumda da Almanya, birliklerin ve malzemenin nakliyesi için bir merkez görevi görüyor.

Yeşil Kitap senaryosunda savaş hazırlıklarının ülke içinde de dirençle karşılaşacağı varsayılıyor: “Soldan ve sağdan barış aktivistleri ve NATO karşıtları, Rusya ile bir savaşı önlemek için gösteriler ve köprü ve sınır geçişlerinin bloke edilmesi çağrısında bulunuyorlar.”

Buna ek olarak, “Deutsche Bahn elektrik dağıtım kutularına yapılan kundaklama saldırıları… yük trafiğinde kesintilere neden olmaktadır,” deniyor ve bunu “bilinmeyen bir sol otonom grubun” üstlendiği belirtiliyor.

Yeşil Kitap yazarları örgütsel hazırlıkların derhal yapılmasını ve mümkünse sivillerden de yararlanılarak kapasite yaratılmasını önerirken, kriz ya da savaş durumunda protesto ve direnişle mücadeleye yönelik tedbirler de ele alınıyor.

“Transit ve ev sahibi ülke”: Sivillere ulusal görev tanımı 

Yeşil Kitap’a göre Federal Cumhuriyetin bu senaryoda yerine getirmesi gereken görev, merkezi Almanya üzerinden NATO’nun doğu cephesi haline gelen doğu kanadına giden “müttefik ve kendi kuvvetlerinin planlı konuşlanmasını ve ikmalini” güvence altına almak.

Almanya, buradan geçen birlikler için “transit ve ev sahibi ülke” olarak görülüyor.

Fakat doğuda olası bir savaş için Bundeswehr’in düzenli birliklerine ihtiyaç duyulacağından, bunun “ulusal bir görev” olduğu belirtiliyor. Diğer şeylerin yanı sıra, erzak, yakıt, “gece konaklama ve park kapasiteleri” ile; askeri teçhizatın “bakımı ve güvenliği” ile “tıbbi bakım” sağlanmalıdır. Ayrıca “büyük ölçekli askeri konuşlandırmalar” için “trafik kontrolünün” de gerekli olduğu belirtiliyor.

Yeşil Kitap’ta ayrıca Konvoy Destek Merkezlerinin (KDM) kurulması gerektiği belirtilmektedir: bu merkezler “motorlu araçlarla yürüyen birlikler için dinlenme ve toplanma alanları” olup “yiyecek/yatak/yakıt/atölye yelpazesinde” ihtiyaç duyulabilecek her şeyin hazır bulundurulması gerekiyor.

Acil servis örgütlerine ve sivil kurumlara ek olarak, özel sektörden sözleşmeli ortaklara da KDM’nin işletilmesi için danışılması isteniyor.

Hastaneler, doktor muayenehaneleri, eczaneler: Her şey ordunun hizmetinde

Yeşil Kitap’ta, sivillerin bir kriz ya da savaş durumunda sadece geçen birliklerin bakımına değil, aynı zamanda hasta ya da yaralı askerlerin sağlık bakımına da yardım etmekle yükümlü olacağı vurgulanıyor.

Belgeye göre prensip olarak sağlık sistemindeki tüm oyunculara ihtiyaç duyulacak: sadece ilgili acil servisler, hastaneler ve rehabilitasyon tesisleri değil, aynı zamanda ayakta bakım tesisleri, doktor muayenehaneleri ve eczaneler de buna dahil edilecek.

Yeşil Kitap’ın dayandığı senaryoya göre askerlerin doğuya konuşlandırılması sırasında bile “60.000 asker için birinci basamak tıbbi bakım sağlanması” güvence altına alınmalı.

Prensipte, yonca yaprağı mekanizması olarak adlandırılan mekanizma, bir kriz durumunda hasta veya yaralı askerlere bakım sağlamak için kullanılabilir. Bu mekanizma 2020 baharında Covid-19 salgını bağlamında akut hastaların mümkün olan en kısa sürede mevcut hastane yataklarına dağıtılması amacıyla geliştirilmişti.

Sistem o zamandan beri daha da geliştirildi ve şu anda ağır hasta Ukraynalıları ve savaşta yaralananları Almanya’daki hastanelere nakletmek için kullanılıyor.

Sivillerin bakım seviyesi azaltılacak

Ne var ki belge, yonca yaprağı mekanizmasının tam ölçekli bir savaş durumunda uygulanmasının zor olduğunu belirtiyor; çünkü kurban sayısı muhtemelen çok yüksek olacak.

Senaryoya göre günde 1.000 kişi yaralanabilir ve bunların “yüzde 33,6‘sı yoğun bakıma, yüzde 22’si daha fazla bakıma ve yüzde 44,4’ü hafif yaralanmalara ihtiyaç duyacak” ve Bu kişilerin tedavi için cepheden Almanya’ya nakledilmesi gerekecektir.

Almanya’da ise, zaten aşırı yükten muzdarip olan “sivil bakım yapılarına kesinlikle bağımlı” hale gelecekleri belirtiliyor. Mevcut kapasiteler savaş durumunda sivil nüfusa eskisi kadar hizmet vermeye yetmeyecektir ki bu da halihazırda çoğu zaman yetersiz kalıyor.

Yeşil Kitap’ın yazarları, sivil nüfusa yönelik “bakım düzeyinin azaltılmasıyla ilgili kamusal bir tartışmanın yapılmamasını” şiddetle eleştiriyor; “tartışma eksikliği” nedeniyle, nüfusun “gerekli önceliklendirmeye”, yani askerlere ayrıcalıklı muamele ve sivillere ikincil muameleye, “yeterince hazırlıklı olmadığı” düşünülüyor.

Savaş durumunda “komşu ülkelerden büyük mülteci hareketlerinin” de beklendiği düşünüldüğünde durumun daha da ciddi bir hal alacağına işaret eden Yeşil Kitap, mültecilerin de en azından tıbbi açıdan bakıma ihtiyacı olacağını vurguluyor.

Bunun da, yardım kuruluşları tarafından desteklenen “belediyeler ve ilçeler” tarafından devralınmasının gerekeceği ileri sürülüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English