GÖRÜŞ
Amerika; ‘İstisnai’ ülke, ‘rekabetçi’ demokrasi ve ‘vazgeçilmez’ lideri
Yayınlanma
Yazar
Ceyda KaranDünyaya ‘liderlik etmesi’ elzem görülen ‘vazgeçilmez ülke’ ve ‘istisnai ulus’ olarak Amerika Birleşik Devletleri fikri; çeyrek asır kadar önce Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın formülüyle sunulmuştu. Soğuk Savaş sonrası yönetici elitin kibrinin ifadesi olan bu iddialar, seneler sonra en büyük ‘taşıyıcısı’ olma hevesindeki Joe Biden’ın şahsında bir trajediye dönüştü.
5 Kasım başkanlık seçimleri için ikinci dönem aday olurken ‘Amerikan ulusu gibi kendisini de vazgeçilmez’ gören ve ‘Sadece yüce Tanrı’nın kendisini adaylığı bırakmaya ikna edeceğini’ söyleyen Joe Biden, ‘Demokratik Partisi’ tarafından bir kenara atıldı. ‘İstisnai ulusun’ rekabetçi demokrasisi ise parti elitleri ve milyarderlerin önseçimlerde tek bir oy bile almayan bir kişiyi yerine atamasıyla ‘taçlandırıldı’. Şimdi çok eleştirilen rakip Cumhuriyetçi cephenin söylem ve yöntemlerinden hiç farkı olmayan bir propaganda makinasıyla 5 Kasım başkanlık seçimi için ‘görücüye’ çıkılıyor.
Son dönemde Birleşik Krallık ve Fransa seçimleri, neoliberal Batı modelinde ‘temsili demokrasinin’ sancılarını ortaya sermişti. Ancak ABD’nin kendine özgü rekabetçi demokrasi iddiası açısından daha da dikkat çekici bir manzara belirdi. Doğrusu dünya gözlemcilerinin sinik analizlerini meşrulaştıran her türlü malzemeyi sunuyor.
‘SIRADANLAŞTIRILAN’ DEVRİLME SÜRECİ
Joe Biden’ın ‘bunama’ tezahürleri epeydir dünyaya mal olmuştu. ABD’de -Birleşik Krallık’ı da katarsak Anglo-Amerikan dünyada- ana akım medya aşikar olanı örtmeye çabaladı. Taa ki 27 Haziran’da Joe Biden ile Cumhuriyetçi rakibi Donald Trump arasındaki başkanlık münazarasına kadar…
27 Haziran’da; Biden’ın Trump’ın ‘bileğini bükemeyeceği’ alenen anlaşılınca iş değişti. Münazara ABD’deki neoliberalleri dehşete düşürdü. En başta kaybetme korkusuyla…
Dolayısıyla Joe Biden’ın; ‘Demokratik parti politbürosu’ ve siyasi sistemin ‘bağışçılar’ diye anılan para babaları tarafından alaşağı edilmesi kimse için ‘beklenmedik’ değildi. Buna karşılık Biden’ın devrilmesi süreci ‘sıradanlaştırılmaya’ çalışıldı. 81 yaşında açık bunama belirtileri karşısında ‘onurlu biçimde’ kenara çekilmek yerine son ana kadar inat etmesinin perde arkası da titizlikle işlendi.
Biden, 5 Temmuz’da ABC’de George Stephanopoulos’a, kenara çekilme çağrıları karşısında kararlılığını en sevdiği dış politika söylemlerinden birisi olan ‘vazgeçilmez ulus’ fikrini kendi varlığına mal ederek reddetmişti: “NATO’yu benim gibi kim bir arada tutabilir? Pasifik Havzasını, en azından şu anda Çin’i kontrol altında tuttuğumuz bir konumda tutabileceğim bir pozisyonda kim olabilir? Bunu kim yapacak? Bu erişim kimde var?”
Bu şişkin egonun partisinin rakip klanlarının baskısı ile ekarte edilmesi çok sürmedi. Kurulan komplo elbette Amerika’ya özgü oldu.
Çarşaf çarşaf anketlerle Amerikan halkının ve özellikle Demokratik tabanın çekilmesini istediği vurgulandı. NY Times yayın kurulunun münazaranın hemen ardından saygılı bir dille ‘çekil’ çağrısından yahut Holivutçu George Clooney’e makale yazdırılmasından belliydi. Ama Beyaz Saray Biden’ın fiziksel ve zihinsel durumuyla ilgili ‘hiçbir şeyciği yok’ demekte ısrar ederken, ‘doktorların Parkinson şüphesiyle bir yıldır kendisini kontrol altında tuttuğu’ sızdırılarak darbenin zemini hazırlandı. Son anlarda Biden’ın Kovid-19’a yakalanarak memleketi Delaware’de kendisini tecrit ettiği duyurulduğunda ‘öldüğü’ dahi iddia edildi.
19 Temmuz’u gelindiğinde, Biden, 13 Temmuz’da suikast girişimi atlatmış rakibi Trump’ın Cumhuriyetçi Konvansiyon’daki konuşmasına meydan okuyor, ekibi de başkanın kampanyasına devam edeceğini söylüyordu.
‘Yüce Tanrı’ 21 Temmuz Pazar gününe kadar ‘dayandı’.
BİR TUHAF ÇEKİLME, BİR KURU TEŞEKKÜR VE…
Birleşik Devletler’de başkanlık yarışından adayların çekilmesi görülmemiş iş değil. 1968’de Demokrat Başkan Lyndon Johnson Vietnam savaşının şiddetli etkisi altında çekilmişti. Ama bunu münasip biçimde yapmış, çıkıp ulusa seslenerek Amerikan halkına durumunu izah etmişti.
Joe Biden’ın bu işi yapış biçimi bile sıradışı oldu. 21 Temmuz’da X hesabından herkesi ‘acaba gerçekten o mu’ yahut ‘imzası sahte mi’ diye eski kararnamelere baktıran bir mektup koyarak!
Mektupta Biden, hem 3.5 yılda yaptığı ‘büyük işleri’ övüyordu; güçlü ekonomi, yeniden inşa edilen ulus ve demokrasi, reçeteli ilaç maliyetleri, iklim yasaları vs… Yerine geçecek şahsiyete yapacak iş bırakmamıştı! Biden yine takıntılı olduğu abartılı ‘liderlik’ vurgusunu eksik etmedi; ‘ABD hiçbir zaman liderlik konusunda bu kadar iyi bir konuma sahip olmamıştı’… İnanılmaz ama ‘Büyük Buhran’ atfı bile vardı! Biden bu kadar da başarılıydı ama yine de çekiliyordu: “Her ne kadar yeniden seçilme niyetim olsa da, görevimden çekilip görev süremin geri kalanında yalnızca Başkanlık görevlerimi yerine getirmeye odaklanmamın partimin ve ülkemin çıkarına olacağına inanıyorum.”
Doğrusu demokrasisinin alameti farikası olarak ‘rekabetçiliği’ gösteren Amerikan siyaseti açısından ‘parti ve ülke çıkarı’ gibi izahatlar çok kulak tırmalayıcı. Sosyalist ülkelerin siyasi yapılarına yönelik küçümser söylemler düşünülürse… Neticede Biden mektubunda ‘ulusa seslenişle’ durumu izah edeceğini belirtmekle yetindi.
Mektubun en dikkat çekici yanı, Demokratik Parti içinde en başta Obama ve Clinton klanlarının kapışmasında ismi öne çıkan yardımcısı Kamala Harris’e destek açıklamaması idi. ‘Kuru bir teşekkür’ vardı sadece. Derhal fark edilmiş olsa gerek ki, ‘birileri’ yarım saat içinde yine sosyal medyadan Biden adına ikinci bir açıklama yaptı. Biden’a “2020’de başkan yardımcısı adayı olarak Kamala Harris’i seçmem aldığım en iyi karardı. Bugün Kamala’nın bu yıl partimizin adayı olması için tam desteğimi ve onayımı sunmak istiyorum” dedirtmişlerdi.
Ne ki, Kovid-19’u atlatan Biden 24 Temmuz’da başkente dönerken ‘Sizce Kamala Harris Donald Trump’ı yenebilir mi’ sorularını cevapsız bırakıyordu.
Nihayet ‘ulusa sesleniş’ dört gün sonra, 25 Temmuz’da geldi. Biden yine aynı şeyleri söylüyordu! Başkanlığını ve liderliğini övüyor, ‘ikinci dönemi hak ettiğine inandığını’ belirtiyordu. ‘Demokrasiyi kurtarmaktan’ söz ediyordu: “Bu sebeple, ilerlemek için en iyi yolun, bayrağı yeni bir jenerasyona devretmek olduğuna karar verdim. Ulusumuzu birleştirmenin en iyi yolu bu.” Kararının ‘Trump’ı yenmek’ bağlamında alındığı açıktı. Bu kez Kamala Harris’i ‘deneyimli, güçlü ve yetenekli’ diye sunuyor ve “Şimdi seçim size kalmış. Amerikan halkı, bu seçimi yapın” diyordu.
Muazzam başarılara imza atmış, ikinci dönemi hak eden bir liderdi. Buna rağmen çekiliyordu ve uluorta tartışılan asıl sebepten hiç bahis yoktu. Üstelik kalan 6 ayda başkanlığa da devam edecekti. Dış politikada Ukrayna’dan Ortadoğu’ya facialar yaratan politikalarına…
Neticede bir mektup ve bir ulusa sesleniş ile Amerikan halkına ‘izahattan’ ziyade spekülasyon malzemesi sundu. Ama Demokratlara bir ‘oh’ çektirdi. Doğal olarak başta Cumhuriyetçiler olmak üzere pek çok insan ‘kampanya yürütecek halde değilse nasıl başkan kalabiliyor’ sorusunu yöneltti.
Tüm bunları bir ‘darbe’ ötesinde yorumlamak doğrusu zor. Ona ‘çekil’ diyenlerin hemen ardından ‘büyük lider’ diye taltif etmelerinin Biden’ı teskin ettiğini düşünmek de öyle…
Wall Street Journal’ın darbeyi sunuş biçimi, “Seçmenler bocalayan Başkan’ın çok yaşlı olduğunu düşünse de müttefikleri görmezden geldi, danışmanları yeteneklerini savundu, Demokrat Parti yetkilileri de diğer adayları saf dışı bıraktı” oldu. Neoliberal medya elbette ‘kediye kedi’ demedi. Ama NY Times’ta, Biden’ın ‘kuyusunu kazanların’ başında geldiği anlaşılan eski Başkan Barack Obama’ya çok öfkeli olduğu yazıldı. Şimdi ‘Yaşlı adam’ ite kaka yoldan çekilmişken, bu nahoş meselelere girmek yerine ‘önlerine bakıyorlar. Ve yapacak ‘çok iş’ var.
KAMALA, KAHKAHASI VE HİNDİSTAN CEVİZİ
Yaşlı adamın siyasi hırsları ve inadını yönetemeyip zamanında müdahale edemeyen Demokratik Parti, Kamala Harris gibi bir adayla baş başa kalmış durumda. Aslında Harris, 2020 başkanlık önseçim yarışında feci bir sonuç alarak hemen çekilmiş bir isim. 2017-21’deki kısa süreli senatörlük dönemi öncesinde San Francisco Savcılığı ve California Başsavcılığı dönemi var. Başkan adaylığında etkili olan valilik gibi büyük hükümet görevi deneyimi yok. Yönetim beceresi sorgulanan, siyasi fikir ve vizyonu belirsiz bir isim.
Amerikan standartlarında ‘solcu’ ve ‘ilerlemeci’ diye pazarlanıyor. Başsavcıyken Yüksek Mahkeme kararları hilafına davranarak aslında tahliye edilebilecek, şiddete bulaşmamış hükümlüleri hapishane sisteminde ‘köle emeği’ olarak tutması, hakkındaki tartışmaların en öne çıkanı. 2020 önseçimi münazarasında Amerikan müesses nizamı için ‘fazla kaliteli’ olan Tulsi Gabbard’ın, ‘kendisi tüttürürken’ 1567 siyahı düşük düzeyde marihuana bulundurmaktan hapiste tuttuğunu söylemesi karşısında zor anlar yaşamıştı. Başsavcıyken mağdurlarla ilgilenmek yerine makamı ve Senato’ya seçilebilmek için hatırlı tanıdıklarının ceza davalarını düşürdüğü iddia ediliyor.
3.5 yıllık başkan yardımcılığındaki performansı sönük. Sorumlu olduğu göç politikaları ise ABD için faciaya döndü. New York kentinde OHAL bile yaşandı. Bir ziyaretinde Guatemala Başkanı’nın yüzüne Amerika’ya göçün temel nedenleri olarak ‘siyasi yolsuzluğun’ hemen ardından ‘LGBT bireylere, kadınlara ve Afro kökenlilere şiddetin bulunduğunu’ söylemişliği var. Kimlikçilik en öne çıkan yanı. Siyah toplumdaki karşılığı epey tartışmalı görünüyor ama ‘en büyük siyah’, kadın ve LGBTQ hakları savunucusu. Artık insanın yetişkin dişisine ‘kadın’ demenin güçleştiği toplumsal cinsiyetçi Amerika’nın ‘renkli’ kadın başkanı olmaya soyunuyor.
Kamala’nın en büyük zaafı bizatihi ‘kişiliği’. Liderliğin güçlü belagat yerine medya cilasından geçtiği ‘prompter yüzyılında’ bile nadir bulunacak bir şahsiyet! Birbirini tekrarlayan anlamsız cümleleri video kliplerinin alay konusu. Haliyle sahteleri de üretiliyor; sahici olanların yanında ‘kaynıyorlar’. En meşhur olanı ‘annesinin Hindistan cevizi ağacından düşen çocuklarla’ ilgili kimsenin mana veremediği bir espri yapıp bir tek kendisinin şuh kahkahasıyla gülmesi. Ama sarsak hareketlerle dans etmesi üzerinden siyasi analiz yapılabiliyor. Bakışı, konuşması, jestleri, her haliyle bir samimiyetsizlik abidesi. Yazılı metinleri okumakla sınırlı kalmaması ‘tehlikeler’ barındırıyor, seçilirse ‘gafço Biden’ı sollama’ riski var. 2020 seçiminde ‘kim bu’ diye merak edip söyleşilerini izlemişliğimden söylüyorum; Hollywood hukuk film ve dizileri meraklısı olarak ‘nasıl olmuş da Amerikan hukuk sisteminde başsavcılığa yükselmiş’ diye düşünmüştüm. Tabii ‘kalitesi’ Amerika’da başkan seçilenlerin genel düzeyi açısından bir handikap sayılmamalı.
TRUMP’A KAYBEDECEKSE KAMALA KAYBETSİN HESABI…
Yani; Kamala Harris’in vaktiyle ağzı laf yapan bir ‘yaşlı kurt’ olarak Biden’ın içine sinmemesi doğal. ABD’nin son dönemde en ‘entelektüel’ başkanı olan Barak Obama’nın da Kamala’yı içine sinmediği anlaşılıyor. Nitekim günlerce açık destek sunmadı. Eşi Michelle en baştan adaylığı reddettiğinden meselenin ailenin bekasıyla da ilgisi görünmüyor. Açıkçası olup biten her şeyi bilen ama başkanken bile ‘üstüne alınmayarak yönetme’ becerisine sahip olan Obama ‘büyük devlet adamı’ olarak ‘partisi için kaygılanıyor’ ve Kamala’nın kaybetme ihtimalinden endişe ediyor gibi görünüyor. Rivayet o ki Obama ayrıca Demokratik Parti konvansiyonunda en azından rekabetçi bir görüntü verilmesini istediğinden Kamala’ya geç destek açıkladı.
Artık Roosevelt, Johnson, Kennedy gibi liderler çıkaramayan Demokratların durumu doğrusu parlak değil. Aslında Michigan Valisi Gretchen Whitmer yahut Kaliforniya Valisi Gavin Newsom gibi genç isimler var. Ancak kimsenin ‘kaybedecek kişi olmak istemediği’ anlaşılıyor. Yani ‘Trump’a kaybedecekse Kamala kaybetsin’ hesabı…
Dolayısıyla Demokratik Parti 19-22 Ağustos’ta Chicago’daki konvansiyona giderken görünüm şu: Iowa’da 15 Ocak’ta başlayan ön seçim haziranda sona erdi. 3 bin 930 delegeden 1976’sı yeterliyken Biden 3 bin 800’den fazla delegenin desteğini aldı. Şimdi bu delegeler oy vermedikleri atanmış Kamala’ya destek sunmakta. Teselli ‘Amerikan demokrasisini Trump’tan kurtarmak’ şiarında gizli. Genelde üçüncü dünya ülkelerine reva görülen türden bir ‘Amerikan demokrasisi iç ve dış düşmanların tehdidi altında’ vurgusu hakim.
Bu koşullarda Kamala’ya “Adaylığı hak etme ve kazanma niyetindeyim” demek kalıyor. Daha beteri Harris kamyanyayı ‘fiziksel ve zihinsel melekeleri’ yerinde olmayan bir Başkan’ın gölgesinde yürütmek durumunda. Aslında ABD Anayasası’nın 25. Ek Maddesi uyarınca, Başkan Yardımcısı ve Kabine, Başkan’ın görevine devam edemeyeceğini ilan etme ve onu istifaya zorlama yetkisine sahip olsa da… Kim bilir belki Konvansiyonla birlikte bu tartışmalar canlanır ve artık ‘topal ördek’ olmaktan bile çıkmış Biden’ı başkanlıktan da edebilirler.
İronik olan Washington Post’un ‘Tarihçiler Biden’ın çekilmesinin Amerikan demokrasisinin işlediğini gösterdiğini söyledi’ başlıklı makalesi olsa gerek. Amerikan siyasi tarihi ve gelenekleri açısından gelinen yere işaret ediyor.
Şimdilik Kamala’nın neoliberal medya cilasıyla keyfi yerine gelmiş görünüyor. Ama Biden’ın trajediye dönen devrilme sürecini tetiklediği anlaşılan Trump’a suikast girişiminin ardından Cumhuriyetçi cephe de konsolide oldu. Üstelik Trump’ın şimdiden müesses nizamı tedirgin etmek bakımından kendisini aşmaya başlayan bir de başkan yardımcısı adayı var: JD Vance. ‘Rekabetçi Amerikan’ denkleminin Cumhuriyetçi ayağındaki resmi de bir sonraki yazıya bırakalım.
İlginizi Çekebilir
-
Türk bankaları Rusya’dan Avrupa’ya yapılan ödemeleri engellemeye başladı
-
Irak Başbakanı es-Sudani: IŞİD yenildiğine göre topraklarımızda ABD askerine ihtiyaç yok
-
Stoltenberg: Uzun menzilli füzelerin Rusya’da kullanılıp kullanılamayacağına her ülke kendi karar verecek
-
Scholz, Ukrayna’ya uzun menzilli silah verilmesine karşı çıktı
-
Bild: Zelenskiy, ABD’ye cephenin bazı bölgelerinde geçici ateşkes önerecek
-
Trump’a suikast şüphesiyle gözaltına alınan Ryan Routh, Rusya’ya karşı savaşmak için gönüllü olmuş
GÖRÜŞ
Çin-Afrika Zirvesi ve Kolektif Batı: Eyvah Çin Afrika’yı da kaptı
Yayınlanma
2 saat önce18/09/2024
Yazar
Hasan ÜnalÇin’in son bir yıl içerisindeki diplomatik hamleleri Kolektif Batı’da alarm zillerinin çalmasına sebep oluyor. Önce geçen yıl Beijing yönetiminin (Mayıs 2023) Körfez’in iki yakasında bulunan ve onlarca yıldır kavgalı ilişkiler içindeki İran ile Suudi-Arabistan ve diğer Arap ülkeleri arasındaki normalleşmeyi sağlaması büyük bir diplomatik başarıydı, her ne kadar Batı dünyası bu büyük sükseyi hafife almaya çalışmış olsa da… Çünkü ABD’nin yakın dostu Şah zamanında İran Körfez’in bir tarafında ve Suudi Arabistan ile Arap ülkeleri öbür tarafında olmak üzere bu devletlerin neredeyse hepsi birden Amerika’nın müttefikleriyken (Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak hariç) Vaşington yönetimleri bu dostlarını/müttefiklerini uzlaştıramamış hatta bunu doğru dürüst denememişti bile…
ABD stratejileri devletleri uzlaştırarak kaynakları hakkaniyet ilkelerine uygun bir şekilde paylaşmak esaslı olmadığı için bunu Türkiye-Yunanistan arasında da denemediler. Gerek Körfez’de gerekse Ege ve Doğu Akdeniz’de kendi müttefikleri arasındaki çelişkileri kullanmak Amerika’nın jeopolitik mantığına daha uygundu. Türkiye ile Yunanistan arasında bunu hala uygulamakta olduklarını yakından görebiliyoruz.
Çin’in bölgesel diplomasi başarıları bununla sınırlı kalmadı. Bu yılın (2024) mayıs ayında Çin ile Arap Ligi ülkeleri dışişleri bakanları düzeyinde Beijing’de bir araya geldiler. Bu toplantıya başta Mısır olmak üzere bazı Arap devletleri liderler düzeyinde katıldılar. Çin’in Arap ülkelerine ve özellikle Filistinlilere ‘mazlum millet’ olarak hitap etmesi onların kalplerini kazanmaya yetmiş gibiydi. İsrail ve Kolektif Batı’nın Gazze günahlarının Çin tarafınca şiddetli eleştiriye tabi tutulması hem bugüne kadar izlediği politikalarla uyumlu bir çizgiyi temsil ediyordu hem de Arapların tamamının kalbini kazanmaya katkıda bulunmuştu. Ayrıca Çin’in Filistin meselesine Arap tarafının penceresinden bakması, kendisine ait bir gizli gündeminin olmaması bu diplomatik girişimlerini hem mümkün kılabiliyor hem de sonuç almasını/alınmasını sağlıyordu.
Yaklaşık iki ay sonra (23 Temmuz 2024) Çin’in bu defa da başta El Fetih ve Hamas olmak üzere toplamda on dört Filistin direniş örgütünü bir araya getirerek aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakma ve ortak mücadele konusunda uzlaştırdığı haberi geldi. Hatta medya tabiriyle haber gündeme bomba gibi düştü. Bunların hiçbirisini Amerika veya bir Batılı ülke yapamazdı/yapamadı; çünkü Arapların/Filistinlilerin meşru haklarına Amerika hiçbir zaman saygı duymadığı gibi her zaman Arapları/Filistinlileri zorlama veya aldatma düşüncesiyle hareket ettiği düşünüldüğü için Vaşington’un böyle bir başarıya imza atabilmesi hemen hemen imkânsız(dı).
AFRİKA ZİRVESİ KOLEKTİF BATI’NIN HUZURUNU KAÇIRDI
Bütün bu başarılı diplomatik hamlelerin üzerine gelen Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC – Forum on China-Africa Cooperation) başta Amerika olmak üzere eski sömürgeci Batılı ülkelerin huzurunu kaçırmışa benziyor. Aslında söz konusu zirve 2000 yılından bu yana tam sekiz kere toplanmış yani bu defa Beijing’de yapılan (4-5 Eylül 2024) dokuzuncusu. Bu zirveyi medyada bu kadar ön plana çıkaran sebeplerin başında çok kutuplu sistemin oturmaya başlamasının Kolektif Batı üzerinde yarattığı olağanüstü stres ve Amerika liderliğindeki tek kutupluluğun önlenemez bir şekilde sona erdiği gerçeği olduğuna hiç şüphe yok. Bir diğer sebebi de çok kutuplu dünya düzeninde belirleyici bir role sahip olacak olan Çin’in yukarıda bahsettiğimiz sonuç alıcı diplomatik hamleleri olsa gerektir.
Açıkça söylemek gerekirse son otuz yılı aşkın sürede Kolektif Batı’nın hem Çin hem de Afrika analizleri ve varsayımları tamamen yanlış çıktı. Bir Amerikan hükümet programıyla yaklaşık bir aylığına Amerika’ya ilk defa gittiğim 1996 yılında Çin ve Afrika hakkında bizlere söylenenler bugünlerde yaşananları gayet güzel anlatır gibi… Bir hafta Vaşington, bir hafta o zamanlar çok meşhur ve önemli olan Silicon Valley’nin başkenti San Jose, derken beş gün kadar Minnesota ve beş gün New York’tan oluşan gezimizin bütün ayaklarında gerek resmi kurumlarda gerekse düşünce kuruluşlarında ve aynı zamanda lobi şirketlerinde aldığımız brifinglerde Afrika’nın Batı’nın radarında olmadığı ve Çin’in çorap, tekstil, tişört vs. üreten bir ülke olduğu; serbest Pazar ekonomisiyle kalkınmaya devam etmesi halinde çok büyük değişim ve dönüşümler yaşayacağı, mevcut planlamacı ekonomik sistemi sürdüremeyeceği anlatıldı.
Oysa aradan geçen otuz yılda ne Çin onların beklediği gibi ucuz tekstil ve çocuk oyuncakları üreten bir ülke olarak kaldı ne de Afrika dünyanın radarı dışında kendi halinde debelenmeye devam etti. Özellikle Çin’in Afrika’da yaptığı yatırımlar ve Afrika ülkeleriyle başlattığı ekonomik ve ticari ilişkiler bu kıtayı dünyanın radarına soktu. Çünkü kaynaklarına eski sömürgeci ülkeler Fransa ve İngiltere tarafından büyük ölçüde çökülen, bu devletlerin desteklediği bir diktatörden diğerine gidip gelen rejimlerle yönetilen Afrika devletleri Çin’in kendilerine sunduğu yeni imkanlar ve yapmadığı siyasi baskılar dolayısıyla yeni bir uluslararası ticaret ve ekonomi pratiği ile tanışmış oldular.
Bu arada basit tekstil ve hafif sanayi ürünleriyle uğraşması beklenen ve bu arada etnik olarak parçalanabileceği düşünülen Çin dünyanın devasa bir ülkesi haline geldi. Üretim ve ihracata dayalı ekonomik ve planlama esaslı kalkınma programı ülkeyi sadece dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline getirmekle kalmadı; aynı zamanda yüksek teknoloji üretimi ve inovasyonunda Çin’i dünya lideri haline getirdi. Pek çok uzmanın söylediği gibi Çin’in Amerika ve Avrupa ile bir rekabeti artık söz konusu değil; çünkü bu yarışı Çin açık ara göğüslemiş durumda.
Afrika’da Batılı devletlere karşı Çin’i öne çıkaran en önemli unsurlardan birisi Beijing yönetiminin bu devletlere kredi verirken veya onlara alt yapı tesisleri kurarken siyasi taleplerde bulunmaması. Dahası Batılıların her zaman yaptığı gibi devletler arasındaki uzlaşmazlıklar ve çelişkileri onlara karşı kullanmaması ve her devlet içindeki azınlıkları örgütleyerek demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi bahanelerle bunları kendi devletlerine karşı kışkırtmaması. Kolektif Batı içinde yer alan devletler dışında her yerde başvurulan bu kirli yöntemler birçok ülkeye büyük maliyetler getirdi hatta bazılarının parçalanmasına giden kargaşalara sebep oldu.
Çin’in her yerde olduğu gibi bir medeniyet ve kültürün diğerlerinden üstün olduğunu ima eden Batılıların aksine medeniyetler arası işbirliği, halklar arasında yoğun temaslar kurulması ve her medeniyetin diğer(ler)inden bir şeyler öğrenmesi gerektiği tezi Afrikalıların da beğenisini topluyor. Orta Doğu’daki girişimlerinde Çin’in üst üste başarılı sonuçlar almasının arkasında yatan en önemli unsurlardan birisi olan bu Medeniyetler İnisiyatifi Çin Lideri Şi’nin geliştirdiği Küresel Güvenlik İnisiyatifi ve Küresel Kalkınma İnisiyatifi ile birlikte ele alındığında Beijing’in Afrika’da neden Kolektif Batı’ya karşı tam üstünlük sağladığı daha iyi anlaşılıyor.
DOKUZUNCU FORUM
Bu yıl dokuzuncusu yapılan Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC) kıtada on binlerce kilometre yol ve binlerce kilometre demiryolu, çok sayıda okul, hastane ve fabrika yapmış bulunan Beijing’in yeni açılımlarına da sahne oldu. Örneğin Çin Afrika’ya elli milyar dolarlık yeni yatırım/finansman ayırdığını açıkladı. Öte yandan Afrika’nın ve dünyanın en fakir ülkelerinin Çin’e sıfır gümrükle ürünlerini satmasına izin vereceklerini açıkladı ki, her ikisi de gerçek ekonomiye ciddi yatırım anlamına geliyor ve Çin-Afrika arasındaki işbirliği alanlarının artarak derinleşeceğine işaret ediyor.
Amerikan Derin Devleti’nin yönlendirdiği ve büyük ölçüde İsrail lobisinin kışkırttığı savaşlarda son otuz yılda demokratikleştirme hikayeleriyle Afganistan’dan Irak’a oradan Libya ve Suriye başta olmak üzere pek çok ülkeye kan kusturan Vaşington kendi kaynaklarını çarçur edip trilyonlarca doları sokaklara saçarken nasıl güçlü, kalkınmış ve bütünlüğünü konsolide etmiş bir Çin ortaya çıktıysa, bu dönemde Çin’in girişimleriyle Afrika devletleri de alternatifleri olduğu gerçeğini keşfettiler. Çin’e ilaveten bir yandan Rusya öte yandan da Türkiye gibi devletlerin nüfuz alanı oluşturmaya çalıştığı Afrika muhtemeldir ki, artık dünyanın radarına oturdu ve çıkmayacaktır.
Fakat bu radara girme meselesi ‘Afrika bizim radarımızda değil’ diyen Kolektif Batı’nın tepeden bakan tavrını dışlayan bir şekilde olacaktır. Zambialı bir analistin gayet veciz bir şekilde anlattığı gibi Amerikalı yetkililer Çin’in inşa ettiği havaalanına uçaklarıyla inip, Çin’in yaptığı yollardan arabalarıyla geçip yine Çin’in yaptığı bir binada toplantı düzenleyerek Afrikalılara neden Çin ile işbirliği yapmamaları gerektiğini anlatıyorlar. Artık dünyanın radarına oturmuş durumdaki Afrikalı halklar demokrasi, özgürlükler vs. propagandasını özellikle de İsrail’in Gazze’de yapmakta olduğu soykırım karşısında üç maymunu oynayan Batılıların ağızlarına tıkıp Çin ile gerçek ekonomi alanlarında işbirliğini artan bir hacim ve hevesle sürdürecekler gibi görünüyorlar.
GÖRÜŞ
“Da Tong” ve “Ubuntu”: Çin ve Afrika için Ortak Bir Gelecek Topluluğu
Yayınlanma
2 saat önce18/09/2024
Yazar
Harici.com.trYi Shaoxuan, Araştırma Görevlisi
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi
4-6 Eylül 2024 tarihleri arasında Pekin’de Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) Pekin Zirvesi düzenlendi. Zirveye Çin’den ve 53 Afrika ülkesinden devlet ve hükümet başkanları katıldı. Zirvenin ardından iki taraf ortaklaşa “Yeni Dönem İçin Ortak Geleceğe Sahip Her Yönüyle Çin-Afrika Topluluğunun Birlikte İnşa Edilmesine İlişkin Pekin Deklarasyonu”, “Çin-Afrika İşbirliği Forumu Pekin Eylem Planı (2025-2027)”, “Küresel Kalkınma Girişimi (GDI) Çerçevesinde İşbirliğinin Derinleştirilmesine İlişkin Çin-Afrika Ortak Bildirisi” ve “Modernizasyon için On Ortaklık Eylemi” gibi bildiri ve girişimler yayınladı. Bu belgeler FOCAC’ı Güney-Güney işbirliği için son derece etkili bir platform ve Afrika ile uluslararası işbirliğine öncülük eden köklü bir marka haline getirmeye çalışmaktadır. Zirvenin sadece Afrika’nın kendi kalkınması için değil, aynı zamanda Küresel Güney’in genel yükselişi ve adil ve hakkaniyetli yeni bir küresel ekonomik ve siyasi düzenin inşası için de büyük önem taşıdığı söylenebilir.
Daha da önemlisi, bu zirvede Çin ve Afrika halklarının kadim felsefi bilgeliği – “Da Tong” ve “Ubuntu” – birbirleriyle yankılanarak Çin ve Afrika’daki 2.8 milyar insanın birlikteliğini bir kez daha dünyaya göstermiştir. “Da Tong”, “Tian Xia Da Tong”un kısaltmasıdır. Bu kelime 2000 yıldan fazla bir geçmişe sahip olan Ayinler Kitabı’ndan gelmektedir. “Da Tong” kavramı, cennetin altındaki tüm insanların tek bir aileden olduğu ve tüm ulusların uyum içinde yaşaması gerektiği anlamına gelir. “Ubuntu” terimi Güney Afrika’daki Zulu halkının konuştuğu dilden gelmektedir, ancak Sahra-altı Afrika’nın tamamının dünya görüşünü veya felsefi düşüncesini temsil etmektedir. Kenyalı filozof John Mbiti bunu “Biz olduğumuz için ben de varım” şeklinde özetlemiştir. Ubuntu felsefesi, bireyin diğerlerinden bağımsız olarak var olamayacağını vurgular ve bu nedenle uyuma büyük önem verir. Bu, geleneksel Çin Konfüçyüsçülüğündeki “Da Tong” kavramıyla örtüşmektedir ve içerdiği derin anlam Batı bireyciliğiyle tam bir tezat oluşturmaktadır.
Zirvenin Çin ve Afrika üzerindeki etkisi nedir?
Çin için Afrika ülkeleriyle işbirliği, salgın sonrası dönemde Kuşak ve Yol Girişimi’nde yeni bir sayfa açıyor.
Uluslararası etki açısından Çin-Afrika işbirliği etkinliği bir “Güney-Güney işbirliği” modeli haline gelmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dayanışmasını güçlendirmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasındaki tek gelişmekte olan ülke olarak Çin, Küresel Güney’in sesi olma sorumluluğunu üstlenmiştir. Afrika Birliği üyesi 54 ülkeden 53’ünün zirveye katılmış olması da Çin’in hitap gücünü göstermektedir.
Ekonomik ve ticari açıdan Çin, temiz enerjisi için yeni bir çıkış noktası ve hammadde bulmuştur. Son yıllarda Batılı hükümetler, özellikle de Biden yönetimi, Çin’in elektrikli araçlarına ve güneş enerjisi ürünlerine yüksek gümrük vergileri ve eşikler uyguladı ve Çin’in ilgili endüstrilerini dışarı atmak için “kapasite fazlası/aşırı üretim” gibi kavramlar inşa etti. Örnek olarak güneş panellerini ele alırsak, “CATL” gibi Çin ulusal markaları, iyi kalite ve düşük fiyatla birlikte küresel tedarik zincirinin yaklaşık %80’ini işgal etmektedir. Bu nedenle, Çin’in temiz enerji endüstrisine yönelik bu tür kötü niyetli engeller küçük bir darbe değildir. Dahası, Çinli şirketlerin kobalt, lityum ve diğer hammadde projeleri var ya da birkaç Afrika ülkesindeki madencilik şirketlerinde hisseleri bulunuyor ve Çinli şirketler yalnızca 2023 yılında Afrika madenlerine 7,8 milyar dolar yatırım yaptı. Bu yatırımlar, başta elektrikli araç endüstrisi olmak üzere yeşil endüstrilerini beslemeyi amaçlıyor. “Modernizasyon için On Ortaklık Eylemi”, Çin’in Afrika’yı iklim direncini artırmak, yeni enerji teknolojileri ve ürünleri sağlamak, 30 temiz enerji ve yeşil kalkınma projesi uygulamak ve Çin-Afrika yeşil sanayi zinciri özel fonları kurmak için desteklediğini belirtti. Afrika’da gelişen bu pazar Çin’in yeni enerji endüstrisine yeni bir ivme kazandıracaktır.
Medeniyetlerin karşılıklı anlayışı açısından bu zirve, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında “halktan halka bağ” yolunu teyit ederek Çin ve Afrika arasındaki dostluğu ilerletmiştir. Çin, Afrika üzerinde sömürgeci saldırganlık yüküne sahip değildir, ancak ortak mücadelenin derin yoldaşlığını paylaşmaktadır. Dışişleri Bakanı Wang Yi, zirve sırasında bir muhabirin sorusuna verdiği yanıtta “Çin-Afrika dostluğunun iki tarafın ulusal bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinde kurulduğunu ve ortak kalkınma ve yeniden canlanma davasında güçlendiğini” vurguladı. Çin’in uluslararası arenadaki çıkarlarını kararlılıkla koruyan ve 1971 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 26. oturumunda Genel Kurul’da Çin’in meşru hak ve çıkarlarının iadesi lehinde oy kullanan çok sayıda Afrika ülkesi vardı. Başkan Mao, “Çin’i Birleşmiş Milletler’e taşıyan Afrikalı kardeşler oldu” diyerek durumu özetlemiştir. Günümüzde Çin, yardım ve yatırım için Afrika’yı seçmekte, bu ilişki uzun yıllara dayanan sağlam bir dostluk barındırmaktadır.
Afrika ülkeleri için bu toplantı ve sonuçları aynı zamanda bir memnuniyet kaynağıdır. Uluslararası konum açısından, dünyanın en kalabalık iki kıtasının insanları bir kez daha bir araya gelerek Güney ülkelerinin birliğini ve dostluğunu dünyaya ilan etmiştir. Ulusal olarak özgürleşmiş bir Afrika artık sömürgecilerin insafına kalmamaktadır, siyasi ve ekonomik çıkarları için aktif olarak mücadele etmekte ve dünya sahnesinde sesini duyurmaktadır.
Ticari ilişkiler açısından Çin, Afrika’ya 360 milyar yuan (50 milyar ABD dolarından fazla) yardım sağlamış olup, bu yardımların bir milyon istihdam yaratması beklenmektedir. Çin, iki taraf arasında sanayi, tarım, ticaret ve altyapı alanlarında işbirliğini derinleştirme sözü verdi. Salgın sonrası zayıf küresel ekonomi bağlamında, bu işbirliğinin sonuçlanması Afrika ülkeleri için tam zamanında geldi. Afrika ülkelerinin bir kısmı 2030 yılı civarında borç geri ödeme baskısıyla karşı karşıya kalacak, bu nedenle gelişmekte olan yatırımların teşvik edilmesi yükün bir kısmını hafifletebilir.
Son olarak, Afrika kültürünün Çin kültürüyle kaynaşmasıyla iki halk dostluklarını derinleştirmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Ubuntu ideolojisi ile Çin Konfüçyüsçülüğünün “Da Tong”u arasındaki rezonans, sadece her iki tarafın da benzer kültürel geçmişleri nedeniyle zımni bir anlayışa sahip olmalarını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda kendi kültürel genlerindeki kimlik ve gurur duygusunu da derinleştirir.
Zirve’nin Küresel Güney üzerindeki etkisi nedir?
Birincisi, Zirve Küresel Güney ülkelerinin küresel faaliyetlerinin önemli bir parçasıdır. 2024 yılında İspanya Elcano Kraliyet Enstitüsü tarafından yayımlanan Küresel Varlık Endeksi’nde temel ölçüt ülkelerin ekonomik, askeri, bilimsel, sosyal ve kültürel alanlardaki etkileridir. Veriler, Küresel Güney’in genel küresel varlık düzeyinin artmaya devam ettiğini ve Kuzey ile Güney arasındaki küresel varlık farkının azaldığını göstermektedir. Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) Pekin Zirvesi gibi uluslararası etkinlikler, Güney’in uluslararası arenadaki etkisini ve cazibesini artırmıştır.
İkinci olarak, Zirve küresel Güney için birden fazla Batı modernleşme modeli olduğunu göstermiştir. “Pekin Eylem Planı (2025-2027)” iki tarafın, ülkelerinin kalkınması ve yeniden canlandırılması temelinde barışçıl kalkınma, karşılıklı yarar sağlayan işbirliği ve ortak refah için modernleşmeyi ortaklaşa araştırmasını önermektedir. Ana sosyal sektörü Çin özellikleriyle modernize etme girişimleri arasında yoksullukla mücadele tipik bir örnektir. Çin sadece on yıl içinde yaklaşık 100 milyon insanını yoksulluktan kurtarmıştır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son rakamlarına göre 2023 yılında, önemli bir kısmı Afrika’da olmak üzere, yaklaşık 733 milyon insan hala açlık çekmektedir. Çin, tarımsal kalkınmayı yoksulluğu ortadan kaldırmanın etkili bir yolu olarak kullanma konusunda çok değerli bir deneyime sahiptir. Çin’in tarımsal kalkınma yolunun paylaşılması, küçük çiftçilerin temel dayanak noktası olduğu Afrika için büyük önem taşımaktadır. Zirve belgesinde ayrıca iki tarafın Çin-Afrika tarımsal bilim ve teknoloji inovasyon ittifakı kuracağı, tarımda yoksulluğun azaltılması için 100 gösteri köyü oluşturacağı, Afrika ülkelerine 500 tarım uzmanı göndereceği, 1.000 tarımsal zenginlik liderini eğiteceği ve Çin-Afrika Mikoriza İşbirliği Merkezi ile Çin-Afrika Bambu Merkezi’nin inşası ve geliştirilmesini ilerleteceği belirtildi. BM Genel Sekreteri Guterres de yoksulluğun azaltılması konusunda Çin-Afrika işbirliğini takdir ettiğini ifade etti. Batı’daki sanayileşme ve büyük makine üretimi ile karşılaştırıldığında, belki de tarım öncülüğündeki bu modernleşme modeli Afrika topraklarına daha uygundur.
Zirve bir kez daha Güney ülkelerinin kalkınmaya yönelik güçlü arzusunu ortaya koymuştur. Kalkınma tüm dünya ülkeleri tarafından paylaşılan önemli bir haktır. 2010 yılında dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın Avustralya medyasına verdiği bir mülakatta şunları söylediği duyulmuştu “Eğer bir milyardan fazla Çin vatandaşı şu anda Avustralyalılar ve Amerikalılarla aynı yaşam düzenine sahipse, o zaman hepimiz çok sefil bir dönemden geçiyoruz demektir, gezegen bunu kaldıramaz”. Obama gelişmekte olan ülkelerde enerji tasarrufu ve emisyon azaltımından bahsediyor olsa da, bu bilinçaltı ifade, Batılı olmayan geniş bölgelerdeki insanların Amerikalılar ve Avustralyalıların sahip olduğu türden bir refaha sahip olmaması gerektiğine dair bir kibri ima etmektedir. Zaman değişti ve günümüzde gelişmekte olan ülkeler sadece “aç olmamak” değil, aynı zamanda “iyi beslenmek” istiyorlar. Örneğin, zirve belgesinde “Kalkınma Ortaklığı Girişimi”nden bahsedilmektedir: Çin ve Afrika ortaklaşa küresel bir kalkınma teşvik merkezleri ağı kuracak ve 1.000 “küçük ama güzel” geçim kaynağı projesinin uygulanmasına yardımcı olacak; Çin hükümeti, Afrika ülkelerinin kapsayıcı ve sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmelerine destek olmaya odaklanan Çin-Dünya Bankası Grubu Ortaklık Fonu’nun yenilenmesi için 50 milyon dolar bağışta bulunacak. Zirvede üzerinde mutabık kalınan projelerin birçoğu, gelişmekte olan ülke halklarının mutluluk ve kalkınma arayışlarının bir yansıması olarak tabana fayda sağlayan geçim kaynağı projeleridir.
Son olarak, zirvenin ortaya koyduğu güzel atmosfer, dünyanın gelecekteki gelişiminin ana temasının “küçük bahçe, yüksek çit” ve karşılıklı saldırganlık değil, eşitlik ve karşılıklı fayda ile paylaşılan bir gelecek topluluğu olduğunu ortaya koymaktadır. 2000 yılında İngiliz Economist dergisi “Umutsuz Afrika” başlıklı bir kapak makalesi yayınlamış ve Afrika’yı “Umutsuz Kıta” olarak tanımlamıştı. Ancak Çin-Afrika İşbirliği Forumu da o yıl kurulmuştur. Çin ve Afrika arasında olduğu gibi Güney ülkeleri arasında da karşılıklı kazan-kazan ve karşılıklı işbirliği moda bir trend haline geldi. Hindistan ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler de Afrika ile daha geniş bir işbirliği kurmaya çalışmış ve Güney ülkeleri arasındaki işbirliği daha dostane, daha eşitlikçi ve daha az külfetli hale gelmiştir.
“Pekin Eylem Planı (2025-2027)” şöyle diyor: “Çin, Afrika ülkelerinin iç işlerine karışmayacak; Çin, Afrika ülkelerine kendi iradesini dayatmayacak; Çin, Afrika’ya yardıma siyasi bağlar eklemeyecek; ve Çin, Afrika ile yatırım ve finansman işbirliğinde tek taraflı siyasi kazançlar peşinde koşmayacak. İki taraf her zaman Çin-Afrika dostluğu ve işbirliği ruhunu koruyacak ve Çin ile Afrika arasında daha da güçlü bir kapsamlı stratejik ve işbirliğine dayalı ortaklığı teşvik edecektir.” Bu referanslar aslında Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi ve Bandung Ruhu ile aynı doğrultudadır. Bandung Konferansı, sömürgeci güçlerin katılımı olmaksızın Asya ve Afrika halklarının hayati çıkarlarının tartışıldığı ilk büyük uluslararası konferanstı. Gelecek yıl Bandung Konferansı’nın 70. yıldönümü kutlanacak. Çin-Afrika İşbirliği Forumu sadece Bandung Konferansı ruhunun bir devamı değil, aynı zamanda Bandung Konferansı kadar iyi bilinen yeni bir “Güney-Güney işbirliği” markası haline gelmesi beklenmektedir.
Pravda’nın Ankara muhabiri Filippov 19 Eylül’de Evren ve Konsey üyelerinin TBMM’deki yemin törenini haberleştirmiş. Ayrıca 18 Eylül’den itibaren Türk vatandaşlarının yurtdışına çıkış yasağının tutuklu, gözaltında veya arananlar dışında kaldırıldığını da yazıyor. Pravda, radyoya göre durumun sakin olduğunu yazıyor; ancak şu da bildiriliyormuş: “Ordu birlikleri ve güvenlik kuvvetleri kan dökülmesinden kaçınmak için gerekli tedbirleri alarak muhtelif aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçı grupları tecride devam ediyor. Neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ne ait bütün askeri-sportif kulüpler ve kamplar kapatıldı ve yetkililer tarafından kontrol ediliyor. Bunların yöneticileri ve aktivistleri gözlem altına alındı veya tutuklandı.” Demek ki askeri yönetim (darbeciler değil) kan dökmekten kaçınmak için her türlü tedbiri alıyormuş; hedefleri de (Filippov’un daha önce bildirdiği gibi) sol değil sadece “aşırı sol” ve neofaşistlermiş. Gazete ayrıca Konsey’in Maliye Bakanlığına az gelirli insanlardan ve küçük esnaftan vergi alınmamasını sağlayacak bir kanun tasarısı üzerine çalışması talimatı verdiğini de bildiriyor. Bakınız siz şu işe; bildiğiniz halkçı saymak gerek bu “askeri yönetimi”.
Yalnız (herhalde sosyalist olmadıklarından olacak) askeri yönetim kimi onaylanmayacak işler de yapıyor galiba. İzvestiya 20 Eylül’de Türk-İş ile ilişkili 140 sendikal örgütlenme ile 470 başka sendikanın daha MGK rejimi tarafından kapatıldığını ve bu sendikaların bankalardaki mali birikimlerinin de bloke edildiğini, daha önce DİSK ile bağlı sendikaların faaliyetlerinin yasaklandığını yazıyor.
İzvestiya 22 Eylül’de Ulusu başkanlığında yeni hükümetin atandığını yorumsuz duyurmuş.
Pravda 21 Eylül’de durumun normalleştiği haberleri serisine devam etmiş. Filippov imzalı haberde genelkurmayın, NATO’nun batı Avrupa’da 22 Eylül’de başlayacak planlı tatbikatı “Display Determination” manevralarına katılacağını açıkladığını vurguluyor. Bu haberin en ilginç bölümü de şu: “Türkiye’nin BM nezdinde daimî temsilcisinin (bu sırada daimî temsilci Coşkun Kırca’ydı — bn.) geçtiğimiz günlerde yaptığı ve Ankara’da belirtildiğine göre ülkenin yeni yönetiminin tutumunu yansıtmayan açıklaması Türk basınının sert eleştirilerini çekti. Cumhuriyet şöyle yazıyor: ‘Diplomatımızın, SSCB’nin Türkiye’nin iç işlerine karışma tehdidi oluşturduğu ifadesi kesinlikle yersiz. Bu ‘soğuk savaşı’ hatırlatıyor, Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk siyasetine (Milli Güvenlik Konseyimiz de bu siyasetin devam edeceğini açıklıyor) zarar veriyor.’” Türkiye’nin resmi daimî temsilcisinin sözlerinin MGK’nın tutumuyla çeliştiği inancı ve bu inancı MGK’nın hedefindeki Cumhuriyet’le teyit etme çabası tek kelimeyle gülünç ama aynı ölçüde trajik.
Pravda ertesi gün yeni hükümetin kurulmakta olduğunu bildiriyor. MGK’nın diğer “normalleşme” tedbirlerinden başka: “Sıkıyönetim kanununda siyasi renklerine bakılmaksızın terör örgütleriyle, keza kaçakçıların ve suç unsurlarının faaliyetleriyle daha etkili bir mücadeleye imkân vereceği ifade edilen değişiklikler kabul edildi.” Eğer Türkiye’de yaşamayıp Türkiye’yi Pravda’dan takip etmeye kalksak “askeri yönetimin” herkese eşit mesafede, tarafsız, hatta (patronlar üzerinde ücretlere zam baskısı ve “aşırı solcular” ile faşistleri tasfiye etmeye, ama sendikacıların serbest bırakılmasına bakılırsa sola zarar vermemeye yönelik eylemlerinden ötürü) halkçı bile sayılabileceğine inanacağız. Ülkede durum normal; asker ve polis “yerleşim yerlerini muhtelif silahlı gruplardan temizleme operasyonlarına devam ediyor”. Pravda ayrıca Adana’da askeri mahkemenin bir idam kararı verdiğini de belirtmiş. Kimin hakkında verilmiş, neden verilmiş — bu ayrıntılar yok, gereksiz olmalı.
Pravda 23 Eylül’de yeni hükümetin açıklandığını bildiriyor. Bu haberin eğlencesi ise başka yerde: “Eski başbakan S. Demirel hükümeti tarafından IMF’nin baskısı altında sosyalist devletlerle ticari-iktisadi temaslara getirilen bir dizi sınırlama kaldırıldı.” Böylece “askeri yönetimin” hikmet ve faziletlerine bir yenisi daha ekleniyor: IMF baskısına boyun eğmeyerek SSCB ile ticari ilişkileri teşvik ediyormuş. Artık bundan iyisi Şam’da kayısı.
Filippov 25 Eylül’de yeni hükümetin programıyla ilgili haberini geçmiş ve bu açıklamaya göre Türkiye’nin “yurtta sulh cihanda sulh” prensibine bağlı olacağını vurgulamış. Bu, faşist darbede kemalizm bulma yanılsamasının (veya arzusunun) bir başka tezahürü; Pravda’nın daha sonraki haberlerinde de Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını korusa bile “askeri yönetim” altında siyasi tarafsızlığını koruyacağı beklentisi anlaşılıyor. (Mesela 30 Eylül’de hükümet programı meselesine geri dönmüş ve hükümet açıklamasından NATO ile ilişkileri geliştirmeye devam etmekle birlikte bütün komşu ülkelerle dostça ilişkileri ve sıkı işbirliğini geliştirmek arzusunda oldukları ifadelerini alıntılamış.) Üstelik (Pravda resmî açıklamadan aktarıyor) “mali-iktisadi sıkıntıların aşılması, siyasi durumun istikrarı ve terörizmle mücadele… insan haklarına saygı, kanunun üstünlüğü ve demokratik hürriyetlerin tedricen yeniden tesis edilmesi temelinde” yapılacakmış. Dahası dinin siyasete alet edilmesi de yasakmış. Pravda bütün ne dediyse tersi nesnelliğini yorumsuz veriyor; tek kelimeyle inanılmaz! Pravda, Türkiye’de yayınlanan gazetelere dayanarak darbe yönetiminin “devlet sektörünün ihtiyaçlarına yönelik tahsisatı artırmaya” kararlı olduğunu da belirtmiş; bu sektördeki izinler geçici olarak kaldırılmış, izindekiler de geri çağrılmış. Devlet sektöründe kimi kategorilerde ücret ve maaşların artışı ve çalışma teşvikleri meselesi üzerinde çalışılıyormuş. Ne güzel!
İzvestiya ve Pravda 29 Eylül’de SSCB Dışişleri Bakanı Andrey Gromıko ile darbecilerin dışişleri bakanı İlter Türkmen arasında New York’ta yapılan görüşmeyi resmî açıklamadan aktarmışlar: “A. Gromıko Türkiye dışişleri bakanı İ. Türkmen’i kabul etti. SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerle ilgili meseleler konusunda görüş alışverişi sırasında bakanlar bu ilişkilerin istikrarlı muhtevasından memnuniyetlerini ifade ettiler ve her iki tarafın da bunları siyasi, iktisadi, ticari ve diğer alanlarda iyi komşuluk temelinde, eşit haklar ve karşılıklı yarar ilkelerine uygun olarak bundan sonra da geliştirmek niyetinde olduğunu belirttiler. Kimi uluslararası problemler de görüşüldü. A. Gromıko bu bağlamda Orta ve Yakındoğudaki durumda gerginliğin tehlikeli niteliğine dikkat çekti. Görüşme dostça bir atmosferde gerçekleşti.” Gromıko, darbenin meşruiyetiyle ilgili en ufak bir yorumda bulunmamış!
İzvestiya 1 Ekim’de Ulusu hükümetinin oybirliğiyle (aksi mümkünmüş gibi) onaylandığını duyuruyor. 3 Ekim’de ise bir başka muhteşem haber daha var: “Türkiye Anayasa Mahkemesi Amerikan havacılık şirketi Lockheed’in faaliyetleriyle ilgili soruşturmaya yeniden başlama kararı aldı.” Darbeci generallerle Lockheed arasında hiçbir zaman soruşturulmayan ve herkesin bildiği bir sır olarak kalan akçeli işlerle ilgili daha sonraki bildiklerimiz, bu habere muhteşem niteliğini kazandırıyor — ihtişamı, darbecilerin Lockheed gibi bir şirkete bile meydan okuyor olabilme ihtimali.
İzvestiya 15 Ekim’de “çok sayıda teröristin tutuklandığını, çok miktarda silah, mühimmat, patlayıcı madde ve kaçak mal ele geçtiğini” yazıyor.
Filippov aynı gün Pravda’da Demirel ve Ecevit’in serbest bırakıldıklarını bildiriyor. Ancak Filippov’un yazdığı bütün haberlerde olduğu gibi bunda da eğlenceli bir bölüm var: “Askeri savcılık delil yetersizliğinden DİSK de dahil ilerici dernek ve sendikaların aktivistlerinden büyük bir grubu serbest bıraktı. Türkiye İşçi Partisi genel başkanı B. Boran’ın ev hapsinin kaldırıldığı da bildiriliyor.” Evet, kesinlikle halkçı bir “askeri yönetim” olmalı bu! Birçok açıdan iyi niyetli olduğunu kabul etmek gerek; ancak bir takım baskılar var ki direnemiyor. Nitekim: 18’inde Filippov Ankara’nın “uluslararası tekellerin baskısı altında” Türk lirasını başlıca batı paraları karşısında yüzde 3 devalüe etmek “zorunda kaldığını” yazmış.
Pravda 19 Ekim’de Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin komünist ve işçi partilerinin Brüksel’de yapılan toplantısını yazmış. Haber (bu tür haberlerde genellikle olduğu gibi) “her yerde emperyalist gericilikle keskin bir muharebenin kaynamakta olduğu” klişesiyle başlıyor. Tek başına bu haber ve üslubu bile ayrı bir yazıyla ele alınabilirdi; ancak şimdiki konumuz açısından dikkat çekici olan şu: Yunanistan ve Türkiye Komünist Partilerinin bu ay (ekim) yapılan ortak toplantısı, Avrupa komünist partilerinin Paris buluşmasında, Varşova Paktı üyesi devletlerin toplantısında ve Sofya’daki Barış İçin Halklar Dünya Parlamentosunda ifade edilen barış ve silahsızlanma önerisini onaylıyor ve destekliyormuş. Bu iki parti Amerikan saldırganlığının Ortadoğu’da yarattığı tehdit konusunda hemfikirlermiş. Her iki parti Irak ve Irak arasındaki savaştan ötürü de endişelilermiş. Ama haberde Türkiye’de askeri faşist darbeyle ilgili hiçbir şey yok; dolayısıyla her iki partinin de Türkiye’deki faşist darbeyle şimdilik bir sorununun olmadığı anlaşılıyor.
Pravda, salıverilen sendikacılardan başka Behice Boran’ın durumuyla da ilgili. Filippov 23 Ekim’de Behice Boran’ın seçimlerden önceki radyo ve televizyon konuşmalarında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tekrar Ankara sıkıyönetim mahkemesi karşısına çıkarıldığını yazıyor. Başlık: “İlerici faaliyete kovuşturma”. Olmayacak bir şey! Ama eğer görüşme fırsatı olsaydı Pravda’yla, herhalde bu tür kovuşturmaları Nasır dönemiyle benzeştirirlerdi ve “askeri yönetimin” tutumunu netleştirmek için zamana ihtiyaç olduğunu söylerlerdi. Ve muhtemelen yönetimin bu “kararsız” halinin ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan kaynaklandığını da eklerlerdi. Nitekim bu zorluklar öyle ağır olmalı ki, Filippov 29 Ekim’de Ankara’nın “IMF’nin ve batılı tekellerin baskısı altında” (istemeden, ne yapsın, “baskı”) bir ay içinde ikinci defa yüzde 3 devalüasyon yaptığını bildiriyor. Gazete ayrıca yılın ilk 9 ayındaki enflasyonun bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 69,9 olarak tespit edildiğini de belirtmiş. Ama bunlar bir siyasi tercih sayılmaz; bunlar “baskı altında” alınan kararlar. Pravda 14 Aralık’ta da faşist darbecilerin hükümetinin yeni bir devalüasyon daha yaptığını duyuruyor, elbette gene IMF’nin ve uluslararası tekellerin “baskısı altında”.
Yaptırımlar karşısında Rusya’nın enerji sektörünün beklentileri neler?
Manila, Güney Çin Denizi’nde ABD’nin Filipinler ikmal misyonlarına eşlik etme teklifini kabul edebilir
Stoltenberg: Bugün Ukrayna’da olan yarın Asya’da da olabilir
Vietnam lideri To Lam yeni Pekin elçisine Çin ile ilişkilerin ‘en önemli öncelik’ olduğunu söyledi
Britanya ve Fransa yeni bir askeri anlaşma planlıyor
Çok Okunanlar
-
ASYA1 hafta önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
RUSYA2 hafta önce
Putin, Doğu Ekonomi Forumu’nda konuştu
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 1
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Kremlin: Türkiye’nin BRICS’e üyelik başvurusunu değerlendireceğiz
-
AMERİKA2 hafta önce
Arjantin’de Milei’nin “şok terapisine” karşı yeni para birimi piyasaya sürüldü
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye ile normalleşme başka bahara kalamaz: Pişmiş aşa su katılmaz