Bizi Takip Edin

DİPLOMASİ

Avrupa, Orta Doğu’daki sömürgeci geçmişini görmezden geliyor

Yayınlanma

ABD’de George Floyd’un polis şiddeti nedeniyle hayatını kaybetmesinin ardından halklarının sokaklara döküldüğü Avrupa ülkeleri, kanlı sömürgeci geçmişlerini yeniden hatırlamaya başladı.  Avrupalılar ırkçılık ve adaletsizliği protesto ederken, aynı zamanda sömürgeci geçmişi hatırlatan heykel, büst ve müzeler de mercek altına alındı. Avrupalı liderler sömürgeci geçmişleriyle yüzleşmeye hevesli olmasalar da bu sömürgeci miras ve mirasın yarattığı tahribat gündemde. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Avrupa’nın geçmişiyle yüzleşirken Orta Doğu’nun neden ve nasıl göz ardı edildiğine odaklanıyor:

 ***

Avrupa Orta Doğu hariç sömürgecilik mirasıyla yüzleşmeye başladı

Gazze savaşına yönelik küresel ilginin ortasında, çok az yorumcunun Avrupa emperyalizminin İsrail-Filistin çatışmasının temellerini nasıl attığına dikkat çekmesi ilginç.

CHRISTOPHER PHILLIPS

Avrupa Parlamentosu üyeleri Avrupa Birliği’ni Avrupa sömürgeciliğinin kalıcı etkilerini ele almaya ve tersine çevirmeye çağırdı.

Yeşiller-Avrupa Özgür İttifakı tarafından önerilen bir karar tasarısı, AB’nin “Avrupa sömürgeciliğinin kalıcı etkilerini tanımak, ele almak ve düzeltmek için hiçbir ortak çaba göstermediğinden” yakınıyor ve sömürgecilik ve kölelik mirasından etkilenen devletlere tazminat ödenmesi için bir tazminat programı öneriyor.

AB tarafından kabul edilmesi önünde çeşitli engeller bulunan karar tasarısı, geçmiş sömürgecilik mirasının Avrupa ve Britanya’da nasıl hızla ana akım bir siyasi mesele haline geldiğinin bir göstergesi.

Avrupa’nın denizaşırı imparatorluklarının dağılmasından sonraki on yıllarda, bu konular nadiren kamusal tartışmalara konu oldu, genellikle öğrenciler arasındaki tartışmalara ve akademik çalışmalara indirgendi. Ancak ABD’deki Black Lives Matter hareketine verilen destek ve genel olarak eleştirel ırk çalışmalarına artan ilgiyle birlikte aktivistler siyasetçileri bu soruyla ciddi bir şekilde ilgilenmeye zorlamaya başladı.

Üniversite müfredatlarını ‘sömürgecilikten arındırma’ çabaları, öğrencilerin sömürge döneminden kalma heykellerin kaldırılmasını talep etmelerine yol açmıştı. 2020 yılında İngiltere’nin Bristol kentindeki protestocuların 17. yüzyıldan kalma bir köle tüccarının heykelini yıkmasıyla bu kampanya kampüs dışına taştı.

Benzer protestolar Fransa, Belçika, Hollanda ve Almanya’da da meydana geldi. Buna karşılık, sağdaki bazı politikacıların öncülük ettiği eşit derecede hararetli bir tepkinin olduğu görülüyor.

Kayda değer farklar

Yine de bazılarının emperyal miraslarla yüzleşmeye yönelik hevesi konusunda ilginç olan, odak noktalarındaki bir boşluk dikkate değer: Orta Doğu. Avrupa Parlamentosu karar taslağında, “Karayipler, Afrika ve Latin Amerika da dâhil birçok eski Avrupa sömürgesi, sömürgeciliğin mirasından sosyal, ekonomik ve çevresel olarak hâlâ zarar görmektedir” deniliyor.

Bu şüphesiz doğru ve sömürgeciliğin bu bölgeler üzerindeki zararlı etkilerinin hiç biri önemsiz değil, ancak aynı şey Orta Doğu’nun bazı bölgeleri için de söylenebilir.

Gerçekten de Gazze savaşına yönelik küresel ilginin ortasında, çok az politikacının ve hatta yorumcunun Avrupa emperyalizminin İsrail-Filistin çatışmasının temellerini nasıl attığına dikkat çekmesi veya İngiltere’nin (ve Fransa’nın) bazı sorumluluklar taşıdığını söylemesi ilginç.

Avrupa geçmişiyle yüzleşiyor

1492 ve 1914 yılları arasında Avrupalı devletler dünyanın %84’ünü ele geçirmişti. Tek başına İngiltere, 1920’de imparatorluğunun zirvesindeyken dünya topraklarının %24’ünde hak iddia ederken Fransa, İtalya, Portekiz, Belçika, Hollanda, Almanya, Danimarka ve İspanya geçmişte önemli sömürge topraklarına sahipti.

Bu toprakların fethi ve elde tutulması sıklıkla köleleştirme, etnik temizlik, zorunlu iskân, sömürü, toplu katliam ve savaşı içeriyordu. Buna rağmen, Avrupa hükümetleri bunu kabul etmekte isteksiz davranmış ve ataları adına herhangi bir sorumluluk üstlenmekte daha da tereddüt ettiler.

Bu mesele Avrupa halkları arasında görüş ayrılıklarına yol açtı. Birçok Avrupa ülkesinde, hükümetlerinin geçmişteki sömürgeci adaletsizlikler için özür dilemesini ve tazminat teklif etmesini talep eden hareketler görülüyor. Bu hareketler genellikle sömürgeleştirilmiş halklarla yakın ya da uzak ata bağları olan vatandaşları kapsıyor.

Diğer taraftan, bazı sağ eğilimli siyasi gruplar da buna karşı çıkıyor. Küçük bir grup, imparatorluk hükümetleri tarafından modern altyapının inşa edilmesi gibi algılanan faydaların altını çizerek imparatorluğu savunurken, daha büyük bir grup ise modern hükümetlerin uzak seleflerinin davranışlarından sorumlu tutulmaması gerektiğini iddia ediyor.

Bugünün standartlarının geçmişteki aktörleri yargılamaması gerektiği görüşü de var. Hollandalı tarihçi Sander Philipse, The Guardian’a şunları söyledi: “Genel kanı hâlâ şu: Biz yaptık, uzun zaman önceydi, herkes yapıyordu, o kadar da ciddi değil, özür dilenecek bir şey yok.”

Çoğu hükümet bu konuda ince bir çizgide yürümeye çalıştı. Bir yandan, çoğu lider bunun yurtdışında hassas bir konu olduğunu bilecek kadar anlayışlı, zira Avrupalı olmayan devletlerin çoğu bir şekilde Avrupa sömürgeciliğine maruz kalmış ve bunun getirdiği acıların kabul edilmesini bekliyor.

Öte yandan, birkaç istisna dışında, Avrupalı liderler suçun tam olarak kabul edilmesinin tazminat için yasal taleplere yol açabileceğinin bilincindedirler ve bu talepleri karşılamakta isteksizler.

Yine de son yıllarda kayda değer bir değişim yaşandı.

Hollanda Kralı 2020’de eski sömürgesi olan Endonezya’yı ziyareti sırasında ülkesinin geçmişte uyguladığı “aşırı şiddet” nedeniyle özür diledi. İngiltere Kralı Charles da Ekim 2023’te Nairobi’yi ziyareti sırasında sömürge döneminde Kenya’da İngiliz askerleri tarafından işlenen “iğrenç ve haksız şiddet eylemlerinden” üzüntüyle bahsetti.

Diğer değişimler kültürel düzeydedir. Bir zamanlar Kral Leopold’un Kongo’daki kolonisinden getirilen sömürge tebaasından oluşan bir ‘insan hayvanat bahçesi’ barındıran Belçika’nın Gryseels müzesi, Belçika’nın sömürgeci geçmişini eleştiren sergilere ev sahipliği yaptı.

Benzer şekilde, Birleşik Krallık müzelerinin bazı eserleri emperyalistler tarafından yağmalandıkları orijinal yerlerine iade etmesine ilişkin tartışmalar da giderek artıyor.

Muhtemelen Almanya bu konuda en ileri düzeyde olan ülke. Batı Almanya’nın 1952 yılında İsrail ile imzaladığı tazminat anlaşması başta olmak üzere, Nazi seleflerinin işlediği pek çok suçu uzun süredir kabul eden Berlin için bir emsal teşkil ediyor.

Yakın zamanda, akademik ve siyasi dikkatler Almanya’nın Nazi öncesi dönemine, özellikle de Namibya’yı sömürgeleştirmesine çekildi. Alman Dışişleri Bakanı 2015 yılında, 20. yüzyılın başlarında Namibya’da yaptıklarının “savaş suçu ve soykırım” olarak anılması gerektiğini söyleyerek Berlin’in suçluluğunu resmen kabul etmiş gibi göründü.

Orta Doğu istisnası

Bu kademeli değişimlere rağmen, eleştirmenler hızın çok yavaş olduğunu, dolayısıyla Yeşiller-Avrupa Özgür İttifakı’nın konuyu AB içinde (ancak İngiltere’de değil) zorlama çabalarını savunuyor. Ancak bu çabaların bile dikkate değer bir kör noktası var: Orta Doğu.

Bölge, dünyanın diğer bölgelerine kıyasla geç sömürgeleştirildi. Bu süreç İngiltere’nin 19. yüzyılda Körfez’e ve Mısır’a girmesi ve Fransa ve İngiltere’nin de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap topraklarını paylaşmasıyla tamamlandı.

Yine de hem Ortadoğulular hem de Batılı emperyalizm akademisyenleri bu sınırlı sömürge deneyiminin kalıcı bir etkisi olduğu konusunda hemfikir.

1918’den sonra bölünen bölge, sadece son zamanlarda şiddetli istikrarsızlıklara ev sahipliği yaptığı için değil, aynı zamanda yerli halkın bölünmeye bu kadar kararlı bir şekilde karşı çıkması nedeniyle de özel bir incelemeye tabi tutuldu.

1919 Amerikan King-Krane Komisyonu Lübnan, Filistin ve Suriye topraklarında nüfusunun ezici çoğunluğunun, tüm bölgeleri tek bir bağımsız demokratik krallıkta birleştiren ve Siyonist proje olmaksızın, birleşik bir Büyük Suriye istediği sonucuna vardı ancak görmezden gelindi.

Osmanlı mirası, sosyo-ekonomik gelişmeler, Soğuk Savaş müdahaleleri, yerel liderlerin kararları ve yabancı güçlerin müdahaleleri gibi diğer faktörlerin de rol oynadığı düşünüldüğünde, Lübnan, Suriye, Irak ve İsrail-Filistin’deki çatışmaları tamamen sömürgeciliğe bağlamak tembel bir genelleme olur. Ancak çoğu uzman Avrupa emperyalizminin daha sonra yaşanan acıların temelini attığı konusunda hemfikir.

Filistin buna bir örnek. İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kontrolü ele geçirme ve Avrupalı Yahudilerin manda yönetimine göçünü kolaylaştırma kararı, İsrail-Filistin çatışmasının koşullarını yaratmaya yardımcı oldu.

İngiliz birlikleri 1917’de Kudüs’e ilk girdiklerinde Yahudi nüfusu %10’du; 1947’de ayrıldıklarında ise bu oran %32’ye yükselmişti.

Filistinli akademisyen Rashid Khalidi, İngiltere’nin Filistinlilerin 1936-9 isyanını bastırmak için Yahudi milislerin eğitilmesine ve silahlandırılmasına nasıl yardım ettiğini, Arap tarafını zayıflatırken rakiplerini gelecekteki bağımsızlık savaşı için güçlendirdiğini belirtmiştir.

İsrail-Filistin çatışması karmaşık olsa da ve barış sürecinin başarısızlığına ve Gazze’de devam eden savaşa yol açan diğer müteakip faktörler olsa da birçok Filistinli, haklı olarak yetkilerinin ellerinden alınmasının başlangıç noktası olarak İngiliz emperyalizmine işaret ediyor.

Lübnan ve Suriye, Avrupa sömürgeciliğinin olumsuz deneyimlerinin diğer örnekleri. Lübnan’da Fransa kendisini Maruni Hıristiyan toplumunun koruyucusu olarak gördü ve bu nedenle Lübnan’ın Maruni olmayan diğer gruplarına kıyasla nüfusu azalsa bile müttefiklerini baskın bir konumda tutacak mezhepsel temsile dayalı bir siyasi sistem kurdu.

Bu siyasi sistemin kusurları 1958 ve 1975-90 yıllarında iki iç savaşa yol açtı ve muhtemelen Lübnan’ın bugün yaşadığı siyasi felce ve mali krize katkıda bulundu. Aynı şekilde Suriye’de de Fransızlar, Sünni olmayan azınlık gruplarını orduya katılmaya teşvik ederek bölmeye ve yönetmeye çalıştı.

Fransa 1946’da ülkeyi terk ettiğinde, bu durum siyasete düzenli olarak müdahale eden ordunun azınlık grupların hakimiyetine girmesini ve tek bir grubun; Alevilerin, hâkim olmasını sağladı. Suriye’de 2011’de başlayan iç savaşın tek nedeni bu olmasa da Fransız sömürgeciliğiyle ilişkilendirilebilecek bir rol oynadı.

Benzer bir hikâye Irak’ta da yaşandı. İngiltere 1921’de Arap Şiilerin çoğunlukta olduğu yeni bir devlet kurdu ancak Osmanlı döneminde geleneksel olarak hüküm süren Sünni Arapları güçlendirdi. Bu eğilim bağımsızlıktan sonra da devam etti ve 2003 yılında Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra mezhepsel şiddete dönüşen gerginliklere katkıda bulundu.

Yine, sömürgecilik oyundaki tek faktör olmaktan çok uzak. Ancak Orta Doğuluların isimlerini ‘sosyal, ekonomik ve çevresel açıdan sömürgeciliğin mirasından hâlâ acı çeken’ bölgeler listesine eklemeye her türlü hakkı var.

Bir sorumluluk meselesi

Bazı Avrupalı aktivistler, Orta Doğu devletlerini Avrupa sömürgeciliğinin tazmin edilecek kurbanları listesine dahil etmeye istekli olsalar da Batılı liderlerin bunu kabul etmesi pek olası görünmüyor.

Daha önce de belirtildiği üzere, kölelik gibi daha tartışmasız tarihsel yanlışlarda bile, başka yerlerdeki sömürge miraslarının sorumluluğunu kabul etme konusunda zaten isteksizler. Bu nedenle, son derece tartışmalı Orta Doğu’daki tarihi eylemler için özür dilemeyi düşünmek konusunda muhtemelen daha da isteksiz olacaklar.

Ancak yine de meşum bir sessizlik sürüyor. Britanya da dahil olmak üzere Avrupalı ​​liderler, ister Birleşik Krallık’ın Irak’a müdahaleleri olsun, ister Fransa’nın Lübnan’a mali yardım sağlama girişimleri olsun, ister IŞİD karşıtı koalisyonlarda yer alan çok sayıda devlet olsun, son yıllarda Orta Doğu’da kendilerini kanıtlamış istekli aktörler oldular.

Birçok Avrupalı benzer şekilde mevcut Gazze savaşında İsrail’e destek verirken, başta Fransa olmak üzere bazıları da ateşkesi desteklemeye başladı. Ancak hiçbiri devletlerinin içinde bulundukları krizlere katkıda bulunan tarihsel rolleriyle yüzleşmeye ya da bunları kabul etmeye istekli görünmüyor ve başka yerlerdeki sömürgeci mirasların aksine, aktivistlerden bunu düzeltmek için sadece sınırlı bir baskı var.

Öyle görünüyor ki, Avrupalılar geçmiş emperyal mirasları için gerçekten suçluluk ve sorumluluk kabul etmeye başlarlarsa, Orta Doğu tartışmalarda öne çıkmayacak.

DİPLOMASİ

Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi

Yayınlanma

Reuters ajansına konuşan bir kaynağa göre, ABD, Ukrayna’ya yönelik Batı ülkelerinin askeri yardımlarının koordinasyon görevini Kuzey Atlantik İttifakı’na (NATO) devretti.

Bu adım, önceden planlanmış olmasına rağmen birkaç ay ertelenmişti.

Ajans, bu kararın NATO’nun Ukrayna’ya asker göndermeden “savaşta daha aktif bir rol üstlenmesini” sağlayacağını belirtti.

Fakat diplomatlar, ABD’nin Kiev’e en büyük askeri desteği sağlamaya devam etmesi nedeniyle bu değişikliğin etkisinin sınırlı kalabileceğini ifade etti.

Ajans ayrıca, ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşını hızla sona erdirmek istediğini, ancak bunu başarmak için nasıl bir yol izleyeceğini henüz açıklamadığını anımsattı.

NATO ülkeleri, temmuz ayında Washington’da düzenlenen bir zirvede, Ukrayna’ya askeri yardım sevkiyatının koordinasyonunun NATO’ya devredilmesine karar verdi.

Bu yeni yapı, NATO Güvenlik Yardım ve Eğitim Misyonu (NSATU) olarak adlandırılıyor ve yaklaşık 700 kişilik bir personel kadrosuna sahip.

Misyonun merkezi, Almanya’nın Wiesbaden kentindeki bir ABD üssünde bulunuyor.

McFaul: Ukrayna, topraklardan feragat karşılığında NATO üyeliğine ikna edilmeli

Okumaya Devam Et

AVRUPA

İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı

Yayınlanma

İsveç, Berlin’in elektrik piyasasını yeniden düzenleyerek denizaşırı ülkelerden daha düşük maliyetli elektrik çekmeyi durdurması halinde Almanya’yı güney İsveç’e bağlayacak bir elektrik kablosu projesini onaylamaya hazır olduğunu açıkladı.

İsveç Enerji Bakanı Ebba Busch Financial Times’a (FT) yaptığı açıklamada, Almanya ve İsveç elektrik piyasalarını birbirine bağlaması planlanan 700 megavatlık Hansa PowerBridge projesinin “Almanya kendi sistemini düzene sokana kadar” erteleneceğini söyledi. 

Busch, Almanya’nın iç elektrik piyasasını, şebekelerinin verimliliğini artıracak ve fiyatları düşürecek ihale bölgelerine ayırması halinde İsveç hükümetinin proje üzerinde “harekete geçmeye hazır olacağını” da sözlerine ekledi.

Bu tür reformların, Almanya’nın İsveç’in büyük ölçüde hidroelektrikle üretilen daha ucuz elektriğini çekmesini ve İsveçli tüketiciler için maliyetlerin artmasını önleyeceği düşünülüyor.

Elektrik, şebekeler üzerinde en yüksek fiyat talebinin olduğu yere doğru akıyor. İsveç’in şebekesi halihazırda Baltık Denizinin altından geçen bir enterkonnektör aracılığıyla Almanya’ya bağlı.

Avrupa’daki elektrik fiyatlarına ilişkin tartışmalar, AB üyesi ülkelerin Rus gazı ve fosil yakıtlardan uzaklaşmak için sisteme hava koşullarına bağlı yenilenebilir enerji eklemek için acele etmeleri nedeniyle bu yıl giderek hararetlendi.

Bu durum, güneşin parladığı ve rüzgârın estiği dönemlerde önemli ölçüde fazla üretime yol açarken, güneş ya da rüzgârın olmadığı zamanlarda da üretimin çok düşük olduğu dönemleri beraberinde getirdi. Sonuç olarak birçok ülkede fiyatlar son derece dalgalı bir seyir izledi.

Busch, geçtiğimiz çarşamba ve perşembe günleri İsveç’in güneyinde fiyatların “eksi fiyatlardan” kilovat saat başına yaklaşık 1 avroya sıçradığını söyledi. Busch, bunun yatırım için “çok zor bir durum yarattığını” da sözlerine ekledi.

Yaz aylarında Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis de Yunanistan’daki açıklanamaz yüksek faturalarla ilgili endişelerini dile getirmiş ve bloğun enerji sistemini daha iyi incelenmesi gereken bir “kara kutu” olarak tanımlamıştı.

Mitsotakis, “İyi işleyen ve yenilenebilir enerji kaynaklarından gerçekten yararlanan bir enerji piyasasına sahip olmak istiyorsak, bu konulara bakan ve müdahale etme kapasitesine sahip bir tür Avrupa düzenleyicisi düşünmeliyiz,” dedi.

AB’nin enerji düzenleyicisi Acer pazartesi günü, elektrik şebekesi maliyetlerinin 2050 yılına kadar iki katına çıkabileceği ve mevcut şebekelere daha fazla yük bindikçe “elektrik faturalarının genel karşılanabilirliğini tehlikeye atacağı” uyarısında bulundu.

Norveçli politikacılar geçen hafta, ülkedeki elektrik fiyatlarının 2009’dan bu yana en yüksek seviyeye ulaşması üzerine, Norveç ile Danimarka, Almanya ve Britanya arasındaki enterkonektörleri gözden geçirmek istediklerini söyledi. O zamandan bu yana fiyatlar aralık ayı için rekor düşük seviyelere geriledi.

Oslo’nun endişelerine atıfta bulunan Busch, “dünyanın geri kalanının bir parçası olmayı seven açık, ilerici bir ülkenin bu birbirine bağlı enerji sisteminin bir parçası olmak istemeyebileceğimizin sinyalini vermesinin Avrupa için üzücü bir an olduğunu” söyledi.

Busch, Almanya’nın yüksek fiyatlarının sorumlusu olarak nükleer santrallerini kapatma ve 2011 yılında Japonya’da meydana gelen Fukushima kazasının ardından AB düzeyinde nükleere verilen desteğe karşı çıkma kararını gösterdi.

İsveç de bir önceki hükümet döneminde benzer bir karar almış aöa politikasını değiştirerek Avrupa düzeyinde nükleer enerjinin en güçlü savunucularından biri haline gelmişti.

İsveç’in kendi enerji sistemi, ülkenin hidroelektrik santrallerinin çoğunun bulunduğu kuzeyden zayıf iletim bağlantıları olduğu için genellikle büyük bölgesel fiyat farklılıklarından muzdarip.

Geçtiğimiz hafta Volvo Cars, Volvo Trucks ve SKF’ye ev sahipliği yapan Göteborg’daki tüketiciler elektrik için kuzeydeki Luleå kentindekilerden 190 kat daha fazla ödedi.

FT’ye konuşan İsveç’in önde gelen bir şirket yöneticisi, “Enerji politikamız umutsuz. Eğer işleri kısa sürede yoluna koymazsak, sanayinin büyük bir kısmı sıkıntıya girebilir,” dedi.

Busch, Avrupa’nın nükleer enerji konusunda “siyasi mücadelelere” girmeyi bırakması ve sistemi istikrara kavuşturmak için teknolojiye daha fazla yatırım yapılmasını teşvik etmesi gerektiğini söyledi.

Busch, nükleer karşıtı Yeşiller partisinin üyesi Alman Enerji Bakanı Robert Habeck’i kastederek, “Hiçbir siyasi irade fiziğin temel kurallarını geçersiz kılamaz, Dr. Robert Habeck bile,” dedi.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

İsviçreli Büyükelçi Buch: Rusya’yı zayıflatmış olabilirler, ama aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflatmış oldular

Yayınlanma

İsviçre’nin Türkiye Büyükelçisi Jean-Daniel Ruch, Rusya-Ukrayna barış görüşmelerinin erken sonlandırılmasının savaşın uzamasına ve ölümlerin artmasına yol açtığını belirtti. Batı’nın bu stratejisinin sadece Rusya’yı değil, tüm Batı’yı da zayıflattığını vurguladı.

İsviçre’nin Türkiye Büyükelçisi Jean-Daniel Ruch, Türkiye’nin savaşın altıncı haftasında gerçekleştirdiği ve giderek olumsuz bir şöhrete bürünen Rusya-Ukrayna barış görüşmelerine dair değerlendirmede bulundu.

Antithèse adlı YouTube kanalına mülakat veren Ruch, müzakerelerin nasıl sonlandırıldığı ve Batı’nın bu süreçteki rolü üzerine çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.

Ruch, Batı’nın –özellikle İngiliz müttefikler ve Amerikalıların– müzakerelerin başarıya ulaşmasının eşiğinde olduğu bir dönemde bu süreci sonlandırdığını belirtti.

Bu kararın, Batı’nın Rusya’yı zayıflatma stratejisi kapsamında alındığını ifade eden Ruch, bu yaklaşımın hem Rusya’yı hem de Batı’yı zayıflattığını ileri sürdü.

“Bu kararı son derece ahlaksızca buluyorum, zira savaşın devam etmesi halinde ölümlerin on binlerce, hatta yüz binlerle ifade edilebileceği aşikardı,” diyen Ruch, bu kararın insani boyutunu vurguladı.

Ruch, Batı’nın müzakereleri sonlandırma kararını, Rusya’yı zayıflatma amacıyla erken alındığını ve bunun da savaşın uzamasına yol açtığını savundu.

Ruch, “Neden bu kadar çok insan öldü?” sorusunu sorarak, Batı’nın stratejisinin sadece Rusya’yı değil, aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflattığını dile getirdi.

Avrupa’nın bu süreçte önemli ölçüde etkilendiğini belirten Ruch, “Rusya’yı zayıflatmış olabilirler, ama aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflatmış oldular,” dedi.

Savaşın devam etmesi durumunda ölümlerin artacağı ve çatışmaların daha da tırmanacağı konusunda uyarılarda bulunan Ruch, “Bu, insanlık adına büyük bir trajediydi,” ifadelerini kullandı.

Ayrıca, bugün yapılacak bir barış anlaşmasının bile Rusya’nın uzlaşmaya hazır olup olmadığına bağlı olduğunu belirten Ruch, sürecin son derece zorlu olduğunu vurguladı.

Öte yandan Ruch, kitabının yazılmasına neden olan süreç hakkında da bilgiler verdi. “Rusya’nın işgalinden sonra başladım, zira bu durumu önleyememiş olmamız mümkün değildi,” diyen Ruch, Batı’nın masada iki taslak anlaşma olmasına rağmen bunlara uymamasının savaşın uzamasına neden olduğunu söyledi.

Tarihçilerin bu dönemi bir gün yeniden ele almasının gerektiğini belirten Ruch, “Bu, belki de tarihçiler tarafından bir gün yeniden ele alınması gereken bir tartışma,” değerlendirmesini yaptı.

Türkiye’nin bu süreçteki rolüne de değinen Ruch, Türkiye’nin tarafsızlık konusunda Ukrayna ile çalışmak istediğini ve bu konuda görüşmeler yaptığını anlattı. “Türkler, Ukrayna için tarafsızlık kavramı üzerinde bizimle çalışmak istiyorlardı,” diyen Ruch, Türkiye’nin tarafsızlık modeli üzerine çalışmalar yaptığını ve bu sürecin önemli olduğunu belirtti.

Ruch, Batı’nın küresel bir gündemi olduğunu ve bu savaşla yüzleşmek için acelelerinin olmadığını ifade etti. Rusya’nın nükleer tehditlerini artırması ve Batı’nın buna karşı ne tür tedbirler alacağı konusundaki endişelerini dile getiren Ruch, kara birliklerinin NATO ile Rusya arasında bir savaşa yol açabileceğini ve bunun Türkiye’nin güvenliği açısından ciddi riskler taşıdığını vurguladı.

Ayrıca Ruch, savaşın yarın sona ereceğini düşünmediğini ve çözüm modelinin hala İstanbul’da müzakere edilenlere dayandığını belirtti. Tarafsızlık ve güvenlik garantileri konusundaki belirsizlikler nedeniyle bu sürecin ne kadar zor olacağını vurgulayan Ruch, “Bu savaşın yarın sona erdiğini göremeyeceğiz,” diye ekledi.

Ukrayna’da müzakere gündemi: Toprak mı güvenlik garantisi mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English