Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Azerbaycan-Ermenistan ihtilafı: Tarihin sonu mu yoksa yeni bir sayfa mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Azerbaycan’ın 2020’nin sonbaharında başlattığı saldırı ve ardından yaşanan çatışmalar 44 gün sürdü ve Ermeni tarafından bariz yenilgisiyle sonuçlandı. Daha sonra Rusya’nın araya girmesi ve bölgeye barış gücü birliklerini göndermesi söz konusu oldu.

Taraflar, 10 Kasım 2020’de üçlü bildiri imzaladı ve Ermenistan’ın silahlı kuvvetlerinin Karabağ’dan çekilmesi kararlaştırıldı.

Eylül 2023’e gelindiğine statüko bozuldu ve Bakü, bölgeye “terörle mücadele harekâtı” başlatmaya karar verdi. Devamında Karabağ’daki fiili Ermeni yönetiminin lideri Samvel Şahramanyan, imzaladığı kararnameyle yönetimi feshetti.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen makalede MGIMO Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü araştırmacılarından Sergey Markedonov, Azberbaycan-Ermenistan ihtilafının dönüm noktalarını ve bundan sonra yaşanabilecek senaryoları ele alıyor.


Azeri-Ermeni ihtilafı: Son bölüm mü, dahası gelecek mi?

Sergey Markedonov

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)

9 Ekim 2023

Tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti (DKC) kendi kendini tasfiye ettiğini ilan etti. İlgili kararname, bu fiili oluşumun başkanı Samvel Şahramanyan tarafından imzalandı. Belgede, “1 Ocak 2024 tarihine kadar tüm devlet kurumlarının yanı sıra bakanlığa bağlı organların lağvedilmesine karar verilmiştir,” ifadesi yer alıyor. Dağlık Karabağ Cumhuriyeti, bağımsızlığı Ermenistan dahil hiçbir ülke tarafından tanınmayan, tek taraflı bağımsızlığını ilan etmiş bir cumhuriyet olsa da, bu kendini tasfiye kararnamesinin tarzı acı bir şekilde ünlü Beloveja Anlaşmalarını anımsatıyor.

Hem ilk hem de ikinci vakada, belge karmaşık etno-politik ve uluslararası süreçlerin nedeni olmaktan ziyade sonucu. Dağlık Karabağ, Sovyetlerin çöküşünün tetikleyicilerinden biriydi; Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin kurulmasına ilişkin referandum ise Viskuli’deki toplantıdan iki gün sonra gerçekleşti ve bu referandum, Sovyetler Birliği’nin sonunu getirmekle kalmayıp dünyayı da değiştirdi.

Tanınmayan bir ülkenin kendini tasfiye etmesi, uluslararası gündemi temelden değiştiren önemli bir hadise olarak görülemez. Fakat Kafkasya’daki durum gözlerimizin önünde ciddi değişimler geçiriyor ve sonuçları kesinlikle bu kronik etno-politik çatışmanın çerçevesinin çok ötesine uzanıyor.

İhtilafın doğuşu

Kafkasya’daki bölgesel statükonun bozulması Eylül 2023’teki tırmanışla alakalı. Üçüncü Karabağ savaşı (ve iki gün sürdüğü için en kısası) sırasında Azerbaycan, birleşik Sovyet devletinin son günlerinde belirlediği stratejik hedefe, yani toprak bütünlüğünü yeniden tesis etme hedefine ulaştı. Fakat, bu hadisenin bariz önemini kabul etmekle birlikte, Ermenistan-Azerbaycan ihtilafının mevcut durumunun ve gelecekteki gidişatının analizini Bakü’nün başarılı yıldırım harekâtına indirgememek gerekir.

Ünlü Fransız tarihçi ve Annals ekolünün önde gelen temsilcilerinden Fernand Braudel, araştırmacılar için üç zaman kategorisi önermişti: “uzun süre” (bir yüzyıl ve daha fazlası), “döngüsel (fırsatçı) zaman” (50 yıla kadar bir aralık) ve “olayların zamanı” (bugünün sorunlarına odaklanan).[1] Ermenistan-Azerbaycan ihtilafının dinamiklerini bütüncül bir şekilde görebilmek ve en önemlisi de çözüm olasılıklarını anlayabilmek için sadece “şimdi ve burada” geçerli olan “sıcak” olgulara değil, en azından bir buçuk asır öncesine dayanan ve bugünün gündemini belirleyen tarihsel hadiselere de atıfta bulunmak gerekiyor.

Örneğin, sözde “Batı Zangezur” konusunu ele alalım. 2021 yılında Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev şöyle demişti: “Batı Zengezur şu anda Ermenistan’ın kontrolü altında. Ancak açılan Zengezur koridorunu, vatandaşlarımızı atalarının topraklarına geri döndürmek için kesinlikle kullanacağız.” 25 Eylül 2023’te müttefiki Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı Nahçıvan kentinde ağırlayan Aliyev, bu eksklavın Sovyetler tarafından ülkenin ana kısmından ayrılan “Azerbaycan’ın kadim sınırı” olduğunu ilan etti. Dolayısıyla bozulan adaletin yeniden tesis edilmesi gerekiyordu.

Ermenistan-Azerbaycan ihtilafının SSCB’nin çöküşünün kendine özgü bir tetikleyicisi olduğundan bahsetmek bir tür geleneksel bilgelik haline geldi. Hakikaten de ihtilaf, Sovyet liderliğinin etnik-bölgesel anlaşmazlıkları önleme ve ortaya çıkan yangınları etkili bir şekilde söndürme konusundaki yetersizliğini ortaya koydu. Azerbaycan Sovyetine bağlı Dağlık Karabağ Özerk Oblastı (DKÖB) Bölgesel Konseyinin 20 Şubat 1988’de Moskova, Bakü ve Erivan’a müracaat ederek statüsünün değiştirilmesini ve Ermenistan Sovyetine dahil edilmesini talep etmesinin ardından, parti ve Sovyet yapıları krizin üstesinden gelmek konusunda net bir strateji öneremedi ve sürekli olarak üç seçenek —merkezden doğrudan kontrol, özerkliğin kendi kaderini tayin etmesi ve Azerbaycan Sovyetinin bütünlüğü— arasında gidip geldi. Sonuç olarak devlet içi çatışma, çeşitli dış aktörlerin (Rusya, İran, Türkiye, ABD ve Avrupa Birliği) dahil olduğu devletlerarası bir çatışmaya dönüştü.

Ancak Ermenistan-Azerbaycan çatışmasının kendi mantığı ve dinamikleri vardı. Ve bunu sadece Sovyetlerin çöküşünün faktörlerinden biri (önemli bir faktör olsa da) olarak değerlendirmek yanlış olur. İtiraz, 20 Şubat 1988’de durduk yere ortaya çıkmadı. Bu, en azından milliyetçi fikirlerin Güney Kafkasya’ya nüfuz ettiği 19. yüzyılın sonlarından beri kendini gösteren etno-politik çatışma geleneklerine dayanıyordu.

Ermenistan-Azerbaycan ihtilafını Dağlık Karabağ ihtilafı olarak adlandırmak da pek doğru değil. Doğru, son 35 yıldır Karabağ bu ihtilafın merkezinde yer alıyor ve Ermeniler ile Azerilerin Sovyet sonrası kimlikleri bu küçük toprak parçası üzerindeki mücadele üzerinden gelişiyordu. Fakat farklı zamanlarda iki halk ya da etnisite arasındaki çatışmalar Bakü’de, Zengezur’da, Nahçıvan’da ve hatta modern Gürcistan topraklarında, yani Dağlık Karabağ’ın dışında da alevleniyordu. Rus İmparatorluğu’nda, Sovyet döneminin sonlarında ve SSCB’nin çöküşünden sonra da durum böyleydi.[2] Hatırlatmak gerekirse: ikinci Karabağ savaşının tetikleyicisi, Temmuz 2020’de Dağlık Karabağ’daki çatışma alanının yaklaşık 200 kilometre uzağındaki Ermenistan-Azerbaycan sınırında yaşanan çatışmalardı.

Toprak savaşı ve “tesadüf”

Bu anlaşmazlıkların ana muhtevası, Ernest Gellner’in etnik ve siyasi birimlerin “çakışması” olarak tanımladığı şeydi (ve hala da öyledir).[3] Ermenilerin ve Azerilerin son iki yüzyılın başında şu anki yerleşim alanlarından farklı yerleşim alanlarına sahip oldukları, genelde toplu halde yaşamadıkları ve iç içe geçtikleri göz önüne alındığında, “çakışma” mücadelesi geniş bir coğrafyaya sahipti ve dış aktörlerin müdahalesiyle gerçekleşti. Karabağ, Nahçıvan ve Zengezur’da Türk, Amerikan veya Fransız faktörü Recep Tayyip Erdoğan, Joseph Biden veya Emmanuel Macron gibi siyasi figürlerin ortaya çıkmasıyla ortaya çıkmadı.

Uzun zamandır devam eden Ermenistan-Azerbaycan ihtilafı, geleneksel olarak iki tarafın maksimalist arzularından beslendi. Ulusal projeleri kapsayıcılıktan ziyade dışlayıcılığı, bir arada yaşamaktan ziyade bir etnik grubun egemenliğini öngörüyordu. Bu, fiili olarak toprağın “etnik mülkiyetini” tesis etme meselesiydi ve kıtlığı, toprak kaynağını son derce önemli bir faktör haline getiriyordu. 1918-1920, 1988-1994 ve 2020-2023 çatışmaları sırasında hem Bakü hem de Erivan toprak kazanımlarını güvence altına almaya ve pekiştirmeye çalıştı. Ermeni tarafı, bu çabayı bir “güvenlik kuşağı” sağlamak olarak tanımlarken, Azerbaycan tarafı buna “koridoru” önemsemek olarak hitap etti.

İster 1919 Paris Barış Konferansındaki tartışmalar, ister 1997-2020 yılları arasında AGİT Minsk Grubu’nun önerileri (“paket yaklaşım”, “adım adım” planlar, “ortak devlet”, “Madrid İlkeleri” ve bunların çeşitli güncellenmiş değişiklikleri) olsun, bu çatışmanın çözümüne ilişkin tüm kilit girişimleri gözden geçirmek, barış girişimlerinin esas olarak bu etno-politik açmazın taraflarından ziyade üçüncü taraflarca ortaya atıldığını görmek için yeterli olacaktır. Bu çerçevede, Ermenistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosyan’ın önerileri pragmatizmin, taviz ve uzlaşmaya hazır olmanın eşsiz bir örneği olarak beliriyor. Ancak bunlar tam da genel kuralın istisnaları oldukları için bu kadar ilginçler!

Çatışma sarkacı

Güney Kafkasya’daki statükoda bazen radikal değişikliklere yol açan Ermenistan-Azerbaycan ihtilafı sarkacının modeli ne olmuştur? Öncelikle, ne zaman devlet içi bir çatışma devletler arası bir çatışmaya dönüşse gerginlikler meydana geldi. Bu durum 1918’de Rus İmparatorluğu’nun çöküşü ve 1991’de SSCB’nin dağılması sırasında yaşandı. İkinci olarak, statüko, karşıt tarafların ve dış aktörlerin birbiriyle ilişkili potansiyellerini birleştiren askeri-politik güç dengesi tarafından tesis edildi. Bu kırılgan denge bozulur bozulmaz, müzakereler ve diplomatik ziyaretler yerini yeni düşmanlıklara bıraktı. 2020 ve 2023’te Bakü, fırsat penceresinin açıkça farkında olarak çıtayı yükseltti. Moskova’nın yeniden başka yönlere odaklanması (2020’de Belarus ve 2022’den sonra Ukrayna), AB ve ABD’nin önemli bir enerji ortağı olarak Azerbaycan ile işbirliğine ilgi duyması ve Türkiye’nin Avrasya’da artan potansiyeli söz konusu. Rusya ve Batı arasında giderek artan çelişkiler de dikkate alındı ve bu durum, küresel toplum liderlerinin çatışmanın çözümü konusunda herhangi bir uzlaşıya varmasını imkânsız hale getirdi.

Eylül 2023’e giden yol büyük ölçüde üç yıl önceki ikinci Karabağ savaşının çelişkili sonuçları tarafından programlandı. Bir yandan, 26 yıldır var olan statüko, çatışmaların sonunda paramparça oldu. Azerbaycan sadece 1992-1994 yılları arasında Ermeni kuvvetleri tarafından işgal edilen yedi bölge üzerinde kontrol kurmakla kalmadı, bu bölgedeki ikinci büyük kent olan Şuşa ile Hadrut, Mardakert ve Martuni bölgelerindeki köyler de dahil olmak üzere eski DKC’nin kayda değer bir kısmını geri aldı. 2021’in başında, tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin kontrolü altındaki toplam toprak hacmi dört kat azalmıştı. 2020 savaşından sonra, çatışan taraflar arasındaki temas hattı daha uzun ve daha esnek hale geldi. İki yıl önce savaşan taraflar arasında yüzlerce metre mesafe varken, o zamandan beri muhaliflerin mevzileri arasında sadece 10 ila 30 metre mesafe var. Sözde “güvenlik kuşağını” kaybeden Ermenistan, Syunik ve Gegharkunik’in güney bölgelerinde Azerbaycan ile devlet sınırının yeni bir kısmını elde etti.

Öte yandan Azerbaycan mutlak bir askeri zafer kazanamadı. Askerleri, tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin başkenti Stepanakert’ten [Hankendi] epey uzakta durduruldu. Karabağ’daki Ermeni savunmasının son sınırı sembolik olarak ele geçirilmedi. Fiili varlığın altyapısı, bölgesel olarak küçültülmüş bir biçimde de olsa muhafaza edildi. Mali ve iktisadi olarak hala Ermenistan tarafından destekleniyor. Dahası, ikinci Karabağ savaşının sonunda Ermeni silahlı birlikleri tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti topraklarından tamamen çekilmedi. Dağlık Karabağ’ın yetkilileri (cumhurbaşkanı, parlamento, hükümet), ordusu ve polisi çalışmaya devam etti ve hatta Eylül 2023’te Dağlık Karabağ parlamentosu, imzası artık sonsuza dek tanınmayan cumhuriyetin kendi kendini tasfiye etmesiyle ilişkilendirilecek olan yeni bir cumhurbaşkanı, Samvel Şahramanyan’ı seçti. Her ne olursa olsun, yabancı politikacılar 2020-2022 yıllarında Karabağ’ı ziyaret ettiler (Fransız cumhurbaşkanı adayı Valerie Pecresse) ve ünlü milyarder ve hayırsever Ruben Vardanyan bir süreliğine cumhuriyet hükümetine başkanlık etti.

Fakat Azerbaycan, ihtilafın bu şekilde yeniden “dondurulmasını” kabul etmeye hazır değildi ve 2021’den itibaren Karabağ ile ilgili olarak “salam taktikleri” uygulamaya başladı, bu bölgeden önemli güvenlik ve iletişim düğümlerini (Laçın koridorunu bloke ederek ve bu bölgesel merkezin etrafındaki Ermeni köylerini tahliye ederek) adım adım kesti. Ülke içinde yeterli kaynak ve dış destek olmaması Erivan’ı jeopolitik minimalizm politikası izlemeye zorladı. Sonuç olarak, Eylül 2023’ten önce Ermeni makamları Bakü’nün Dağlık Karabağ üzerindeki egemenliğini çoktan tanımıştı. Bardağı taşıran son damla ise Nikol Paşinyan’ın Karabağ Ermeni ahalisi için “uluslararası garantiler sağlama” fikri oldu. 19-20 Eylül 2023’teki askeri tırmanış bu düzenlemeleri de bozdu.

Tarihin sonu mu yoksa yeni bir sayfa mı?

Karabağ’ın kendini tasfiye etmesi ihtilafı sona erdiği anlamına mı geliyor? Uzun zamandır beklenen barış yakın mı? Bu sorulara net ve olumlu yanıtlar vermek isterdim. Ancak bazı ince noktalar var ki özel olarak ele alınmayı gerektiriyor.

Bu noktada, ihtilafın Dağlık Karabağ’dan ziyade Ermenistan-Azerbaycan olarak tanımlanmasına ilişkin ilk önerimize geri dönelim. Nihayet gündemden düşen Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin statüsünün yanı sıra, eksklavlar (resmi olarak Azerbaycan Sovyetinin ve Ermenistan Sovyetinin eski toprakları olan ve zamanında kendilerini fiilen “yabancı cumhuriyetler” içinde bulan bölgeler) meselesi de var. Buna ek olarak, devlet sınırının belirlenmesi ve sınırlandırılması meselesi, sadece özel müzakereler sırasında ele alındığı için çözüme kavuşturulmadı.

Azerbaycan kuvvetlerinin 2021 yılında Sotq-Hoznavar bölgesinde yaklaşık 5 bin 400 hektarlık bir alanı kapsayacak şekilde Ermenistan’ın içlerine doğru ilerlediğini belirtmek gerekir. Daha sonra, gümrük ve sınır kontrolü yapmak için orada bir kontrol noktası kuruldu. Ve elbette, 2020 yılına kadar “uyku modunda” olan ama askeri-siyasi statükonun değişmesinden sonra bir kez daha ortaya çıkan sözde “Zengezur koridoru” meselesi çözülmekten çok uzak.

Bu arada, Ermenistan-Azerbaycan sorununun yanı sıra tüm bu meseleler diğer tarafların çıkarlarını da etkilemiyor. Rusya, ulaşımın önündeki engellerin kaldırılmasına ve kararlı arabuluculuğu sayesinde bir barış anlaşmasına son derece ilgi duyuyor. Fakat Türkiye (ki bugün Kafkasya’da kendisini bir çıkar sahibi olarak görüyor), yalnızca Nahçıvan’ı Batı Azerbaycan’ın bölgeleriyle değil, iki Türk müttefik ülkeyi de birbirine bağlayacak olan “koridor mantığından” faydalanıyor. Elbette Ankara ve Bakü, Erivan’ın etkin kontrolü olmaksızın bugünkü Ermenistan topraklarından geçecek bir koridoru tercih edecektir (formül meselesi burada talidir).

Sadece Ermenistan yönetimi değil, İran da bu yaklaşıma katılmıyor, zira İran kendi sınırları boyunca güçlü bir pan-Türkizmden korkuyor. Bu nedenle Tahran’ın güney Ermenistan’da olup bitenlere ilgisi giderek artıyor. İslam Cumhuriyeti, tek taraflı bağımsızlığını ilan eden oluşumları tanımıyor (bu yalnızca Dağlık Karabağ Cumhuriyeti için değil, Abhazya ve Güney Osetya için de geçerli). Bununla birlikte bu, özellikle Ankara ve Bakü’nün baskısı altında uygulamaya konduğu için Ermenistan topraklarında bölge dışı koridorlara ihtiyaç duymuyor.

Barış anlaşmasının gündemi de o kadar basit değil. Moskova, Brüksel ve Washington, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü desteklediği için Rusya ve Batı’nın bu konuda resmi olarak temel bir anlaşmazlığı yok. Ancak AGİT Minsk Grubu, Ukrayna’daki özel askeri harekattan sonra faaliyetlerini durdurdu ve Karabağ hattındaki benzersiz etkileşim sona erdi. Şimdi Rusya ile Batı birbirlerini rakip olarak görürken, Bakü ile Erivan arasındaki barış anlaşması birbirlerinin Kafkasya bölgesindeki nüfuzunu azaltmanın bir aracı olarak görülüyor.

Ve son olarak Azerbaycan, Karabağ sorununu müzakere masasında değil, güç kullanarak çözdü. Ermeni tarafının uzun yıllar boyunca müzakere eder gibi yaparak taviz vermekten kaçındığı önermesi lehine binlerce argüman bulunabilir ama gerçek şu ki, kaba kuvvet galip gelmiştir. Bu durum Bakü açısından yeni taleplere ufuk açarken, Erivan tehlikeli travmalar yaşadı ve bunların tedavisi yüksek riskler ve öngörülemezlik içeriyor. Dolayısıyla, askeri ve siyasi dengede herhangi bir değişiklik olması durumunda, ihtilafın tarafları tarafından doğrudan olmasa da bazı dış aktörler tarafından yeni statükonun gözden geçirilmesi ve hatta kırılması riski söz konusu.

[1] Braudel F. History and Social Sciences. Long Duration // Philosophy and Methodology of History. Ed. I.S. Kon. M., Progress, 1977. – s. 115-143.

[2] Markedonov S.M. Transformation of the Armenian-Azerbaijani Conflict: Historical Experience and Modern State // World Economy and International Relations. 2022, vol. 66 – No. 12, s. 120-130.

[3] Gellner E. Nations and Nationalism. M., Progress, 1991.

DÜNYA BASINI

Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’


Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları

Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”

Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…

Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?

McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.

McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.

18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.

Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.

McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.

McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.

Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?

Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).

Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.

McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.

Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.

Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.

Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.

Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi

Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.

O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.

Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriffin “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).

McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.

Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu” olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.

Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.

Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?


Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor

Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024

Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.

Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.

Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.

Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.

Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.

Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.

Amerikan rüyası

Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.

ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.

Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.

Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.

Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.

Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.

Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.

Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.

Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.

Çöküşteki gıda sistemi

Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?

Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.

Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.

Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.

Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.

Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.

Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.

Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”

Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.

ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.

Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.

“Tanrı’yı oynamak”

Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”

Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.

Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.

Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.

Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.

Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.

Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.

“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”

Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.

“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”

Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”

Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.

Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti

Yayınlanma

Financial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.

Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.

Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.

Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.

Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.

Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.

Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.

Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.

Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.

Telegram’ın kurucusu Durov adli kontrol şartıyla serbest

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English