Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

GÖRÜŞ

Modi’nin Brunei ve Singapur ziyaretleri – kilit çıkarımlar

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi, dünyanın en zengin kişileri listesinde yer alan ve 7 bin şahsi aracının olduğu söylenen Brunei Sultanı Hacı Hassanal Bolkiah’ın daveti üzerine ikili ilişkilerin 40. yıldönümüne denk gelen iki günlük bir ziyaret için 3-4 Eylül’de Brunei’deydi.

Evet, Brunei Darussalam, liderinin ve ailesinin inanılmaz derecede zengin olması ile ünlü… Berberini dahi Londra’daki Dorchester otelinden getirttiği ve dünyanın en büyük sarayında ikamet ettiği söyleniyor…

İkili ilişkilerin “Geliştirilmiş Ortaklık” düzeyine yükseltildiği bu ziyaret, bir Hindistan başbakanının Güneydoğu Asya ülkesi Brunei’e gerçekleştirdiği ilk ikili ziyaret olması bakımından sembolik olarak da önem taşıyor.

Hindistan ile Brunei arasındaki diplomatik ilişkiler, Brunei’nin İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasının ardından 10 Mayıs 1984’te kuruldu. O tarihten bu yana, dünyanın en uzun süre tahtta kalan hükümdarları arasında yer alan, aynı zamanda ülkesi üzerinde mutlak güce sahip ender hükümdarlardan biri olan, Ağustos 1968’de Brunei Darussalam’ın 29. Sultanı ve Yang Di-Pertuan’ı (Devletin Başı) olarak taç giyen 78 yaşındaki Sultan Hacı Hassanal Bolkiah ise ilk resmi ziyaretini Eylül 1992’de Hindistan’a gerçekleştirirken Hindistan’a ikinci resmi ziyaretini Mayıs 2008’de gerçekleştirmişti.

Bu arada 1984’te Sultan Bolkiah kendini başbakan olarak atadı ve 1991’de hükümdarı “inancın savunucusu” olarak tanımlayan Malay Müslüman Monarşisini tanıttı. Ve Brunei, 2014’te Doğu Asya’da şeriat yasalarını benimseyen ilk ülke oldu. Ama Sultan Bolkiah ülkesinde popüler bir isim olmasına karşın Şeriat yasalarını yürürlüğe koyduğu için eleştirilere maruz kalıyor.

Hindistan-Brunei ilişkisi, “geleneksel olarak samimi ancak kapsamı sınırlı” bir ilişki olarak tanımlanabilir…

Buna karşın Brunei Darussalam Hindistan’ın hem ASEAN bölgesindeki hem de Hindistan’ın Hint-Pasifik vizyonundaki kilit ortaklardan biri.

Temmuz 2012’den Haziran 2015’e kadar ASEAN-Hindistan ilişkilerinde Ülke Koordinatörü olarak Brunei, Hindistan’ın ASEAN ile etkileşiminde önemli bir rol oynadı.

Modi’nin ziyaretine ilişkin Hindistan Dışişleri Bakanlığı, bu ziyaretin savunma, ticaret ve yatırım, enerji, uzay teknolojisi, sağlık hizmetleri, kapasite geliştirme, kültür ve halklar arası değişim gibi çeşitli sektörlerdeki işbirliğini artırmayı amaçladığını belirtti.

Ülkeler arasındaki ikili ticaret 2023-24 itibarıyla 286 milyon doların biraz üzerinde kaydedildi; iki ülke arasındaki ikili ticaret hacminin 2023’te 195,2 milyon dolar, 2022’de 382,8 milyon dolar ve 2021’de 522,7 milyon dolar olarak gerçekleştiği görülüyor.

Küçük ama zengin bir Güneydoğu Asya ülkesi olan Brunei, yatırımlarını ve ticaret ortaklıklarını geleneksel petrol ve gaz bağımlılığının ötesine taşımaya istekli. Bu arada büyüyen ekonomisi ile Hindistan değerli bir ortak olarak ortaya çıkıyor. Ve Brunei’in ekonomisini çeşitlendirme konusundaki ilgisi, Hindistan’ın bilgi teknolojisi, yenilenebilir enerji ve altyapı gibi sektörlerdeki uzmanlığı ile örtüşüyor.

Her iki ülke de enerji, tarım ve teknoloji gibi sektörlerde ortak girişimler üzerine yoğunlaşırken özellikle enerji sektörü, Hindistan’ın enerji kaynaklarını güvence altına almaya çalışması ve Brunei’nin hidrokarbonları için yeni pazarlar araması ile ikili ilişkilerde odak noktası haline geldi.

Ayrıca Hindistan, Hint-Pasifik bölgesindeki etkisini genişletmeyi hedeflerken Brunei’in stratejik konumu önemli avantajlar sunuyor.

İki ülke arasında savunma işbirliğinin uygulanmasına yönelik 2016’da imzalanan ve 2021’de yenilenen bir Mutabakat Muhtırası bulunuyor.

Bandar Seri Begawan ile Chennai arasında direkt uçuşların başlayacağı da duyurulan bu ziyaret aynı zamanda savunma ve uzay işbirliğini artırma konusunda anlaşmayı da beraberinde getirdi. İki ülke uydu ve fırlatma aracı operasyonları konusunda bir Mutabakat Zaptı imzaladı. Bu arada Brunei, Hindistan Uzay Araştırma Örgütü’nün Telemetri Takip ve Telekomunikasyon İstasyonu’na ev sahipliği yapıyor.

Modi’nin ziyareti öncesinde Hindistan elçisi Brunei’deki Hindistan Yüksek Komiseri Alok Amitabh Dimri, Modi’nin ülkeye yaptığı ziyareti “tarihi” olarak nitelendirerek, iki ülkenin “uygarlık komşusu” olduğunu söylemişti.

Borneo Adası’nın kuzey kıyısında bulunan Brunei, uzun zamandır kültürlerin ve ticaret yollarının kavşağı konumundaydı. Kuzeyinde Güney Çin Denizi, doğusunda, batısında ve güneyinde ise Malezya’nın Sarawak eyaleti yer alır. 1984’te bağımsızlığını kazanan Brunei 1888’den beri İngiliz himayesi altındaydı. Ve 1963 yılında Malezya haline gelen devlete katılmayan tek Malay devleti oldu.

Brunei’deki Hint etkisi, Hint alt kıtasından tüccarların, bilginlerin ve denizcilerin Güneydoğu Asya’nın deniz yollarını geçtiği antik zamanlara kadar uzanır. Bu erken etkileşimler özellikle dil, din ve kültürel uygulamalar alanlarında bölgede önemli bir etki yaratmış ki Brunei’deki Hint etkisinin en çarpıcı örneklerinden biri olarak, Brunei’de yaygın olarak konuşulan Malay dilinde Sanskrit kökenli sözcüklerin varlığı gösterilebilir. Veya daha çarpıcı bir örnek olarak, Brunei’in başkenti Bandar Seri Begawan’ın isminin Hint kökenli olduğuna inanılıyor ve “Shri Lord’un Limanı” anlamına geliyor.

Hindistan’ın kültürel diplomasi ve halklar arası bağlara vurgu yapması ekonomik ve stratejik çıkarların ötesine uzanan daha kapsayıcı bir ilişki istediğinin göstergesi.

Brunei genç bir ülke, nüfusun beşte birinden fazlası 15 yaşın altında ve yaklaşık yarısı 30 yaşın altında; doğum oranı dünya ortalaması civarında seyrederken ölüm oranı dünyanın en düşükleri arasında yer alıyor ve ortalama yaşam süresi dünya ortalamasının üzerinde 78 yıl olarak belirtiliyor.

Bugün, Brunei’deki Hint topluluğu ülkenin sosyo-ekonomik manzarasında önemli bir motif. Kabaca 400 bin kişilik bir nüfusa sahip çok küçük bir coğrafyayı temsil eden Brunei Darussalam’da yaklaşık 14 binin biraz üzerinde bir Hint diasporası söz konusu. Hint göçmenlerin yarısından fazlası petrol ve gaz endüstrilerinde, inşaat ve perakende sektöründe çalışan yarı vasıflı ve vasıfsız işçilerden oluşuyor; ayrıca ülkenin doktorlarının çoğu ve önemli sayıdaki öğretmen, mühendis, bankacı ve bilişim uzmanı da Hindistan’dan.

Brunei Darussalam veya Brunei, dünyanın ayakta kalan en eski monarşilerinden biri. Eski ismi “Negara Brunei Darussalam”, “Brunei Devleti – Barış Yurdu” anlamına gelir.

En eski belgelenmiş tarihi, Brunei’nin “Puni” olarak isimlendirildiği 6. yüzyıla dayanır ki bunun, Sanskrit “Baruni” kelimesinin olası bir çarpıtması olduğu düşünülüyor.

Brunei o zamanlar, bölgenin ünlü Sri Vijaya ve Majapahit imparatorluklarının yanı sıra Çin ile bağlantıları olan bir Hindu-Budist krallığıydı.

14. yüzyılın sonlarında Brunei hükümdarı Awang AlakBetatar, Malakka’dan Müslüman bir Johor prensesi ile evlenip ve İslam’ı benimseyerek Muhammed Shah olarak Brunei’in ilk Sultanı olunca, Brunei bir İslam Sultanlığı’na dönüştü…

***

Modi’nin 3 Eylül’de başlayan Brunei ziyaretinin ardından 4 Eylül’de Güneydoğu Asya gezisinin ikinci ayağı Singapur’a geçti. Modi’nin Singapur’a beşinci gidişi ve 2018’den bu yana ilk seyahati.

Modi’nin iki günlük resmi Singapur ziyareti, mayıs ayında Singapur’un dördüncü başbakanı olarak göreve başlayan Lawrence Wong’un daveti üzerine, ülkelerin diplomatik ilişkilerinin 60. yıldönümünde ve ikili stratejik ortaklığın 10. yıldönümü olan 2025’in öncesinde gerçekleşiyor.

Modi’nin ziyareti, Hindistan’ın kritik teknoloji alanında küresel üretim merkezi olma yolunda ilerlemesi hedeflenirken yarı iletken alanında işbirliğine odaklandı.

Amerika-Çin rekabeti döneminde risk azaltma ve tedarik zinciri dayanıklılığını artırma açısından Singapur iyi bir seçenek olarak görülüyor.

Singapur küçük bir şehir devleti olmasına karşın küresel yarı iletken üretiminin yaklaşık yüzde 10’una, küresel çip üretim kapasitesinin yüzde 5’ine ve yarı iletken ekipman üretiminin yüzde 20’sine katkıda bulunuyor.

Hindistan hükümet kaynaklarına göre, dünyanın en büyük 15 yarı iletken firmasından 9’u Singapur’da merkez kurdu.

Singapur’daki iş ortamının hizmet odaklı bir ekonomide imalat sektöründe iyi ücretli işler yaratarak bu tür yatırımları aktif olarak kolaylaştırdığı ifade ediliyor.

Singapur’un altyapısı ve bağlantısı ile beraber istikrarlı iş koşullarının, tasarımdan çip üretimine montajdan teste kadar değer zincirini kapsayan kritik sayıda lider şirketin ve insan sermayesinin sektörün yükselişine katkıda bulunduğu belirtiliyor.

Yeteneği geliştirmek için Singapur üniversiteleri mikroelektronik ve entegre devre tasarımı ana dalları sunuyor. Ayrıca çalışanlarını doktora araştırmaları yapmaya teşvik ederek yarı iletken şirketleri ile işbirliği yapıyorlar.

Ancak cihazlar, arabalar ve endüstriyel ekipmanlarda kullanılan 28 nanometre/nm veya daha fazla işlem düğüm teknolojisi “olgun düğüm çipleri” ile sınırlı olan, yapay zeka sektöründe kullanılanlar gibi üst düzey mantık çipleri üretmek için donanımlı olmayan -yapay zeka çipleri 7 nm ve daha küçük işlem düğümlerine sahip ve bu nedenle özel üretim yöntemleri gerektiriyor- Singapur’un yarı iletken endüstrisi Hindistan için fırsat demek.

Ayrıca, Singapur’da üretim maliyetleri artıyor ve bu durum yarı iletken şirketlerini değer zincirinde daha yukarıya çıkmaya ve düşük-maliyet/yoğun-emek operasyonlarını şehir devletinin dışına taşımaya zorluyor. Ve üretim faktörleri açısından Singapur’un arazi ve işgücü açısından kısıtlı olduğu da dikkate alınırsa, bol miktarda arazi ve kalifiye işgücüne sahip Hindistan’ın, Singapur’un yarı iletken değer zincirinin bir parçası olabileceği ve Singapur’daki yarı iletken şirketlerinin genişleme planları için Hindistan’ı değerlendirmeye teşvik edilebileceği değerlendiriliyor.

Hindistan için önemli olan bir diğer şey de Singapur’un yarı iletken ekipman ve malzeme üreticilerine sahip olması; Hindistan’daki yarı iletken üretim ekosisteminin gelişimi için bu tür şirketler ile etkileşim ve işbirliğinin de faydalı olabileceği değerlendiriliyor.

Hindistan halihazırda Amerika, Tayvan, Avrupa Birliği gibi küresel ortaklar ile yarı iletken sektöründeki işbirliklerini güçlendiriyor.

Ayrıca dayanıklı tedarik zincirleri oluşturmayı hedefleyerek yarı iletkenler gibi teknolojileri ilerletmek için Japonya ile işbirlikleri araştırıyor.

Tayvan ile geliştirdiği ortaklık, Hindistan’ın ilk ticari yarı iletken fabrikasının Gujarat, Dholera’da kurulmasına yol açtı.

Hindistan’ın Avrupa Birliği ile işbirliği, iki tarafın Ticaret ve Teknoloji Konseyi çerçevesinde Yarı iletken Ekosistemleri için Çalışma Düzenlemeleri konusunda bir Mutabakat Muhtırası’nı içerir.

Bağlarını Kapsamlı Stratejik Ortaklığa yükselten Hindistan ve Singapur, yarı iletkenler, dijital teknolojiler, sağlık ve eğitim/yetenek geliştirme üzerine dört Mutabakat Zaptı imzaladı.

Kİ doğrusu Singapur, -BRICS’e katılmak üzere olan- komşusu Malezya ile beraber Hindistan için özellikle yarı iletkenler alanında büyük bir kritik teknoloji ortağı olabilir ki hem Amerika’nın antlaşma müttefiki de değil ve dolayısıyla hem de Japonya’ya çekici bir alternatif…

Singapurlu meslektaşı Wong ile beraber yarı iletken devi Singapur şirketi AEM’i ziyaret eden Modi ayrıca Singapurlu yarı iletken şirketlerini 11-13 Eylül 2024’te Greater Noida’da düzenlenecek SEMICON INDIA fuarına katılmaya davet etti.

Bu arada yarı iletkenler ziyaretin ana odağı iken yatırım ise bir diğer önemli odak noktasıydı.

Singapur, Hindistan’daki en büyük doğrudan yabancı yatırımcı ve 2000’den bu yana Hindistan’a gelen doğrudan yabancı yatırım sermaye akışının neredeyse dörtte birini oluşturuyor. Hindistan’ın Singapur’a yatırımı ise 2004’te 481 milyon dolarken 2022’de yaklaşık 25,3 milyar dolara çıktığı kaydediliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Afrika ile Çin’in kalıcı dostluğunun ve işbirliğinin sırrı

Yayınlanma

Yazar

Üç gün süren 2024 Çin-Afrika İşbirliği Forumu Zirvesi 6 Eylül’de Pekin’de sona erdi. Çin ve 53 Afrika ülkesi ile Afrika Birliği liderleri, “Yeni Çağda Çin-Afrika Kader Ortaklığı’nın Pekin Bildirgesi” ve “Çin-Afrika İşbirliği – Pekin Eylem Planı (2025-2027)” başlıklı iki önemli belgeyi birlikte yayımladılar. Bu iki belge, “Ortak Modernleşmeyi Teşvik Etme ve Yüksek Seviye Çin-Afrika Kader Ortaklığı İnşası” temalı zirveye mükemmel bir son verdi.

Bu zirve, Çin tarafından son yıllarda düzenlenen ve en fazla sayıda yabancı liderin katıldığı en büyük ana diplomatik etkinlik olması, Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) kuruluşundan bu yana geçen 24 yıldaki dördüncü zirve ve Pekin’de düzenlenen üçüncü zirve olması ve ayrıca 50’den fazla Çin-Afrika liderinin ve 400 Çin-Afrika girişimcisinin altı yıl sonra ilk kez Pekin’de bir araya gelmesi nedeniyle büyük önem taşımakta ve dünyanın dikkatini çekmektedir. Bu zirve aynı zamanda FOCAC’ın 24 yıl önce kurulmasından bu yana düzenlenen dördüncü ve Pekin’de gerçekleştirilen üçüncü zirve.

Zirve aynı zamanda Çin’in Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesini ortaya koymasının 70. yıldönümüne, Çin Başbakanı Zhou Enlai’nin Afrika’ya ilk ziyaretinin ve Dış Yardımın Sekiz İlkesini önermesinin 60. yıldönümüne, Başkan Mao Zedong’un “Üç Dünya” teorisini formüle etmesinin 50. yıldönümüne ve dünya manzarasındaki ciddi değişikliklerin, Rusya-Ukrayna çatışmasındaki çıkmazın, Çin-ABD oyununun uzamasının, küresel ekonominin genel bunalımının ve Küresel Güney’in toplu uyanışının ve yükselişinin kritik aşamasına denk gelen önemli bir tarihi kavşakta düzenlendi. Bu nedenle, dünyanın en büyük gelişmekte olan ülkesi olan Çin ile gelişmekte olan ülkelerin en yoğun olduğu kıta olan Afrika’nın ikili liderlerinin bir kez daha yüz yüze gelerek Çin ve Afrika’daki 2.8 milyar insanın ve dünya nüfusunun üçte birinin kalkınma ve ilerlemesini birlikte ele almaları elbette önemli bir küresel olay ve bir dönüm noktasıdır.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping zirve sırasında, Çin’in tüm Afrika ülkeleriyle diplomatik ilişkilerini stratejik ilişki düzeyine yükselttiğini ve Çin-Afrika ilişkilerinin genel tanımını “Yeni Çağda Çin-Afrika Kader Ortaklığı” olarak yükselttiğini duyurdu. Xi Jinping, Çin ve Afrika’nın “adil ve makul, açık ve kazançlı, insan odaklı, çok kültürlü, ekoloji dostu ve barışçıl” olmak üzere altı temel özelliğe sahip modernleşmeyi birlikte inşa edeceğini vurguladı ve “On Büyük Ortaklık Eylemi”ni duyurdu. Bu eylemler, medeniyet alışverişi, ticaretin gelişmesi, sanayi zinciri işbirliği, bağlantılılık, gelişim işbirliği, sağlık, tarım ve refah, kültürel değişim, yeşil gelişim ve güvenlik alanlarında işbirliği yapmayı kapsıyor.

Xi Jinping, önümüzdeki üç yıl içinde Çin’in “On Büyük Ortaklık Eylemi”ni desteklemek için 360 milyar RMB (yaklaşık 50 milyar ABD Doları) sağlayacağını ve Afrika ülkelerine gıda yardımı ve sıfır vergi uygulaması sunacağını, 30 altyapı bağlantı projesi, 1000 küçük ama etkili yaşam projeleri ve 500 kamu yararına projeyi uygulayacağını açıkladı. Ayrıca, Afrika’ya 2000 sağlık personeli ve 500 tarım uzmanı göndereceğini, Afrikalı kadınlar ve gençler için 60.000 kişiye Çin’de eğitim fırsatı yaratacağını ve Afrika’da 1 milyon istihdam yaratacağını taahhüt etti.

Zirve sırasında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres, Afrika Birliği’nin dönem başkanı Moritanya Cumhurbaşkanı Ghazouani ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun ortak başkanı Senegal Cumhurbaşkanı Macky Sall gibi isimler, Çin-Afrika ilişkilerinin gelişimini yüksek takdirle değerlendirdi ve Çin’in “Kuşak ve Yol” girişiminin Afrika’da yarattığı büyük değişiklikleri vurguladılar. Ayrıca, Çin-Afrika ilişkilerinin yeni tanımı ve “On Büyük Ortaklık Eylemi”nin Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nu yeni bir aşamaya taşıyacağına inandılar.

Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun 24 yıllık sürecinde elde edilen başarılar, karşılıklı saygı, karşılıklı yarar ve işbirliğiyle kazan-kazan ilişkilerini örnek alarak uluslararası ilişkilerde bir model oluşturdu. Bu 24 yıl, Afrika’nın “umutsuzluk” dönemlerinden ve “Uzak Doğu hasta adamı” olmasından bağımsız olarak kendini geliştirdiği ve el birliğiyle ilerlediği bir çeyrek yüzyılı içeriyor ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun “sokak çetesi toplantısı” olmaktan çıkıp Küresel Güney’in temel taşlarından biri haline geldiği bir tarihsel süreci gösteriyor.

Resmi verilere göre, 24 yıl içinde Çin-Afrika ticareti yaklaşık 26 kat artarak 282,1 milyar dolara ulaştı. Çin’in Afrika’ya yaptığı yatırım 80 kat artarak 40 milyar doları geçti. Çin, 15 yıldır Afrika’nın bir numaralı ticaret ortağı konumunda bulunuyor ve Afrika ülkelerinin neredeyse yarısıyla olan ticaret hacmi yıllık yüzde 10’dan fazla artış gösterdi, ticaret hacmi sürekli olarak rekor kırdı. Son 10 yılda Çinli şirketler Afrika’da 700 milyar RMB değerinde taahhütlü proje imzaladı, 400 milyar RMB ciro elde etti ve yatırım işbirlikleri tarım, işleme, üretim, ticaret ve lojistik gibi birçok alana yayıldı, projeler ulaşım, enerji, elektrik, konut ve sosyal hizmetler gibi çeşitli alanları kapsayarak Afrika’nın ekonomik ve sosyal gelişimini destekledi. Çin’in Afrika’nın borçları içindeki payı ise sadece onda biri oranındadır.

Yarım yüzyıldan fazla süredir devam eden Çin-Afrika ilişkileri, oldukça zorlu bir yolculuk olmasına rağmen olağanüstü başarılar elde etti ve deneyimlerin gözden geçirilmesi ve özetlenmesi gerekmektedir. Çünkü bu, Çin’in büyük bir kıta ile dostane ilişkiler kurduğu büyük bir hikaye, başarılı bir öykü ve eşsiz bir örnektir. Afrika Birliği’nin 54 üye ülkesi, sadece Esvatini hariç, diğer tüm Afrika ülkeleri Çin ile diplomatik ilişkilere sahiptir ve dostane ilişkiler sürdürmektedir. Neredeyse tüm Afrika ülke liderleri düzenli ya da düzensiz olarak Pekin’i ziyaret etmektedir, bu da uluslararası ilişkiler tarihinde büyük bir olaydır. Çin Dışişleri Bakanı’nın her yıl ilk ziyaretini Afrika ülkelerine yapması standart bir model haline gelmiştir ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Afrika’yı beş kez ziyaret etmesi, Çin’in Afrika’ya duyduğu derin ilgiyi göstermektedir.

Çin-Afrika ilişkilerinin başarılı gelişimi ve istikrarı, dört genel ülke ilişkisi kuralını doğrulamaktadır ve hatta Batılı ülkelerin geleneksel uluslararası ilişkiler teorilerini, deneyimlerini ve uygulamalarını düzeltmek, tamamlamak veya devirmek için yeni bir ders kitabı niteliğinde ülke ilişkileri modeli olarak kabul edilebilir.

Birincisi, benzer veya aynı tarihi deneyimler empati ve bağlılık oluşturur. Çin ve Afrika ülkeleri, Batılı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş ve işgal edilmiştir ve “geri kalmak, dövülmek demektir” dersini yaşamışlardır, dış müdahaleye karşı nettirler.

İkincisi, benzer veya aynı siyasi hedefler uyum ve destek sağlar. Çin ve Afrika ülkeleri, bağımsızlık, özerklik ve güçlenme arayışı içindedir ve kalkınma, refah ve kapsamlı modernleşme hedefleri doğrultusunda çalışmaktadırlar.

Üçüncüsü, benzer veya aynı ilişkiler anlayışı ortak değerleri güçlendirir. Çin ve Afrika ülkeleri, dostluğa ve güvenilirliğe değer verir, “tek başına hızlı, birlikte uzun yol alınır” ilkesine inanır ve karşılıklı yardımlaşma ve kazanç sağlama ilkelerine bağlıdır.

Dördüncüsü, benzer veya aynı gelişim koşulları ortak bir geleceği ve uzun vadeli bağlılığı getirir. Çin ve Afrika ülkeleri, eskiden ekonomik olarak geri kalmış, temel altyapı açısından zayıf ve eğitim-öğretim alanında geri kalmıştı. Ancak her ikisi de “kalkınmanın zor bir yol olduğu” ve “insanların refahının en büyük insan hakkı olduğu” konusunda hemfikir ve seçtikleri kalkınma yollarına saygı duyuyorlar.

Çin-Afrika ilişkilerinin başarılı ve olağanüstü gelişimi, diplomatik fikir ve kavramlardan diplomatik ilke ve uygulamalara, bu ilke ve uygulamalardan da uluslararası ilişkiler teori ve paradigmasında yeniliklere dönüşen bir Çin deneyimi ve katkısı olan çağdaş Çin diplomasisinin eşsiz cazibesini ve örnek teşkil eden önemini de bünyesinde barındırmaktadır.

Her şeyden önce, farklı medeniyetler ve kültürler tamamen bir arada var olabilir ve birlikte gelişebilir. Çin ve Afrika farklı medeniyetlere aittir, ancak Çin hiçbir zaman medeniyetler arasındaki farklılıkları dost ve düşmanı yargılamak ya da mesafe ve yakınlığı belirlemek için bir temel olarak kullanmamış ve “Her biri kendi tarzında güzeldir, tüm insanlar güzeldir; insanların güzelliği kendi tarzında güzeldir, tüm dünya aynıdır” ve “Yaşasın tüm dünya insanlarının birliği” ilkelerini vurgulamıştır. Medeniyetler çatışması teorisine ya da medeniyetlerin üstünlüğü teorisine kararlılıkla karşı çıkıyoruz.

İkinci olarak, birbirimizden binlerce kilometre uzakta olsak bile komşu kadar yakın olabiliriz. Mesafe sadece güzellik değil, aynı zamanda dostluk ve sevgi de üretir. Çin’in geleneksel dostluk kavramları olan “uzaklardan dostlar edinmek her zaman bir zevktir” ve “dört denizdeki tüm kardeşler” Çin-Afrika dostluğunun coğrafyayı ve mekânı aşmasını ve sabit kalmasını sağlamıştır.

Üçüncüsü, birbirleriyle eşit düzeyde anlaşabilen büyük ve küçük ülkeler vardır. Nesnel olarak konuşmak gerekirse, Çin’in nüfusu, yüzölçümü ve ekonomik hacmi gerçekten de herhangi bir Afrika ülkesinin çok ötesindedir ve hatta tüm Afrika kıtasıyla karşılaştırılabilir, ancak Çin hiçbir zaman orman kanunu ve zorbalık politikaları uygulamadı, sözde “güç statüyü belirler” çarpıtmasını vurgulamaktan bahsetmiyorum bile, aksine, büyüklükleri, güçleri ve zayıflıkları, zenginlikleri ve yoksullukları ne olursa olsun ülkeler arasında eşitlik ilkesi doğrultusunda, çok sayıda “büyük ve küçük” Afrika ülkesi de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde dostlar edindik. Aksine, büyüklüklerine, güçlerine, zayıflıklarına, zenginliklerine ve yoksulluklarına bakılmaksızın ülkeler arasında eşitlik ilkesine dayanarak, “doğal dostlar” olan çok sayıda Afrika ülkesi de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde dostlar edindik.

Dördüncü olarak, zengin ve fakirin birlikte ilerleme kaydetmesi tamamen mümkündür. Çin-Afrika ilişkilerinin yarım yüzyılında, özellikle de Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) kurulmasından bu yana geçen çeyrek yüzyılda, dünya ve Afrika, Çin’in ayakta durmaktan zenginleşmeye ve ardından güçlenmeye doğru hızlı dönüşümüne ve Çin’in diğer gelişmekte olan ülkelere ilerleme kaydetmelerinde yardımcı olmasına tam anlamıyla tanıklık etmiştir. Dahası Çin, her zaman gelişmekte olan ülkelere ait olacağını ve Afrika ülkeleri de dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerle ve küresel Güney ülkeleriyle her zaman aynı kaderi paylaşacağını ve el ele ilerleme kaydedeceğini vurgulamaktadır.

Çin-Afrika Zirvesi Pekin’de bir kez daha zaferle sonuçlandı, ancak bu sadece bir zirve ama doruk değil. Çünkü Çin-Afrika dostluğu ve işbirliği bir yolculuk sürecidir ve bu görünürde sonu olmayan uzun bir yürüyüştür. Sonuç en iyisi değil, sadece daha iyi ve daha iyi olma yolunda ilerlemektedir.

*Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1  

Yayınlanma

Yazar

Putin’in Vladivostok’ta Doğu Ekonomik Forumunda yaptığı konuşmasını Harici haberleştirdi; bununla birlikte konuşmanın kimi ayrıntıları ve anlamı üzerinde durmak gerek.

Kremlin’in yayınladığı bant çözümü, konukların görece kısa konuşmalarıyla birlikte her zamanki gibi çok uzun, çok kapsamlı; kabaca 100 kitap sayfasından fazla. Öyle olunca bütün başlıkların kısaca değerlendirmesini yapmak mümkün değil. Bu nedenle, çok önemli birkaç bölümü tamamen dışında tutmayı göze alarak belli başlı noktaları ele almaya çalışalım. Kaçınılmaz olarak bu yazının dışında tuttuğum konular şunlar: Çin’le ilişkiler ve Çin’in Rusya’nın Uzakdoğu’suna yatırımları meselesi (Harici’deki iki ülke arasında ödemeler problemi üzerine yazımla birlikte değerlendirilmeli bu) ayrıca ve etraflıca ele alınmalı; Uzakdoğu’nun ekonomik durumu ve Rusya’nın bu bölgesini kalkındırma planları özel olarak incelenmeli; keza Kiev rejiminin niteliğiyle ilgili gözlemler, rejimin gerçeklikle ilgisini yitirmiş olduğu, adeta “başka bir gezegenden geldiği” vb. ifadeleri önem taşıyor ve bunlara dayanarak Putin yönetiminin nesnellik ve irade arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğunu değerlendirmek mümkün; enerji ihracı, Kuzey Deniz Yolu vb. de başlı başına ayrı yazı konuları.

Planlı devlet kapitalizmi

Rusya ekonomisi ve bu çerçevede Putin’in konuşmasının iç ekonomik tedbirler meselesine girmeyeceğim; ancak burada altını kalına çizmek gereken bir eğilimi tekrar belirtmek gerek.

Daha önce birçok defa, Rusya’nın da tıpkı Şanghay ve Hong Kong gibi iç offshore bölgeleri tesis ettiğini ve bu bölgeleri offshore kaçkını yerli sermayeyi ülkeye çekmek için kullandığını vurgulamıştım. Bunlar iki adadır: biri Kaliningrad’da Oktyabr adası, diğeri de Vladivostok’ta Russkiy adası. Bu yılki forum işte bu Russkiy adasında yapıldı. Eğer bunların ilkini Hong Kong’a benzetmek mümkünse, ikincisi Şanghay’a benziyor, ama çok daha güçlü bir anlamda. Zira Uzakdoğu’nun kalkınması Kremlin’in stratejik önceliklerinden biri. Putin konuşmasında offshore ve yabancı yargı alanlarından toplam 5,5 trilyon rublenin üzerinde (60 milyar dolardan fazla) varlığın bu bölgeye döndüğünü vurguladı. Bu muazzam meblağın dönmesi büyük bir başarı sayılmalı; zira şimdiye kadarki bütün teşviklere, tehditlere, vergi aflarına rağmen hemen her girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ukrayna çatışmasıyla burjuvazi için offshore kapılarının kapanması veya en azından riske girmesi de bunda kuşkusuz etkili oldu, adalardaki özel teşvikler cabası; ama bunlar gene de bu yöndeki planlı çaba içerisinde anlam kazanıyor. Daha önemlisi ise, bu muazzam sermaye birikiminin “gönüllü” (veya “gönüllülüğe cebri teşvik” diye yorumlamak da mümkün) devlet planlamasına tabi bir yatırıma yöneltilmesi, sınai kalkınmanın kaldıracı olarak görülüyor.

Putin konuşmasında irili ufaklı pek çok bölgesel ve ulusal projeden söz etti, bu projelere yerli ve yabancı “yatırımcıları” çekmek gerektiğini vurguladı, yatırım cazibesi ve istikrara vurgu yaptı. Bunda bir yenilik yok; öyle, çünkü kapitalizm ve daha önemlisi, çünkü sermaye birikimi ihtiyacı. Yenilik, 2022 öncesiyle bugün arasında vurgunun değişmiş olmasındaydı; daha önce çoğunlukla doğal kaynaklara yatırım öne çıkartılırdı ve yatırımcıların yatırım planlamasına devlet müdahale etmezdi; ancak artık program doğrudan doğruya devlet tarafından oluşturuluyor, Putin’in saydığı ve saymadığı projelere bakıldığında da bunların devlet tarafından planlanmış olduğu anlaşılıyor. Demek ki burada kilit faktör planlama — evet, kapitalist bir planlama (neden? çünkü özel sermaye ve artı-değer), ama gene de planlama. Başka deyişle, daha önce olduğu gibi sadece özel hukuka dayalı sözleşme gereklerinin yerine getirilip getirilmediğinin denetlenmesinden ibaret değil; tersine, nereye ne kadar yatırım yapılacağının da devlet tarafından planlandığı yeni bir durum.

BRICS ve durdurulamayan nesnel süreç

Putin konuşmasının BRICS ve dedolarizasyonla ilgili bölümünde bu süreci Rusya’nın istemediğini, ama dolarla ödeme imkanlarının elinden alındığını söyledi. Bununla birlikte bunun arzularla ilgisi olmayan nesnel tarihi bir süreç olduğunu da vurguladı. Bu, Putin’in bütün benzer konuşmalarını çoğu batılı “meslektaşlarının” gevezeliklerinden ayıran en temel özelliğidir; katılın veya katılmayın, bu konuşmalarda tarih ve süreç vardır ve dahası bu kavrayış (ideolojik angajmanlarına rağmen) son derece nesneldir. Bu defa da İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin iktisadi üstünlüğü, Marshall yardımları ve Bretton Woods’dan başlayarak bu sayede doların “tek dünya parası” haline geldiğini, 1971 “Nixon’s shock” kararını kastederek bu küresel para sisteminin “biraz tamir edildiğini” söyledi. Putin’e göre bugünkü sürece (Lenin’in sözleriyle “niyet ve gerekçelerden bağımsız olarak”) nesnelliğini kazandıran şey, “küresel güney” ülkelerinin dünya GSYH’sının yarıdan fazlasını üretmesi, BRICS ülkelerinin de küresel GSYH’nın üçte birini oluşturması. “Mesela biz BRICS ortaklarımızla şimdiden yaklaşık yüzde 65 oranında milli paraları kullanıyoruz.”

Hasmının durumunun nesnel analizi onun hakkında söyleyeceğiniz bütün hamasi şeylerden daha güçlüdür. Putin’in konuşmalarını batılı (ve diğer) “meslektaşlarından” ayıran temel özelliklerden biri de bu. Sürecin nesnel ve öznel niteliklerini ayırt etmesini biliyor ve siyasetini hasmının öznel durumu değil sürecin nesnel nitelikleri üzerine kurmaya çalışıyor. Örneğin (okur hatırlayacaktır) NATO’yu konvansiyonel bir savaşta yenemeyeceğini açıkça ifade etmekten çekinmiyor; ama Rusya’nın devlet olarak varlığını korumak için elindeki bütün silahları kullanmaktan çekinmeyeceğini de aynı nedenle vurguluyor. Dünkü konuşmada küresel tablonun değişmekte olduğunu belirtirken de aynı mantığı kullandı: “… bu doğal bir süreç, siyasi konjonktürle ilişkili değil; ama Avrupa ve ABD iktidarları özensiz ve profesyonellikten uzak davranışlarıyla bunu daha da ilerletiyorlar.”

Kiev rejimi: amaçlar ve sonuçlar

Putin Kiev rejiminin Kursk oblastine saldırısına değinirken, “düşmanın sınır bölgelerine büyük ve iyi hazırlanmış kıtaları sevk etmekle kilit istikametlerde kendisini zayıf düşürdüğünü”, “kurtarılması birinci hedefimiz olan Donbass başta olmak üzere kilit istikametlerdeki taarruzumuzu durduramadığını”, “düşmanın hem insan gücünde hem de araçlarda çok büyük kayıplar yaşadığını, bu kayıpların bütün silahlı kuvvetlerin etkisizleşmesine neden olabileceğini, bizim de bunu başarmaya çalıştığımızı” söyledi. Kiev rejiminin Kursk ve Zaporoje nükleer santrallerine saldırılarını değerlendirirken de şu ifade dikkat çekiciydi: “Simetrik karşılık verseydik… Avrupa’nın o kısmına neler olacağını hayal etmek mümkün.”

Kiev rejiminin amaçlarından birinin (burada kastedilen belli ki Kursk saldırısı ve benzeri görülmemiş dron saldırılarıydı) “panik tohumları ekmek, Rusya’daki iç siyasi durumu sarsmak” olduğunu da söyledi; ancak bütün bunların toplumdaki konsolidasyonu güçlendirdiğini vurguladı.

Bu kesinlikle doğrudur.

Reagan döneminin ABD hazine müsteşarı Paul Craig Roberts daha 2000’lerin ortasında Rusya’nın dünyanın en açık toplumlarından biri olduğunu söylemişti. Bu açıklık o zamandan beri daha da pekişti. Toplumun mesela Kursk saldırısı yüzünden genelkurmaya amansız eleştirilerinin önünü almaya kimse yeltenmiyor; ama bütün bu tür durumlarda eleştiriler baki kalmakla birlikte siyasi konsolidasyon güçleniyor. Çatışmanın başından bu yana ABD’nin patronu olduğu blok savaşın şiddetinin artmasıyla önce orta burjuvazide kalkışma bekledi — bu olmadığı gibi, bir önceki dönemin liberal muhalefetinin kitle tabanını teşkil eden bu orta burjuvazi ülke dışına kaçarak büyük ölçüde tasfiye oldu ve yerine daha konsolide yenisi ortaya çıkıyor. Bu blok çatışmanın şiddetini artırmakla genel seferberlik ve savaşa karşı kitle hareketlerinin doğacağını bekledi — bu olmadığı gibi sözleşmeli personel akını devam ediyor ve hayat şaşılacak kadar normalleşti. Bu blok çatışmanın şiddetini artırarak Rusya’yı iktisadi krize sürükleyeceğini ve karşı-devrim tetikleyeceğini bekledi — bu olmadığı gibi işsizlik azaldı, sınai üretim arttı, gelirler yükseldi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English