Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi

Yayınlanma

2008 krizinin ardından gelir adaletsizliği ve toplumsal eşitsizlik çalışmaları hayli hız kazandı. Özellikle Thomas Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital kitabıyla hem akademide, hem de genel kamuoyunda popüler olan eşitsizlik kavrayışı, finansal kriz ve ardından gelen kemer sıkma politikaları ile birlikte yok olan ‘orta sınıf refahı’nın bir sonucu gibi görünüyor.

Uzun yıllar Dünya Bankası araştırma bölümünde baş ekonomistlik yapan, şimdilerde City University of New York’ta görev yapan Branko Milanović, eşitsizlik üzerine araştırmalarıyla tanınıyor. Milanović, son kitabı Eşitsizlik Vizyonları’nda, altı büyük iktisatçının (François Quesnay, Adam Smith, David Ricardo, Karl Marx, Wilfredo Pareto, Simon Kuznets) gelir eşitsizliği üzerine düşüncelerini ele alıyor ve kapitalizmin doğum günlerinden Soğuk Savaş’a ve günümüze eşitsizlik üzerine fikirlerin nasıl değiştiğini inceliyor. Milanović, hem Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının, hem de 2008 krizinin eşitsizlik kavrayışımızı derinden değiştirdiğine inanıyor. Milanović ile son kitabını, Soğuk Savaş’ın liberal olarak da bilinen klasik iktisatçıların görüşlerini nasıl tek taraflı hale getirdiğini ve 2008 krizi sonrası eşitsizlik araştırmalarını konuştuk.

Kitabınızda hem sosyalist hem de kapitalist ülkelerde gelir eşitsizliği çalışmalarının eksikliğinden bahsediyorsunuz ve bu yaklaşımı ‘Soğuk Savaş ekonomisi’ olarak nitelendiriyorsunuz. Geçenlerde Samuel Moyne’un bir kitabını okumuştum ve o da Soğuk Savaş dönemindeki ‘Soğuk Savaş liberalizmi’nden bahsediyordu. Liberallerin Soğuk Savaş sırasında kendilerini geçmişlerinden, ilerici geçmişlerinden kopardıklarını iddia ediyordu. Peki Adam Smith, kendi dar çıkarlarının kamu çıkarlarına karşı olması nedeniyle devlet yönetiminin kapitalistlere asla verilmemesi gerektiğini düşünmesine rağmen, 20. yüzyılda nasıl oldu da serbest piyasa fikrinin şampiyonu haline geldi?

İki soruya bölebilirim. Bunu kronolojik olarak yapayım. Adam Smith sorusuyla başlayacağım ve sonra Soğuk Savaş ekonomisi denilen dönemde dönemde eşitsizlik üzerine yapılan çalışmaların eksikliğinden bahsedeceğim, çünkü bir dereceye kadar gerçekten kronolojik olarak bakmak gerekiyor.

Kitabım, bilmeyenler için bahsetmek gerekirse, en önemli ekonomistlerle ilgileniyor ve eşitsizliği gerçekte nasıl gördüklerine bakıyor. Fransız Devrimi’nden önce François Quesnay ile başlıyor, ardından Adam Smith, David Ricardo, Karl Marx, Wilfredo Pareto ve Simon Kuznets’e uzanıyor. Sonra kitap, aslında ima ettiğiniz 1960’tan 1990’a kadar olan dönemi kapsayan son bölümde, Soğuk Savaş’ın bitiminde sona eriyor.

Özellikle Ulusların Zenginliği’ni okursanız, açıkça kişisel çıkar fikrine dayalı olarak yazılmış bir kitap olduğunu, oysa Ahlaki Duygular Kuramı’nın empati fikrine dayandığını düşünürsünüz. İnsanlar, Ahlaki Duygular Kuramı’nın, daha yumuşak olduğu için sol eğilimli olduğuna inanırlar.

Ama, ikisini okuduğunuzda, gerçekte tam tersidir. Aslında Ulusların Zenginliği kapitalistlerle ilgili son derece sert bir kitap. O, her türlü organizasyonla ilgili sert bir kitap. Ve hükümet de bir organizasyondur. Açıkçası Adam Smith, hepimizin bildiği gibi, çünkü Smith’in bu kısmı yaygınlaştı, hükümet düzenlemelerine ve hükümetteki insanların örneğin yolsuzluk gibi uymadığı kuralları empoze etmeye çalışmasına karşı çok serttir. Kendileri yozlaşmış olabilirler, fakat başkalarına yozlaşmamaları gereken kuralları empoze ederler.

Sonra, organize din de dahil olmak üzere bir dizi birliğe karşı da çok serttir. Tüm işçi sendikalarına da, diğerleri kadar olmasa da, biraz serttir ve neden diğerleri kadar olmadığını daha sonra açıklayacağım.

Fakat Smith, herhangi bir örgütlü kapitalist birliğe karşı son derece eleştireldir. Ve Ulusların Zenginliği’nin bu kısmından neredeyse hiç bahsedilmiyor çünkü Chicago Okulu’nun ve ardından Wall Street Journal’ın veya diğerlerinin duymak istediği bir şey değil. Ama o son derece serttir ve nedeni şudur: Elbette kapitalistlerin sayıca az olduğuna, bu yüzden işçilerden çok daha kolay koordine olabileceklerine inanır. İşçiler, binlercesi, milyonlarcası dağılmış durumdadır. Ama kapitalistler sayıca çok azdırlar; daha iyi koordine olabilirler ve hükümet politikası üzerinde çok daha büyük bir etkiye sahip olabilirler, çünkü onun dediği üzere, daha sofistikedirler ve buna karşın işçiler elbette daha az eğitimlidir ve iktidara erişimleri yoktur.

Bu nedenle, özellikle, örneğin, kapitalist toplantıların hükümet tarafından kolaylaştırılmaması gerektiğinden bahseder. Bunu Davos sırasında okuduğunuzda çok tuhaf çünkü 50 yıl önce bile var olan durumun tamamen tersine çevrildiğini, hükümetin görünüşte gidip kapitalist liderlerle bir toplantı yaptığını göstermemesi gerektiğini bilirsiniz. O günlerde hükümet kendisini en azından resmi olarak [kapitalistlerden] ayrı tutmak zorundaydı. Ama günümüzde, gördüğünüz gibi, aslında Davos’a gitmeye hevesliler.

Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’nde gördüğü şey budur ve aslında insanları Ulusların Zenginliği’ni, kitabın tamamını okumaya çağırıyorum. Uzun bir kitap, ama sıkıcı değil ve Ulusların Zenginliği’nden seçici alıntılara dayanan yorumu okumamalılar. Kitabın çok önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum ve Adam Smith’i sadece seçilen paragraflarla değil, daha doğru bir şekilde okumanın önemine inanıyorum.

Kısaca değineceğim ikinci soru ise Soğuk Savaş ekonomisi üzerine çalışmaların yokluğuyla ilgili. Şimdi söylemeliyim ki, bahsettiğiniz çok ilginç bir şey var, Soğuk Savaş ekonomisini biliyorsunuz, bu ismi ben buldum. Samuel Moyn’un da Soğuk Savaş liberalleri ile tamamen alakasız bir şekilde bu ismi bulduğunu bilmiyordum. Aslında kitabı okudum ve kitabımı bitirdikten sonra öğrendim ve onu satın aldım. Sanırım kitabım çoktan yayınlanmıştı ve vay be, bu çok ilginç, liberaller ya da iktisatçılar için oldukça benzer bir isim bulduk, dedim.

Ekonomi için benim gerekçem şuydu. Bunun sadece neoklasik iktisat olduğunu söylemek, ki öyleydi, bir dereceye kadar doğrudur, ancak başka bir şey daha vardı. Bu başka bir şey, toplumsal sınıfların varlığını inkar etmek için siyasi olarak motive edilmiş bir girişim olmasıydı. Bu da sosyalist ülkelerde var olan benzer bir inkara dayanıyor, çünkü tabii ki kapitalist sınıfı ortadan kaldırdıklarını ve sınıfsız bir topluma sahip olduklarını iddia ediyorlardı.

Bildiğimiz gibi ABD Sovyetler Birliği ile ideolojik bir rekabet içindeydi ve ayrıca kapitalist ve komünist ülkeler arasında da ideolojik bir rekabet vardı. Bu yüzden ABD esasen sınıfsız bir toplum olduğunu iddia etti, ki bu garip gelmiyor çünkü ABD her zaman bir dereceye kadar sınıfsız bir toplum olduğunu iddia eder.

Fakat daha sonra ekonomi ya da ekonomistler de aynı şeyi iddia etmeye başladılar çünkü mesele şuydu: “Tamam, neoklasik ekonomi bize herkesin bir tür varlığa sahip olduğunu söylüyor.” Ve tabii ki bildiğiniz gibi zaman belirteçleri [subscript] kullanmaya başladılar. Bizim için artık sermaye ve emek yoksa, bunların hepsi yüzlerce varlıktı ve zaman belirteci olarak kullanılıyorlardı.

Ve böylece ana ayrım çizgisi haline geldi, çünkü sermaye gibi bir varlıktan gelir elde etmek için çalışmanıza gerek yoktur ve emek gibi başka bir varlıktan gelir elde etmek için çalışmak zorundasınızdır, bu çok güçlü bir çizgidir. Bunun da ötesinde, ikisinin etkisi politik olarak aynı olmadığı için, bu bastırıldı, silindi, göz ardı edildi. İşte bu yüzden sadece neoklasik iktisat demenin yeterli olmadığına inanıyorum. Neoklasik ve Soğuk Savaş ekonomisi ön ekini gerçekten koymalıyız. İsim için benim gerekçem buydu.

‘SAĞDUYU SAHİBİ HERKES BİLL GATES İLE BİR DİLENCİNİN FARKLI OLDUĞUNU BİLİR’

Size göre en iyi gelir dağılımı çalışmaları üç unsuru bir araya getiriyor: anlatı, teori ve ampirik gözlem. Kitabınız kronolojik bir sıra izliyor ve ben genelde bilimsel bir disiplin olarak iktisadın, özelde ise gelir dağılımı çalışmalarının Quesnay, Ricardo, Smith ve Marx’tan sonra bir gerileme yaşadığını düşünmeden edemiyorum. Örneğin, ekonominin mistifikasyonu Pareto’nun ana çıkış noktalarından biriydi ve bana öyle geliyor ki bu, felsefe ve sosyoloji gibi diğer alanlarda artan nihilist eğilimlerle uyumluydu. Siz buna katılır mısınız?

Bu ilginç bir nokta. Aslında Pareto, elitler teorisi nedeniyle sıklıkla eleştirilmektedir. Dediğiniz gibi, nihilist eğilimleri nedeniyle ve hatta bir noktada faşizmin ideolojik destekçisi ya da daha doğrusu ideolojik öncüsü olmakla eleştiriliyor.

Fakat Pareto’yu ideolojik açıdan Soğuk Savaş ekonomisi sırasında yaşananlardan daha az eleştirdiğimi söylemeliyim. Çünkü Pareto’ya göre eşitsizlik hâlâ sizin elit dediğiniz, bugünlerde bizim en tepedeki %1 olarak adlandırdığımız kesim ile diğer herkes arasında önceden var olan bir ayrıma dayanıyordu. Neoklasik ya da Soğuk Savaş ekonomisinin yaptığı şey ise aradaki farkı tamamen ortadan kaldırmaktı. Yani neoklasik iktisat söz konusu olduğunda iddia aslında daha abartılıdır, iddia aslında hepimizin aynı olduğudur. Bill Gates ya da Jeff Bezos ya da Elon Musk ile bir dilencinin teknik olarak aynı olduğu iddia edilmektedir. Her ikisi de belirsizlik koşulları altında olan bireylerdir ve sahip oldukları kısıtlamalar ve sahip oldukları donanımlar göz önüne alındığında, bunları maksimize ederler.

Sağduyu sahibi herkes, ikisinin de aynı olmadığını söyleyecektir. Sadece bu da değil, gelirleri farklı ve zenginlikleri farklıdır. Zaman ufukları farklıdır, dayanma kabiliyetleri farklıdır, gelir yetersizlikleri farklıdır, siyasi kararları etkileme kabiliyetleri farklıdır, halk tarafından algılanışları farklıdır; yani her şey farklıdır.

Ve tabii ki Pareto da buna katılacaktır çünkü birini elitlere, diğerini de halka yerleştirecektir.

Pareto’nun yazılarıyla zamanının filozoflarına benzediği doğrudur. Aslında ben bu konuya o kadar aşina değilim. Ama örneğin Nietzsche’yi ele alabiliriz, çünkü Nietzsche bir anlamda her türlü demokratik örgütlenmeyi küçümsüyordu, hepsinin özünde sahte olduğuna inanıyordu.

Pareto her elitin kendini haklı çıkarması gerektiğini söyler. Aslan gibi olan ve yönetimi zorla meşrulaştıran seçkinler vardır ve daha sofistike olan seçkinler vardır; bunlar tilki gibidir. Bir ideoloji yaratarak yönetimi meşrulaştırırlar.

Yani evet, size katılıyorum, aslında daha felsefi bir açıdan çalışmak ilginç bir konu olabilir çünkü Pareto’nun da Marx’a benzer şekilde siyasi bir tarafı, felsefi bir tarafı, tarihsel bir tarafı ve ekonomik bir tarafı var. Yani aslında Pareto’yu farklı açılardan inceleyebilirsiniz, bu arada aynı şeyin Smith üzerinde de yapılabileceğini düşünüyorum.

Söylemeye çalıştığım şey, Pareto mitin gücünden bahsediyor. Bu, siz de faşizmi ima ettiniz, mitleri ve yalanları kullanan faşizme benziyor. Pareto da yalan söylediğinizi bilseniz bile iktidara sahipseniz, toplumu dengede tutmak için yalan söylemek zorunda olduğunuzdan bahseder. Ayrıca sizin de kitabınızda bahsettiğiniz gibi proleter çıkarları konusunda her zaman küçümseyicidir. Dolayısıyla Wilfred Pareto, 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı dünyasında yaşanan bu gerilemenin [regresyon] bir temsilcisi gibi.

Evet, buna katılıyorum. Dediğim gibi, aslında bunun felsefi bir konu olması nedeniyle benim tarafımdan değil, başkaları tarafından yapılması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.

Elbette bir iktisatçı olarak Pareto’yu ve gelir dağılımı hakkında söylediklerini daha çok inceliyorum. Bildiğiniz gibi hâlâ Pareto katsayısını kullanıyoruz ve Pareto hâlâ kullandığımız ilk iktidar yasasının babasıdır.

Fakat onun dünya görüşünün Marx’a ve büyük işçi hareketine karşı bir tepki olduğundan bahsetmeniz doğrudur, ki Schumpeter’e çok benzemektedir, çünkü onlara çok karşıdır ama işçilerin kazanacağını düşünmektedir.

Bu yüzden aslında kendilerini feda etmeye hazır insanlarla iyi örgütlenmiş proleter hareketini görür ve bu hareket ile Hıristiyanlık arasında bir analoji kuruyor çünkü Hıristiyanlık sonunda kazandı çünkü insanlar aslanlara yem edilmeye, öldürülmeye ve aslında çok şey feda etmeye hazırdı.

Burjuva liberallerinin hımbıl olduğunu düşünüyordu.

Evet, burjuva liberalleri toplumu olduğu gibi tutmak istiyorlardı ama sokağa çıkıp gösteri yapmayacak ve işçilerle savaşmayacaklardı. Ve Pareto işçileri ve tabii ki gerçekten ortaya çıkan örgütlü proletaryayı görüyordu.

Bunlar kitapta incelenmeyen ilginç bağlantılardır; Lenin’in temelde kendini siyasi harekete ve iktidarı almaya adayan örgütlü ve profesyonel bir partiye sahip olmanız gerektiği fikriyle de bağlantılıdır.

Dolayısıyla Pareto hepsini temelde inançlarında çok daha güçlü ve sonuç olarak kazanma olasılığı yüksek olarak görür, fakat kazanacakları gerçeğinden hoşlanmadığını da kabul eder. Bu anlamda Schumpeter’e benzer. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’yi okursanız, Schumpeter sosyalizmin gücünü görmüştür ve elbette her zaman sosyalizme muhalif olmuştur. 1942’de, sanırım kitabın ilk cümlesinde bile, sosyalizmin kazandığını söylüyor.

Ve tabii ki Pareto da şok etmeyi çok sever. Belki de zamanın nihilist düşünürleriyle ve Nietzsche ile bir başka benzerliği de, hayatta kalmak için neredeyse her toplumun bir yalana, büyük bir yalana inanmak zorunda olduğu gibi açıklamalar yaparak burjuvaziyi şok etmeyi sevmesidir. Bu açıkça dini de içeriyordu. Dinin esasen toplumu sürdürmek için yaratılan bir mit olduğunu düşünüyordu.

Bahsettiğiniz iktisatçıların gelir eşitsizliği çalışmalarını kapitalist gelişmenin belli aşamalarına göre dönemselleştirebilir miyiz? Yani fizyokratlar gelenekten koparak yoksul sınıfların zenginliğini en iyi zenginlik göstergesi olarak kabul etmişler, sınıfsal farklılıklara odaklanma klasik iktisada damgasını vurmuş, neoklasik ve marjinal devrim dönemiyle birlikte kişiler arası gelir çalışmaları ortaya çıkmış.

Siz özetlediniz ama tekrar etmeme izin verin.

Kitabı yazarken, seçtiğim kişiler temelde 40 yıl boyunca yazdıklarıma dayanıyordu. Bir kişi dışında hiç şüphem yoktu; ona birazdan geleceğim. Fakat yazarken, eşitsizliğe nasıl odaklanıldığını çok net bir şekilde gördüm ve Quesnay ve Smith gibi insanların eşitsizlik kelimesini kullanmadıkları halde dolaylı olarak nasıl gördüklerini inceledim; çünkü temelde faktöriyel gelirlerden bahsediyorlar, yani ücretlerden elde edilen gelir, faizden elde edilen emek geliri, sermayeden elde edilen kâr ve toprak sahibinden elde edilen rant.

Fakat evrim şu şekildedir. Fransız Devriminden önce Quesnay ile başlıyorsunuz, sınıf fikrini ortaya atıyor. Sınıflar temelde Devrim’den önceki Fransız sınıfları gibidir. Bunlar yasal zümrelerdi. Yani orada din adamları, aristokrasi ve devlet memurlarından oluşan ve artığı alan temellük eden sınıflara benzer sınıflar vardı. Yani bu tamamen yeni bir yaklaşımdı, gördüğünüz gibi sınıf temelli ama yasal olarak tanımlanmış bir sınıf.

Daha sonra, bahsettiğiniz gibi, Smith, Ricardo ve Marx gibi üç büyük yazar, farklı varlıkların ekonomik mülkiyetine ve tabii ki yasal eşitliğe dayanan sınıf tanımını çok net bir şekilde takip ederler, çünkü yasal olarak elbette kapitalistler, işçiler ve toprak sahipleriyle aynı yasal haklara sahiptir.

Daha sonra seçkinler ve diğer herkes arasındaki ayrımla Pareto’ya geliriz.

Tabii ki kapitalizmin gelişimini takip ederiz çünkü üç büyüklerin sundukları aslında klasik kapitalizm dönemindeydi. Pareto, daha önce de söylediğimiz gibi, o zamanlar buna ve daha gelişmiş kapitalizme yönelik tepki veriyordu.

Sonra ABD’de Kuznets’e geliyoruz, burada kapitalizmin sınıfsal yönü göz ardı edilir. Tarım ve imalat işçileri ile kırsal ve kentsel alanlar arasındaki ayrımı getirir. Yani bu tamamen farklı bir ayrım.

Sonunda hiçbir ayrımın olmadığı bir noktaya geliriz. Yani bu gerçekten bir evrimdir. Gerçekten de yasal olarak tanımlanmış sınıflardan ekonomik olarak tanımlanmış sınıflara, seçkinlere ve esasen yaptıkları işin türüne ve yaptıkları yere göre tanımlanmış sınıflara geçeriz.

Bence evrimin sonuncusu, daha önce bahsettiğim nedenlerden dolayı gerçekten siyasi olarak motive edildi. Fakat bunlar kapitalizmin hareketine karşılık gelmektedir.

SAMİR AMİN VE NEOMARKSİSTLERİN KATKISI

Hakkında şüphelerim olan sadece bir kişiden bahsedeceğim. Onu dahil etmek istedim ve biraz dahil de ettim ama tam bir profil olarak değil; o Samir Amin’di.

Bunun nedeni neo-Marksistlerin ve Samir Amin’in eşitsizliğe ülke içinde dış güçler tarafından etkilenen yeni bir bakış açısı getirmeleriydi. Neo-Marksist iktisatçılara kadar hiç kimse bu görüşe sahip değildi çünkü eşitsizlik iç güçlerin sonucuydu.

Fakat Samir Amin ile birlikte, örneğin Mısır’daki eşitsizlik, dış güçlerin ülke içinde belirli bir eşitsizlik türünü desteklemesinin sonucudur ve bu tür daha sonra sürdürülür çünkü aslında kapitalist küresel düzen için iyidir. Yani bu, Samir Amin’in getirdiği tamamen yeni bir görüştü. Bunu yedi numaraya koymayı düşünüyordum ama birçok nedenden dolayı koymadım. Ama yine de kitapta yer alıyor.

Bu altı iktisatçı günümüzün eşitsizlik çalışmaları hakkında ne söyleyebilir? Örneğin, zenginlerin ahlaki eksikliklerini kınayan ve azarlayan ama onların zirvede olma haklarını asla sorgulamayan ahlakçı Adam Smith mi yoksa zenginleri ve zenginliklerini nasıl elde ettiklerini açıkça eleştiren bilim insanı Adam Smith mi post-neoliberal eşitsizlik çalışmaları için uygundur? Geçenlerde New Yorker‘da elitlerin elitlere karşı, zengin woke karşıtı figürlerin zengin woke figürlere karşı isyanı hakkında bir makale okudum (kitabınızdan da bahsediyor). Bu Pareto’nun diğerlerinden daha alakalı olduğu anlamına mı geliyor? Ya da Kuznets’ten ve onun sanayileşmeyle birlikte eşitsizliklerin hızla arttığı tezinden ve günümüzün ‘yeniden sanayileşme’ ya da ‘yeşil dönüşüm’ tartışmalarından bahsedelim.

Bu çok güzel bir soru. Aslında hepsinin bir şekilde konuyla ilgili olduğunu düşünüyorum.

Kuznets ile başlayayım. Kuznets meşhur ters U şeklindeki eğrisini tanımladığında, belli ki sadece 1955’e ya da aslında 1960’lara kadar olan durumu biliyordu, çünkü o sıra hâlâ yazmaya devam ediyordu. Fakat aynı sanayi devrimi ya da teknolojik devrim mantığını, günümüz de dahil olmak üzere daha sonraki devrimlere de uygulayabilirsiniz. Aslında şu anda yeni Kuznets dalgasının yukarı doğru döngüsünden geçtiğimizi iddia edebilirsiniz, ki bu önceki Kuznets dalgasının yukarı doğru döngüsünden farklı değildir.

Fakat Kuznets’in sadece bir devrim gördüğü için bunu iki, üç ya da beş devrime genişletmediği açıktır. Ama biz iki ya da üç tane gördük. Dolayısıyla Kuznets’i benzer gelişmelerin gelecekte de görülebileceğini iddia etmek için kullanabileceğimizi düşünüyorum. Basitçe söylemek istediğim şey, bir olguyu bir kez görürseniz, bunu genelleştirmenin çok ama çok zor olduğudur. Ancak aynı olguyu iki kez görürseniz, 2 numaradan 3 numaraya geçmek büyük bir sıçrama değildir. Bu yüzden onun da konuyla ilgili olduğunu düşünüyorum.

Bahsettiğiniz kitap nedeniyle Pareto’ya da işaret ettiğinize inanıyorum. Sanırım Peter Turchin’in End Times [Ahir Zamanlar] adlı kitabı, aslında seçkinlerin seçkinlerle olan çatışmasından bahsediyor. Pareto’nun aslında iki farklı eliti var. Turchin’de de iki tane var ama biraz daha farklı.

İlginç bir karşılaştırma ama Adam Smith’e geri dönmeme izin verin çünkü çok yakında Adam Smith dersini vereceğim ve bunun altını gerçekten çizmek istiyorum. Adam Smith’in en önemli noktaları şunlardır: Birincisi, en büyük grubun refahının nesnel iktisadi siyaset olduğudur ve bu o zamanlar için yeniydi. İkinci olarak, tüm örgütlü birliklere şüpheci bir gözle bakılmalıdır. Ve üçüncüsü, kapitalistler ekonomi politikasını yönetmemelidir çünkü onların çıkarları çoğu zaman kamuya ters düşer. Bence bunlar Ulusların Zenginliği’nden gerçekten çok önemli mesajlar.

Ahlakçı Adam Smith’ten bahsettiğinizde, Ahlaki Duygular Kuramı’nı gerçekten de Adam Smith’in yazdığı bir iş piyasası makalesi olarak düşünmeye başladım. Çünkü temelde bir hukuk profesörü olan ve aslında kendisi de örgütlenme konusunda bölünmüş olan biri için tüm doğru tonları zorluyor. Örgütlü dine karşıdır, fakat dini duygularını tam olarak ifade edemez. Bildiğimiz gibi, en azından kamuoyu önünde gerçekten çok kararsız kalmıştır. Dolayısıyla bu kitap, onu aslında bir ahlak filozofu olan teist bir filozof olarak gösteren ve ondan savunması beklenen her şeyi çok sofistike bir şekilde yapan bir çalışmadır. Ama Ulusların Zenginliği’nde bunu yapmıyor. Artık bir iş piyasası makalesi yazmıyor. Gerçekten neye inanıyorsa onu ve aslında dünyayı gözlemlemesinin sonucunu yazıyor, biliyorsunuz, o zamanlar 50’sini geçmişti. Bence bu kitap dünyaya çok farklı bir bakış açısı sunuyor.

Aslında Ulusların Zenginliği’ni Ahlaki Duygular Kuramı’ndan çok daha üstün ve önemli bir kitap olarak görme eğilimindeyim. Çünkü bence sadece son nokta, o gençti, çok çok gençti ve aslında gelenekleri takip edeceğini göstermesi gerekiyordu. Gençler iş piyasası makalesi yazarken birilerini gerçekten şok edecek alanlara girmezler. Metodolojiyi ve çok standart olan konuları kullanırlar.

‘2008 KRİZİ İLE ORTA SINIFLAR YANILSAMANIN FARKINA VARDI’

Kitabınızın en ilginç bölümlerinden biri, Soğuk Savaş döneminin jeopolitiğinden bahsederken, ekonomi biliminin engellenme ve araştırmaların zenginler tarafından finanse edilme eğiliminin arttığını anlattığınız yer. Liberalizmin idolü Adam Smith’in zenginlerin zaman zaman bir araya gelerek kendi çıkarlarını topluma dayattığını düşündüğünü okuyunca insan biraz şaşırıyor. Soğuk Savaş sırasında sağcı finans aktörlerinin ‘entegre bir bilgi yaratma sistemi’ kurduklarını yazıyorsunuz. Peki ya şimdi? ‘Sonsöz’de, eşitsizlik çalışmalarının yeniden gündeme gelmesinin, orta sınıfların finansal krizden sonraki vahim durumuyla ilgili olduğunu ima ediyorsunuz. Bu olgunun arkasındaki gerçek ekonomik ve siyasi nedenler nelerdir?

Aslında mevcut durumun Soğuk Savaş ekonomisinden oldukça farklı olduğunu düşünüyorum. Ve bence iki nedenden ötürü farklı.

Birincisi, Sovyetler Birliği’nde komünizmin sona ermesi. Artık kapitalist tarafın ya da ABD tarafının kendi toplumlarının sınıfsız yönü üzerinde bu kadar ısrar etmesine gerek kalmadı çünkü diğer taraf ortadan kayboldu. Bu da size daha önce siyasi olarak zor olan yönlere doğru ilerlemek için siyasi olarak çok daha fazla özgürlük veriyor.

İkinci olarak, her zaman olduğu gibi önemli siyasi ya da ekonomik dönüm noktalarının fark yarattığını düşünüyorum. 2008 krizi eşitsizlik çalışmaları açısından önemliydi çünkü geniş halk kitlelerine, orta sınıftan insanlara, yaşam standartlarının yükseldiğine inandıkları şeyin, özellikle ABD’de, bir ölçüde borçlanma kabiliyeti üzerine inşa edilmiş bir yanılsama olduğunun farkına varmalarını sağladı.

Bildiğiniz gibi, hane halkı kredileri aslında GSYİH’nın %100’ünden fazlaydı ve insanlar çok kolay borçlanabiliyordu. George W. Bush herkesin bir ev sahibi olmak için borç alması gerektiğini söylemeye başlamıştı. Ve aslında hiç işi olmayan ya da rastgele işleri olan ve geliri olmayan insanlar da borç alabiliyorlardı ve bu da tabii ki zengin insanlar ve bankacılık sistemi tarafından yayıldı. Neredeyse herkes buna dahil oldu.

Aslında çok iyi bildiğimiz gibi, bankalar kredileri ambalajlamak ve ücretleri almakla ilgileniyorlardı ve zengin insanlar bir yere ödemek zorunda oldukları parasal bakiyelere erişebiliyorlardı. Ama sonra her şey 2008’de çöktü ve açıkçası hükümetin para basma ve temelde bankaları kurtarma yeteneği olmasaydı durum çok daha kötü olabilirdi.

Fakat orta sınıf için bu büyük bir uyanış oldu çünkü en tepedeki %1 aslında oldukça iyi iş çıkardı. Ardından istihdamı Çin’in alması ve benzeri konular da gündeme geldi. Dolayısıyla, bu iktisadi şok gelir dağılımı çalışmalarına kapıları açan bir şey oldu.

Ve tabii ki [Thomas] Piketty’nin kitabının da büyük katkısı oldu. Ancak şunu da unutmamak gerekir: Her şeyde olduğu gibi, tarihte her zaman belli bir ideolojik akım, kendisine hazır olan bir zeminde ortaya çıktığında başarılı olur.

Piketty’nin kitabı 2005 yılında yazılmış olsaydı, zemin hazır değildi, elbette orada olacaktı ve belki bazı insanlar onu okuyacak, bazıları okumayacaktı. Ama 2013’te olanlara benzer bir şey olmayacaktı.

Üçüncüsü ise gelir dağılımına ilişkin ideolojik, yeni ideolojik bakış açısı.

Doktoranızı 1987 yılında Belgrad Üniversitesi’nde Yugoslavya’daki ekonomik eşitsizlik üzerine yaptınız. Kendi deneyimlerinize göre, Marx’ın mı yoksa Pareto’nun mu sosyalist ülkeler konusunda haklı olduğunu düşünüyorsunuz?

Soru çok zor. Sosyalist ülkeler bir dereceye kadar Marx’ın gerçekte sahip olacaklarına inanmadığı iki şeyi taklit ettiler.

Birincisi, sermaye devletleştirildiği için önemli olanın sermayeye erişim değil, bir dereceye kadar yeni bir sınıf gibi olan bürokratik hiyerarşiye erişim olduğu yeni, farklı ama yeni bir sınıf toplumu yarattılar.

İkinci olarak, ama bu konuda daha az ikna olmuş durumdayım, sosyalist ülkelerde elbette gelir eşitsizliği vardı. Fakat bu eşitsizliğin eşdeğer kapitalist ülkelerden daha az olduğu doğrudur. Yani evet, eşitsizliği azalttılar ama minimuma indirmediler.

Ancak bu konuda bir şey söylemenin zor olduğunu düşünüyorum çünkü Marx, temel kurumlar doğru olduğunda, yani temel kurumlarda sermayenin özel mülkiyeti olmadığında, gelir dağılımının önemli bir konu haline geleceğine inanıyordu. Ancak özel sermayeniz olmadığı için, herkesin eğitime erişimi olduğu için, kol emeği entelektüel emeğe göre daha değerli olacağı için doğal olarak yüksek olamazdı. Bir anlamda haklıydı.

Ama bence Pareto yeni bir sınıf yaratıldığı konusunda haklıydı.

SÖYLEŞİ

‘Xi’nin ziyareti sağlam dostluğun kanıtı’

Yayınlanma

Sırbistan Hükümeti Çalışma, İstihdam, Gazi ve Sosyal Politika Bakanı Nemanja Starović Harici’ye konuştu. Xi Jinping ve Aleksandar Vucic’in görüşmelerinin odak noktasının ekonomik işbirliği olduğunu vurgulayan Starović, Xi’nin görev sürecinin başlangıcından bu yana Sırbistan’a yaptığı ikinci ziyaretin “sağlam dostluğun kanıtı” olduğunu söyledi.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ticaret, yatırımlar ve Ukrayna savaşı üzerine görüşmeler yaptığı Fransa, Sırbistan ve Macaristan ziyaretlerinin ardından beş günlük Avrupa turunu tamamladı.

Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Xi’yi Pirene dağlarında çocukluğunu geçirdiği bölgeye bir gezi ile karşılarken, Sırbistan’da Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic, “dostluk” sloganları atan ve Sırbistan başkanlık sarayının önünde Çin bayrakları sallayan on binlerce kişiyi bir araya getirerek büyük bir karşılama düzenledi. Macaristan’da da Cumhurbaşkanı Tamas Sulyok ve Başbakan Viktor Orban Xi için kırmızı halı sererek, kendisini Macaristan Cumhurbaşkanlığı sarayında askeri törenle karşıladı.

Xi’nin özellikle Avrupa Birliği (AB) aday ülkesi Sırbistan ve AB üyesi Macaristan’a yaptığı ziyaretlere siyasi bağları derinleştirme ve Doğu ve Orta Avrupa’daki yatırımları genişletme vaatleri damgasını vurdu. Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic, Belgrad’da Xi’nin “ortak geleceğin küresel topluluğu” vizyonunu onayladı ve iki lider “sağlam bir ortaklığı” selamlarken, geçen yıl iki ülke arasında imzalanan serbest ticaret anlaşmasının 1 Temmuz’da yürürlüğe gireceğini duyurdu.

Sırbistan Hükümeti Çalışma, İstihdam, Gazi ve Sosyal Politika Bakanı olarak yeni atanan Nemanja Starović Harici adına gazeteci Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı. Xi’nin gezisi, Sırbistan-Çin ilişkileri ve Sırbistan-AB-NATO ilişkileri üzerine değerlendirmelerde bulunan Starović, daha önce de Sırbistan Savunma Bakanı Devlet Sekreteri olarak görev yaptığı dönemde Harici’nin sorularını yanıtlamıştı.

‘AB üyeliği uzak olduğundan Rusya ve Çin’i ihmal etmemeye çalışıyoruz’  

‘Sağlam dostluğun kanıtı oldu’

Çin ile Sırbistan arasındaki mevcut ikili ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz? İkili ilişkilerin son yıllarda gelişme gösterdiği süreçte en çok neler öne çıkıyor? Sırbistan ve Çin liderlerinin bu kez tartışma gündeminde hangi politika konularına öncelik verildi? Xi Jinping’in ziyaretinden ne gibi yeni sonuçlar çıkmasını bekliyorsunuz?

Her şeyden önce, Başkan Xi’nin görev süresinin başlangıcından bu yana ikinci olan Sırbistan ziyareti, iki ulusumuzun geçtiğimiz on yılda kurduğu sağlam dostluğun kanıtı oldu. 29 farklı anlaşmanın imzalanması, aynı zamanda çeşitli alanlardaki işbirliğimizi daha da geliştirmek için bir sıçrama tahtası oldu. Bunların arasında, yeni dönemde Ortak Gelecek için Topluluğa, yani Çin tarafından başlatılan ve Sırbistan’ın ilk onayladığı yeni platforma verdiğimiz desteğin de yer almasıyla özellikle gurur duyuyoruz. İki deneyimli liderin bir araya gelmesinde gerekli olan, küresel ölçekte öne çıkan tüm konuların tartışılmasının yanı sıra, doğal olarak görüşmelerin odak noktası ikili ekonomik işbirliği oldu.

‘Çin elektrikli araçlarının Sırbistan’da üretilmesiyle yakından ilgileniyoruz’

 Çin ve Sırbistan, stadyumlardan köprülere, otoyollardan demiryollarına kadar altyapı projelerinde güçlü ve derin bir işbirliğine sahip. Ancak Sırp hükümetinin ikili işbirliğinin iyileştirilmesi için bunların ötesinde işbirliği beklediği herhangi bir alan var mı?

Stratejik ortaklığımız son on yılda önemli ölçüde büyüdü ve bu en çok ekonomi alanında görülüyor. Daha 12 yıl önce Çin’e toplam ihracatımız 10 milyon doların altındayken, bu arada 1,2 milyar doların üzerine çıktı. Bu, ihracatımızı yaklaşık on yıl içinde 140 katına çıkarmayı başardığımız anlamına geliyor. Bugün toplam ticaret dövizimiz 6 milyar doları aşıyor ama Sırbistan ile Çin arasında yeni imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması 1 Temmuz’da yürürlüğe girdiğinde bunu çok kısa sürede 10 milyar dolara çıkaracağız. Sırbistan büyüklüğündeki bir ülke için bu rakamlar gerçekten önemli. Çin Halk Cumhuriyeti, ortaklaşa geliştirdiğimiz çeşitli altyapı projelerinin yanı sıra 5 milyar doları aşan doğrudan yatırımlarıyla Sırbistan’daki tek en büyük yabancı yatırımcıdır. Çinli sermayeli şirketler ülkemizin en büyük ihracatçıları arasında yer alıyor. Geleceğe baktığımızda, yapay zekayı da kapsayan, Çin elektrikli araçlarının ülkemizde üretilmesine ve hatta uçan taksilerin üretilmesine yol açan yeni, gelişmiş teknolojilerin Sırbistan’da uygulanmasıyla çok ilgileniyoruz.

‘Çin’e asla sırtımızı dönmeyeceğiz’

Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) ve 16+1 çerçevesi ve “Çin ile Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri Arasındaki İşbirliğine (Çin-CEE) ilişkin AB’nin yaklaşımı nedir? Bu görüşlerde herhangi bir gelişme var mı? Genel olarak Avrupa’da ve özel olarak Orta ve Doğu Avrupa’da Kuşak ve Yol Girişimi ve 16+1’in karşılaştığı en büyük zorluklar nelerdir?

Geçmişten bu yana Küçük Asya’yı Orta Avrupa’ya bağlayan doğal bir “otoyol” görevi gören Balkan yarımadasının ortasındaki coğrafi konumumuz göz önüne alındığında, Avrasya genelinde bağlantının artırılması için Kuşak ve Yol Girişimine katılmamız hem doğal hem de rasyoneldir. Bu büyük girişimin bir kısmı, Sırbistan ve Kuzey Makedonya üzerinden Ege ve Panoniyen havzasındaki limanlar arasındaki bağlantıları güçlendiren altyapıdır. Bu tür projeler insanlarımıza çok büyük faydalar sağlıyor. Size sadece bir örnek vermek gerekirse; Belgrad ile Budapeşte arasında yeni bir demiryolu inşa ederek, en kalabalık iki şehrimiz olan Belgrad ve Novi Sad’ı yüksek hızlı demiryolu ile birbirine bağladık ve iki şehir arasındaki yolculuğu 35 dakikalık keyifli bir seyahate dönüştürdük. Bazı ülkelerin çoğunlukla dışarıdan gelen baskılar nedeniyle Çin-CEE çerçevesinden ayrıldığının farkındayız ancak böyle bir adım atma niyetimiz yok. İki liderden alıntı yapacak olursak: “Çin’e asla sırtımızı dönmeyeceğiz” diyen Başkan Vučić ve “Çin için Sırbistan’ın Orta ve Doğu Avrupa’daki ilk stratejik ortak olduğunu” belirten Başkan Xi var.

‘NATO üyesi olmayacağız, askeri tarafsızlıktan yanayız’

Bu gezide Başkan Xi’nin Sırbistan’a geldiği gün, NATO’nun Belgrad’daki Çin Büyükelçiliğini bombalamasının 25. yıl dönümüydü. Sırbistan bugünkü NATO’yu nasıl görüyor? Peki ABD ve müttefikleri hâlâ Sırbistan veya Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerinde bölgesel olarak nüfuz sahibi olmaya çalışıyor mu?

NATO’nun Sırbistan’a yönelik saldırısı sırasında 7 Mayıs 1999’da NATO bombaları tarafından öldürülen masum kurbanlar olan üç Çinli gazeteciyi andığımız bir tarihte Başkan Xi’nin Sırbistan’a gelmeye karar vermesi tesadüf değildi. Ortak anılarımız bizi daha da güçlü bir şekilde bağlıyor. Başkan Xi, “dostluğumuzun kanla ve canla örüldüğüne” vurgu yaptı. O karanlık günleri asla unutmayacağız ama affetmeliyiz. Bugün NATO ittifakı hemen yanı başımızdaki komşumuzu temsil ediyor. 8 farklı ülkeyle sınırımız var ve Bosna Hersek dışında hepsi NATO üyesi. NATO Barış için Ortaklık programı kapsamında aktif bir rolümüz var ama bizim asıl tavrımız NATO üyesi bir ülke olmayacağımızdır. Askeri tarafsızlık, dış politikamızın siyasi bağımsızlığın yanı sıra iki temel dayanağından biridir ve ikisiyle de gurur duyuyoruz. Pek çok Batılı ülkenin dış politikadaki egemenlik yolumuzdan memnun olmadığı ve biri ayrılıkçı eyaletimiz Kosova ve Metohija meselesi, diğeri ise ülkemizle ilgili olmak üzere bazı baskı noktalarının sürekli olarak devreye sokulduğu bilinen bir gerçektir. Rusya Federasyonu’na yaptırım uygulamayı reddediyoruz ama yine de halkımızın büyük çoğunluğunun desteklediği yolda kalmayı başarıyoruz.

Sırp perspektifinden Çin ile Sırbistan arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Sırbistan, Çin’in Sırbistan ziyaretini nasıl değerlendiriyor? Sırbistan için ne anlama geliyor?

Başkan Xi’nin Sırbistan ziyaretiyle ilgili güçlü gurur ve sevinç duyguları var. Sırbistan küresel ölçekte Çin kadar büyük ve önemli olmasa da Çinli dostlarımız ülkemize her zaman büyük saygı gösteriyorlar. Bu, Başkan Xi’nin Sırbistan’a ikinci ziyareti olurken, bazı Batılı ülkelerin başkanları on yıllardır Belgrad’ı ziyaret etmiyor.

‘Ekonomik işbirliği, siyasi işbirliğiyle katalize ediliyor’

Çin-Sırbistan ilişkileri ve sonrası için politika tavsiyelerinizden bazıları nelerdir?

Sadece Çin ile ilişkilerimizde doğru bir yaklaşım sergilediğimizi ve şu ana kadar elde ettiğimiz sonuçların muazzam olduğunu söyleyebilirim. Yeni Serbest Ticaret Anlaşması ile işbirliğimizi mutlaka daha da ileri taşıyacağız. Ancak ekonomik işbirliğindeki tüm bu başarılar, mükemmel siyasi işbirliğiyle katalize ediliyor. Hem Çin hem de Sırbistan, uluslararası alanda egemen eşitlik, barış içinde bir arada yaşama ve iç işlerine karışmama gibi aynı ilkelere rehberlik ediyor. Tek Çin politikasını güçlü bir şekilde destekliyoruz ve Pekin, toprak bütünlüğümüzü korumaya yönelik siyasi mücadelemizi güçlü bir şekilde destekliyor.

‘Çetrefilli AB üyeliği sürecinde geleneksel dostlarımızdan vazgeçmeye hazır değiliz’

Sırbistan’ın bir Avrupa ülkesi olması bakımından Çin’le en üst düzey ilişkilere sahip ülkelerden biri olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunun AB de dahil olmak üzere Batı ile olası ortaklıkları nasıl etkileyebileceğini düşünüyorsunuz? Sırbistan’ın kendisini Doğu İttifakı’na yerleştirdiğini söyleyebilir misiniz?

Çin’le olan işbirliğimiz ve sağlam dostluğumuz kimseye ve kesinlikle Avrupa Birliği’ne karşı değildir. Stratejik hedefimiz Avrupa Birliği’ne katılmaktır ve üyelik müzakerelerinde ileri aşamadayız. Ancak bu sürecin sonu henüz görünmüyor ve hedef hâlâ hareketli bir hedefi andırıyor. AB üyesi olduğumuzda, AB’nin ortak dış ve güvenlik politikasına uyum sağlamamız gerektiğini tamamen anlıyoruz, ancak bu uzun ve çetrefilli yol boyunca geleneksel dostlarımızdan vazgeçmeye hazır değiliz.

‘Hem Çin hem de Fransa Sırbistan’daki yatırımlarını artırdı’

Fransa’nın AB, NATO ve Batı’daki konumu ve rolü karşısında Çin’in ortak çabaları neler olabilir ve neler yapılabilir? Sırbistan ve Fransa, iklim değişikliğinden çatışma çözümüne kadar bazı ortak zorlukları ele alıyor mu? ABD’nin ilişkilere etkisi ve müdahalesi nasıl azaltılabilir?

Daha önce de belirttiğim gibi Çin’i sarsılmaz bir dost olarak görüyoruz. Fransa aynı zamanda Sırbistan’ın AB içinde sahip olduğu en önemli ortaklardan biri. İki ülke arasındaki işbirliğinin arttığını görmekten her zaman memnuniyet duyuyoruz ancak ilişkilerine müdahale etmiyoruz. Hem Çin hem de Fransa, geçtiğimiz yıllarda Sırbistan’daki yatırımlarını önemli ölçüde artırmıştı. Buna iyi bir örnek, hem Çinli hem de Fransız şirketlerinin yer aldığı, uzun zamandır beklenen Belgrad metrosunun inşaatına ilişkin mega projemizdir.

‘Ukrayna’daki trajik savaşın bir parçası olmayı reddediyoruz’

Rusya-Ukrayna çatışmasına nasıl bakıyorsunuz? Sona ermesi için hangi olası senaryoları bekliyorsunuz? Ne tür çatışma çözümleri olabilir?

Tarih bize bir şey öğrettiyse o da, tüm savaşların ya bir barış anlaşmasıyla ya da savaşan bir tarafın tamamen yok edilmesiyle sona erdiğidir. Ukrayna’daki bu trajik savaş eninde sonunda bir tür barış anlaşmasıyla sona erecek ve bunun ne kadar erken olursa o kadar iyi olacağına inanıyoruz. Hem Rusları hem de Ukraynalıları kardeş halklar olarak görüyor ve başta sivil kayıplar olmak üzere savaş alanlarındaki her türlü can kaybından büyük acı duyuyoruz. Sırbistan, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün ihlalini kınadı, ancak biz bu trajik savaşın herhangi bir parçası olmayı reddediyoruz. Her iki tarafın da desteklediği barış çabalarında bize de bir rol düşerse, elimizden geleni yapmaktan her zaman memnuniyet duyarız.

‘İsrail’le silah ticaretimizin hacmi, bazı ülkelerin yaptığı ticaret hacmiyle kıyaslanamaz bile’

İsrail’in Gazze’deki katliamına karşı tavrınız nedir? Sırbistan’ın İsrail’e gizlice silah gönderebileceğine dair birçok haber var. Bu iddiaları teyit etmeniz veya reddetmeniz mümkün mü? Ve genel olarak Sırbistan neden İsrail-Hamas çatışması konusunda sessizsiniz?

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrailli sivillere yönelik barbar saldırısını şiddetle kınadık, ancak aynı zamanda Gazze Şeridi’nde sivillerin çektiği acılara ilişkin kaygıları da paylaşıyoruz. Bu da katılmayı düşünmediğimiz ancak istendiği takdirde barış çabalarına yardım etmeye her zaman hazır olduğumuz başka bir savaş. Silah konusunda hiçbir zaman kimseye gizli bir ihracat yapmadık. Öncelikle kendi ihtiyaçlarımız için, aynı zamanda ihracat için de silah ve mühimmat üretme konusunda köklü bir geleneğe sahibiz. Ancak bu alandaki uluslararası düzenlemelere sıkı bir şekilde uyuyoruz ve her zaman son derece şeffaf olma eğilimindeyiz. İsrail’le bu alanda uzun süredir devam eden bir işbirliğimiz var ama İsrail’le yaptığımız silah ve mühimmat ticaretimizin genel hacmi, bazı ülkelerin yaptığı ticaret hacmiyle kıyaslanamaz bile.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Amerikalıların verdiği reçeteyi uygulayan bölge hükümetleri yüzünden bu haldeyiz’

Yayınlanma

Al Sharq Forum Kurucu Başkanı Wadah Khanfar Harici’ye konuştu. Bölge devletlerinin, Amerikalıların gerçekte kendileri adına belirlediği reçete dahilinde çalışmaya karar verdiklerini söyleyen Khanfar bunun ‘utanç verici’ olduğunu ifade etti. Ortadoğu’daki çatışmaların ve Gazze’nin içinde bulunduğu durumun sebeplerinden birinin de bölge devletlerimim on yıllardır Amerikan istekleri doğrultusunda hareket etmeleri olduğunu vurguladı.

Wadah Khanfar, Gazze çatışmasında bölge ülkelerinin konumu, iki devletli çözüm planları, uluslararası toplumun tavrı ve Filistin sorununun çözümü gibi temel tartışmalara ilişkin sorularımızı yanıtladı. 

‘Bölgedeki mevcut gerçeklik utanç verici’

Gazze ile ilgili birkaç röportaj yaptım ama birisi çok vurucuydu. Eski İsrail Başbakanı Ehud Barak hükümetinin kıdemli danışmanlarından olan eski İsrail barış müzakerecisi Daniel Levy, İsrail’i Uluslararası Adalet Divanı’nda dava eden ülkenin Güney Afrika olmasının Araplar için bir utanç olduğunu söyledi. Bu yorumla başlayalım. Siz de Arapsınız ama objektif bir yaklaşım sergileyeceğinize eminim.

 Bunun utanç verici olduğunu düşünüyorum, buna hiç şüphe yok. Çünkü bölge devletleri, Amerikalıların gerçekte kendileri adına belirlediği tavan dahilinde çalışmaya karar verdiler. Ve bildiğiniz gibi Amerikalılar İsraillileri herkesten daha fazla destekliyor. Yani gelinen aşamada kimsenin doğru düzgün inisiyatif almadığı, herkesin kendi bir metrekarelik alanı üzerinde durup manevra yapmaya çalıştığı bir durumla karşı karşıyayız. Bazen yapabildikleri en iyi şey, sahadaki gerçeklikle ilgisi olmayan konuşmalar yapmaktır.

Gazze’deki durum 1945’ten bugüne kadar her türlü çatışmanın çok ötesine geçmiş durumda. Ülkeler felç halindeyken ve İsraillilerin karşısına çıkmadan ya da normu bozan bir şey yapmaya çalışmadan sadece utangaç bir şekilde bazı konuşmalar yapabildikleri bir dönemde, bugün olduğu gibi hiçbir zaman halkın gözü önünde açlıktan ölüm görmedik. Yeni bir şeye, zorlayıcı bir şeye, mevcut saldırganlığı durduracak bir şeye ihtiyaç duyduğunuz bir durumdayız.

Ne yazık ki, bölgedeki mevcut gerçekliğin utanç verici olduğu ve nesiller boyu bu ana dönüp bakacakları ve hükümetlerimizin mevcut krize verdikleri tepkiden utanacakları konusunda hemfikirim. 

‘Gazze Batı zihnindeki derin ırkçılığı ortaya çıkardı’

Birkaç kez ikiyüzlülük meselesinin altını çizdiniz. Batı’nın mı, yoksa Suudilerin mi ikiyüzlü olduğunu, yoksa İbrahim Anlaşması’nı imzalayanların mı ikiyüzlü olduğunu kastediyorsunuz? Çünkü İsrail’le bu anlaşmayı imzalarken anlaşmanın İsrail’e nasıl bir güç vereceğini, Gazzelilerin ve Filistinlilerin dayanaksız kalacaklarını biliyorlardı.

Batı’nın son belki de üç yüzyıldır liberalizm, hukukun üstünlüğü, adalet, eşitlik ve insan hakları değerlerini savunduğuna inanıyorum. Bu nedenle temelde dünyaya hâkim olması gerektiğini düşündükleri küresel bir felsefeyi uygulamaya çalışıyorlardı.

Ama gördük ki bu idealler, bu değerler, iktidarın elinde gerçek adalet, eşitlik ve hukukun üstünlüğünden ziyade bir tür hegemonya yaratmak için kullanılıyor. Gazze, Batı zihnindeki bizimle nasıl başa çıkılacağına dair derin ırkçılığı ortaya çıkardı. Yani Batılı Güçlerin gözünde iki insan kategorisi vardır; Avrupalılar yani kendileri ve Batılılar, tabii ki Amerikalılar da buna dahil ve de dünyanın geri kalanı. Dünyanın geri kalanının mutlaka Batı’nın sahip olması gereken liberalizmin meyvelerinden faydalanması gerekmiyor. Bu ikiyüzlülüğün bir yönüdür. İkiyüzlülüğün ikinci yönü, sizin de haklı olarak belirttiğiniz gibi, Amerikalıları yatıştırmak, tahtlarını ve rejimlerini güvence altına almak için İsraillileri yatıştırmaya çalışan, şimdi de Amerikalıların bize verdiği reçeteleri uygulayan hükümetlerimizin, on yıllardır şu ya da bu şekilde hareket etmeleridir.

Yani Amerikalılar İbrahim Anlaşmaları’na öncülük ettiğinde, bu bölgedeki hükümetler bunu alkışlıyor ve bunun Filistinliler için adalet sağlayacağına ya da bölgenin ulusal güvenliğine yol açacağına dair hiçbir güvence vermeden takip ediyorlar. İşte bu yüzden bu bölge kargaşa içinde. Bu nedenle hükümetlerimiz kamuoyu nezdinde meşruiyet kazanamıyor. Bu nedenle bu bölgenin her yerinde iç savaşlar yaşanıyor. Bu nedenle Filistin davası gibi kendi çıkarlarımıza, kendi davalarımıza Batı merkezli yaklaşımı sürdürmeye devam edersek güvenlik ve refaha ulaşamayız.

‘1945’ten bu yana en kötü sınav’

 İsrail’in bu eylemleri nedeniyle savaş suçlusu ve soykırımcı devlet ilan edilmemesi sizce uluslararası toplumda daha büyük felaketlerin önünü açar mı?

Uluslararası toplum 1945’ten bu yana en kötü sınavlardan birini yaşıyor çünkü 1945’te dünyanın yeni temeller üzerine kurulması gerektiğine karar verdiler. Dünyanın güvenliğini garanti altına alacak Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi kuruldu. Devletlerin birbirlerine karşı çıkıp yeni bir savaşa yol açmamalarını garanti altına alan uluslararası hukuk var. Artık mevcut gerçeklik bunların hepsini yerle bir etti. Şu anda Birleşmiş Milletler yok. Konuyla bir alakaları kalmadı yok çünkü Güvenlik Konseyi’nde Amerikalılar her ateşkes kararını ve teklifini veto ediyor. Öte yandan İsrailliler, Genel Sekreteri antisemitizmle suçlayarak Birleşmiş Milletler’e saldırıyor. 1947’de Filistin’in bölünmesine yalnızca 33 oyla karar veren aynı Birleşmiş Milletlerdi. Ve o zamanlar Birleşmiş Milletler’in yalnızca 57 üyesi vardı. Bunlardan 33’ü Filistin’in bölünmesi ve İsrail’in kurulması yönünde oy kullandı. Şimdi bu özel kurum anti-Semitik olduğu iddiasıyla saldırıya uğruyor. Bugün 200’e yakın devletimiz varken, bunların 154’ü İsrail’e karşı oy kullandı. Yani çifte standartların nasıl gerçekleştiğini görüyorsunuz.

Uluslararası hukuka saldırılıyor. Artık uluslararası hukuk diye bir şey kalmadı bu aşamada çünkü İsrail aslında her sözleşmenin her paragrafını, her uluslararası yasayı, hiç kimseye, özellikle de onlara kılıf sunan Amerikalılara hesap sormadan çiğnedi. Peki nasıl bir dünya düzenine sahibiz? Bu, kaosun hâkim olduğu bir dünya düzenidir. Bu, gelecekte çok daha fazla çatışmalara yol açacak bir dünya düzenidir ve herkes, kimseyi umursamadan, istediğini yapabilir.

‘Bölgede kendi entegrasyon modelimizi kurabiliriz’

Dünya düzenine ilişkin bazı analistler, ABD’nin artık İsrail-Filistin krizi veya iki devletli çözüm de dahil olmak üzere dünyanın hiçbir yerindeki krizlere arabuluculuk yapacak konumda olmadığını söylüyor. Çin’in bunun iyi bir savunucusu olabileceğini söyleyen bazı sesler var. Asya’nın gücünün Orta Doğu’ya yaklaşarak bazı sorunları çözebileceğini düşünüyor musunuz?

Aslında böyle olması şart değil. Ben hegemonik güçlere hiçbir şekilde güvenmiyorum. Şu anda Çin’in yükselişini memnuniyetle karşılıyorum çünkü Amerikan dış politikasının merkeziliği ve dünyadaki Amerikan hegemonyası bizi içinde bulunduğumuz mevcut korkunç gerçekliğe sürüklemiştir. Bana göre Çin’in Amerikalılara karşı poz vermesi memnuniyetle karşılanıyor. Ancak bunun yerine geçecek olan, Çin’in zirvede olduğu tek kutuplu bir sistem de değil. Bu bölgedeki insanlar olarak arzulamamız gereken şey, Orta Doğu’daki uluslarımız arasında entegrasyon yoluyla Çinliler, Amerikalılar ve Ruslarla birlikte oturabileceğimiz ve çok daha iyi bir dünya düzenini müzakere edebileceğimiz, kendi hakkımızı daha iyi koruyabilecek kendi jeopolitik merkezimize sahip olmaktır.

Amerikalıların ya da Çinlilerin insafına kalmamalıyız. Bu kötü bir politikadır. İçeriye bakmalıyız. Araplar, Türkler, İranlılar, Kürtler gibi milletlerimiz var. Dünyanın bu bölgesinde binlerce yıldır birlikte yaşıyoruz. Ve o merkezin siyasi ve ekonomik olarak entegre olacağı bir merkez kurabilirdik; yönetimsel, politik entegrasyon, ekonomik entegrasyon; Avrupa’nın yaptığı gibi uluslararası düzende güçlü bir aktör olabiliriz. Çünkü Avrupa dünyanın en parçalanmış kıtasıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise entegrasyona gitmeleri gerektiğini anladılar. Ve artık kendisini ekonomik ve politik dünyada önemli bir aktör olarak sunabilecek bir Avrupa Birliğimiz var.

‘İki devletli çözüm artık İsrail’in imajını kurtarma girişimi’

İki devletli çözüm… İsrail tarafında bunu kabul eden taraf kalmadı. Ayrıca Gazzeli sivillerin haklarını savunmak isteyen solcu İsrailli entelektüeller arasında da şu tartışılıyor: Yerleşimlerin artması gibi büyük bir gerçek var, bu şekilde iki devletli bir çözümün imkânsız olduğunu, çünkü bunun Filistinliler için bir sorun olduğunu söylüyorlar. İki devletli çözüm nerede olacak? Hakikaten gerçekçi mi? Onlarca yıldır neyi tartışıyoruz?

Uluslararası toplumun, özellikle de Amerikalıların, Oslo’da 30 yıldır devam eden ve hiçbir sonuç elde edemediğimiz müzakerelerin ardından iki devletli çözümü yeniden dirilttiği mevcut durumun, sadece mevcut çatışmayı bir çözümle sona erdirmeyi amaçladığını düşünüyorum. Bu da bu savaşta stratejik olarak kaybetmiş durumda olan İsrail’i geleceğe yönelik daha anlamlı kılıyor çünkü İsrail’in uluslararası imajı korkunç. İsrail soykırımla suçlanan bir ülke. İsrail insanları açlıktan öldüren bir ülke. Dolayısıyla İsrail’in Filistinlilerle müzakere ettiği süreçle İsrail’in imajını değiştirmek istiyorlar. Yine iki devletli çözüm diye bir efsane daha… Yani mevcut durumda bizi Filistin meselesinin 7 Ekim öncesindeki durumuna geri getirmeye çalışıyor aslında. Oslo’dan bu yana son 30 yıldır reddedildiği gibi iki devletli çözümün de İsrailliler tarafından reddedileceğine inanıyorum. Unutmamalısınız ki, İsraillilerin imzaladığı Oslo Anlaşması’na göre bu yıl Filistin devletinin 25. kuruluş yıldönümünü kutlayabilirdik. Ama hiçbir şey olmadı. Peki nasıl iki devletli çözümlerden bahsedeceğiz? Amerikalılar, Güney Afrika’da olduğu gibi egemenliği olmayan bir devletten, sınırları, suyu, kendi kaynakları veya güvenliği üzerinde kontrolü olmayan bir devletten bahsediyor. Yani büyük ölçüde bizden, hiçbir uluslararası politika sözlüğünde olmayan, devlet diye bir şeyi ilan etmemizi istiyorlar. Sırf İsrail’in imajını kurtarmak için gerçekte hiçbir şekilde mevcut olmayan bir devlet…

‘Cesur bir bölgesel girişim olmalı’

ABD’nin artık bu krizi yönetemeyeceğini söylüyorsunuz ve Çin, Rusya gibi diğer hegemonik güçlere güvenmediğinizi söylüyorsunuz. Size göre bu krizi kim çözebilir veya arabuluculuk görevini kim üstlenebilir?

Eğer cesur bir bölgesel girişim olursa o zaman Amerikalıları ve uluslararası güçleri bu tercihe tabi tutabiliriz: Ya İsraillileri durduracaksınız ya da bu bölge size çok sert tepki verecek. Amerikalılar, liderlerimizin çoğundan memnun… Çatışmanın şimdilik devam etmesinin nedeni de bu. Büyük ihtimalle farklı yol ve şekillerde devam edecek. Birkaç gün, birkaç hafta ateşkes yapabiliriz, sonra başka bir çatışma ortaya çıkar. Gazze’de Hamas’ı yok etmeyi başarsalar bile, Filistin hakkı için savaşacak yeni bir nesil olacak çünkü 1987’den önce Hamas yoktu. 1987’den önce FKÖ, Filistin Kurtuluş Örgütü tam olarak aynı düşünce üzerine kurulmuştu. Yok edildiler ama sonra başka bir nesil insan haklarını savunmak için Filistin’de ayaklandı. Yani mesele Hamas’ın meselesi değil. Bu, Filistinlilerin hakları ve bu bölgenin özgür hissetmesi, Amerikan ve İsrail çıkarlarının vesayeti ve temelde sömürgeciliği altında kalmama hakkı meselesidir.

‘FKÖ tüm Filistin kesimlerinin temsilcisi haline gelebilecek şekilde reforme edilmelidir’

Gazze’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Savaş sonrası yeni yönetimin nasıl şekilleneceğini konuşalım. ABD’nin istediği gibi Hamas’sız bir formül mümkün mü sizce?

Gazze’de Hamas’sız bir formül olması mümkün değil. Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin topraklarında Hamas’sız bir formüle sahip olmak mümkün değil. Bana göre Hamas, Filistin örgütü FKÖ’ye katılmalı.

Ancak FKÖ bu fikirden hoşlanmıyor.

FKÖ buna izin verilirse bunu memnuniyetle karşılayacaktır. Uluslararası ve belki de bölgesel olarak mevcut güç dengesi bunu zorlamıyor. Ancak Hamas, FKÖ’ye katılmaya istekli olduklarını açıkladı ve bence FKÖ eninde sonunda kendisini yeniden diriltmek için bunu yapacaktır çünkü FKÖ bugün bir cesettir. FKÖ diye bir şey yok, biliyorsunuz. Yani Batı Şeria’daki Filistin Ulusal Yönetimi’nden bahsetmiyorum. 1960’lı yılların başından itibaren Filistinlilerin mücadelesinin temsilcisi olarak var olan FKÖ’den bahsediyorum. Bu FKÖ, tüm Filistinlilerin işgale son vermek için mücadele ettiği şemsiye haline gelmeli. Ve Filistin içindeki ve Filistin dışındaki tüm Filistin kesimlerinin temsilcisi haline gelebilecek şekilde reforme edilmelidir. Çünkü diasporada yaşayan 7-8 milyon Filistinlimiz var. Ayrıca FKÖ’de de temsil edilme hakları var.

Dolayısıyla, eğer FKÖ’yü temsil eden bir organ varsa Hamas da onun üyesi olacaktır. O zaman Filistinliler olarak, gelecekte bir Filistin devleti kurmanın, müzakere etmenin, mücadele etmenin ya da buna benzer bir şeyin yolunu bulabilecek birleşik bir cepheye sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak bu bir Filistin kararıdır, Amerika ya da İsrail’in kararı değil.

‘Amerika’nın Gazze planı Filistin için bir çözüm sunmuyor’

Peki savaş sonrası Gazze yönetimi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence Amerikalılar ve bölgedeki pek çok güç, Batı Şeria ve Gazze’de, Filistin Ulusal Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’tan daha fazla yetkiye sahip bir başbakanla kurulacak teknokrat hükümet için baskı yapıyor. Ve bu teknokrat hükümet Gazze’nin yeniden imar edilmesi ve daha sonra seçimlerin yapılabileceği bir dönem yaratılması için çalışabilecektir.

Amerikalıların bölgedeki pek çok aktöre satın aldığı bu plan, ne yazık ki İsrail ordusunun Gazze’den çekilmesi ya da Filistin mücadelesinin geleceği konusundaki temel sorulara bir anlamda cevap vermiyor. Çünkü bu aslında İsrail’i kalıcı bir çözüme bağlamadan çatışmayı sonlandırmayı amaçlayan bir teklif. Ve bu sorunun kendisi. Eğer Amerikalılardan İsraillileri Gazze’den tamamen çekilmeyi, ablukanın tamamen sona erdirilmesini ve Gazze’nin yeniden inşasını kabul etmeye zorlayacak ciddi taahhütler gelirse, o zaman iyi bir anlaşmaya varacağımızı ve bunun sürdürülebilir olabileceğini düşünüyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Washington Ankara’yla ilişkilerde artık yeni bir sayfa açtı’

Yayınlanma

ABD Eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Matthew Bryza Harici’ye konuştu: “Washington Ankara’yla ilişkilerde artık yeni bir sayfa açtı ve Türkiye’nin uzmanlığının ABD’ninkinden pek çok durumda daha derin olduğu Orta Doğu’daki zor konularda Ankara ile daha fazla birlikte çalışıyor.”

2001-2005 yıllarında Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Konseyi bünyesinde Avrupa ve Avrasya İlişkileri Direktörü olarak görev yapan Matthew J. Bryza, 2005-2009 arasında ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa ve Avrasya’dan Sorumlu Müsteşar Yardımcısı olarak görev yürütmüştür. Şubat 2011-Ocak 2012 arasında ABD’nin Azerbaycan Büyükelçiliği görevini üstlenen Bryza, Washington DC merkezli bir düşünce kuruluşu olan Jamestown Foundation’ın Yönetim Kurulu üyesidir. 

Matthew Bryza, Gazze savaşı, Orta Doğu’daki gelişmeler, Rusya-Ukrayna savaşı ve Türkiye-ABD ilişkilerine dair sorularımızı yanıtladı.

‘Topyekün bir savaş riskini azaltacak sınırlı bir tepki’

İsrail ile İran arasındaki son bölgesel gelişmelerden bahsetmeye başlayalım. Asıl soru İsrail’in İran’ın misilleme eylemine nasıl cevap vereceği. Ne beklemeliyiz?

Şu anda biz burada otururken, Kudüs’teki sözde savaş kabinesinde tam da bu soruyla ilgili bir tartışma sürüyor. İsrail’in karşılık vereceği kesin bir sonuç gibi görünüyor. İran’a ödenmesi gereken bir bedel olduğunu göstermek için bir şekilde karşılık vermesi gerektiğini düşünüyorlar. İsrail’e 300’den fazla hava unsuru gönderip bedelini ödemeden kalamazsınız. Bu yüzden Netanyahu’nun Başkan Biden’ın tavsiyesini dikkate almayacağını düşünüyorum. yani Biden’ın “havadan nakavt eden İran’a karşı aşağılayıcı bir darbe yediniz”, “yarışı alın” demesini dinlemeyecek. İsrail’e gönderilen (hava unsurlarının) %99’undan fazlası oraya ulaştı. Biden, “galibiyeti alın ve yola devam edin, Fısıh Bayramı’nı kutlayın ve ortalığı sakinleştirin” diyor. Sanırım İsrail’deki siyasi yelpazenin her yerinde, sol görüşteki tüm İsrailliler İsrail’in yanıt vermesini istiyor. Ama ne Netanyahu ne de bence kabine üyelerinin büyük çoğunluğunun bölgesel bir savaş istemediğini biliyoruz. İran’la savaş istemiyorlar. Sanırım İran ordusuna karşı bir tepki vermenin yolunu arayacaklar, personeli değil belki altyapıyı hedef alacaklar. Bir siber saldırı başlatabilirler, bunu geçmişte de yaptılar. Ancak İsrail’in bakış açısına göre bölgesel bir savaş veya İsrail ile İran arasında topyekün bir savaş riskini azaltacak bir tür sınırlı fiziksel tepki olacağını düşünüyorum.

‘İran Pandora’nın kutusunu açtı’ 

Herhangi bir suikast bekliyor musunuz? Çünkü İran’a, bazen politikacılara, bazen de nükleer konusunda çalışan akademisyenlere suikast düzenlemek aslında İsrail’in bir geleneği.

İsrail bunu inkar etse de bunu nükleer bilimcilere yaptılar. Aslında ne düşündükleri hakkında hiçbir fikrim yok ama bu noktada suikastları taktik olarak kullanmaya devam ederlerse şaşırırım. Çünkü artık İran’ın yeni bir emsal teşkil ettiğini ve İran topraklarından İsrail topraklarına saldırarak Pandora’nın kutusunu açtığını düşünüyorum. Bence İsrail tarafında İran’ın bu seferki tepkisinin ne kadar büyük olabileceğine dair açıkçası bir hesaplama yapılması gerekiyor. Biliyorsunuz İran bir saldırı dalgası gönderdi; üç farklı bileşenden oluşuyordu; insansız hava araçları vardı, seyir füzeleri ve balistik füzeler vardı.  Ancak hedefleme sınırlıydı ve İranlılar sivil altyapıyı hedef almış gibi görünmüyor. Ve İranlılar, İsrail’in dostları ve müttefiklerinin, İsrail’in gelen füzeleri vurmasına yardım etmeye hazır olabilmeleri için birçok uyarıda bulundu. Bir dahaki sefere ne olacağını kim bilebilir; İran çok daha büyük bir saldırı yapabilir ve bunu herhangi bir uyarı yapmadan yapabilir ve İsrail’in sivil halkına gerçekten zarar verebilir. Sanırım İsrail yönetimi bunu düşünüyor ve İran’ı gerçekten İsrail nüfusunun peşine düşmenin eşiğine itecek hiçbir şey yapmak istemiyor. Yani suikastlar tepkinin bir parçası olursa şaşırırdım.

Peki İsrail’in tepkisi olarak ne bekliyorsunuz?

Dediğim gibi İran’ın askeri altyapısına sınırlı füze saldırıları gerçekleştirebileceklerini düşünüyorum. İsrail’e saldırmak için kullanılan altyapı da olabilir ve söylentiye göre geçmişte yaptıkları gibi bir siber saldırı başlatabilirler.

Sizce verecekleri karşılığı gerçekten ertelediler mi?

Sanırım hükümetin ve savaş kabinesinin en üst düzeyinde tartışıyorlar. Biliyorsunuz, sözde savaş kabinesinin en ılımlı üyesi Benny Gantz’ın başlangıçta İsrail’in İran’a derhal ve güçlü bir fiziksel yolla karşılık vermesini istediği kamuoyuna duyuruldu. Başbakan Netanyahu’nun da “hayır, tartışalım, ve daha geniş bir savaşa yol açmadan İran’ı caydırmak için nasıl güçlü bir sinyal gönderebileceğimizi yeniden bulalım” dediği bildirildi. Sanırım ya ne yapacaklarını bulmaya çalışıyorlar ya da ne yapacakları konusunda anlaşmaya çalışıyorlar. Ve belki Fısıh yaklaşıyor diyeydi.

‘Washington Ankara ile daha fazla birlikte çalışıyor’

Türkiye aslında bu son gelişmeleri çok yakından takip ediyordu. Ekranda kimse İran’ın ne yapması gerektiğinden ya da İsrail’in ne yapması gerektiğinden bahsetmiyordu. Olayın ardından Dışişleri Bakanlığı’nın gerilimi artırmamak için aslında iki ülke arasında mesajları ilettiğini duyduk. Cumhurbaşkanı Erdoğan, olayın İran’ın İsrail topraklarını hedef almasıyla başlamadığını da söyledi. Şam’da İsrail’in İran’a ait bir diplomatik misyonu hedef alması olayı yaşandı. Uluslararası toplum ise Viyana Sözleşmelerinin ihlalini kınayacak kadar sesini yükseltmedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk vurgularından biri bu, ardından bir açıklama daha geldi. Hamas’ı, geçmişte işgalci güçlere karşı savaşan Türkiye’nin milli güçlerine benzetiyordu. Erdoğan “Bunu söylediğim için bedel ödeyeceğim” dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail yönetimini ve Netanyahu’yu “kana susamış” olarak tanımlamasını ve 13 Nisan gecesi yaşanan kaygı yaratan gerilimin asıl sorumlusu olarak onları suçlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Anladığım kadarıyla Washington, füze saldırısını başlatmadan önce Bakan Fidan ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan İran’a yüksek tesirli bir yanıt vermemesini isteyen bir mesaj iletmelerini istemişti. Ve aslında Türk hükümeti de benzer şeyleri kamuoyu önünde söyledi. Sanırım Washington Ankara’yla ilişkilerde artık yeni bir sayfa açtı ve açıkçası Türkiye’nin uzmanlığının ABD’ninkinden pek çok durumda daha derin olduğu Orta Doğu’daki zor konularda Ankara ile daha fazla birlikte çalışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hamas hakkında olumlu konuşması yeni bir şey değil. Benim 2001’den 2004’e kadar Beyaz Saray’da çalıştığım ve 2006-2009 arasında iki kez dışişleri bakanlığında çalıştığım dönemden beri bunu yapıyor. Sürekli olarak Hamas’ın bir kurtuluş hareketi olarak olumlu bir şekilde konuştuğunu söyledi.

Yani bu Türkiye-ABD ilişkilerini etkileyecek bir şey değil mi?

Hayır. Aslında ben tam tersini savunuyorum. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler artık gelişiyor. Yani Washington, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu tür açıklamalar yapmasını zaten bekliyor, hoşuna gitmese de… Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın herhangi farklı görüşe sahip olma hakkına saygı duyduklarını düşünüyorum. Bir süredir benim görüşüm, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin sadece arabuluculuk rolünü üstlenmesini değil, hatta -kim bilir ne zaman bu korkunç savaştan çıkacak- siyasi çözümün garantörü olmasını da isteyeceği yönünde. Hamas’ın İsraillilere yönelik 7 Ekim saldırısının ilk haftalarına dönersek, Hamas Türkiye’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bazı rehinelerin Tayland’dan serbest bırakılmasında önemli bir rol oynadığını bile söylemişti. Yani Türkiye’nin oynayabileceği yararlı bir rol olduğu açık. Sanırım Washington bunu takdir etmeye başlıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemi ne kadar sert olursa olsun, yeter ki Türkiye ateşkesin ve sonrasında kalıcı bir siyasi çözümün sağlanmasına yardımcı olsun. Washington’un buna değer vereceğini düşünüyorum.

‘Obama döneminde YPG’nin terör örgütü olduğunu bilerek adını Suriye Demokratik Güçleri olarak değiştirdiler’

İlişkilerin artık iyiye gittiğini söylediniz. F-16 krizini çözdük, bu Türkiye için bir numaralı meseleydi. Pentagon yetkilileri ise Türkiye’nin NATO açısından önemini sık sık vurguluyor. Ve krizlerden biri artık çözüldü. Ancak Washington’un YPG’ye desteği sürüyor. Bu da Ankara’nın gündeminde kalacak temel sorunlardan biri. Halen ikili ilişkilerin yeni bir aşamaya girdiğine dair mesajlar veriliyor. Ama bu terör meselesinde değişen bir şey yok. Yani ABD, Ankara gibi YPG’yi PKK’nın Suriye kolu olarak görmüyor. Washington, Orta Doğu’daki gerilimde Ankara’yı nasıl konumlandırıyor? YPG’nin aslında Ortadoğu’daki, yani Suriye’deki sorunlardan biri olduğunu düşünürsek ki Türkiye sınırında doğrudan problem üretiyor.

Birinin terörist örgütü, başka bir kişinin kurtuluş örgütüdür. Daha önce de belirttiğiniz gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hamas’ı bir kurtuluş gücü olarak tanımlıyor ancak Hamas’ın pek çok İsrailliye karşı açıkça terör vahşeti işlediğini görüyoruz. Hamas terör eylemleri gerçekleştirdi. Ben şahsen YPG’nin bir terör örgütü olduğuna inanıyorum. PKK’dır. Sadece Suriye’de faaliyet gösteriyor. Amerika Birleşik Devletleri, bir terörist grupla diğerine karşı çalışmama yönündeki kendi politikasını çok samimiyetsiz bir şekilde ihlal ediyor. Ve şunu kesin olarak biliyorum ki, ABD ilk kez Obama döneminde YPG ile çalışmaya karar verdi. YPG’nin terör örgütü olduğunu bilerek, samimiyetsiz bir şekilde adını Suriye Demokratik Güçleri olarak değiştirmeye karar verdiler. Bu gerçekten kötü niyetin bir örneğiydi. Peki bu neden oldu? Bunun iki nedeni var. Birincisi, Amerika Birleşik Devletleri’nde sahaya çıkıp IŞİD’le savaşmak isteyen ABD askerleri dışında kimseyi bulamadı. Ve açıkçası eğer YPG ya da PKK’lı teröristler ya da askerler, onlara ne isim vermek isterlerse istesinler, Amerikan askerleri yerine savaşıp ölmeye isteklilerse Washington’un bakış açısına göre bu iyi bir anlaşma.

Diğer sorun ise Washington’un genel olarak Türkiye hakkındaki bilgisizliği. Türkiye gibi bu kadar büyük ve güçlü bir ülke, Amerika Birleşik Devletleri’nde pek tanınmıyor. Ve bu, dış ilişkiler konusunda genel uzmanlardan çok, temelde bilirkişilerin alanıdır. Dış ilişkiler konusunda genel uzmanların hepsinin Rusya, Çin, Orta Doğu hakkında bir fikri var ama Türkiye hakkında pek bir şey bilmiyorlar. Yani Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Türkiye karşıtı tartışma, Washington’daki çeşitli diasporalar tarafından sıklıkla manipüle ediliyor. Ve dış politika elitlerini, Dışişleri Bakanlığı ya da Beyaz Saray’daki değil, düşünce kuruluşları ve gazetecilik alanındaki elitleri, Türkiye’nin YPG açısından bir terör örgütünü değil, tüm Suriyeli Kürtleri hedef aldığına ikna ettiler. Oldukça eğitimli, akıllı insanların bu derece manipüle edilmesi ve YPG ile Suriye’deki barışçıl Kürt nüfusu arasında ayrım yapmamaları akıllara ziyan. Yani bu sorun bir süre daha büyüyecek ama gerçek şu ki her iki başkent de ilişkileri iyileştirmeye karar verdi. Aklımızda tutmamız gereken şu ki F-16 meselesi kendiliğinden ortaya çıkan bir kriz değildi. Bu, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması konusunda Ankara ile Washington arasında siyasi kriz haline gelen anlaşmazlığı yumuşatmak için ABD’nin bir yol sunma girişimiydi. Ve ardından ABD, Türkiye’yi F-35 savaş uçağı programından çıkardı. Yani fikir şuydu: “Tamam, Türkiye’nin zaten sahip olduğu bir şeyi bulalım.” Çok yetenekli bir silah sistemi olan F-16’lar var ve Türkiye’nin bunlardan daha fazlasını temin etmesine yardım edin ve daha sonra F-35 programına harcadığı parayı ihtiyacı olan başka bir şeyi satın almak için kullanın. Bu ABD’nin gerilimi azaltıcı bir adımıydı.

‘Diaspora örgütleri Türkiye ile ilgili bilgileri çarpıtıyor’

Aslında sorularım arasında bu yoktu ama siz belki ABD’deki diplomatların ve bürokratların Türkiye’yi yeterince bilmediğini söylediniz. Belki de bölgede neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyorlar. Aydınlar ve gazeteciler de öyle, dediniz. Türkiye bu konuda ne yapmalı? Çünkü Türkiye sadece bir Ortadoğu ülkesi değil. Burası Suriye değil, Mısır değil. Ama olay şu ki, Türkiye ve ABD NATO’da müttefik. Nasıl oluyor da bu imaj, doğru bilgi, doğru bilgi sizin aydınlarınıza, diplomatlarınıza, devlet görevlilerinize empoze edilemiyor? Bunun nedeni nedir?

Türkiye’ye bunun için ne önerirsiniz?

Neden dış politika entelektüel halkaların elit çevrelerinde Türkiye konusunda üst düzey bir uzmanlık yok? Diğer ülkelere odaklanıyorlar. Türkiye bize göründüğü kadar bazen Washington’da o kadar önemli görünmüyor. Ve durumun böyle olmasının bir nedeni de daha önce bahsettiğim diaspora örgütlerinin çarpıtılmış bilgileri tartışmaya dahil etmesi ve manipüle etmesidir. Ve bu sorun son yıllarda daha da kötüleşti, özellikle hatırlarsınız 2020 yazında.

Esas olarak Ermeni diasporasından ve FETÖ’den bahsediyorsunuz.

FETÖ, Ermeni Amerikan diasporası ve Yunan Amerikan diasporası… Ve gerçekten FETÖ… FETÖ, Kongre üyelerini ve hatta eyalet meclis üyelerini yetiştirmek, onları Türkiye’ye gezilere getirmek ve beslemek konusunda büyük iş başardı. Onları finanse de ediyor. Yani tartışma saptırıldı ve sonra dediğim gibi, Doğu Akdeniz’de bu kadar gerilimin olduğu 2020 yazına geri dönersek, Ankara anlaşılır bir şekilde “artık yeter” dedi. “Kimse bizi dinlemiyor. Doğu Akdeniz’de elimizi taşın altına koyacağız ve haklarımızı kullanacağız.” Ardından bu örgütler ve ardından Fransa, özellikle de Başkan Macron, Türkiye’nin ülkenin haklarını kullandığını söyleyerek şunu belirtti:  “Bakın, Türkiye kışkırtıcı. Uluslararası hukuku yok sayıyor, uluslararası hukuku ihlal ediyor.” Ve bu, Angela Merkel’in Temmuz veya Ağustos 2020’de müdahale etmesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın itibarında bir yanlış anlaşılma fırtınası yarattı,  Ankara Doğu Akdeniz’de gerilimi azalttı. Hatırlanacağı üzere petrol ve gaz arama gemilerini çıkardı ve Doğu Akdeniz’e geri dönmediler. Ve sonrasında Türkiye, hepimizin bildiği Mısır, Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkileri geliştirmek için diplomatik bir açılım başlattı. Bu arada geri çekilen Rus kuvvetleriyle birlikte Barışı Koruma Gözlem Merkezi üyeliğiyle Azerbaycan’da yapıcı bir rol oynuyor. Yani bence Türkiye’nin yapması gereken şey, şu anda yaptığı şeydir: aktif ve yapıcı olun ve kendisini düşman olmasa da hasımların bundan faydalanmak ve hikayeyi manipüle etmek isteyenlerin Türkiye’yi şu duruma düşürüp şunları söylemesinden kaçının: “Bakın bu Türkiye’nin saldırgan ve güvenilmez olduğunu kanıtlıyor.” O halde Türkiye, şu anda yaptığı gibi yapıcı olmalı.

‘Erdoğan’ın söylemi İsrail’e karşı çok sert olsa da Türkiye ve ABD aynı sayfada’

Erdoğan’ın Hamas’la ilgili açıklamalarına dönecek olursak, “Bütün bunları söylüyorum ama bedelini ödeyeceğimi biliyorum” dedi. Bahsettiği bedel hakkında ne düşünüyorsunuz? ABD’nin tepkilerinden mi bahsediyor?

Bilmiyorum. O zaman aklından ne geçtiğini bilmiyorum. Ama ABD’den gelecek herhangi bir tepki konusunda endişeye mahal olduğunu düşünmüyorum. Biden Yönetimi Gazze’de sivilleri öldürmeyi bırakması için Netanyahu’ya çok baskı yapıyor. Yani, stratejik olarak şu anda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemi İsrail’e karşı çok sert veya Hamas’ı destekler nitelikte olsa da Türkiye ve ABD’nin aynı sayfada olduğunu düşünüyorum. Yani herhangi bir bedel ödeyeceğini sanmıyorum. Bilmiyorum, ne olabilir, batı ülkelerindeki medya tarafından eleştirileceğinden endişeleniyor olabilir. Ama bu onun pek umurunda değil.

‘Türkiye’nin ticaret kısıtlamaları İsrail ekonomisini etkilemez’

Türkiye’nin İsrail’e uyguladığı ticari kısıtlamalar hakkında görüşünüz nedir?

Mavi Marmara olayını tekrar düşünürsek, sanırım 2010 yılı Haziran ayıydı. Bu durum Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde gerçek bir kırılmaya yol açtı. Ancak takip eden on yılda iki ülke arasındaki ticaret seviyesi %200’ün üzerinde arttı, yani iki kattan fazla arttı. Yani diplomatik ve siyasi ilişkiler çok kötü olmasına rağmen ticaret devam etti. Aslında İsrail, ham petrolünün çoğunu Bakü-Ceyhan petrol boru hattı üzerinden ithal ediyor. Türkiye ile İsrail arasında hayati önem taşıyan ve devam eden bir ekonomik bağ var. Sanırım Türkiye’deki özel şirketler ve devlet şirketleri İsrail’le ticaretten kâr elde etmeye devam etmek istiyordu. Ama sanırım artık öyle bir noktaya gelindi ki buradaki hükümet, muhalefetten, içeriden ve hatta MHP’den, örneğin İsrail’e karşı daha sert davranmak ve işlerin her zamanki gibi yürümesine izin vermemek konusunda çok fazla baskı hissetti. Yani ticaretin her zaman olduğu gibi devam etmesine izin vermeye (karşı baskı)… Artık Türkiye’nin İsrail’e sanırım 54 kategori ürüne bu yasağı getirmesinden önce zaten İsrail’in Gazze’ye saldırılarından bu yana ticaret %20, %21, %21,5 oranına kadar azalmıştı. Artık iyice aşağı iniyor. Artık fark şu ki, özel şirketler belirli ürünleri İsrail’e ihraç edemeyecek. Bunun İsrail ekonomisi için o kadar da önemli olacağını düşünmüyorum, aklımda tüm ürünlerin hangi sektöre dahil olduğu bilgisi yok. Ama jet yakıtı var. Başka kaynaklar da var. Mermer ve başka mamul mallar var. Yani biliyorsunuz Türkiye İsrail için büyük bir ticaret ortağı değildi ve bunun tersi de geçerliydi.  İsrail Türkiye’nin küçük ticaret ortağıdır ama politik olarak bu Türkiye açısından önemli bir tavır.

‘Karadeniz’de NATO varlığı olmasa, Türkiye daha az güvende olur’

Peki, NATO ile ilgili birkaç sorum var. NATO, Romanya’da 10.000, Bulgaristan’da ise 5.000 birlikten oluşan üsler kurmayı planlıyor. Karadeniz’de ittifak varlığının artmasının riskleri nelerdir? Türkiye’nin bundaki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Ben olaya tersinden bakıyorum. Sanırım Karadeniz’de bizim NATO askeri varlığımız olmasaydı, Türkiye’nin, tüm Karadeniz ülkelerinin ve hepimizin güvenliği, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı nedeniyle çok daha az olurdu. Eğer Rusya devam edebilirse ve “kazanırsa”, bu da Kırım’a elinde tutabileceği anlamına gelir, yani Donbass’ı da elinde tutabilir ve bunun da ötesine geçerek Odesa’ya saldırabilir. Devam edecektir… Moldova’ya doğru ilerleyecektir. Daha etkili bir şekilde Gürcistan’a geri dönecektir. Ve Baltık ülkelerinden birine de ilerleyeceğine inanıyorum. Estonya’nın Talin şehrinde bir düşünce kuruluşunu yönetiyordum ve Rusya’nın 2014’teki Ukrayna işgalinden sonra, Rusya’nın Kırım ve Donbas’ta yaptığına benzer bir şeyi NATO üyesi bir ülkede de nasıl yapabileceğine odaklanmıştık. (Rusya şöyle diyordu) “Biz işgal etmiyoruz ve biz sadece bazı idari merkezleri işgal eden küçük yeşil adamlarız.” Putin, onların Rus ordusu olduğunu kabul edene kadar onların adı Rus ordusu değildi. Yani, eğer bunu diyelim ki Doğu Estonya’da yapabilseydi, NATO topraklarını kontrol altına alabilir, Rusya’nın bunu yaptığını inkâr edebilir ve daha sonra “evet öyle”, “öyle, orada olan biziz” diyebilirdi. NATO’nun karar vermesi gerekiyor: “Doğu Letonya’daki küçük bir toprak parçası üzerinde Rusya ile potansiyel olarak nükleer bir savaşa girmek istiyor muyuz?” Ve bu durumda NATO’nun 5. maddesi olan kolektif güvenlik taahhüdü geçerliliğini yitirmiş oluyor. O zaman bunun Türkiye dahil tüm NATO üzerinde büyük bir etkisi olacak. Eğer Rusya Odesa’ya saldırıp ele geçirirse Ukrayna ekonomisi perişan olacak. Ve eğer konu Moldova’ya kadar giderse, dünyanın bu bölgesindeki güvenlik riskleri çok büyük olacak. Yani ABD askeri kuvvetlerinin Romanya ve Bulgaristan’daki varlığı, Rusya’ya “Eğer devam ederseniz, biz de sizin peşinizden geliriz” diyerek güçlü bir caydırıcı etki yapacaktır.

Ukrayna’dan bahsetmişken, diğer Batılı ülkelerde de savaş yorgunluğu başladı. Sizce müzakerelerin zamanı geldi mi? Yoksa savaşın yeniden kızışmasını mı beklemeliyiz?

Putin gerçek bir müzakere istemiyor. Savaşı sürdürmek istiyor ve Zelenski de kendisini buna siyasi olarak hazır hissetmiyor. Ukraynalıların istediğinin bu olmadığını düşünüyor. Yani tarafların isteyip istemediklerine karar vermeleri gerekiyor.

Sizce Zelenski gerçekten tek başına mı karar veriyor? Kontrol ediliyor demiyorum ama çoğu zaman aslında ABD tarafından yönlendirildiğini gözlemliyoruz. Batı Ukrayna’yı finanse ettiği sürece savaş devam edecek, değil mi? 

Hayır, bu çok saçma. Bu Rus propagandası. Ve Rusya tüm ekonomisini bir ülkeyi işgal etmeye odaklamaya devam ettiği sürece savaş devam edecek. Rusya uluslararası hukuku ihlal ediyor. İstilayı durdurun. Ukrayna’yı işgal etmenin hiçbir nedeni yoktu. Hiçbir sebep yok. Yani eğer istilayı durdurursa her şey yoluna girecek. Amerika Birleşik Devletleri sizin söylediğiniz gibi Zelenski’yi kontrol etmiyor. Bu onları ilerlemeye teşvik etmiyor. Ukrayna halkının ABD’nin yardım sağlaması yönündeki istek ve talebine yanıt vermeye çalışıyor. Savaşabilmeleri ve yok edilmemeleri için, ki Putin’in yapmak istediğini söylediği de buydu. Ukrayna’yı ülke olarak yok etmek istediğini söyledi. Ve Rusya’nın halihazırda işlediği savaş suçlarını, çocukları kaçırmayı görüyoruz. Putin savaş suçlarıyla suçlanıyor, değil mi? Yani, savaşın başlangıcında Kiev’in kuzeyinde, Buça’da ve başka yerlerde çocukları kaçırmaları da dahil korkunç zulümler yaşandı. Neden insanların Ukrayna’dan “tamam, kavgayı bırakıyoruz” demesini beklediğini anlamıyorum. Rusya ‘iyi, zaten barış istiyorduk’ mu diyecek? Yola devam edecekler.

Gerçekten bunun artık donmuş bir savaş olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yoksa gerilimin artmasını mı bekliyorsunuz?

Rusya’nın tırmandırmaya devam etmesini bekliyorum. Ve Ukrayna yardımı aldığında ki yardımı alacağını düşünüyorum, o zaman Rusya’nın gerilimini durdurabilecek ve Rus askeri hedeflerine yönelik saldırılarını artırabilecektir.

‘Türkiye, Rusya’nın işini kolaylaştırmak mı istiyor yoksa ticaret merkezi olmak mı buna karar vermeli’

Peki, enerji ağırlıklı olarak Rusya ve Türkiye ilişkilerinden de bahsedelim. Rusya, Türkiye’yi Avrupa’nın enerji üssü haline getirmek için zaman zaman ortak çalışmalar yürütebileceğini söylüyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bunu birkaç kez dile getirdi. Özellikle Ukrayna Savaşı sonrasında Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı enerji darboğazı dikkate alındığında, Türkiye’nin enerji dağıtım merkezi haline gelmesi Batı’daki çatışma bakımından faydalı olmaz mı?

Bu, uzun zamandır ABD dış politikasının bir hedefiydi. 1998’den başlayarak Türkiye’nin tedarikçilerini çeşitlendirmesine yardımcı olmak için çalıştım.  (ABD), Türkiye’nin (tedarikçilerini) çeşitlendirerek Rusya’ya bağımlılığından uzaklaşmasına yardımcı oldu. Bu arada, (Rusya’dan Türkiye’ye) Mavi Akım boru hattı anlaşmasının gerçekleşmesini sağlayan da Türkiye’deki hükümette derin yolsuzluk vardı. Yolsuzluk nedeniyle Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na veya Genelkurmay’a bilgi verilmeden eski bir devlet bakanı tarafından onaylanmıştı. Gerçek olduğunu biliyorum.  Türkiye’nin Rus gazına bağımlılığını devam ettiren bu boru hattının inşası için Rusya’dan masa altında büyük meblağlar ödenen kişilerin bu işe dahil olduğunu biliyorum. Şimdi de aynı şey oluyor. Yani, benim açımdan Türkiye için gerçekten bir enerji transiti ve enerji ticaret merkezi olsaydı, Azerbaycan’dan, İran’dan birçok yönden doğal gaz, herhangi bir yerden sıvılaştırılmış doğal gaz alsaydı harika olurdu.  ABD’den, Katar’dan, Nijerya’dan, Cezayir’den ve elbette bir miktar da Rus gazı da… Bence Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vizyonu bu. Bu Putin’in vizyonu değil. Putin’in vizyonu, Türkiye’yi Rus doğalgazı için bir merkez veya geçiş rotası haline getirmek.

Bulgaristan’ın en büyük özel doğalgaz dağıtım şirketinin yönetim kurulundayım. Bu yüzden Bulgar siyasetini çok yakından izliyorum. Şu anda Bulgaristan’da çok büyük bir siyasi skandal var çünkü Bulgar hükümetinin buradaki hükümetle birlikte  Türk Akımı’nın Rusya’nın Macaristan’a ve Sırbistan’a doğal gaz ithalatını genişletmesi konusunda mutabakata varılan gizli anlaşma sızdırıldı. AB’nin Rusya’dan doğal gaz almayı bırakacağını söylediği 2027’de öncesinde… O halde Türkiye’nin bu tartışmanın neresinde olmak istediğine karar vermesi gerekiyor. Daha büyük boru hattı kapasitesi için bu gizli ve çoğunlukla yolsuz anlaşmalar yoluyla Rusya’nın işini kolaylaştırmak mı istiyor? Yoksa Avrupa Birliği’nin daha fazla Rus gazı almama yönündeki kararlarını baltalayacak şekilde değil, gerçekten herkesin rekabet edebileceği bir ticaret merkezi olmayı mı istiyor? Bu, zor bir karar. Bunu söylemek bana düşmez. Bu Türkiye’nin kararı.

İnsanlar için açık olmayan pek çok şeyden bahsediyorsunuz. Bu konuda daha fazla ayrıntı verebilir misiniz?

Evet, size makaleler gönderebilirim. Ve şu anda Bulgaristan’da yaşanan tartışma hakkında internete girip Bulgar haber servislerine bakabilirsiniz. Ya da bir tarafta BOTAŞ, ardından BulgarGaz ve Bulgartransgaz arasındaki anlaşmaya ilişkin büyük bir kamuoyu yargılaması vardı. Yani, Türkiye ile Bulgaristan arasındaki doğal gaz boru hatlarının bağlantısını tekeline alan ve gazın esasen Türkiye’den AB’ye taşınmasında hiçbir özel sektör rekabetine izin vermeyen, her şeyi yapan devlet tekelleri… Türkiye için, BOTAŞ için bu iyi çünkü BOTAŞ için iyi bir iş, devlet tekeli. Rusya için bu çok önemli. Bu, Rusya’nın 2027’den sonra AB’ye doğal gaz getirmeye devam etmek için bir arka kapıya sahip olacağı yol. Çalıştığım şirket gibi özel şirketler Rusya’ya ait olmayan doğalgazı getirmek istiyor. Rekabetçi ticaret yapmak istiyoruz, hatta bir miktar Rus doğal gazı da olabilir ama tüm bu altyapının tekelci olmayan bir şekilde kullanılması gerekiyor. Bakın, iki hafta önce Bulgaristan’da bu konuyla ilgili düşünce kuruluşları ve gazeteciler tarafından halka açık bir duruşma yapılmıştı. Ancak şu anda Bulgar siyasetinde tartışma hararetli bir şekilde devam ediyor. Yepyeni bir geçici hükümet var ve şu anda bu düzenlemeler konusunda büyük bir tartışma var.

‘Ermenistan’ın Avrupa’nın yanında olmak istiyoruz demesi çok riskli’

Siz daha önce ABD’nin Azerbaycan büyükelçisiydiniz ve Bakü’de yaşıyordunuz. Güney Kafkasya’dan ve oradaki gerilimlerden bahsetmek istiyorum. Ermenistan yönetimi AB ve ABD ile ilişkilerini genişletirken, aynı zamanda Azerbaycan şu anda konuştuğumuz gibi özellikle enerji alanında Avrupa için iyi bir ortak olmaya devam ederken, 10 Rusya ve İran, etkili faktörler olarak dikkate alındığında Washington’un Güney Kafkasya’daki temel planı nedir?

Ben aynı zamanda Azerbaycan ile Ermenistan ve Karabağ ihtilafı arasında ABD’nin arabulucusuydum ve uzun süre bölgeyle ilişkilerimizi denetledim. Bence Washington’un istediği bir numaralı şey barış, Azerbaycan ile Ermenistan arasında bir barış anlaşması. Ve ABD kamuoyuna defalarca şunu söyledi: “Washington olarak arabulucu veya kolaylaştırıcı rolünü oynamaktan mutluyuz, buna mecbur değiliz, bizim için önemli olan birisinin bu rolü oynamasıdır”. Elbette, Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel bu konuda harika bir iş çıkardı. Yani ABD’nin arzusu, Azerbaycan ile Ermenistan arasında barış anlaşması yapılması ve ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana yapılmayan uluslararası sınırlarının belirlenmesi konusunda anlaşmaya varılmasıdır.

Aynı zamanda, sizin de belirttiğiniz gibi, Başbakan Paşinyan ve Dışişleri Bakanı Mirzoyan’ın son dönemdeki açıklamalarına ABD ve AB yanıt veriyor. Birincisi: Ermenistan artık Rusya’nın askeri ittifakı olan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün içinde olmak istemiyor. Bence yanlış bir şekilde, Azerbaycan’da karada bulunan Rus barış güçlerinin 2020’deki İkinci Karabağ savaşı ve daha sonra geçen eylül ayında Azerbaycan nihayet Ermenistan tarafından işgal edilen topraklarının tamamını geri aldığı sırasında Ermenistan’ın savunmasına gelmek zorunda olduklarına inanıyor. Aslında Rus barış güçlerinin olaya karışma zorunluluğu olduğunu düşünmüyorum. Ancak siyasi açıdan Paşinyan’ın Rusya Askeri İttifakı’ndan ayrılmak istediğini söylediği noktaya gelindi. Ermenistan, Vladimir Putin’in Ermenistan topraklarına girmesi halinde onu tutuklama zorunluluğu getiren Uluslararası Adalet Divanı’na katılacak. Paşinyan ve Ermenistan Dışişleri Bakanı Avrupa Birliği’ne katılmak istediklerini söylediler. 2014’te Ukrayna’daki Meydan’ı hatırlarsanız, Ukrayna’nın Avrupa Birliği’ne katılma isteği ya da  en azından bir ortaklık anlaşması imzalaması, iki savaş ve iki Rus işgali olan bir çılgınlığı başlatmıştı. Yani Ermenistan liderliğinin şu anda “Avrupa’nın yanında olmak istiyoruz, Rusya’nın yanında olmak istemiyoruz” demesi çok riskli bir şey. Ermenistan’da pek çok insan bundan nefret ediyor, Rusya bundan nefret ediyor ve bu nedenle Rusya son birkaç gün içinde “barış güçlerimizi Azerbaycan’dan çıkaracağız” diyerek yanıt verdi.  “Ermenistan artık tek başınasın”. Yani Ermenistan liderliği, tırnak içerisinde “Batı” olmak konusunda stratejik bir seçim yapıyor. Azerbaycan yönetimi daha dikkatli. Bağlantısızlar hareketinin dört ya da beş yıldır lideriydi. Ne Rusya’yla ne İran’la ne Batı’yla herhangi bir bloğa katılmaya, herhangi bir blokla beraber hareket etmeye hevesli değil. Ve böylece Azerbaycan’da insanların neden ABD ve AB’nin “tamam Ermenistan, sen bizim yolumuza gelebilirsin ama Azerbaycan kendi başına kalmaya karar verdi” demelerine üzüldüğünü anlıyorum. Yani aslında Azerbaycan istediğini elde ediyor. Sizin de söylediğiniz gibi Avrupa Birliği’nin iyi bir ortağı olarak saygı görüyor; bağımsız, bağlantısız bir ülke olarak saygı görüyor. Ermenistan’la barış anlaşması olduğu sürece Ermenistan askeri olarak tehdit edemez. Ermenistan, Ermenistan’ı Azerbaycan’a, Ermenistan’ı da Türkiye’ye bağlayan tüm ulaşım koridorlarını açma sözünü nihayet yerine getirdiği sürece Azerbaycan mutlu olmalı. Sanırım bir barış anlaşması yapıldığında ve sınırı belirleyen bir sınır anlaşması yapıldığında bu olacak.

Artık en önemli konulardan biri Zengezur Koridoru. Bunun olacağına inanıyor musunuz? Çünkü İran’ın yanı sıra Ermenistan da bunun olmaması için direniyor.

Koridorlardan biri ve olması gerekiyor. Bence olacak. Paşinyan buna direnmiyor ama siyasi rakipleri direniyor. Sözde Karabağ klanı, Karabağ’ın eski liderleri, Azerbaycan’la çatışma isteyen milliyetçiler ve sözde Ermeni devrimci cephesi Taşnaksutyunlar ona karşı çıkıyor. Azerbaycan’la sorun çözülmediği sürece ya paradan ya da siyasi destekten kişisel olarak faydalanıyorlar. Bazıları, Türkiye’nin doğusundan, Azerbaycan’dan, İran’dan toprak almak anlamına gelen Orta Çağ Büyük Ermenistan devletini yeniden yaratmak istiyor. Bunun çılgınca olduğunu düşünüyorum ama bazıları bunu gerçekten yapmak istiyor. Ve bazıları yine fırsatçı ve Rusya’da, Fransa’da ya da Amerika Birleşik Devletleri’nde olsun, “evet, o büyük eski ortaçağ vatanı Ermenistan’ı diriltmeliyiz” diye düşünen diasporaların duygusal üyelerinden para alıyorlar. Açıkçası Ermenistan’daki intikamcı güçler gitmedi, hala oradalar ama her geçen gün daha da zayıflıyorlar.

‘Gürcistan’da mevcut hükümet AB ile değil Rusya ile güçlü ilişkiler kurmak istiyor’

Son sorum Gürcistan’la ilgili. Sizce AB Gürcistan’a adaylık statüsü vererek kapılarını açıyor mu? Güney Kafkasya ve Gürcistan Krizi’nin özel temsilcisi Toivo Klaar’la konuştum.  Bunun aslında yakın gelecekte gerçekleşmeyeceğini söylüyor. Peki sizin görüşünüz nedir? Gürcistan aynı zamanda post-Sovyet ülke ile Avrupa ülkesi arasında bir yerde sıkışmış durumda.

Yani Gürcistan 2012’den önce canlı bir demokrasiydi ve açıkça Batı yolunu seçmişti. NATO’ya üye olmak istiyordu, Avrupa Birliği’ne üye olmak istiyordu. Ve Gürcistan nüfusunun %80,5’inden fazlası hala bu iki şeyi istiyor. Ama mevcut hükümet bunları istemiyor. Mevcut hükümet, Rusya ile güçlü ilişkiler kurmak istiyor.

Bu nedenle, ister Batı Gürcistan’daki Anaklia limanı ister Kafkasya’daki çevrimiçi internet servis sağlayıcısının özelleştirilmesi olsun, Gürcistan’ın Avrupa ile bütünleşmesine yardımcı olacak bazı büyük altyapı projeleri iptal edildi. Her iki proje de Gürcistan’ın ekonomisini birçok farklı yoldan Avrupa Birliği’ne yeniden bağlamasına yardımcı olacaktı. Bir yıl kadar önce Ukrayna ve Moldova’ya AB adaylık statüsü teklif edildiğinde Gürcistan’a bu teklifi yapılmamıştı. Ve bunun nedeni Gürcistan’ın siyasi sistemindeki derin işlevsizlik. Daha sonra Gürcistan hükümeti bazı reformları hayata geçireceğine dair bazı sözler verdi ve ardından Avrupa Birliği “tamam, artık aday olabilirsin” dedi. Ancak şimdi Gürcistan hükümetinin kabul etmeye karar verdiği, Rus tarzı yabancı temsilci kayıt kuralını yasalaştırmamak veya konuya devam etmemek olan ana mesele yeniden siyasi gündeme geldi. Şimdi Gürcistan hükümeti “AB’ye bunu yapmayacağımıza söz verdik, yine de yapacağız” dedi. “Bu yabancı temsilci kayıt yasasını ileri götüreceğiz.” Yani son günlerde Avrupalı sözcüler Charles Michel bile şunu söylüyor: “Gürcistan böyle adımlar atacaksa Avrupa yolunda olamaz.” Bence bu iş bir kez daha raydan çıktı, Gürcistan’ın nüfusun ezici çoğunluğunun Avrupa Birliği’ne katılma isteği şimdilik raydan çıktı. Ve Gürcistan’da siyasi bir çıkmaz var.

‘Almanya tam bir çifte standart ülkesi’

Tahmin ettiğim kadarıyla Gürcistan, Türkiye’nin geçmişte, 40 yıldır yaşadığı süreci şimdi yaşıyor, henüz beklemede.

Beklemede ama durum farklı. Demek istediğim, Türkiye karşıtlığı nedeniyle Türkiye’nin hiçbir zaman Avrupa Birliği’ne üye olmaması gerektiğini düşünen birçok Avrupalı lider olduğunu düşünüyorum. Fransa’nın eski lideri (Jacques Delors) 70’lerin sonu ve 80’lerin başında şu ünlü sözü söylemişti: “Avrupa Birliği bir Yahudi-Hıristiyan örgütüdür.”  “Bu bir Hıristiyan Kulübü” diyorlar. Gürcistan’ın bu sorunu yok değil mi? Gürcistan çok daha az tanınıyor. Gürcistan’ın Avrupa Birliği içerisinde Avrupa Birliği’ne yakınlaşması yönünde güçlü bir genel destek olduğunu düşünüyorum. Daha tartışmalı olan ise Gürcistan’ın Almanya ile birlikte NATO üyeliğine tarihsel olarak karşı çıkılmasıdır. Çünkü Almanya Rusya’dan korkuyor. Almanya tam bir çifte standart ülkesi.  “Rusya ile toprak anlaşmazlığı olan bir ülkenin NATO’ya üye olmasını istemiyoruz çünkü bu, NATO’yu Rusya ile çatışmaya sokabilir” diyorlar. Ancak Almanya, NATO üyesi olduğunda Rusya ile toprak anlaşmazlığı yaşadı. Rus askeri kuvvetlerinin işgal ettiği bölgeye Doğu Almanya adı verilmişti (Gülüyor).

*Röportaj İsrail’in İran’a karşılık verdiği tarihten önce yapıldı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English